Weimar’ı anlattım, Goethe’ye ve Schiller’e kızdım, içimi döktüm!
By Suzan Nur Basarslan on Oca 5, 2012 in edebiyat, İnsan, Sanat
Weimar: Şehr-i Kalem…
“kimi sanatçıların Diotima’sı; kimi sanatçılarınsa Phaeton’u için”
Küsüp gidenler kadar kalıp göğünde pervaz edenlerin şehri. Ona sürgün olanlar kadar ondan sürgün olanların şehri.
Bazı şehirler, mıknatıs gibi sanatçıları kendilerine çekerler. Orada olmak kaçınılmazdır ve olmamak ya kaçıştır, ya kovuluş, ya da tutunamamak… Bu yüzden her sanatçıda farklı anlamlar yüklenir şehir. Nedim’in İstanbul’uyla Fikret’in İstanbul’u gibi ya da Necip Fazıl’ın. Birinde aşk ve zevktir, bir sengine Acem mülkü fedadır; diğerinde fâcire-i dehr, bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir’dir; bir başkasında ise, ille de o’dur, ille de, ille de… Öyle anlamlar yüklenir ki şehir, katman katman soymanız gerekir ona ulaşabilmek, onu yansımalardan kurtarmak, aynaların uzağına düşürüp aslını, ona çıplak gözle bakabilmek için. Oysa ona hep ona bakanların gözüyle bakmak yazgısına taliptir okur, eğer içinde yer almıyorsa o zamanın ve mekânın. Calvino için nasıl tüm şehirler aslında Venedik’se, her şehirde gördüğü o, görünmeyen, duyulmayan ve aslında tüm imlerin, bellek yolculuğunun sonunda bulunan oysa, amaç bir özlemin yükünü hafifletmekse, okur, tüm bu yüklerin, belleğin, tıkanan geçmiş, şimdi ve geleceğin ardından, bir sise bakar. Çünkü “belleğin imgeleri sözle sabitlenirse, silinir.”[1]
Weimar da bir sisin ardından seçilir. Seçilenlerin tek tek, kelime kelime önünüze geldiği bu yazıda, bilmemiz gereken belki de hiçbir zaman ‘bilemeyeceklerimiz’ olduğu gerçeği. Anlatılanların ardında kalanlar, yaşanırken ışıltılı gelmeyen, kimine huzur verirken kimini yokluğuna, hiçliğe, çekip gitmeye mahkûm eden bir şehir çünkü Weimar.
Şehirleri kuranlar, şehirleri yıkanlar, şehirleri yapanlar, şehirlerden kaçanlar… şehir kurmak ve yıkmak Fatih ve Neron’un payıysa, bir şehri şehir yapmak ve ondan kaçmaksa sanatçıların payıdır.
Goethe, Schiller, Fichte, Hölderlin, Wieland, Herder, Jean Paul, Schlegel, Wieland… ve Kleist. Weimar bir gün anlatılmalı ya da filmi çekilmeli o dönemlerin(1790-1800’lerin başı) demiştim Zweig okurken. Ve Weimar sisli bir aynadan arz-ı endam edip kaleme büründü. Ve o aynada öz evladı gibi davrandıkları yanında üvey evladı gibi davrandığı çocuklarını gördüm Weimar’ın. Goethe ve Schiller’in göğünde pervaz etmesine izin verirken Hölderlin ve Kleist’i gölgeler ardında bırakıp amansız bir ateşin ve yalnızlığın içinde kurban ettiğini… Oysa Meriç demiyor muydu hakikati: ” Cemiyet kendisine benzemeyen bir çocuk doğurduğu zaman onu beşiğinde boğmaya kalkar. Boğarsa mesele yok. Boğmazsa ya diz çöken bir isyankâr, bir Beaudelaire, bir Rimbaud, bir Breton çıkar, ya da cemiyete diz çöktüren bir cebbar gelir, Sezar, Napolyon, Hitler… Her büyük adam kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır. Zira o yarınki veya dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil.“[2] diyerek kendisine benzemeyen evlatları beşiğinde boğmaya kalkan cemiyetlerden bahsederken. Neden şaşırıyordum aynı hakikatle Weimar’la karşılaşmaktan?
