İslâmî Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişemez Olanlar(*)
By Aysenur Bulut on Şub 7, 2007 in Makale
Ayşenur Bulut
Uiportal
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM)’nin 27 Ocak 2007 tarihli “İslâmî Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişemez Olanlar” başlıklı panel çok verimli ve faideli geçti diyebilirim. Diyanet çatısı altında faal olan İSAM, düzenlediği panel ve uluslararası konferanslarla adından sık söz ettirmeye başladı. Düzenlenen bu son panelde konuşmacıların her biri, İslam’ın realite ile karşılaşmasını ve özellikle de modernite karşısındaki duruşu hakkında kendince değerlendirmede bulundu. İki günlük atölye çalışmasının nihayetinde düzenlenen panel, konusu ve konuşmacıların dile getirdikleriyle oldukça önemli noktalara temas ediyor.
KATILIMCILAR
İbrahim Kalın (SETA, Ankara)
Recep Şentürk(İSAM, İstanbul)
Tarıq Ramadan(London)
Ziba Mir-Hosseini(SOAS, London)
1.Konuşmacı
Ziba Mir-Hosseini (1)
Ziba Mir Hüseyin, İran’lı bir düşünür. Feminizm (2) ile çok öncelerden alakadar olan, ancak içinde bulunduğu dönem itibarıyla düşünceleri yüzünden sık sık dışlanan Hüseyin,1979 yılında İran Devrimi ve sonrasında sık sık feminizmle ilgili sorularla karşılaşmış. Konuşmacı, kadınlara eşitlik ve adaletin dinde yer aldığını ancak bunu ataerkil yorumların gölgelediği görüşünde. El-hak, doğrudur; dinde kadına karşı muamele ve kadının sahip olduğu haklar erkek egemenliği ile sınırlandırılmıştır. Bunu Doğu Coğrafyası’nda daha net görebiliriz. Sayın Hüseyin, ataerkil yorumu görürsek ancak bu durumun çözüleceğini söyledi ama bunun nasıl mümkün olacağından bahsetmedi.
Ziba Mir-Hüseyin yalnızca panel çalışmasında değil hayatının büyük bir bölümünü bu kavram için yani feminizm için harcıyor. Feminizmin tanımını yapamadı çünkü burası Türkiye ve burada bu kavram nasıl karşılanıyor pek emin değil. Kendi coğrafi bölgesinin neden-sonuç ilişkileri çerçevesinde incelediği feminizmin, İran’da hala sıcak karşılanmadığını söyledi; “Gençlik yıllarımda feminizme dair görüşlerim yüzünden hem feminist gruplardan hem de İslamcı gruplardan dışlanıyordum. Oysaki İslami feminizm var ve bütün sorulara cevap niteliğinde. Feminizm dediğiniz an sizi hemen gayr-i İslami bir söylemde bulunmakla itham ediyorlar.”
Kadın ayrımcılığını bilinçli bir hareket olarak gören Hüseyin, emperyalizmin üstünlüğünü göstermek için kadını ve haklarını kullandığını söyledi. Konuşmasında bu dönemlere ait ayrıntılara yer verdi ve İran’a dışardan gelen her türlü fikri akım ve ideolojilere karşı Müslüman kadınların savaşamadığını, bunun büyük sonuçlar doğurduğunun altını çizdi; “Müslüman kadınlar o zamanlar iki acı seçenekle karşı karşıya kaldılar; İnançlarına ihanet ya da benliklerini kaybetmek. Bu iki seçenek arasında sıkışan Müslüman kadınlar ne yapacaklarını bilmez bir halde çareyi siyasal İslam’da buldular.” Konuşmacının feminizm konulu bu sözleri bana İslam hakkında geniş bilgileri olmayan kadınları anımsattı. Ataerkil bir otorite ile sahip oldukları haklardan mahrum kaldıkları doğru ama çözümün feminizmde görülmesi ve özellikle de feminizmin “iyi bir çıkış yolu” olarak değerlendirilmesini yanlış buluyorum. Kadın ayrımcılığını emperyalizmin bir şubesi olarak gören Hüseyin, aynı zamanda feminizmi ya da daha doğru bir ifade ile kendi tanımladığı bir feminizmi çıkış yolu olarak gösteriyor. Siyasal İslam ile kadınların nefes aldığını söyledi. Bunun için elbette İran’ın Humeyni Devrimi’ni incelemek gerekiyor. Şah’ın hâkimiyetine son verildikten ve İslami bir düzenin getirilmesinin ardından kadınlar daha rahat bir yaşam alanına kavuştular. Konuşmacımızın düşüncelerine katılmadığım bir diğer husus, feminizmi “kadınlara hukuki bir eşitlik sağlayan tek otorite” olarak görmesidir. İslami yasalarının (şeriat) kadına yönelik eşitlik ve adaletinden sık sık bahsederken bir taraftan da yeni bir kavrama,“feminizme” minnet borçlu olmasını çelişkili bir durum olarak karşıladım. Feminizmin menşeini Batılı kaynaklardan almadığını, kökünün İslam’da olduğunu ve modern zamana ait bir kurumsallaşma olduğunu ifade etmesi ise konuşmacının feminizm tanımlamasını niçin yapamadığını daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor!
İslami feminizm diye bir kavramın olduğuna inanıyor Sayın Hüseyin ve yaptığı çalışmalar sonucu üç kesimin İslamî feminizme tepki gösterdiği tezini sundu. Kısaca ifade etmek gerekirse;
1.Gelenekçi Müslümanlar: Genel anlamda değişime inanmadıkları için bu söylemi kınarlar ve karşı dururlar. İktidar ve cinsiyet konularında ise asla bir değişimi ve modernizeliği kabul etmezler.
2.Fundamentalist Müslümanlar: İslam’ı bir ideolojiye dönüştürmek ve siyasi bir güç yapmak isteyen kesimdir. İslam tek boyutludur derler hâlbuki böyle değildir. Diğer dinlerde de görüldüğü gibi cinsiyet değişebilir zamanla. Muhalif olanlar hemen Kuran ayetlerini ve hadislerini delil olarak öne sürerler. Seküler fundamentalistler de aynı şeyi yapıyor ama onlar bilim adına, aydınlanma adına yaparlar. Metinlerin alternatifler doğurduğunu reddederler.
3.Laik Müslümanlar: Fıkhı insan ürününe indirgerler ve Allah’ın had cezalarını uygulamak istediğine inanmazlar. Örneğin, dinde yer alan evlilik ve boşanma kararlarına muhaliflerdir.
Konuşmacımız bir bayan ve seçtiği konu “feminizm.” İran profilinden bakarak yorumlamaya çalıştığı feminizm odaklı konuşmasının son sözlerinde İran’da eskisi gibi dışlanmadığını, ancak ulema ya da diğer dini otoritelerce gayri İslami olmakla suçlandığını belirtti. Kendi yaptığı feminizm tanımlamasının kadınlara güç verdiğine inanıyor. “Gelenek ile modernite arasında var olan savaşın gittikçe büyüdüğünü söylemek mümkün.”
2.Konuşmacı
Tarık Ramazan (3)
İslam’da değişebilir ve değişemez olanlar konulu panelin çalışmalarından büyük bir memnuniyet duyduğu sözleriyle konuşmasına başlayan Ramazan, tüm Müslümanların aynı gelenekten geldiklerini söyledi. “Son 20 yıldaki deneyimlerimde şunu gördüm, hepimiz aynı İslami gelenekten geliyoruz. Soruyu aynı mealde anlamıyoruz ama soruyoruz..” Ramazan’ın üstünde sıklıkla durduğu konu, tüm meydan okumalara karşı Müslüman’ın duruşunun nasıl olması gerektiği oldu. Bu meydan okumalara karşı hem savaşıp hem nasıl İslam’a bağlı kalabiliriz ve nasıl günlük problemlerle uğraşırken gerçekçi olmayı yani realist kalmayı başarabiliriz?
Elbette ki değişebilir ve değişemez olanlardan bahsetmek hemen akıllara “reform” kelimesini getirir. Müslümanlar reforma yani değişime nasıl bakacaklar? İslam ve reform kelimesini aynı cümlede kullanmak her zaman tepkiye neden olmuştur. Ramazan, değişimi iki şıkta inceledi: Adaptasyon ve Transformasyon. “Adaptasyon” yani siz içinde bulunduğunuz ortama uyum sağlayacaksınız veya “transformasyon” yani içinde bulunduğunuz toplumu değiştirmeye çalışacaksınız. Değişimi bu iki tanımla vermek zihinlerdeki “reform fobisini” azaltabilir, çünkü biz her zaman değişimi, kendimizi topluma adapte etmekle sınırlandırdık ve bu korkumuz bize “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” sözünü unutturdu.
Tarık Ramazan, Müslümanların çok ciddi bir krizin ortasında olduklarını, bu krizi görmelerine rağmen bir çözüm üretemediklerini söyledi ve Müslümanların içinde bulunduğu kriz dönemine ilişkin üç aşamadan bahsetti: Birinci aşamada Müslümanların tercih ettiği kavram ve konular yer alıyor. “Feminizm, reform ya da modernite… vs. Bu kavramlardan ne anlıyoruz? Bunlar çok önemli mevzulardır.” İkinci aşama birincisinden çok farklı olmasa da ayrı bağlamda değerlendirilebilir; bu kavramların dile ve topluma göre nasıl çevrileceği. Üçüncü aşamada da neden bu problemlerle karşılaştığımızı sorgulamak var. Bahsedilen üç aşamalı problemlerin temel kaynağı, insanların algı meselesidir. Kişinin realiteden ne anladığı ve algısını nasıl çalıştırdığı çok önemlidir. Kullanılan kavram ve nasıl çevrildiği ise algılamada en etkili, önemli faktörler olarak karşımızda durmaktadır. Ve algıyı etkileyen 4 kuvvetli baskı: ekonomi, siyaset, kültür ve medya. Baskı kurmakta en başarılısı (!) hiç şüphesiz medya organlarıdır.
İslam’da değişemez olanlar kategorisine Tevhid, İslam ve İman esaslarını ekliyor Ramazan. İlkelerin İslam’ın ilk zamanlardan beri var olduğunu, uygulamaların değişse de her müslümanda bu ilkelerin varlığını görmenin mümkün olduğunu söyleyerek bu esasların değişmesinin talep dahi edilemeyeceğini vurguladı. Ramazan’ın günümüz hatta son birkaç yüzyılın Müslüman sorunlarına getirdiği bakış açısını onaylamamak mümkün değil. Müslümanların, İslam geleneği ile birlikte realiteyle yüzleşmediğini ve İslami metinlere ilgisiz kaldıklarını, bunun da acı sonuçlar doğurduğunu söyledi. Aslında en büyük sorumluluğu ulemalara, kanaat önderlerine yüklüyor: “Müslüman ulemalar, fıkhi bilgilerinin yanı sıra realite ile de muhatap olmalı, sosyal gerçekliklerin farkında olmalılar. Bu eksiklikler yüzünden de Müslümanlar meydan okuyamıyor.” Reform kelimesinin Müslümanlar üzerinde bir anti-pati kurduğunu bu yüzden de değişimden kaçınıldığına dair genel bir portre çizdi. Hâlbuki taviz vermeden de realiteyle paralel bir değişim mümkündür ama bu denge nasıl kurulacak? Bunun için de turnusol kâğıdı mahiyetinde bir soru soruyor Tarık Ramazan: “Sormamız gereken soru şu: Beni Müslüman yapan şey/ler nedir?”
3.Konuşmacı
Recep Şentürk
Değişimi iki ayrı kategoride inceleyen fıkıh ve sosyoloji uzmanı Şentürk, fıkhî açıdan “değişimi yeniden kullanıma koyabilmenin” ve sosyolojik açıdan da “değişimi sınırlandırabilmenin” mümkün olduğuna değindi.
