İktisada Giriş
By Ayhan Korkmaz on Oca 4, 2017 in Ekonomi
Müminlerin itibar etmediği altın ve gümüş için harcanmış bir ömür ne kötü bir ticaretti ve hiçte iktisat değildi…
Başlarken
“hak, adalet, eşitlik, bölüşüm” kavramlarına vurgu yapan bir disiplin bu topraklarda nasıl başkalarının sözcükleriyle konuşulabilir? Tahlil sahibinin öznel bakış açısından bağımsız olması bizim için kabul edilebilir bir şey değil. Dahası kendi kimliğini, ürettiği “bilimin” dışına koyduğunu iddia etmek gerçekçi değil. Kendi kelimelerimiz olmadığına göre iktisatta hiç susmayan ötekileri bir kukla gibi konuşturmak gerekiyor. Bu kuklanın nispeten kalitelisi olan Robert Cox’tan başlayalım. O kimlik ve doktrin ilişkisi için şöyle diyor;
Teoriler sonsuz, zamandan, kişilerden ve mekandan bağımsız, değerlerden yoksun ve çarpıcı bir şekilde yalanlardan arınmış olamaz ve teoriler üzerine yansıyan bu değerler, çıkarların doğrudan ifadesidir.[i]
Kendi kimlik aidiyetini daha bilimsel görünmek için muğlaklaştırmak beyhude bir çaba ve tertemiz bir ikiyüzlülük. Biz müslümanız ve meselelere bu pencereden müslümanca bakmak zorundayız. Hatta daha ileri gidiyoruz ve diyoruz ki modern ekonominin doğup geliştiği kültürler “hakikatten” kopuktur ve pragmatizmden başka bir hedefi yoktur.
O halde öznesinde “insanın” bulunduğu ve tuhaf bir biçimde insanı bunun dışına koyan ya da üretim ilişkisinin bir dişlisi gibi illiyete hapseden zihin yapısına bir şerh koymak icab eder.
Ortodoks-Heteredoks Tartışması ve Temel Kavramlar
Bu gün üniversitelerde kabul gören ve ekonomik kararlarda genellikle uygulama alanı bulan hakim iktisat paradigması ortodoks ya da ana akım iktisat akımı biçiminde tanımlanabilir. ortodoks iktisat, iktisadi analizlerinde kendi içinde tutarlı bir sistem gibi görünmekle beraber sistemin bina edildiği zemin sınırları önceden belirlenmiş tartışmaya açık olmayan aksiyomlara dayanır. Bu aksiyomlar iktisadi analizlerde kullanılan bireyi idealize ederek karar süreçlerinde sosyal bilimlerin diğer alanından soyutlar ve ekonomik seçimleri aksiyom karar vericiye indirger. Bu noktadaki en büyük problem teorik alandaki karar verici ile gerçek dünyadaki karar verici arasında gerçekten bir alaka olup olmadığıdır.
Ortodoks iktisada yöneltilen bu aksiyomlar özelindeki kritik eleştiri, aksiyomların temellerinin atıldığı çağdaki zamanın ruhuna baktığımızda daha net anlaşılır. Homoeconomicus gibi ortodoks bir kavramın temellerinin atıldığı yıllar Newton’cu ya da “mutlak” paradigmaların hüküm sürdüğü yüzyıllardır. Karşıt görüşlerde olsada post keynesyen, avusturyacı vb. iktisat okullarının sıklıkla eleştirdiği ortodoks analizlerde kullanılan zaman değişkeni; bölümlenebilir, statikleştirilebilir, sonsuza uzanan Newton’un “mutlak” zamanıdır. Bu da ortodoks analizlerin tartışmaya açmadığı varsayımlarının neredeyse 2.yy’dır radikal biçimde değişen sosyal-iktisadi dokuya rağmen varlığını koruduğunu bize gösterir.
Bu önemli teorik problemin yanı sıra iktisat insan davranışlarını açıklamak durumunda olduğu için doğası gereği ontolojik yada buna bağlı olarak normatif endişeleri de barındırır. Örneğin köleliğin bir ekonomik sistem olarak verimli/sürdürülebilir olup olmaması iktisadi analizlerin ya da iktisadi kararların bir fonksiyonu olamaz. Ortak makul bir kabulle ekonomik etkinlik tartışması dışında bırakılan bu radikal örnek, ekonomik-insan üzerine düşüncelerin ontolojik ön kabullerden bağımsız okunamayacağı anlamına gelir.