Goethe’nin sırtını döndüğü Kleist, Schiller’in sırtını döndüğü Hölderlin. Anlaşılamama, ateşli ruhun, coşkun mizacın, gençliğin durulmaması ve birini intihara diğerini deliliğe iten yol. Weimar’ın mutsuz çocukları, ustalarının gölgesinde kendilerini o kayadan diğerine atarak parçalanmaya yazgılı bedenleri, ruhları… Tutunamama… Gök Ekini Biçer Gibi[3]‘de anlatmıştım Hölderlin ve Kleist’in erken ölümlerini (biri beden diğeri akıl) şu ifadelerle:
“Şimdi, ey ölümsüzlük, tümüyle benimsin!” diyen coşkun şair Heinrich von Kleist. Yazmakta olduğu, tamamlanmamış bir şiir için kardeşine yazdığı bir mektupta Tanrı’ya yalvarırken, “Ah Tanrım! Onu bir bitirebilsem! Tanrı benim bu tek arzumu yerine getirsin, sonra ne isterse onu yapsın.” diyerek şiire olan tutkusunu kelimelere döken. Hayatındaki en büyük iki tutku, şiir ve ölümdür Kleist’in.
“…Bitiriyor şarkısını; bitmektir dileği onunla birlikte
Ve bırakıyor lirini elinden gözyaşları içinde.”
Sanatının en yüksek zirvesinde yalnızlığa düşen, dostsuz kalan, herkesin kendisine sırt çevirdiği (en yakın dostları ve Goethe) ümitsiz ve hayata küsmüş biri olarak, içindeki duygu karmaşasının farkına varsa da onu çözemeyen ve kendinden kaçmak için, şarkısını, kelimelerini gözyaşlarıyla bitirmek için ölüme koşan ölüm sevdalısı Kleist, 34 yaşında bir kriz esnasında kafasını parçalayarak…
“Ölçülü ol! Ölçülü!
Ki yolunu kaybedip
Düşmeyesin ve kazaya
Uğramayasın…”[4] diyen Goethe’ye
“eğer çelik gibi bir zamanın
Zincirleri ruhumu yakıp kavuruyorsa
Ne diye alıyorsunuz benden
…benim korlaşan benliğimi.”
diyen Hölderlin gibi. Johann Christian Hölderlin’in, Goethe’ye cevabıdır bu dizeler; gençliğin coşkusudur bu, yaşlılığın en uzak durduğu, hatırlamaya en uzak kaldığı duygunun. Hölderlin, şiirsel heyecanını ölçüye ve soğutmaya çağıran bu bakışa karşı çıkar. Goethe ve hocası Schiller’le yolunu ayırarak Weimar’dan uzaklaşır; yalnızlığına, taşkınlığına… ama oradan Alman ilahisinin yaratıcı şairi olmaya yol alır.
“İradesine karşın sürükler onu
O dümensizi, bir kayadan bir kayaya,
Uçuruma duyulan o harika özlem.”
Tıpkı şiirindeki gibi uçuruma doğru yol alır Hölderlin, uzun yaşasa da delilikle aklını çok erken terk eden, dünya kaçkını, yüceye/gökyüzüne düşen kaçak şair, ezginin ilahi gücü, huzursuz ruh…”
Goethe ve Schiller’e kızmıştım, evet haksızdım belki ama gene de kızmıştım. Özellikle de Goethe’ye. Benim için Goethe şimdiye kadar Faust’tu. Hakikatin kapısını aralayan, Doğu ve Batı’yı birleştiren, Alman edebiyatının olmazsa olmazı, merkezi hâline gelen bilge, Weimar’ın söz sultanı. Kleist’e sırtını dönmekte haklı mıydı, diğerleri gibi susarak? Bazı yazarlarda, sanat, edebiyat zorunlu olarak varoluş biçimi olur. Kleist gibi. Kleist 500 gün aralıksız eseri Guiskard’ı yazar ama umduğu gibi olmayınca eserini yakar, gene de yazmaktan vazgeçemez, varoluş biçimidir onda yazmak, bunalımlara sürüklenir, geri döner, yazar, umduğunu bulamaz bir şekilde. Ve sonra uçurum, kendi uçurumuna sürüklenir. “artık uçurumumun beni bırakmadığını nasıl anlatabilirim?!”