Değişim için gereken referans ve taktiklerin dinde yer aldığını bunun için insan ürünü ideolojileri çözüm olarak görmemek gerektiğini vurgulayan konuşmacı,19.yy.’daki insanlık dini adındaki ütopik üretimlerden bahsetti. İnsanlık dini adı altında yeni bir din oluşturmak isteyenlerin, din öğretisini hafife aldıklarını bunun en güzel örneğinin SSCB (4) yıkıldıktan sonra ülkede devam eden Hıristiyanlık olduğunu belirtti.
Tarık Ramazan’ın sözlerine göndermeler yapan Şentürk’ün bu konudaki sosyoloji bilgilerine hak verdiğimi düşündüm. “Ramazan’ın belirttiği iki değişim biçimlerinden adaptasyon, daha mağlup bir tavır içinde ve teslimiyeti sonuçlandırabilir. Adapte olmaktan ziyade İslami idealler ışığında nasıl değişim gerçekleşebilir?” İslam ideallerini bilmemek bize çözümü yanlış yerlerde arattırıyor. İslam’ı, “tarihin derinliklerinde kalan bir din” olarak gören algıyı yıkmamız ve bunu başarmak için de onu, realiteyle ilkelerden taviz vermeden harmanlayacak formüllerinden istifade etmeliyiz.
İbn-i Haldun ’a (5) göre fıkhın gayesi ya da mesuliyeti insanlık medeniyetini korumaktır. Bunun tecrübelerinin tarihteki gelmiş-geçmiş milletlerde görülebileceğini söyleyen Şentürk, Mimar Sinan’dan bahisle durumu özetleyen bir nükte anlattı. “ Roma, Bizans, Mısır ve Babil’den getirilen taşlarla imar edilen yapıya, İslam kubbesini inşa ederiz. Biz Müslümanlar olarak medeniyetleri himaye altına almalıyız ve kapsayıcı olarak İslam kubbesini inşa etmeliyiz.” Huntington 9 medeniyetten bahseder. Bunlardan 6 tanesi İslam medeniyeti altında kendilerine yaşama alanı bulmuşlardır. Huntington (6), tezlerinde medeniyetleri birbiriyle çatıştırsa da İslam’ın medeniyetler hakkında başka bir alternatifi vardır: “Çok medeniyetli bir din.” İslam medeniyeti, diğer medeniyetlere açık bir medeniyettir, diğer medeniyetleri entegre eden “çok medeniyetli bir din”dir. Bu zamana kadar çok medeniyetli bir din tabirini hiç duymadığımı itiraf etmekle beraber bu tabir karşısındaki memnuniyetimi de ifade etmeliyim. Çok kültürlülük tabirinin sözlüklerde yer alan tabirini az çok öğrenmiş olmakla birlikte “medeniyet” kelimesine vurgu yapılmasının önemini de belirtmek isterim. Çünkü bu, Şentürk’ün de belirttiği gibi gittikçe büyüyen bir problem ve medeniyetleri çatıştıran tezlerin aksine bu medeniyetleri tek çatı altında barış içinde yaşatmayı hedefleyen İslam farkındalığı müslümanlara çok şey kazandıracaktır. Çünkü son birkaç yüz yıl içinde coğrafyalar aşan medeniyetler, eskiden olduğu gibi sadece sınır bölgelere değil çok uzak bölgelerdeki medeniyetleri de iyi ya da kötü etkilemektedir. Bu etkileşim, ilerleme seyreden modernite ve ideolojiler yüzünden daha çok olumsuz yönde olmaktadır.
Recep Şentürk, medeniyetlerden bahsettiği konuşmasının ardından hemen fıkhi ekole geçiş yaptı ve iki tür fıkıh analizinden bahsetti: Biri “şahıs ilişkilerini düzenleyen” diğeri de “grupların ilişkilerini ve davranışlarını düzenleyen” fıkıh sistemi. “Birincisi ‘mikro fıkıh’ ikincisi ‘makro fıkıh’ olarak isimlendirilir. Günümüzde ihmal edilen ikinci fıkıh modelidir. Mikro fıkıh, ademi yani tek bir ferdi incelerken makro fıkıh en altta aile en üstte millet topluluklarını inceler. Çok medeniyetli dünya düzeni kurmak ve fıkıh modellerini (İslam pratiklerini) bunun için alt yapı yapmak elzemdir.” Fıkhı sadece Müslümanların problemlerini çözmekten ibaret bir ilim olarak görmek, fıkıh usullerinden gerektiği gibi istifade etmemizi engellemektedir ne yazık ki. Çözüm istiyorsak diğer insan ürünü ideolojilere sığınmak yerine fıkıh uygulamalarına ve öğretilerine bakmak lazım. Bu tecrübeyi edinmezsek eğer, dışa bağımlı hale geliriz. “Hâlbuki dünya (hatta evren) Müslümanlara emanet edilmiştir ve onu korumak bir müslümanın görevidir.”
Recep Şentürk’ün konuşmasının sonunda sorduğu soru “biz Müslümanlar olarak insanlığa katkımız ne olabilir?” Şentürk’ün konuşmasını iyimser bir çizgide sürdürmesini, Müslümanların güç ve donanım kaynaklarının aslında çok açık oluğunu göstermek olarak değerlendirdim. Yeryüzünde yayılan ikinci büyük dinin İslam olduğuna değinen konuşmacı, Müslümanların içinde bulunduğu buhran döneminden bahsetmedi. Teorik olarak sağlam temellere dayansa da, İslam’ın günümüzde pratiğe dönüştürülmemesi, Müslümanları, İbrahim Kalın’ın da belirttiği gibi “çoğul iken azınlık durumuna” düşürmektedir.
4.Konuşmacı
İbrahim Kalın
“Fazlurrahman’a göre fıkıh reformu gerçekleştirmek, köklü bir değişim yapmadan mümkün değildir. Evren, insan, Tanrı ilişkileri netleşmeden bu olmaz. Felsefi bir proje var Fazlurrahman’da: detaylandırmak. İslam var olmak istiyorsa temel ilkelerini değiştirmek zorundadır. Bu ise modernist tartışmalardan kaynaklanır.” Konuşmasına Fazlurrahman’ın sözleri ile başlayan İbrahim Kalın, bu görüşleri benimsemese de Fazlurrahman’a gönderme yapmanın önemli olduğunu vurguladı. Fazlurrahman’ın tamamen değişen bir İslam modelinin aksine, fıkha tam manasıyla bakmanın önemine değindi. Müslümanların “çok nüfusa rağmen azınlık” nitelendirilmesinin yeni olduğunu vurgulayan Kalın, bu duruma neden olan sebeplerden ve daha çok Türkiye şartlarından bahsetti. “Yeryüzünde müslümanlar, nüfus bakımından çok olsalar da azınlık durumundalar. Bu yeni bir sosyal vak’adır. İlk kez ‘Müslüman azınlık’ olarak ortaya bir kavram çıktı ve azınlık haklarından bahsederken gayri Müslim değil Müslüman haklarını ele alıyoruz. Bu yüzdendir ki bir an önce ciddi bir değişime ihtiyaç var, değişimden maksat da asimile olmak değil entegre olmaktır.”
Konuşmacının “Müslümanların bu durumda kendilerini ayağa kaldıracak olan hangi kültürdür? ” sorusunun cevabını yine konuşmacımız veriyor: İslam kültürü. Ancak sorulması gereken mühim soru bu kültürün (İslam geleneğinin) realite ile nasıl birleştireceğidir. Ve ekliyor: “Ancak rekabet eden kültürler yaşayabilir. İslam, rekabet üretmeli, aktif olmalıdır. Müslümanlarda, tarihin gerisinde kalmış yani geç kalmışlık psikolojisi var. Bu durum aşılmalıdır.” Müslümanların tarihin sayfalarında kaldıkları düşüncesini en çok doğuran neden hiç şüphesiz tarih bilgisidir. Okullarda okutulan ve yıllardır devam eden Marksist tarih okumaları değiştirilmeli, insanlara dinler tarihi ve İslam tarihi bilgileri de aktarılmalıdır.
İbrahim Kalın, fıkhın pozisyona göre fetva çıkaran uygulamalarına birkaç örnek vererek, fıkhın insan üzerideki, sosyal, siyasal ve ticari alanlardaki etkisini dile getirdi; “1910’lu yıllarda İstanbul’da demir kaşık haramdır diye bir fetva çıkıyor. Bu fetva hangi usul içinde verilebilir? Aynı yıllarda İngiltere’den ülkeye getirilen demir kaşıkların çok rağbet görmesi ve ucuza mal edilmesi tahta kaşık yapan ve satan tüccarları zor durumda bıraktığı için (1 yıl gibi bir süreç) bu fetva yayınlanmıştır. Yine İsrail-Filistin meselesinde de toprak satmaya kalkan Filistinlilere “toprak satmak haramdır” fetvası yayınlanıyor. İslam’da özel mülk hakkı olmasına rağmen Filistinliler bundan men ediliyor. Hz. Ali dönemindeki hakem olayında mızraklara Kuran sayfalarını asarlar; böylelikle Kuran’ın hakem olacağına, ihtilafın kalkacağına inanırlar. Hz. Ali’nin dehşet bir sözü var bu duruma ilişkin: “Kuran insanların ağzıyla konuşan bir kitaptır.” Bu örnekler de gösterir ki tarihsel akıl, bireysel akıldan her zaman için daha fazla kazanım sağlar.”
Müslümanların 3 farklı durumu var:
1. Farklı hedeflere eğilmek.
2. Aynı hedefe farklı yollardan gitmek. (Bu şartlar gereği olabilir.)
3. Aynı yola farklı biçimlerden gitmek. (En önemlisi de budur.)
Çok büyük çatışmaların esnek ve geniş tutulmasının gerekliliğine değinen Kalın, sentezleme yoluna gidilmesini önerdi. Bunun için Türkiye şartlarından bahsetti ve örnekler getirdi. Mesela merkez-çevre ilişkisini Cumhuriyet döneminde ele almak. Merkezkaç kuvvetler bu durumu daha da besler. İslam düşünce tarihinde sadece “Ortodoksî” bir grup ulemanın katkısı ile değil, her alanda çok geniş aktiviteler topluluğu da İslam düşüncesine katkıda bulunmuştur. “Örneğin; Namık Kemal (7), Türk milliyetçiliğin babası olarak bilinen bu isim, konuşmacı olarak katıldığı bir toplantıda Arapları öven tabirler kullanır. Ne Batı medeniyetine tam teslim olmuştur ne de başka bir teslimiyetçilik örneği göstermiştir. Bu konulardaki Türkiye tecrübesi çok önemlidir ve incelenmelidir.”
Bu sözlerinin ardından sentezlemeye bir örnek olarak Türkiye Cumhuriyeti devrini 5 aşamada incelemiştir. Kendi sözleri ile kısaca bu dönemler aşağıdaki gibidir:
1. 1946–1950 seçimlerinde CHP iktidarının son bulması. Çevre merkez arası açıklık, uçurum duruma gelmiştir bu dönemde.
2. Bediüzzaman, Nurettin Topçu, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi düşünürlerin aktif rol aldığı 1950 sonrası dönem.
3. Erbakan öncesi dönem, siyasal İslam (8)’ın Türkiye’deki rolü.
4. 80-90’lı yıllarda Turgut Özal’ın dış dünyaya açılan politikaları ve bu dönemde küreselleşmenin etkileri ülkemizde görülür. Önemli tercümelerin yapıldığı Seyyid Hüseyin Nasr ve Fazlurrahman gibi âlimlerin Türkiye ile tanıştığı dönemdir. Kültürel etkileşim sağlama çabası birden çok açılıma neden olmuştur.