Ortodoks iktisadi analizlerin rasyonel karar vericiye yaklaşımı orta ve uzun vadeden bağımsız anlık kararlar alan indirgenmiş bir fonksiyondur. Bu işlemci sadece en doğru bir hamleyi görebilen satranç oyuncusuna benzetilebilir. Oyun uzun yorucu ve tuzaklarla dolu olsa da, teorik “homoeconomicus” kararlarında yine teorik (kısa) vadeyi esas alır.
Bugün sosyoloji ve psikoloji gibi disiplinlerarası yaklaşımları iktisattan büyük ölçüde soyutlayarak açıklamaya çalışan pozitif iktisat, işlemcinin “rasyonel” seçimlerinin karmaşıklaştığı oranda modelden kopar. Ve gerçek karar verici yani “insan” hayli karmaşık bir şeydir.
Bu konuyla ilgili güzel bir örnek M.Friedman’ın sürekli gelir hipotezinde[ii]net bir biçimde anlaşılır. Ortodoks analizlerde tüketicinin kararları cari gelir düzeyine göre belirlenirken; Friedman tüketicilerin, tüketim kararlarının cari gelir düzeylerine göre değil uzun vade de sürekli elde etmeyi bekledikleri gelirler üzerinden verdiğine dikkat çeker. Bu yaklaşım en yalın haliyle o anki aylık geliri araba almasına yetmeyen bir kişinin borçlanarak araba almasını açıklar. Burada tüketicinin kararı yine mevcut cari gelir düzeyinin değil “t” zamanda elde etmeyi umduğu gelirlerin bir fonksiyonudur.
Ortodoks iktisat analizlerinin gözden kaçırdığı bir diğer önemli nokta iktidar ilişkilerini ve tabakalaşmayı analizlerinin dışında tutarak sonsuz ihtiyaçlar önermesini “tüketim malları”özelinde alternatifsiz kılmasıdır. Burada ihtiyaç kavramının içini neyle doldurduğumuz anamalcıların, tekelci eğiliminin altında yatan psikolojik faktörüde açıklar. Aslında ihtiyaçlar var olan teknolojiler içinde ve tüketim malları alt başlığında zaman ve marjinal fayda kısıtlarına tabidir. Örneğin sermaye yoğun üretim yapan bir kapitalistin elde ettiği gelirle milyonlarca pizza alabiliyor olması, iki temel sebepten o pizzalara ihtiyacı olduğu ya da onları tüketebileceği anlamına gelmez. Birincisi ürünün marjinal faydasının her ek tüketimde düşmesidir. Diğeri ise her bir birim ürünün tüketimi için belli bir zamana ihtiyaç vardır. Bir insan birim zamanda maksimum “x” pizza tüketebilir. Ancak zaman kısıtlıdır ve hazlar bireyler özelinde olduğu için tüketim doğası gereği taşeronlaştırılabilir bir eylem değildir. Bu da anamalcının ancak belli bir mal bileşimiyle oluşturabileceği bir maksimum tüketim skalası olduğunu gösterir. Diğer taraftan bu tüketim skalasının esnekliği dahi tartışmalıdır. Kaynak kıtlığını “zoraki” savlamak için bütün bir tüketimin en pahalı tüketim malları özelinde olduğunu varsayamayız. Kişi hayatta kalmak için “makul” bir otonom tüketim (gıda, barınma) yapmak zorundadır.
Bu bakımdan ana malcının servet yığması ya da sermaye mallarıyla sermaye mallarını sürekli yeniden üretmesi, tekelci eğilimleri “ekonomik güvenlik” değil iktidar, kontrol arzusu özelinde açıklanabilir. İnsan doğasının iki temel belirleyici motivasyonu burada sınıfsal bir analizi zorunlu kılar. Anamalcı olağan, freudyen ya da doğal bir motivasyonla üretim aracını bir erk aracı olarak görür ve arttırma yoluna gider. Diğer motivasyon ise negatiftir. Rakiplerin tekelleşmesi olasılığının doğurduğu “korku” sonsuzu hedefleyen ve rakibi yok etmeyi merkeze koyun bir büyüme hedefini zorunlu kılar.
Pratik güzel bir örnek Berlin duvarının yıkılmasıyla liberalizasyon sürecinin başladığı Rusyadır. Bu özel örnek bize iktidar ilişkilerini ve tabakalaşmayı ekonomik analizin içine koymanın zorunluluğundan daha fazlasını verir. Öyle ki bahsedilen örnek ortodoks iktisatın analizlerindeki disiplinlerarası ihmallerden çok daha fazlasıdır. İktidar ilişkisi bölüşümün kendisidir.