[5] der hayatı ve ölümüyle. Onun uçurumuna bakmaktan korkar Goethe. Bakabilmeliydi oysa, geldiği mevki, makam ve kendisine verilen değerle bunu yapması çok da zor değildi. Kleist’in yıpranmış ayakkabılarla ve delik deşik elbiselerle dolaşmasına, son zamanlarında eserlerinin yayımlanmayarak -kendisinden sonra çok ünlü olan Hamburg Prensi’nin bile- geri çevrilmesine sessiz kalmamalıydı ve tam da ona ihtiyacı varken Kleist’e sırtını dönmemeliydi. Bu yüzden yüceliği zedelendi içimde. Zweig ona her ne kadar objektif yaklaşsa ve hak ettiği yerde onu övse de içimde bir yer Goethe’yi aklayamadı hâlâ. Özellikle onun burjuva rahatlığı beni rahatsız etti. Weimar bambaşka anlamlar yüklendi içimde. Dosto da Tolstoy’u eleştirmişti tam da bu noktada. Bir de tüm bunlardan tamamen kendisini sıyıran Hölderlin var, akıldan dahi soyunarak geldiği Weimar’dan kaçan, kendisini öte aleme, Tanrısal olana adayan ve bu dünyadan kendisini azat eden şair… Hegel ve Schelling’le oda arkadaşıdır Tübingen Vakfı’nda. İbranice, Latince ve Yunanca bilmektedir, teoloji ve felsefe ile iştigâl etmiştir. Para kazanmak için öğretmenlik yaparken istediği tek şey şiirdir. Hayatını şiire adamak ve onun için feda etmek… Etkisinde kaldığı Schiller’in kapısında anlaşılmayı beklerken, Charlotte von Kalb’in sayesinde onunla tanışan, tam ondan sıyrılıp da kendi kalemini eline alınca başka bir sükutla cezalandırılan ve gitmek zorunda kalan Hölderlin. Schiller ve Goethe geleneksel olana takılı kalmış, Kant’ın etkisiyle aydınlar şiirine yönelirken, felsefenin soğuk ışığında kururken, şiir yazmayı değil, onu tartışmayı tercih ederken, Schiller eski ilhamının gücünü yitirip, Goethe metafiziğe sırtını dönmüş ve bilime yönelmişken[6] Hölderlin ilk zamanlarda bu etkide kalacak ve felsefe öğrenmeye çalışacak ama kısa bir süre sonra hatasını anlayıp ondan uzaklaşacaktır. Schiller’le kurduğu ilişki tıpkı Neitzsce’nin Wagner’le kurduğu ilişki gibidir ve bu ilişkinin bozulması ruhunda onarılmaz yaralar açar, tıpkı Nietzsche gibi. Schiller’in ilgisizliği ve onun için hiçbir şey olamayacağını anlamak genç adamı yıkar. Şiiri tanrısal olana yaklaştığında Phaeton’un gazabıyla gazaplandırılır, duygusal arayışı trajik farkındalığa ve tutunamama onu deliliğe sürükler. Otuzlu yaşlarının başında, tutunduğu Schiller’in yazdığı mektubuna cevap vermemesinden sonra, ümitsizlik içinde sessizce farklı bir gerçekliğin misafiri olur ölene değin…
“Bence insan eşi benzeri görülmemiş bir yaratık. Tıpkı anlaşılması imkânsız bir düşünce gibi. Ve içinde en aşağılıktan en yüceye kadar her şey var. İnsan Tanrı’nın bir görüntüsüdür ve Tanrı her şeyi içerir. İnsan böyle yaratılıyor; aynı zamanda cinler ve azizler, peygamberler, sanatçılar ve yıkıcı olan herkes. …ve aynı şekilde sayamayacağımız kadar gerçeklik olmalı bizim körelmiş algılarımızla anlayabileceğimizden çok daha fazla. Ama kargaşalı gerçeklikler birbirlerini saran birbirlerinin içinde ve dışında. Sınırları koyan şey sadece korku ve mantıktır. Sınır diye bir şey yoktur, düşünceler için. Aslına bakarsan sınırları yaratan korkularımızdır.“[7]diyor Ingmar Bergmar, Autumn Sonate’ta. Korku ve mantık mı Kleist ve Hölderlin’i yanlarından uzaklaştırmalarına neden oldu bu iki büyük şairin, geleneğin rahatlığı mı, varılan noktanın uzaklığı mı, ya da var’manın özgüveni mi? Sisli bir ayna bu, cevapları yaşamların içinde gizli. Kelimelere dökülenler sadece yazıldıkları anda silinen imgeleri belleğin. Goethe’yle Schiller’in mektuplarının dışında Kleist ve Hölderlin’in yazdıklarına baktığınızda değişen dünyalar ve gerçeklikler. Tıpkı Weimar’ın anlamı gibi.