5. Bu dönemde de çevrenin merkeze yaklaşma arzusu geri püskürtülmüştür. Başörtüsü şehre indiğinde yani merkeze yaklaştığında kaos olmuştur. 28 Şubat döneminde, sadece dindar kesim değil Solcular, Kürtler gibi kesimlerin oluşturduğu gruplar da menfi etkilenmiştir.. Bu dönemde merkez kontrol dışı kalmış, kendi kendini yetiştirmiştir.
Değerlendirme
Panel, dört “uzman” kişinin düşünceleriyle harmanlanan başarılı kolektif bir çalışma mahiyetinde. Panele katılanların, panel sonrası realiteye, moderniteye, reforma ve bu üç kavramın İslam ile ilişkisine daha yakından bakacakları ve fıkıh alanında kendilerine çalışma alanı bulacakları kesin. Verimli ve istifadeye açık bir ortam hazırladığı için İSAM’a tebrik ederim. Gayret edildiğinde bu tür panellerin düzenlenebileceği, bu son panel örneği ile karşımızda duruyor.
(*) Bu yazı, Ayşenur BULUT tarafından, 27 Ocak 2007 tarihinde İSAM’da düzenlenen “İslâmî Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişemez Olanlar” başlıklı panelde katılımcıların konuşmalarından alınan notlardan derlenerek hazırlanmıştır. Yazı içerisinde yer alan tırnak içi kısımlar konuşmacılara ait olup, bunların haricindeki yazının tamamı yazara aittir.
Yazıda geçen kavram, isim ve bilgiler hakkında başvurulabilecek bazı kaynaklar:
(1) Ziba Mir HOSSEINI hakkında bknz : http://www.jhfc.duke.edu/ducis/civilizations/_hosseini.html
(2) Bknz. ÖZTÜRK, Suat. http://www.dusunceler.org/ kategori: Kadın. Konu: İki feminizm arasında yazı dizisi I-II-III
(3) İsviçre’de Freiburg Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.Tarık Ramazan,Hasan El Benna’nın torunudur. Fransız Müslümanlarının kanaat önderi olarak öne çıkan Ramazan “İslam: Medeniyetlerin Yüzleşmesi, Hangi Modernite İçin Hangi Proje ” kitabı Türkçeye çevrildi. (tariqramadan.com)
(4) Bknz.Özgür Ansiklopedi,Wikipdia: http://tr.wikipedia.org/wiki/Sovyet_Sosyalist_Cumhuriyetler_Birli%C4%9F
(5) İbn-i Haldun hakkında bknz: http://trboard.org/modules/makale/makale.php?id=88
(6) Derinsular’daki yazı dizisi
(7) Bknz. Namık Kemal hakkında: http://www.dallog.com/tdsa1/namikkemal.htm
(8) AKDOĞAN, Yalçın. Siyasal İslam, İşaret Yay.2000
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
33 Yorum
Yazan:Suat Öztürk Tarih: Şub 7, 2007 | Reply
Ayşenur Hanım,
Çok teşekkürler değerlendirme için.
Böyle değerlendirmeler, benim gibi yüreği İstanbul’da olduğu halde coğrafi engeller nedeniyle organizasyonlara uzak kalanlara ilaç gibi geliyor.
Elinize sağlık..
Yazan:Suat Öztürk Tarih: Şub 7, 2007 | Reply
“İslamî düşüncede değişebilir/değişemez olanlar” konusundaki tartışmalar çok uzun bir geçmişe sahip..
Bu konuya ilgi duyanlar “İslamiyat” adlı dergiyi mutlaka takip etmeli derim.
Yazan:Bekir L. Yildirim Tarih: Şub 7, 2007 | Reply
Elinize, zihninize saglik Aysenur Hanim boyle guzel bir fikir ziyfetini buraya tasidiginiz icin. Ben de bir kisminda oradaydim. Niye karsilasmadik acaba?
Benim genel gozlemim bu tur konfernslarda artik Mustafa Bey’in yapilmadigindan yakindigi “ozelestiri” nin eskisinden fazla yapiliyor oldugu. Konferansin konusu da konusulanlar da bunu teyid ediyor. Ulema da sokaktaki musluman da her zamandan fazla sorgulama modunda. dilergim bu sorgulama, yeniden yorumlama gayretlerinin dis degil ic dinamiklerin sonucu olmasi.
M. Akif’in deyimi ile:
“asrin idrakine soyletmeliyiz Islami”
Yazan:Ayşenur Bulut Tarih: Şub 7, 2007 | Reply
Suat Bey,
Haklısınız,bu tür organizasyonlar daha çok İstanbul merkezli yapılıyor. Bu da İstanbul’da yaşamanın getirdiği avantajlardan biri. Açıkçası bu kadar verimli bir panele katılım azdı,ben daha fazla kalabalık olmasını arzu ederdim. Neyse ki ben ordaydım 😛
Bekir Bey,
Karşılaşmadık ama sorunuzun konuşmacılar tarafından anlaşılmadığına şahit oldum 🙂 Dış faktörlerin belirttiğiniz gibi etkisi var ama bunu vurgulamak işin biraz ayrıntısı mıdır bilmem. İkinci en çok yayılan dinin İslam olmasına ne yazık ki sevinemiyorum,oysaki Recep Şentürk çok “pembe”bir atmosfer çizdi. Bence en berrak tablo İslam’ın realite ile taviz vermeden de buluşabileceği gerçeğidir.
Hürmetler…
Yazan:Talha Can Tarih: Şub 7, 2007 | Reply
Elinize, gönlünğze sağlık Ayşenur Hanım,
Yazıyı okurken aklımdan yorumluduklarımı Bekir Abi yazmış bile. Tabi ben orada değildim:) ama yazıdan çıkardığım en büyük fikir “özeleştiri”. Evet, buna ihtiyacımız var, dini değerler ve gerçekler açısından demiyorum, insanların değişen zaman dilimleri içinde değişen zihni ve fikri algılamalarını gözden geçirmeli. Muhakkak ki, İslam bütün insanlara, mekanlara ve zamanlara gönderilen, bu genişliğe sahip (son ilahi din olması münasebetiyle de) bir dindir. Reform, insanların dini olguları algılama özeleştirisiyle gerçekleşmeli. İSAM’ı da son yıllarda yaptıkları takdire şayan çalışmalrından ötürü tebrik ederim. Bu yaz İskender Hoca’yı ziyaret ettiğimde uğramıştım. Ansiklopedilerini güncellediklerini duydum.
Baki muhabbetle…
Yazan:ceren Tarih: Şub 8, 2007 | Reply
Ayşenur Hanım,
Suat Bey gibi ,gönlü İstanbul’da ,ama mekan olarak kilometrelerce uzakta olan birisi olarak ,bu tür organizasyonlara fiili katılamamak ve yerinde dinleyememek elbette insanın içinde burukluğa neden oluyor.
Ama en azından sizin emek ,sabır ve zaman harcayarak bize ulaştırdığınız bu yazı gibi,yapılan çalışma ve organizasyonlar hakkında çeşitli vesilelerle bilgi sahibi olmak da, az da olsa rahatlatıyor insanı.Elinize yüreğinize sağlık.
İslami Düşüncede değişebilir ve değişemez olanlar konusu ve bunun uygulamdaki görünümüyle ilgili olarak ,genel anlamda İslam Dünyası ve özel olarak Türkiye deki karşılığı üzerinde dilimin döndüğünce ,bilgimin elverdiği ölçüde şunları belirtmek istiyorum.
İlk anda kulağa çok hoş gelen ,aklı selim her müslümanın düşünce bazında mutabıl olduğu bu değişimlerin, uygulamaya geçilmeye kalkıldığında kesinlikle kaosa neden olduğunu gözlemliyorum.
Belki çok küçük bir örnek olacak ama ,benim düşünce dünyamda son iki yılımı büyük ölçüde işgal eden bir konu vardı.”Adetli bir kadının oruç tutup tutamayacağı ve diğer ibadetlerindeki durumu” ile ilgili.
Bu konuda neredeyse araştırmadığım kaynak,bakmadığım sünni,şii ilmihal kalmadı.Bu araştırmayı yapmama neden olan ise Süleymaniye Vakfı isimli bir sitede karşılaştığım,ve adetli bir kadının o halde iken oruç tutmasına mani bir hal olmadığı ile ilgili bilginin,o görüşü benimseyen bir arkadaşımın bana göndermesiydi.Bunun üzerine aşağıda link adresini verdiğim sitede ,son soruyu Abdülaziz Bey e maille ben yöneltmiştim ve aldığım cevap şu;
http://www.suleymaniyevakfi.org/modules/fetvalar/index.php?cat_id=48#311
Eş zamanlı olarak Diyanet Vakfına gönderdiğim cevap ise bunun aksi yönündeydi.
Sıradan bir müslüman olarak ben ve benim gibi kişilerin(sıradandan kastım,herhangi bir İlahiyat eğitimi almayan,Arapça bilgisine sahip değil ve öğrendikleri bir başkalarının yaptığı çalışmalar,araştırmalarla sınırlı)bu ve benzeri konularda bile mutabakatın sağlanmadığını gördüğünde ,
hangi değişimin ,
nasıl,
neleri referansa alarak
kimler tarafından yapılıp,
kimleri bağlayıcı olacağı
gerçekten muamma.
Belki de bunun en önemli nedenlerinden birisi,sünni gelenek içerisinde “içtihat kapısının kapalı olması” gibi genel geçer bir kural sonucunda bu sözde kuralın,değişimlere cevap verebilmek için zaman zaman ferdi olarak delinmesi ortaya böyle bir kaosun çıkmasına neden oluyor.
Belki benim burada ,kendi konumumla,sınırlı bilgimle konuşmak hakkım ya da haddim değil,ama sonuçta bir müslüman olarak ortaya çıkan sonuçtan bir şekilde etkileniyorum.Yaşadığım dinde zaman zaman oluşan görüş ayrılıklarını her zaman”Alimlerin görüş ayrılıkları rahmettir ” olarak algılayıp geçiştirmeli miyim?
Sonuçta ben akaid yönüyle amel yönüyle bir dine mensubum.Ve bu din ,bana içimde şüpheye yer bırakmayacak kadar net olmalı diye düşünüyorum.Belki de sadece bu ihtilaflar nedeniyle, hani o içinde gereksiz bir sürü bilgi bulunan diye zaman zaman eleştirilen ilmihaller daha doğru geliyor bana.Ya da yine aynı eleştirilere maruz kalan Diyanet de bana ileri sürülen ferdi görüşlerden daha tutarlı,aldığı kararlar daha uygulanabilir geliyor.En azından niyetimin saflığını Allah biliyor.
Elbette herşeyin ötesinde..Allahu Alem.En doğrusunu Rabbim bilir.
Selam ve dualarımla…CEREN
Yazan:murat koçak Tarih: Şub 8, 2007 | Reply
Sevgili Ayşenur, herşeyden önce böyle bir platformda yer almandan dolayı ziyadesiyle mutlu oldum. Daha önce Uiportal, felah ve diğer sitelerdeki yazı ve yorumlarından tanıdığım Ayşenur Bulut’un devamlılığı ve pozitif enerjisi ile bu yeni oluşuma da olumlu katkıları olacağına eminim.
Suat Bey’inde belirttiği üzere, coğrafi sebeble bizim gibi bu tür organizasyonlara katılma imkanı olmayanlar için önemli bir yazı. Yorumlarınız ile desteklediğiniz doyurucu bilgilendirme yazısı için teşekkürler.