Bu örnekte kurumsalcı ve neoklasik okulların entelektüel mücadelesi laissez faire politikaların geçiş sürecinde şok reçetelerle mi? Yoksa hızlı bir özelleştirme yerine rekabeti arttırıcı önlemlerle kademeli bir şekilde mi? Uygulanacağıydı. Neticede ünlü ekonomist Stiglitz’in de eleştirisine pek kulak asmayan ilk grup evrensel çözüm olarak inandıkları şok reçeteleri uyguladılar ve piyasanın bu şekilde kurumsallaşacağını iddia ettiler. Sonuç olarak kurumsallaşan serbest piyasadan çok devlet aktiflerini bu süreçte ele geçiren küçük bir polit büro oligarşi oldu. (Ne bekleniyordu?)
Yukarıdaki eleştiriler çeşitlendirilebilir ancak hedef serbest piyasa ekonomisi değil, iktisadi ilişkileri psikoloji ve sosyoloji gibi disiplinlerden soyutlayarak okumaya çalışan ortodoks ön kabulleredir. İnsan psikolojisi ve tabakalaşma yukarıda savlanmaya çalışıldığı gibi karar vericileri etkilediğine göre “homoeconomicus” gibi bir kavram fantezi bir kurgudan fazlası değildir.
Radikal bir laissez faire’nin eleştirisinin en kritik noktalarından biri de “devletin” bir kurum olarak fonksiyonunu kimin tanımladığı ve yeniden ürettiğidir. Devlet müdahalelerine mesafeli hem klasik, hem Avusturyacı yaklaşımlardaki en önemli eksik kimin kimi kapsadığı ya da ürettiği probleminin görmezden gelinmesidir. Neo-klasik tahlillerde devlet yine iktisadi ilişkilerden bağımsız olarak bir şekilde varlığını gerçekleştirmiş belli temel fonksiyonlar ve maliye politikaları özelinde tahlil edilen bir aygıttır. Devletin regülatör pozisyonundaki adımları dahi rekabet ilişkisi içerisinde analiz edilmez. Ancak gerçekte devlet, anamalcı tarafından yapay bir bilgi asimetrisi yaratmak ya da tüketici rantını en küçükleyecek kanunların çıkarılması için lobi yapmak gibi faaliyetlere maruz kalabilir. Ya da sendikaların gücüne bağlı olarak emeğin yapay fiyatlanmasına araç olabilir. ABD’de petrol lobisinin son 50 yıllık faaliyeti ya da iflas eden büyük finansal kurumların açıklarının ABD halkı tarafından finanse edilmesi anglo-saxon demokrasilerinde dahi neo-klasik iktisadın iddia ettiği piyasa idealinden hayli uzak bir noktada durulduğunu bize gösterir.
Bu noktada söylemlerin ideolojik fanusunu kırabilmesi için neyi merkeze aldığı önem taşır. Genellikle klasik iktisadın olumlu sonuçları mevcut pratik örnekler üzerinden savlanırken, (ör: büyüme oranları, liberalizasyon öncesi ve sonrasi ülke ekonomisinin durumu vs.) bahsedilen örnekler üzerinden eleştirilere cevaplar, teoriyi idealize ederek “gerçek,pratik örneklerden” soyutlanarak ele alınır. Market oyuncularının, devlet eliyle bireysel hak ve özgürlükleri ihlal ettiği yukarıdaki örnekler aslında “liberalizm” ya da neo-klasik öğretinin bir sonucu değildir.”X” yerde örnek verilen büyüme oranı, aynı eleştiriye muhatap olunca aslında doktrine uymamaktadır gibi.
Bu tip polemiklerde gözden kaçırılan bir diğer problemise devlet-piyasa ikiliğinde kimin kimi kapsadığı problemidir. İktisadi analizlerin dışında tutulan iktidar ilişkisi, anamalcıyı bir iktidar sınıfı olarak sahnenin önüne koymaz, yapısalcı dinamikleri kendi aksiyomlarından soyutlayarak iktidarı bürokrasiye indirger ve bürokratları siyasi çıktıları oluşturan bir temsil kanadı olarak değerlendirmez. Bürokrat diğer ekonomik karar birimleri gibi kendi çıkarını en çoklama hedefinde olan ekonomik bir bireyken, hem anamalcıdan hem de tüketici kesimden bağımsız olarak devlete adeta gökten inmiştir. Bu noktada Ortodoks iktisata bahsi geçen pradigmadan yapılan en güzel eleştirilerden biri Karl Polanyi’nin büyük dönüşümündendir:
Serbest piyasalar hiçbir zaman ortaya çıkmazlardı. Serbest ticaret sanayicilerin önde gelen pamuk sanayinin gümrük tarifeleri, ihracat primleri ve dolaylı ücret desteklemeleri yardımıyla kurulması gibi laissez faire’nin kendisi de devlet tarafından uygulanmıştı …Liberalizm taraftarlarının belirlediği görevleri yerine getirmek için devlet artık merkezi bir bürokrasi ile donanmıştır.[iii]
“Doğal düzen” önermesindeki en büyük açmaz ise önermenin herhangi bir ekonomik ideal ortaya koymaması nedeniyle kendinden menkul ve yanlışlanamaz olmasıdır. İyi ya da kötü mevcut her durum denge, her üretim ilişkisi kendinden menkul, kendini gerçekleyen, onaylayan küçük bir hiledir. Daha verimli olduğuna inanılan her teklif iktisadi analizin dışına atılacaktır çünkü zaten en iyi olan mevcut statükodur, olmakta olan şeydir. Bu yaklaşım aynı zamanda iktisat bir iyinin varlığını red ettiği için başka bir çelişkiyi de içinde barındırır. Eğer iktisat bir iyi yoksa, denge modeli neden iyidir?