Weimar, Goethe ve Schiller’in göğü; onlar da Weimar’ın yıldızları. Kleist ve Hölderlin içinse sürgün yeri, gitmeye yazgılı oldukları bir kısa konaklama durağı. Hayatlarında hiç’liğe en yakın oldukları yer. Bu hiçliğin etkisinin ömürlerince peşinden geldiği ve onları ezen, belleklerinde Kleist’in “ruhum öyle yaralı ki, hani nerdeyse burnumu pencereden çıkarsam, yüzüme vuran gün ışığı bana acı verecek” cümlesinde olduğu gibi kelimelere dökülen acı’yla özdeşleşen bir yer Weimar. Nedim’in İstanbul’una karşılık Fikret’in İstanbul’u gibi. Goethe’nin Schiller’in Weimar’ına karşılık Hölderlin’in Kleist’in Weimar’ı…
Goethe, 1774 yılında ‘Genç Werther’in Acıları‘nda[8] mekan olarak Weimar’ı -o sıralar yasak aşk yüzünden canına kıyan elçilik sekreterinin intiharı ile birleştirerek-[9] ilk aşkını anlatmak için kullansa ve Thomas Mann, 1950’de Lotte Weimar’da ile bu aşkı gerçek ve kurmacayı birbirine katarak yıllar sonrası bir zaman dilimi içine yerleştirerek anlatsa da Weimar asla diğer yüzüyle anlatılmamıştır.
Weimar aslında bir sisin ardında. Belki de, bilmemiz gereken hiçbir zaman bilemeyeceklerimiz. Anlatılanların ardında kalanlar, yaşanırken ışıltılı gelmeyen, kimine huzur verirken kimini yokluğuna, hiçliğe, çekip gitmeye mahkûm eden Weimar’ın öyküsü bu yönüyle anlatılmadı çünkü daha önce.
Weimar, küsüp gidenler kadar kalıp göğünde pervaz edenlerin şehri. Ona sürgün olanlar kadar ondan sürgün olanların şehri…
Weimar: Şehr-i Kalem… şehr-i edebiyat, şehr-i fikir… kimi sanatçıların Diotima’sı; kimi sanatçılarınsa Phaeton’u.
[1] Italo Calvino, Görünmez Kentler, çev: Işıl Saatçıoğlu, YKY, İstanbul, 2011. s:132.
[2] Cemil Meriç, Jurnal, Cilt 1, İletişim yayınları, İstanbul, 1997. s:224-225
[3] Suzan Nur Başarslan, Gök Ekini Biçer Gibi, http://www.derindusunce.org/2011/12/19/gok-ekini-bicer-gibi/
[4] Goethe, Euphorion
[5] Yücel Öztürk, Şehnaz-Nâme, http://www.kirkincikapi.com/sehnaz-name/#comment-323
[6] Stefan Zweig, Kendileriyle Savaşanlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011.s:74-75.
[7] Ingmar Bergman, Autumn Sonata,1978.
[8] Johann Wolfgang von Goethe, Genç Werther’in Acıları, çev: İsmail Şen, Bahar Yayınevi, İstanbul, 2004.
[9] Thomas Mann, Lotte Weimar’da, çev: Gürsel Aytaç, Öteki yayınevi, Ankara, 1998, önsöz’den.
Sanat üzerine okumak için…
Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.
Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.
“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…”
Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.
İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
1 Yorum
Yazan:leyla Tarih: Oca 11, 2013 | Reply
Siz bugun keşfetmekte geç kaldığım için acı çektiğim ikinci kalemsiniz..saatlerimi, günlerimi yazılarınızı okumaya adamak için sabırsızlanıyorum..andre gide/dar kapı ile merhaba dedim krallığınız topraklarına…umarım tüm ülkenizi bu duygularla gezerim…yazılarınız ve varlığınız için teşekkürler..