Müslümanların öncelikle algı problemlerinin olduğunu ve bunu yenide gözden geçirmekte faydalar olacağını düşünüyorum. Çok fazla bilgiye sahip olmak çok fazla anlamak demek değildir. Müslümanların natüralliği, safiyaneliği kuşanarak K.Kerime ve sahih sünnete yaklaşmaları gerek. Bu noktada her zaman Hz.Ali’nin “ilim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı” sözü aklıma gelir. İmrenilecek bir toplum oluşturan ilk dönem Müslümanlarının geniş bilgi donanımına sahip olduklarını söylemek imkansız. Biz ancak bildiklerimizle hakkıyla ve samimiyetle ibadet edersek bilmediklerimizi Allah bize öğretir, gönlümüzü açar, işimizi kolaylaştırır.
Kardeşim, ilk adımın hayırlı olsun. Bu yolda hep koşar adım ilerlemen dileklerimle.
Yazan:Bahar Pınar Tarih: Şub 8, 2007 | Reply
Ayşenur Hanım’ın ellerinize, aklına sağlık. Gerçekten çok dolu, doyurucu bir değerlendirme olmuş. Teşekkür ederiz. Hem paneli dikkatle dinlediği, notlar aldığı için, hem de değerlendirmeleri için.
İlk konuşmacı ile ilgili aktardıklarınıza istinaden aklımdan geçenleri sizlerle de paylaşmak istedim:
Ayşenur Hanım, ilk konuşmacı olan Ziba Mir-Hosseini ‘nin konuşmasından aktardığı “Müslüman kadınlar o zamanlar iki acı seçenekle karşı karşıya kaldılar; İnançlarına ihanet ya da benliklerini kaybetmek.” sözleri üzerine üzerine, ülkemizde yaşanan ikilemlerin, bu tip vakaların bir kısmının asıl sebebini yansıtan doğru bir tespit yapmış: “Konuşmacının feminizm konulu bu sözleri bana İslam hakkında geniş bilgileri olmayan kadınları anımsattı.” Gerçekten de müslüman olan ve öyle kalmak isteyen ama dini hakkında da geniş ve doğru bilgilere sahip olmayan kadınlar, günümüz koşulları içinde çok çaresiz durumlara düşebiliyorlar. Önlerine çıkarılan engeller, kurallar, başlarına gelen hak ihlalleri, çifte standartlar bir şekilde dine havale ediliyor, daha doğrusu daha inandırıcı olsun diye dinle bağlantılandırılıyor. Yetersiz bilgi de söz konusu olduğunda, gerçekten çok acı veren ikilemler, karmaşalar içinde kalabiliyor buna muhatap olan kadınlar. Ne serden ne de yardan vazgeçerim diyenler mücadeleye devam ediyorlar ve bir noktada gerçekten de dinlerinin kendi yanlarında olduğunu fark ediyorlar. Tabii ki zorlu bir süreç. Vazgeçmek zorunda bırakıldıkları hakların ya da kural diye önlerine sürülenlerin dinden değil toplumun din zannedilen kurallarından kaynaklandığını anlıyorlar. Ya diğerleri? Onlar için karmaşa devam ediyor diyebiliriz. Bir kısmı kurtuluşu batı kaynaklı feminizmde arıyorlar. Bu kötü bir tercih oysa. Batı kaynaklı, üstelik de ülkemizde neredeyse ilk hali gündemde olan feminizm bizlerin yarasına merhem olamaz. Ayşenur Hanım şöyle devam etmiş zaten: “Ataerkil bir otorite ile sahip oldukları haklardan mahrum kaldıkları doğru ama çözümün feminizmde görülmesi ve özellikle de feminizmin “iyi bir çıkış yolu” olarak değerlendirilmesini yanlış buluyorum.” Bu konuda Ayşenur Hanım’la paralel düşünüyorum. Feminizm, daha doğrusu batı kökenli feminizm “iyi bir çıkış yolu” değil gerçekten. Bir kere ortaya çıkmasına sebep olan koşullar, kültürel etkiler, sebepler çok farklı. Sunduğu çözümler, yöntemler de kendi koşulları, sorunları ve kültürü ile bağlantılı doğal olarak. Onu kendi kültürümüze, sorunlarımıza, koşullarımıza uyduralım diyebiliriz. Ama o zaman da ilk halinden çok başka bir düşünce akımı çıkar ortaya ki ona da feminizm demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Kaldı ki dediğim gibi batıdaki feminizm kendini geliştirdi, ilk söylediklerinden çok başka noktalara, eşitlik feminizminden farklılık feminizmine kaydı ama Türkiye’deki feminizm ilk sürümde diretiyor gibi geliyor bana. (Son zamanlarda yakından takip etmiyorum, belki de biraz yol alınmıştır.) Bu koşullar altında feminizm, ülkemizde, ne kendini müslüman olarak tanımlayan kadınlar için, aslına bakarsanız ne de bu şekilde tanımlamayanlar için bir çözüm üretemiyor. Aksine süreç içinde feminizm kadınların aleyhine işleyen bir düşünce sistematiğine dönüşüyor. Ve ne yazık ki bu aleyhte durum tüm toplumu etkiliyor. Velhasıl konu derin ama kısaca söylemek gerekirse çözümü kendi bilgi kaynaklarımızda, kendi kültürümüzün içinden çıkarmak durumundayız.
Ayşenur Hanım yeniden teşekkürler. Yeni yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyor olacağım.
Saygı ve sevgilerimle,
Bahar Pınar
Yazan:blue Tarih: Şub 8, 2007 | Reply
İstanbul dışında olduğu için organizasyonlara katılamayanlar kadar İstanbul içinde trajik trafik mağdurları da var 🙂 Güzel bir özet olmuş, elinize sağlık. Bu tip toplantıların duyurusunun da sitede yapılması da çok faydalı olacaktır. Böyle önemli bir panele katılımın az olması ise çok şaşırtıcı.
Yazan:ceren Tarih: Şub 8, 2007 | Reply
Ayşenur Hanım,
İlgili organizasyonda yer alan konuşmaların tam metinlerine ulaşmamız ya da elinizde varsa burada yer vermeniz mümkün olur mu acaba?
En içten sevgi ve selamlar…CEREN
Yazan:Mehmet Tarih: Şub 8, 2007 | Reply
“içtihat kapısının kapalı olması” sorunu
Ceren Hanim çok önemli bir konuya deginmis. Yanlis hatirlamiyorsam 4 büyük imamdan sonra bu “kapinin kapandigi” iddia ediliyor.
Oysa 4 Imamin sözleri tipki ayetler ve hadisler gibi içtihad kapisinin ardina kadar açik oldugunu ve sonsuza kadar da kapanmayacagini gösteriyor.
Sadece “kadin haklari” degil bio-etik gibi bir çok konuda içtihad sürmeli, Islâm dünyasinin ilerlemesinde tek yol bu. Ancak farka saygi duyarak, fikir zitliklarinin rahmet oldugunu bilerek.
Konu seçimindeki isabetten dolayi Ayşenur Hanım’a tesekkür ediyorum.
Dostlukla
Yazan:hasangenis Tarih: Şub 9, 2007 | Reply
İctihad-Din İşleri Yüksek Kurulu
İctihad kapısının kapanması gibi bir şey olabilir mi? Bir dönem çeşitli sebeplerle bu alanda bir daralma yaşanmış ise de, bu durum ictihadın doğasına, temel mantığına aykırıdır.
“Rey ve ictihad, en genel anlamıyla, asli iki delil olan Kur’an ve Sünnet’i, diğer metotları ve benzerlerini kullanarak anlama, yorumlama ve metinle akıl ve toplum arasını buluşturma faaliyetidir.
Son ve evrensel ilahi din olan İslam’ın, farklı dönem ve bölgelerde insanoğlunun karşılaştığı problemlere genel veya özel çözüm getirebilmesi, insanı iyi, doğru ve güzele yönlendirebilmesi için Kitap ve Sünnet’in anlaşılması, yorumlanması ve sınırlı nasların sınırsız olaylara uzanması demek olan ictihad faaliyetine, hem dini bir vecibe hem de ameli bir zaruret olarak ihtiyaç vardır.
Hz. Peygamber döneminden itibaren özellikle ilk birkaç asırda bu faaliyet … çok verimli bir şekilde sürdürülmüş, bunun sonunda hem ferdi ve toplumsal hayat kendi tabii seyrinde gelişerek devam etmiş, problemler çözüme kavuşturulmuş hem de müslüman toplumlarına has zengin bir hukuk kültürü oluşmuştur.
…Günümüzde Müslümanların, gerek dinlerini daha iyi anlayıp dini ahkâmı günlük hayatlarına ve canlı problemlerine intibak ettirebilmeleri gerekse kendileriyle ve dinleriyle uyum ve barış içinde yaşayabilmeleri için ictihad ve re’y faaliyetine eskiye göre daha çok ihtiyaçları vardır. Bunu yaparken de sağlam bir Kur’an ve Hadis bilgisinin yanısıra ilgili ayetler ve hadisler etrafında oluşan geleneksel fıkıh kültürünü, ayet ve hadislerin bütününü, genel ilke ve amaçlarını, toplumun değişen şart ve ihtiyaçlarını ayrı ayrı kavramış olmaları gerekmektedir.
Bu itibarla, günümüzde ictihadı bireysel bir çaba ve başarı olarak nitelendirmek yerine, değişik ilim dallarında uzmanlaşmış kimselerden oluşan bir ictihad şurasının ortak faaliyeti olarak görmek daha isabetli görünmektedir…. İctihada kimlerin ehil olduğu ve ictihad faaliyeti sonunda ulaşılacak görüşün doğruluğu hususları kişi ve gruplara göre değişkenlik taşıdığı gibi, nasların açık hükmüne aykırı düşmeyen her bir ictihadın doğru olma ihtimali de teorik olarak eşittir. Bu sebeple de ictihad ürünü görüşlerin doktrin açısından isabet derecesinin tartışılması kadar toplumsal ihtiyaç ve beklentilere uygunluğu da ayrı bir önem taşımaya başlamıştır.” (TDV Yayınları, İlmihal, Cilt I)
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, ehil kimselerden oluşmaktadır. İctihadlarına, verdiği fetvalara güvenebilirsiniz. Ameller niyetlere göredir. Ben öyle yapıyorum.
Yazan:Suat Öztürk Tarih: Şub 9, 2007 | Reply
İçtihad meselesi o kadar kolayca halledilecek bir mesele gibi değil.
Medeniyet gelişim ve ataletinin doğası gereği bunun yansımaları tüm alanları kapsar.
İslam medeniyetinin atalete uğradığı inkar edilmez bir gerçektir. Ve bu medeniyetlerin gerilemesinin doğal bir sonucu olarak bilimden sanata, edebiyattan hukuğa kadar her alana yayılmıştır. Ama bunun sebepleri birkaç noktaya indirgenebilecek şeyler değildir.
İçtihad da bunun hukuki yönü.
Teorik olarak içtihad kapısı kapalı değildir çünkü tüm İslam alimleri bilir ki bir taşra kadısının verdiği karar bile içtihaddır.
Bugün dıyanetin yapmaya çalıştığı şey ancak teferruattur. Halbuki daha genel anlamda köklü bir “ayak uydurma” ya, siyasetten ekonomiye hayatın her alanının kapsayan bütüncül bakışa ihtiyaç var.
17.yy.ın ortalarıma kadar baktığımızda hukukun (İslam) medeniyet gelişimi ile birlikte gittiğini görüyoruz. Bu tarihe kadar hemen hemen hiçbir sorun çıkmamış içtihad müessesesi karşısına çıkan tüm sorunları ustalıkla çözmüştür. İslam fıkıh literatüründeki -inceleyen Batılıları kendisine hayran bırakan- muhteşem zenginlik -ve metololoji- buna çok güzel bir kanıttır.