Eğer varsa denge yada dengeye ilerleyişteki sonsuz modellerin sürekli iktisat iyiyi 12’den vurması beklenemez. Bu noktada ünlü spekülatör George Soros’un Asya krizi ile ilgili 1998 yılında yaptığı kısa yorum oldukça çarpıcıdır;
Görünmeyen el ille de bir sarkaç gibi işlemez. Asya’da görmüş olduğumuz gibi, bir şahmerdan gibi harekete geçip ülkeleri arka arkaya yere serebilir de…(Soros 1998:29)[iv]
SONUÇ
O’Driscol ve Rizzo’ya göre Ortodoks iktisat 19.yy fiziğinin mekanistik bir modeli olarak iktisata yararlı katkılar yapmış ve miladını doldurmuştur. Bu nedenle iktisat artık sosyal fizikle uğraşmaktan ziyade felsefi iktisada konsantre olmalıdır. Reel zaman ve radikal bilgisizliğin yarattığı problemlerle uğraşmalıdır.[v]
Neticede;
- Sorgulanmayan basit aksiyomlar üzerine bina edilen ortodoks okul üretim sürecindeki komplekslik arttıkça çuvallar.
- İktisadi kararlar ekonomik robotlar tarafından değil gerçek insanlar tarafından verilir. Bu yüzden insan doğası iktisadi indirgemecilikle açıklanamayacak kadar karmaşık ve disiplinler arası bir konudur. İktisat psikoloji, sosyoloji vb gibi sosyal bilimlerden soyutlanarak yapılamaz.
- İktisatın normatif boyutunun ihmali yine analizlerinde kullandığı savların insan olmayan bir “şey”e dönüşmesine neden olurken, Müslümanlar açısından da kabul edilebilir değildir. Ontolojik bir zeminden bağımsız iktisatın erdemleri kendinden menkuldur. Beşeri açıklayamayan ya da bunu amacından soyutlayan bir beşeri bilim; anlamadığı bir şeye, sadece nasıl egemen olabileceği özelinde bilim üretir.
- Nihayet Ortodoks iktisat kuramlarında eksik ve kötü iktisadın yanı sıra bir şey daha dikkatimizi çeker. Söylemlerin temel karakteristiği “alternatifsizlik” üzerinedir. Reel dünyadan bağımsız ve gelişmeye kapalı bu tip bir söylem Müslümanların çağdaşları paralelinde iktisat üretmesine izin vermez. Zamanın ruhu gereği İslam iktisadı gibi bir kavram ana akım iktisat programlarında yer alamayacağı için evrensel ölçekte kabul gören heteredoks okullar ve bunların Ortodoks programlara yönelttiği eleştiriler İslam iktisadı için bir yol haritası niteliğindedir. Evrensel ölçekte çağdaşlarına meydan okuyacak bir metodolojinin üretiminde heteredoks bir okuma şüphesiz faydalı olacaktır.
[i] Gabriel A. Almond, G. Bingham Powell,Jr, Kaare Strom, Russel J. Dalton, COMPARATIVE POLITICS TODAY, A WORLD VIEV, Eight Edition, S:39
[ii] Milton Friedman Sürekli Gelir Hipotezi.
[iii] Karl Polanyi-Büyük Dönüşüm.
[iv] Doğuş Üniversitesi Dergisi, 2002(5),97-108 Tamer İşgüden- Aylin Çiğdem Köne.
[v] Doğuş Üniversitesi Dergisi, 2002(5),97-108 Tamer İşgüden- Aylin Çiğdem Köne.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 76 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler: Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme.
Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu.
15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?
Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.