Bu tarihten sonra batı medeniyetindeki hızlı değişime ayak uyduramayan hukuk sistemimiz zamanla yerini Batı’dan gelen seküler hukuğa bırakmıştır. Çünkü toplum/yaşam boşluk kabul etmez. Halen de ortadoğu coğrafyasında bu yöneliş devam etmektdir. Ki bugün içtihad konusundaki temel problemlerden birisi de budur: “Hukuğun hayatı kuşatamaması.”
Batıdaki hızlı değişime ayak uyduramamak bizim medeniyetimizin suçu değil. Bu değişimin hızına hiçbir medeniyet ayak uyduramamıştır. Çünkü böyle bir hız daha önce görülmemiştir. Bu değişimin iyi yönlerinin; kötü yönlerinin -ve insanlığa bedelinin- zekatı bile etmediğini düşündüğüm için bu çılgın sıçrayışı benimsemiyorum elbette. Fakat bugün gelinen nokta bu ve biz bu noktadan ilerisini konuşmak zorundayız.
Nihayetinde bugün modern hukuğun pek çok açmazı sırtımıza binmiş ve mesele Diyanet gibi kurumlarla vicdanlara yönelik küçük ve suya sabuna dokunmayan fırça darbeleri atma haline gelmiştir.
Bu medeniyet ataletinin doğal bir neticesidir.
“İçtihad kapısı kapalı” sözü eski bir şey değil.
İslam geleneği/düşüncesi Batı’daki hızlı değişim sonrasında gelen materyalist Batı felsefesinin ve kültürünün 200 yıllık cüretkâr saldırısı nedeniyle adeta içine kapanmıştır. Bu 19 yy. kesîf ortamı sırasında bir refleksti, belki de özü korumak için gerekliydi.
Ama bunu artık aşmalıyız, çünkü materyalizm de dahil tüm dünyevî ideolojilerin ve varoluşa verilen cevapların ayakları yere değmiştir.
Modernizm çözümlenebildiğinde ve korkmadan yüzleşilebildiğinde içtihad vb. konular teferruat kalır ve değişim, ilkeleri ve nassları zerre kadar zedelemeden hukuktan, siyasete, ekonomiden felsefeye kadar tüm yaşam alanını spontone kuşatır; tıpkı Hz.Peygamber’den sonraki 11 asırda olduğu gibi.
Bu açıdan bu ve benzeri panelleri çok faydalı buluyorum.
[ Konu ile ilgili olarak rahmetli Erol Güngör’ün “İslam’ın bugünkü meseleleri” adlı kitabını tüm arkadaşlara hararetle tavsiye ederim.]
Yazan:Mehmet Tarih: Şub 9, 2007 | Reply
Sayin Hasan Genis,
Verdiginiz degerli bilgiler için tesekkürler. Suat Bey’i okurken Islâm alemindeki yenilik ve özelestiri ihtiyacinin “içtihad” kavraminin disina tastigi hissine kapildim.
Adi her ne olursa olsun müslümanlarin içinde yasadiklari dünyayi sürekli olarak analiz eztmeye ve alternatifleri de Kur’an’a ve hadislere göre degerlendirmeye ihtiyaç var, burada sanirim pek çogumuz hemfikirz.
Ne varki uygulamada mesela Filistin konusunda en ufak bir özelestiri teklifinin dahi bazi inançli arkadaslar tarafindan “yahudi propagandasi” olarak degerlendirildigini üzülerek gördük.
Filistin’deki son bölünmeler bir kez daha özelestiri ihtiyacini ve akil yürütmenin geregini gösterdi kanimca.
Dinimize tamamen aykiri olan intihar saldirilari ve silah kullanmayan israillilere karsi girisilen saldirilarla ne HAMAS’in ne de bir baska benzeri kurumun çekilen acilara son verdiremeyecegi kanaatindeyim.
Belki azinlikta kalacagim ama Lübnan’dan Israil’in çikisinin bir “zafer” olarak degerlendirilmesini yanlis ve abartili buldum. Yarin Israil’in Lûbnan’a yeniden va daha kanli bir saldiri düzenlemesi için hiç bir engel yok ortada.
Zira zafer dediginiz seyden sonra kalici ve adaletli bir baris imzalama imkâni dogar, askerler kislalarina döner.
Dostlukla
Yazan:Suat Öztürk Tarih: Şub 10, 2007 | Reply
Arkadaşlar, içtihad üzerine birşeyler yazdım, ilgilenenler buradan bakabilir:
http://www.dusunceler.org/2007/02/10/ictihad-uzerine/
Yazan:Ayşenur Bulut Tarih: Şub 10, 2007 | Reply
Sn.Ceren ,
Saatlerce süren panel boyunca “içtihad”kelimesi bir ya da iki kez geçti,şimdi yorumlara bakıyorum da bir içtihad meselesi zuhur etmiş. İçtihad bu konudaki en geniş alandır,halbuki ondan önce konuşmamız gerekenler var.
Konuşmamız gerekenler “fıkıh” çatısı altındaki konulardır. Biz fıkhı ne kadar biliyoruz,fıkıh bizim için ne ifade ediyor,fıkhın içine neler girer?Yemeği sal el ile yemek,suyu oturarak içmek,uyurken sağımıza yatıp uyumak birer Peygamber(s.a.v.)uygulamalırıdır yani sünnet evet ama sünnet dediğimiz kavram verdiim örnekler ile sınırlı mıdır? Allah Rasulu hayatını din’e adamış en büyük sünnet’i de bu mücadeleyi verirken görüyoruz. Fıkıh dediğimiz konu da bu şekilde ele alınmalıdır. “Efendim,sol elle yemek yemek günah mıdır” gibi fıkhın en alt ve çok cüz’i tabakasında yer alan meselelere külliyen fıkıh denemez. Recep Şentürk’ün de belirttiği gibi iki mikro ve makro olmak üzere iki fıkıh alanı vardır. Makro fıkhı anlamaya başladığımızda islam’da uygulanabilir olanları daha iyi anlarız.
ihtilaflar oluyor çünkü İslam zahirde Şii ve Sünni olarak iki gruba ve Sünni’lerde kendi içinde dört mezhebe ayrılmaktadır. Haliyle ihtilafın olması çok makul. Bize düşen de irademiz ile mukayese sonuçu bir karara varmak. Farzlar zaten Kur’an’da belirtilmiştir,diğer konularda da mukayese sonucu akla en yatkın olanı seçilir. Sizin belirttiğiniz kadınların özel günlerdeki durumuna ilşkin fetvalar da muhteliftir ve siz size uygun olanı seçebilirsiniz. Bunun için elbette ki samimiyet ve dürüstlük önemlidir. Günlerce eline Kur’an’ı almayan, ibadetlerini ihmal eden hanımların bu özel günlerde Kur’an okuma aşkını da ben anlamıyorum. Bu dürüstlük değil, bu yüzden bu duruma da bir feva araöayı doğru bulmam. Ama genel anlamda baktığımzda bunun doğru ya da yanlış olma kararı değişiyor. Sadece ilmihallere bakmak kanımca da doğru değil şüphey düştüğümüz konularda etraflı bir araştırma yapmanın önemine inanıyorum.
Panelle ilgili herhangi birşey dağıtmadılar,elime geçerse sizinle paylaşacağıma emin olabilirsiniz.
Yazan:Ayşenur Bulut Tarih: Şub 10, 2007 | Reply
Sn.Pınar,
Konuşmacı Hüseyin,kadın hakları ve problemlerine değinirken çıkış yolunu feminizmde araması elbette ki bir Kur’an ve İslam hakkındaki değerleri çok referans göstermediğini söylemek mümkün.Kadın sorunlarını(bu bağlamda)ele alırken bence ilk olarak var olan bir gerçeği kabul etmek gerekir. Erkek kadına nisbeten daha güçlü yaratılmıştır(Nisa 34) ama bu demek değildir ki kadın daha değersiz ya da daha az hakka sahiptir.Bugün aynı zaman diliminde Ortadoğu,Türkiye ve BAtı coğrafyalarında kadına bakış ve verilen haklar değişebiliyor. İslam’da realite derken bunun kastetildiğini anlamak zor olmasa gerek. Bugün Afganistan’da örtünen kadın ile Batı’da örtünen kadın aynı giyinmez ancak her ikisi de Allah’ın tesettür emrine uyduğunu söyler. Ben de size derim ki Afganistan’da kadınlaırın giydiği elbiseyi siz İstanbul sokaklarında giyseniz tesettüre riayet etmezsiniz çünkü bir diğer anlamı da dikkat çekmemek olan tesettürün bu manası ihlal edilmiş olur. Aynı şekilde Afganistan’da da Tekbir firması bir pardesü ile yüzünüzde peçe olmadan dolaşamazsınız.Umarım ifade edebiliyorumdur. Kadının bu durumu onu ataerkil bir gücün “hegemonyasında” yaşamak zorunluluğu vermez.
Allahu alem…
Hürmetler…
Yazan:Ayşenur Bulut Tarih: Şub 10, 2007 | Reply
içtihad kapısı kapalı değildir ancak içtihad yapacak ehil bir kimse de yoktur.
Diyanet kurumuna teslimiyet doğru bir tavır değildir.Laik bir sistemde yaşayan müslüman bir milletiz. Zaten bu paradoks içerisinde şizofren olan halk, devletin dini bir kurum olan diyanete müdahele ederek cuma günler, belirli gün ve haftalara göre proglamladığı vaazlarla daha “cahil”ediliyor.Suat Bey’in dediği gbi suya sabuna dokunmaz bir hali var diyanet’imizin.
Yiğidi öldür hakkınu yeme sözünce biz de Diyanet’e hakkını verelim 🙂 Çok başarılı ve ciddi çalışmalara da imza atıyor. Bünyesinde çok iyi ve “sağlam” hocalar var.Dedim ya “teslimiyet” yok, “izan” var !
Yazan:murat koçak Tarih: Şub 10, 2007 | Reply
Ayşenur hanım, siz yapamıyormusunuz içtihad. Hangi konuyu çözümleyemiyorsunuz?:)
Yazan:hasan geniş Tarih: Şub 10, 2007 | Reply
Sn. Bulut;
“Saatlerce süren panel boyunca “içtihad”kelimesi bir ya da iki kez geçti, şimdi yorumlara bakıyorum da bir içtihad meselesi zuhur etmiş. İctihad bu konudaki en geniş alandır, halbuki ondan önce konuşmamız gerekenler var.” diyorsunuz.
Panelde, ictihad kelimesinin kaç kez geçtiğinin bir önemi yok. Zira “Rey ve ictihad, en genel anlamıyla, asli iki delil olan Kur’an ve Sünnet’i, diğer metotları ve benzerlerini kullanarak anlama, yorumlama ve metinle akıl ve toplum arasını buluşturma faaliyeti” olarak tarif edildiğine ve Panelin konusu da bu yazının başında da yazdığı üzere “İslâmî Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişemez Olanlar” olduğuna göre bu alan doğrudan doğruya ictihadla ilgilidir.
Bir diğer husus olan fıkha gelince; Fıkıh ilmi yalnız müslümanların sorunlarını çözen bir alan değildir. Fıkıh en kısa ve yaygın/meşhur tanımı ile, “kişinin kendi lehine ve aleyhine olanı bilmesi” olarak tarif edilmektedir. Tanımda dikkat edilirse “müslüman” kelimesi değil, “kişi” ibaresi geçmektedir. İslam dışı milletler ile bu dünyada ortak bir yaşam sürdürülmektedir. En azından, islam dışı olanlarla nihayetinde Hz. Adem’den kaynaklanan bir hukukumuz vardır.
Bu sebeple, alıntı metodla makro ve mikro olarak ifade ettiğiniz fıkıh alanında elbette öncelik, manası ve ruhuyla fıkhı anlamayı ifade ettiğini düşündüğüm tüm insanlığın sorunlarını çözmeye yönelmiş genel bir fıkıh anlayışına tekabül eden makro alandır. Bu görüşünüze katılmamak mümkün değil.
Diyanet ve laiklik konusundaki görüşlerinize ise katılmıyorum.
Diyanetin “suya sabuna dokunmaz bir hali” olduğu ifadesi ise çok acımasız, ağır bir ifadedir. Camilerin çok etkin olarak kullanılamadığı doğrudur. Ancak, bugün bir çok camide halkın bilinçlenmesi adına çok çeşitli faaliyetler yürütülmektedir. En basitinden, yaşamakta olduğum İstanbul’da, gitmiş olduğum hemen her camide, özellikle kadınlara yönelik panel, sohbet, konferans duyuruları görmekteyim (genel olanları da var tabi). Geçenlerde de bir ulusal kanalda (CNNTürk olabilir) Diyanetin bayan eğitmenlerinin anlatımıyla Beyoğlu’nda yürütülmekte olan örnek bir çalışma ekranlardan yansıtılmıştır.
Yine, Diyanet’in gerek cuma vaazları gerekse haftanın muhtelif günlerinde yürütmekte olduğu diğer faaliyetlerinin çok faydalı olduğunu da belirtmek isterim. Belki istihza ile karşılanan, belirli gün ve haftalara göre programlanan ve bunlar çerçevesinde aktarılan bilgiler de çok faydalı bilgilerdir. Ama bizler, hafta içi camilerden istifade etmediğimiz gibi cuma namazı için de ancak farzına yetişecek şekilde camiye koşturarak gittiğimizden yaklaşık bir saat evvelinden başlayan cuma vaazından da cuma hutbesinden de bir şey anlamayız. Bir zaman şahit olduğumuz bir cuma vaazında ya da hutbesinde bahsedilen “çiçek, böcek, ağaç, çevre” konusunda fikri sabit olarak acımasızca diyaneti eleştiririz esaslı konularda değil de hep “çiçekten, böcekten, ağaçtan” bahsediyor diye. Bari bu konuda anlatılana dikkat etsek de müslümana yakışır şekilde “çevreye, doğaya” sahip çıkabilsek.
İctihad kapası hiç tartışmasız açık olduğu gibi, ictihad yapacak ehil kişiler de vardır. Eğer bir ictihada gerek varsa bunu yapacak olan alanında en ehil kimselerdir. Seviye ne olursa olsun en ehil olanların yapacağı ictihad gerekli ve yeterlidir. Kimseleri ictihada layık görmemek ictihad kapısının kapalı olduğunu söylemekle aynı şeydir. Bir zaman sonra daha ehil insanlar yetişir de yapılan ictihadları hatalı, eksik görürlerse ictihadları değiştirebilirler. Buna da bir mani yoktur.
Diyanet çok ciddi çalışmalara imza attığı gibi, halen dini alanda en yetkin olan yerdir. Bünyesinde bulunan, Din İşleri Yüksek Kurulu, ehil kimselerden oluşmaktadır. Bugün fetva alma gereği duyacağınız hemen her konuda alanında uzman kişilerden oluşan bir şura kararı ile fetva verilmektedir. İz’an ölçülerinde, güvenimiz ve teslimiyetimiz bu sebepledir.
Laiklik konusunda ise, insanları şizofreniye sürükleyenin laik sistem değil, laikliğin din karşıtlığı olarak algılanması ve uygulanması olduğunu düşünüyorum. Sorun laiklikten değil uygulamadan kaynaklanmaktadır.
Yazan:Suat Öztürk Tarih: Şub 10, 2007 | Reply
Sayın Geniş,
Diyanet faiz ile ribayı ayırabiliyor mu?
Diyanet’in siyasal sistem olarak önerisi nedir?
Diyanet dünyada geçerli ekonomik sistemler hakkında ne düşünüyor? İslam ekonomisi olarak bir öngörüsü var mı?
Aslında bunlara cevap vermek de kolay değildir ünkn 100 yıldır ateşin müslüman zekaların kafa patlattığı da budur.
Makro alan bunlardır ve Diyanet bunlarla ilgili yasak savma babınan başka birşey diyememektedir. Diğer söyledikleri ise mikro alan fetvalardır bunlar ise teferruattır.
Ayrıca bu yasak savma babından dedikleri de realite ile uzlaşmayan dar kalıplı söylemlerdir. “Doğrusu bu arkadaş” deyip dış dünyadaki realiteye ve sosyal değişimlere vahyin ruhuna uygun çözümleme ve intibaklar yapılamazsa İslamî söylem herkesin inandığı ama kimsenin uygulama imkanı bulamadığı
bir ütopyaya dönüşür. Ki günümüzde olan da budur. İslam coğrafyasında büyük bir hızla onca haksızlığı ve açmazlarına rağmen modern hukuğuğa geçilme çabası da bu sebepledir. Sosyolojik olarak bunun başka izahı yok.
Aslen Diyanetten çok şey beklemek de yanlıştır çünkü Diyanet devlete bağlı bir kuruluştur. Ancak sistemin müsade ettiği ölçüde birşeyler söyleyebilir.
Bir din devleti olan Osmanlı da üç hakimiyetin dengesi vardı. Ulema, bürokrasi ve Padişah.
Ulema Padişahtan ve bürokrasiden bağımsızdı. Dini meseleler hakkında hüküm verenler her zaman siyasi/devlet erkinin etkisi altından uzak durmalıdır. Ancak o zaman etkili olabilir. Bağımsız düşünmek ve entelektüel bir zihne kavuşmek için bu şarttır.
Abbasi ve Emevi zamanındaki siyasal çekişmelerden uzak duran ve birçok mevkiyi reddeden bu yüzden işkence edilerek öldürülen büyük imamlar hep bu sebeple bunu yapmışlardır.
Türkiye’de diyanetin çok gayretli çalışmlar yaptığı görüşünüze katılıyoruım. Özellikle son yıllarda. Fakat bunlar bence teferruat kabilindedir.
Bizim bunlardan ziyade İslam’ın varoluşa verdiği cevapları, dünyaya bakışını, sosyal ve ekonomik düzen hakkında söylediklerini, insanlığın sorunlarını çözme iddiasını konuşmamız gerek.
Bunu yaparken de realiteyle ters düşerek ütopikleşmek yerine vahyin ruhuna uygun çözümlemeler getirmemiz gerek.
Bunu yapmaz isek İslam’a inanan ama ahkamını birtürlü realiteyle uzlaştıramadığı için sekülerizmle yaşamak zorunda kalan ve bunun da binbir sıkıntısını çeken yığınlar olmamız kaçınılmaz olur. Tıpkı bugünkü gibi.
İçtihad kapısının açık olduğu, bunu yapacak ehil kişilerin bulunduğu ve panelin konusunun da bizatihi bununla alakalı olduğu görüşünüze ise katılıyorum. “Değişebilir ve değişemez” olanlar direk içtihadın konusudur. Bu konuda Ayşenur Hanım yanılıyor bence.
Laiklik konusunda ise Ayşenur Hanım “sistem” derken ülkemizde dayatılan sistemi kasdetti sanırım. Laikliğin kavram olarak oturduğu modeli değil.
Selamlar.
Yazan:hasan geniş Tarih: Şub 11, 2007 | Reply
Sn. Öztürk;
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki, Diyanet’in sözcüsü değilim. Yalnızca Diyanet’e haksız bir eleştirinin yapıldığını gördüm ve bunu eleştirdim. Bu sebeple başlangıçta sorduğunuz soruların doğrudan muhatabı değilim. Ancak, dolaylı olarak cevap verebilirim.
– Riba ile faiz arasında bir fark var mıdır?
Bu konuda aydınlatıcı bir yazı kaleme alırsanız biz de naçizane görüşlerimizi yazarız. Ayrıca belirteyim ki, Diyanet tarafından faiz konusu cesaretle ele alınmıştır. Süreli yayınlarda bu konu işlendiği gibi, basılı kitaplarda da bu konu geniş anlatımlı olarak kendine yer bulmuştur.
– Diyanet’in siyasal sistem olarak önerisi olması gerekmekte midir?
Önemli olan yönetimin şu ya da bu şekilde belirlenmesi/olması değil yönetimin adil olmasıdır. Diyanet’in bu konudaki görüşü ise şu şekildedir;
“İslam, bir din olarak devlet ve yönetim biçimlerine ilişkin bir belirleme yapmak yerine genel ilke ve amaçlar koymakla yetinmiş, insanlara da hem bu ilke ve amaçları hem de zamanın şartlarını dikkate alarak kendi yönetim biçimlerini belirleme ve düzenleme hak ve yetkisini bırakmıştır. İslam’ın bu yaklaşımı siyaset ve yönetim konusunda teori ve model belirlemenin değil ona da yön ve içerik kazandıracak olan zihniyet değişiminin ve dünya görüşünün önemli olduğunu vurgulamayı amaçlar. On dört asırlık tarihi süreçte İslam toplumları, Peygamber ve Hulafa-i Raşidin dönemleri hariç tutulacak olursa, saltanat ve hilafet adıyla, çeşitli renkleriyle bir monarşi (hükümdarlık, krallık) ile yönetilmişlerdir. Devlet ve yönetim biçimleri amaç değil, insanların mutluluklarını sağlama yolunda araç oldukları düşünülünce, hükümdarlık yönetiminin İslam’a uygunluk ya da aykırılığından bahsetmek yerine, öngörülen veya herkesçe kabul edilen evrensel insani değerleri gerçekleştirmede, kendi şartları içinde ne ölçüde başarılı olduğundan bahsedilmesi daha doğru olur. Bugün gelinen noktada dünyada insan haklarının gerçekleşmesini objektif olarak sağlamaya en yakın yönetim biçiminin demokrasi olduğu kansı hâkimdir. Öyle olunca –tarihi ve felsefi temeli bir yana bir yönetim biçimi olarak- demokrasinin İslam’da olduğunu ya da olmadığını ispatlamakla vakit geçirmek yerine dinin kazandırmaya çalıştığı zihniyet değişimi ve dünya görüşünü yakalamak, dinin hedefi olarak gösterdiği evrensel idealleri gerçekleştirmeye daha iyi hizmet edebilmesi için toplumumuzda ne gibi değişimlerin yaşanması veya hangi katkıların ve tadillerin yapılması gerektiği hususunda kafa yormak gerekir. Çünkü araçlardan ziyade ilkeler ve amaçlar önemlidir. Zaten düzlemleri, işlem ve mahiyetleri farklı olduğundan İslam’la klasik ve çağdaş yönetim biçimleri arasında bir karşılaştırma yapmak, onların meşruiyet ve adem-i meşruiyetlerini İslam’dan temellendirmek doğru olmadığı gibi anlamsızdır da.
Gerek Kur’an ve gerekse Hz. Peygamberin sünnetinde Müslümanların nasıl bir devlet teşkilatı kuracağı, devlet başkanını nasıl ve hangi şartlarla seçeceği ve toplumun hangi siyasal şekil ve yöntemlerle yönetileceği konusunda ayrıntı verilmemiş, hatta bu konulara neredeyse hiç temas edilmemiştir. Buna karşılık gerek insan ilişkilerinde gerekse devlet-fert ilişkisinde hakim olacak temel esas ve amaçlar üzerinde ısrarla durulmuş,, siyasi yapının daima ihtiyaç duyacağı sağlam bir zemin kurulmaya ve fertlere sahip oldukları yönetim biçimlerini sağlıklı ve adaletli bir şekilde işletecek bir anlayış ve ufuk kazandırılamaya çalışılmıştır. Böyle olunca demokrasinin İslam’a aykırı olduğunu da, İslam’ın gereği olduğunu da ispatlamaya çalışmak fazla anlamlı bulunmaz.
İslam’ın iki asli kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te herkes tarafından korunması gerekli temel hedefler, ilke ve esaslar gösterilmiş, bunları gözetmek şartıyla müslümanların sosyal sözleşmelerini diledikleri tarzda yapabilecekleri, dönemlerine ve şartlarına en uygun yönetim şeklini seçip gösterilen muhtevayı ve amaçları bununla yakalayabilecekleri anlatılmak istenmiştir. İnsanlığa tebliğ edildiği günden beri, farklı siyasal yapı, kültür, gelişmişlik ve geleneğe sahip her toplumda benimsenme ve canlılığını koruma iddiasındaki İslam dininin, toplumun yönetim şekli ve anayasal yapısı ile ilgili olarak ayrıntı vermemesi, böyle bir anlam taşır. Bu itibarla, gerek İslam hukukunun klasik kaynaklarında ve gerekse çağımızda kaleme alınan eserlerde İslam anayasa hukuku ve yönetim şekli ile ilgili ileri sürülen görüşleri, İslam’ın alternatifsiz biçimde belirlenmiş hükümleri olarak değil, müslüman yazarların –İslam’ın genel ilkeleri ışığında ve kendilerini çevreleyen şartlar içinde- daha adil, düzenli ve dürüst bir yönetime ulaşma, daha huzurlu, faziletli, mutlu ve müreffeh bir toplumu kurma yönündeki düşüncelerinin ve samimi gayretlerinin ürünleri olarak değerlendirmek daha isabetli gözükmektedir. ”
– Diyanet dünyada geçerli ekonomik sistemler hakkında ne düşünüyor? İslam ekonomisi olarak bir öngörüsü var mı?
Bildiğim kadarıyla, Diyanet ekonomik sistemler konusunda da yukarıda bahsedilenden daha farklı bir düşünce içinde değildir. Belirli bir ekonomik sistemi red ya da kabul etmek yerine, siyasal sistem konusunda olduğu gibi, İslam’ın temel ana ilkeleri ışığında hareket etmeyi önermekte, ileri sürülen görüşleri de bu çerçevede ele almaktadır.
Diyanet’in söylemlerinin “yasak savma kabilinden” olduğu görüşünüze katılmıyorum. Diyanet her alanda söz söyleyecek, sistem yaratacak bir kurum değildir. Diyanet’e bu konuda düşen vazife, ileri sürülen/yaratılan sistemlerde İslam’a aykırı yönlerin olup olmadığının danışılabileceği bir kurum olmaktır.
Bir önceki yorumda belirttiğim, diyanet faaliyetlerini -en azından eğitim faaliyetlerini- mikro alan olarak görüp, teferruattır demek olayı hafife almaktır. Oysa biz müslümanların en başta gelen sorunu, yönetim biçimlerini, ekonomik sistemleri tartışmak değil, dini alandaki en temel konulardaki bilgisizliktir. İslam yalnızca ibadetler alanında hüküm süren bir din olmayıp, tüm hayatı çepeçevre kuşatır. İslam’ın varoluşa verdiği cevapları, dünyaya bakışını, sosyal ve ekonomik düzen hakkında söylediklerini, insanlığın sorunlarını çözme iddiasını konuşmaktan önce müslümanlara asgari bir eğitimin verilmesi ve İslami bir bakış kazandırılması en temel sorunumuzdur.
Dar kalıplı söylemleri kırmak yalnız Diyanet’in vazifesi değildir. Her müslüman yaşadığı hayata dair sorumluluğunun bilincinde olarak, sorunlara çözümler üretmek görevini yükümlenmiştir. Modern hukuk çalışmalarının da tümden İslam’a aykırı görülmesi yanlış bir düşüncedir. Karşılaşılan sorunların, modern usullerle çözümlemesi yapılırken pekâlâ bunun İslam’a uygunluğu da değerlendirme konusu yapılıp, dini ahkâmın ilkeleri dikkate alınarak bir düzenleme yapılabilir. Ama bu konuda Diyanetten işin başında belirleyici, söz sahibi olmasını beklemek, bu kurumun ülkemizdeki konumu itibariyle hayalcilikten öte bir anlam ifade etmeyecektir.
İslami olan ile realiteyi tam olarak uzlaştıramadığımızdan dolayı ikili bir yaşam sürmek zorunda kaldığımız tespitinizde haklısınız. Bu durum gücü elinde tutanların laiklik uygulamasından kaynaklanmaktadır. Sorunun çözümü de laikliğin evrensel değerler dikkate alınarak yeniden tanımlanması ve uygulanmasından geçmektedir. Bu sorun çözüldüğünde Diyanet de -şimdi dahi büyük bir cesaretle yürütmekte olduğu- vazifesini daha rahat yapma imkânına kavuşacaktır.
Yazan:Suat Öztürk Tarih: Şub 11, 2007 | Reply
Sayın Geniş,
Est. Öylesiniz demedim. 🙂
Düşüncelerimizde çok fazla fark yok ama sanırım meseleye bakış zaviyemiz değişiklik arzediyor.
Bu mesele konuşulurken en baştan Diyanet’in yeterli olduğu imasını yapan sizdiniz. Ben de bu yüzden Diyanet’in neden yetersiz olduğunu/olacağını tabiatı icabı bu konunun diyanet gibi bir kurumu çok çok aştığını belirtmeye çalıştım.
Bakın ben de bunu söylüyorum. Ve bu böyle olduğu/olacağı için de yeterli değildir diyorum.
Diyanet nihayetinde bir devlet kuruluşudur ve söyledikleri ve sizin yukarıda alıntıladığınız hususlar -benim açımdan- yasak savma kabilindendir. Bunlar çözüme yönelik birşey değildir, entelektüel bir zihin faaliyeti de değildir, belki mecbur kaldığı durumlarda verdiği yuvarlak cevaplardır. ( Ben orada yazılanlara katılıyorum, evet İslam’ın bir devlet tanımı yoktur, temel ilkeler vardır ve bu ilkelere yaşamın pratiği ile birlikte anlam kazandırılmalıdır. Bunlar zaten heryerde yazıyor. Bunlara katılmak ayrıdır ama sadece bunu söyleyip mevcut sorunların kıyısından geçmeyi eleştirmek ayrıdır. Benim yasak savmak dediğim budur. Suçlamıyorum ben ayrıca, çünkü Diyanet buna yapısı itibarı ile mecburdur. )
“İslamiyat” dergisini okuyor musunuz bilmiyorum. Mesela orada sizin yukarıda alıntıladığınız ifadeler teorik değil pratik açıdan tartışılıyor ve bunun nasıl olabilceğine dair fikirler yürütülüyor. Çünkü orada yazanların tamamı konu hakkında otorite olmuş kişier. Yine bir çoğu İlahiyat fakultelerinde görevliler, aralarında Diyanet’te görevli olanlar da var ama Diyanet etiketi/çatısı altında söyleyemediklerini bağımsız makalerle söyleyebiliyorlar. Bunu da açık bir biçimde ifade ediyorlar.
Bizim bu tür, bağımsız, aralarında çatışan, bu sayede fikir üreten entelektüel bir elite ihtiyacımız var. Toplumları elitler yönlendirir. Yukarıdan aşağıya bir etkidir bu. Bu elit bağımsız olmalı ve eski medrese geleneğinde bağımsız ulemanın yerini almalıdır. Bu -mevcut haliyle- diyanetin işi de değil yapabileceği bir şey de değil. Ben bunu söylüyorum.
Teferruat hafife almak demek değildir. Bu tür faaliyetler avam için çok önemlidir ve gereklidir.
Yine avam müslümanların öncelikli ödevi temel konulardaki bilgisizliklerini gidermeleridir. Diyanette bu konuda çok güzel çalışmalar yapıyor. Buna itiraz yok.
Ancak ben burada avam müslümanlardan bahsetmiyorum. Topyekün medeniyet kavramından, yükselen Batı medeniyeti karşısındaki durumumuzdan ve olası cevaplarımızdan bahsediyorum. Bunlara da ancak yönetim biçimlerini, ekonomik sistemleri, ahlak teorilerimizi tartışarak varabiliriz.
Sizin “İslam yalnızca ibadetler alanında hüküm süren bir din olmayıp, tüm hayatı çepeçevre kuşatır. dedikten sonra,
“İslam’ın varoluşa verdiği cevapları, dünyaya bakışını, sosyal ve ekonomik düzen hakkında söylediklerini, insanlığın sorunlarını çözme iddiasını konuşmaktan önce müslümanlara asgari bir eğitimin verilmesi ve İslami bir bakış kazandırılması en temel sorunumuzdur.” demeniz benim baktığım yerden biraz çelişkilidir.
İzah edeyim.
Çünkü bu ikisini konuşacak, düşünecek kesim ayrıdır. Siyasi ve ekonomik sistemleri, dünyaya ve varoluşa bakışı herkes konuşmak durumunda değildir.
Müslümanlar kapasiteleri ve eğitimleri ölçüsünde İslam’ın ne dediğini bilmek, uygulamak ve bu sayede toplumu ve dünyayı İslamî tasavvur doğrultusunda dönüştürmekle yükümlüdür.
Tabii ki İslam yalnızca ahkam dini değildir. Avam bunu bilemez, o ahkamı ve temel ahlakî bakışı bilse yeter, daha fazlasını beklemek anlamsızdır. Ve elbette müslümanlara asgari eğitim verilmelidir ama tekrar söylüyorum bu avam içindir ve bizim zaten bu temel eğitimi almış, geniş çaplı düşünen bir ulema/elit/aydın ne derseniz deyin bir kesime ihtiyacımız var.
Burada çok önemli bir nokta var.
Mesele Ahmet Amca’nın kendisinin ya da çocuğunun dinini iyi öğrenmesi meselesinden çok fazladır. Çünkü zihniyet değişimini yapacak elit kitlenin etkileri din adı altında avamın öğrendiklerini de değiştirecektir. (Uydurma hadisler, israiliyyat, hurafeler vs. Hadis konusuna Diyanet daha yeni yeni elini atabiliyor. Hadis metodolojisinde ravi zinciri yanında metin sağlamasına da geçilmelidir. Bağımsız ilahiyatçılar çok uzun zamandır bunu söylüyorlar.)
Zaten dar kalıptan bahsederken de -ki en büyük sıkıntılardan birisi- bu dar kalıbın halen avama din eğitimi sırasında nakşedilmesi sorunsalından bahsediyoruz. Siz de biliyorsunuz ki ülkemizde çocuklara İslam eğitimini yalnızca Diyanet vermiyor. Verebilmesi de mümkün değil. Bu “dar kalıp” dediğimiz ve aslında İslam’ın ruhuna uymayan hususlar biteviye çocuklara öğretiliyor. (aile, çevre, hoca, bazı cemaatler vs vs)
Burada bir döngü var ve bu döngü de ancak Medeniyet tasavvurundaki köklü değişim ve intibak ile aşılır.(Biraz çelişkili dediğim husus yorumunuzda birbirini negatif besleyen bu döngüyü dikkate almamış olmanız) İşte o zaman müslümanlar hem ahkamı doğru şekilde öğrenirler hem de genel bir İslamî tasavvura kavuşurlar. Bunun öncülüğünü yapacak olan da müslüman aydın kitledir.
Ben bunun aksini iddia etmediğim gibi zaten aynını söylüyorum. Sanırım bunu ortaya söylediniz. 🙂 Modern hukuğun ciddi sorunları var ama bunu tümden reddetme anlamsız bir ütopyadır. Dediğiniz gibi çözümlemeler yapılırken ilkelere uygun bir düzenleme yapılabilir. Ama mevcut kalıplaşmış geleneksel İslami söylem modern hukuğu uzlaşılamaz görüyor.
Bunu en baştan beri ben söylüyorum, o halde farklı düşündüğümüz yer neresi, neden sözlerime itiraz ettiniz doğrusu anlayamadım. 🙂
Bir de şunu belirteyim ben ilahiyatçı değilim. İktisatçıyım. Her iktisatçı sosyalbilimci de sayılır. Ben meseleye sosyolojik olarak bakıyorum, benim bakışımın böyle değerlendirilmeli.
Diyanetin çalışmalarını da -özellikle son yıllarda- çok başarılı buluyorum. Ama Diyanet gibi bir kurumun yapısı itibarı ile de benim tasavvur ettiğim “bağımsız müslüman elit” kavramını karşılamaktan çok uzak olduğunu düşünüyorum. “Karşılaması gerekir ” de demiyorum bakın, elit kitle, apayrı ve spontone oluşan, bağımsız ve birbirleriyle fikrî çatışmalarda bulunabilecek aydınlardan oluşur. Bir kurum olarak değil bir zihin olarak. Bu ortak zihin çatışmaları neticesinde ortaya çıkan düşüncelerle ve ittifak ettiği hususlarla zamanla Medeniyeti, toplumu, din tasavvurunu bir zorlama ve dayatma olmaksızın kendiliğinden değiştirecek, geliştirecek ve gerekli intibakı sağlayarak sıçratacaktır.
Ayrıca bir müslüman elit kitlenin de oluşmaya başladığını görüyorum. Değişim ve intibak bugünden yarına olacak birşey değil bu bir süreç ve evet sancılı bir süreç. Bunların konuşuluyor olması bile bu değişim sürecinin başladığını gösteriyor kanımca.
Aslında uzun uzun konuşulması gereken bir konu ama kısıtlı bir zamanıma denk geldiği için kısaca değinmeye çalıştım.
Selam ve hürmetlerimle..
Yazan:murat koçak Tarih: Şub 11, 2007 | Reply
Suat Bey,
“Abbasi ve Emevi zamanındaki siyasal çekişmelerden uzak duran ve birçok mevkiyi reddeden bu yüzden işkence edilerek öldürülen büyük imamlar hep bu sebeple bunu yapmışlardır” diyor katılıyorum. Kimler işkencelerle ömürlerini tamamlamadı ki kimler öldürülmedi;
İmamıazam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafi, İbni Teymiyye, İbni Kayyım el-Cevziyye, İbni Hazm vs. vs.
Ancak Osmanlı konusunda söylediklerinize tümüyle katılmıyorum. Dönemsel rahatlamalar olmuşsa da genel olarak şeyhülislamların padişahı ve sistemi karşısına alabildikleri ender görülür. Her ne kadar ulema bağımsız gibi görünsede özgür düşünen, sorgulayan, eleştirenler sarayın gözünde pek yer bulamazken, bunun aksi tavır takınanlar padişahların hep dizinin dibinde olmuştur.
Adı isterse İslam Devleti olsun, sistemin ideolojisinden kendisini kurtaramayan hiçbir kurum ve kişinin birşeyler üreteceğine ihtimal vermiyorum. Yukarıda ki imamların hayatları ibretlik birer örnek.
Bu anlamda diyanetten çok beklemek boşuna bir çaba olur. Resmi sisteme karşı hangi konuda diyanet karşı koyabilir ya da koymuştur. En çok konuşulan laiklik konusunda ne demiştir acaba bir bakmalı. Din işi ve devlet işi nasıl ayrılır? Hırsızlık din işimidir devlet mi? Ya başörtüsü kimin alanına girer?
İçtihad yapabilecek insanların kalmadığına inanmıyorum. Böyle düşünmenin şu an toplumda bulunan seçkin insanlara haksızlık olacağını, genel olarak tüm Müslümanlara haksızlık olacağını düşünüyorum.
Dar anlamda her insanın hakkıyla, kalbiyle, iyimserliği ile Kuran’a yaklaştığında her sorununu çözeceğine inanırım. Kitabımızı baştan sona üç kere, beş kere, on kere, otuz kere okudukta Allah hangi kapıyı açmadı. Gönlümüzü genişletmedi, işimizi kolaylaştırmadı?
Yazan:Suat Öztürk Tarih: Şub 11, 2007 | Reply
Murat Bey,
Haklısınız, benim Osmanlı’daki “güç” dağılımı tanımımda da zaten şeyhulislam ulema sınıfında değil zaman zaman bürokrasi zaman zaman da padişah tarafındadır. Çünkü bağımsız alanından çıkıp bir siyasi erkle birlikte hareket eden şeyhulislam ulemayı temsil edemez. Teoride şeyhulislam ulemanın lideri gibi görünse de pratikte Osmanlı medrese geleneğinde ulema bağımsız alanını uzun yıllar korumuşur.
Ulemanın etkisi isyanlarda çok görülür ve bu isyanlarda da ulema, bürokrasi-ordu/yeniçeri ile işbirliği yaptığında şeyhulislama rağmen Padişahı tahttan indirmeyi başarmışlardır. Bu Osmanlı için denge unsuru olmuş, Padişahın ya da geniş anlamıyla saray bürokrasisinin “dediği dedik, astığı astık” tek hakim olmasını engellemiştir.
Selamlar.
Yazan:murat koçak Tarih: Şub 11, 2007 | Reply
Suat Bey,
Açıklamanız için teşekkür ederim. Temel olarak sizden farklı düşünmüyorum. Ulemanın Osmanlı da kendine özgü bir hareket alanının olduğu bir gerçek. Bunun nedeni sarayın ulemayı desteklemesi değil, kendi içinde serbest bırakmasıdır ve bu da az şey değildir. İlk yorumunuzu yanlış algıladım özür dilerim.
Hiçbir resmi ideolojinin kucağında özgür düşüncenin gelişemiyeceğini söylemek istedim ki; siz de açıklamışsınız.
Selam ve saygılar.
Yazan:hasan geniş Tarih: Şub 15, 2007 | Reply
Sn. Suat Öztürk;
Düşüncelerimizde bazı farklılıklar mevcut;
Ben Diyanet’in yeterli olduğu imasını yapmadım. Sadece, Diyanet’in aklı karışıklar için güvenilir bir kaynak olduğunu belirttim. Diyanet’in tüm sorunlar karşısında yeterli olması, bunlara çözüm üretmesi ülkemizdeki mevcut konumu ile zaten mümkün değildir.
Böyle diyorsunuz ama yazdıklarınız sadece Diyanet’in neden yetersiz olduğunu açıklamakla kalmıyor, bir küçümseme iması ve haksızlığı da içeriyor.
…..
Diyanetin siyasal sistemler karşısında yukarıdaki yorumumda alıntıladığım bölüm, size göre yasak savma kabilinden, bana göre ise zaten olması gerekeni yansıtan bir görüştür. Diyanet veya benzeri bir kurumun serbest bir kurum dahi olsa sürekli bir değişim gösteren siyasal sistemlerden bir siyasal sistemi savunması ve bunun sözcülüğünü üstlenmesi, siyasal sistemlerin aksayan yönlerine çözümler üretmeye kalkışması olmayacak ve olmaması gereken bir durumdur. Şu halde mevcut siyasal sistemlerin aksayan yönlerine çözüm üretmek Diyanet gibi kurumların değil, siyaset kuramıyla ilgilenen bu alanda uzman olan kişilerin, sivil örgütlerin, kuruluşların görevidir.
Bu gibi faaliyetlerde bulunmak Diyanet sınırlarını aşan, alanında uzman kişilerin konusudur. Herkse göre ve zamanla değişebilen konulardır. Bu kişiler ister Diyanet çatısı altında olsun, ister olmasın bir önemi yoktur. Bahsettiğiniz üzere zaten bu tür faaliyetler de yapılmaktadır. Bu faaliyetlerin illa ki resmi bir çatı altında, bir kurumun şemsiyesi altında yapılmasına gerek yoktur. Bugün Türkiye’de yayınlanan onlarca, yüzlerce dergide fikir tartışmaları yapılmakta, makaleler yayınlanmaktadır.
…
Çöken, çökmekte olan bir Batı medeniyetine, yükselen Batı medeniyeti iltifatında bulunmanıza da katılmam mümkün değildir.
Mevcut kalıplaşmış geleneksel İslami söylemden ne kastettiğinizi tam anlayamadım. Geçmişten bugüne İslami anlayış açısından modern hukuk uzlaşılmaz olmamıştır. Bu konuda bir örnekleme yaparak bizleri aydınlatırsanız sevinirim.
Saygılar,
Yazan:Suat Öztürk Tarih: Şub 15, 2007 | Reply
Sayın Geniş,
Diyaneti küçümsemiyorum sadece konumunu belirtiyorum.
“Yasak savma kabili” kısmını açıkladım. Bir siyesi erke bağlı hiçbir kurum bağımsız değildir. Bunları yeterince açıkladım.
Batı Medeniyetinin “yükselişi” derken hayat tarzı olarak modernizmin globelleşmesini kasdettim. Sitemdeki yazılarıma bakarsanız Batı medeniyeni sık sık yerin dibine soktuğum, bu medeniyetin çürüdüğünü, çökmekte olduğunu bir çok kez ifade ettiğim görülecektir.
Batı Medeniyetinin bir tasavvur olarak çökmesi başka. Fakat hayat tarzı bakımından bu medeniyetin ürünü olan modernizm hızla yayılmaya devam ediyor. Etfamıza şöyle bir baktığımızda kılık kıyafetten, kutlanan günlere ahlaki değerlerden alışkanlıklara, kullanılan aletlerden, bilim sanat ve felsefedeki kabul gören argümanlara kadar bunun izlerini görebiliriz.
Realite budur ve İslam ile bu realite arasında İslami ilkeler işığında uyum zorunludur.Yoksa hayatın dışında kalırsınız ve boşluğu birileri gelip doldurur.
Medeniyetlerin yekpare olarak çöktüğü görüşü de doğru değildir. Medeniyetler etkileşim içindedir ve dönüşüm geçirirler. Batı medeniyeti de bir dönüşüm arafesinde. Onu dönüştürecek tek şey de İslam.
Son olarak, geleneksel islami anlayış ile modern hukuk arasındaki uyumsuzluğa örnek sormuşsunuz. O kadar çok ki hangisini vereyim bilmem. Miras, çok evlilik, had cezaları, kadının şahidliği ve konumu vs.
Modern hukuğu problemli bulan birisi olarak “bunlar modern hukuğa uydurulmalı” demiyorum yanlış anlaşılmasın.
Benim söylediğim İslam’da zamanın şartları gereği “değişebilir” olan hükümlerin de donuklaştırıldığı ve bu suretle uygulanmasının imkansızlaştırıldığı yönünde. Burada yapılacak itirazı görür gibiyim, “ayetleri hükümsüz mu kılacaksınız?” şeklinde. Şu an pratiğe boğulmamak için yazmıyorum ama bu itirazı alırsam sadece Hz.Ömer zamanından vereceğim örneklerle “değişebilir hükümler” ifademin altını doldurabilirim.
Sorun sadece bu değil. Geleneksel yaklaşımın israiliyata da büyük bir hazine imiş gibi sahip çıkması var. Sadece kadın hakları bakımından uydurma hadisler üzerine kurulu bir tasavvur örneği bile bunun için yeterli olur sanırım.
Ravi zinciri yanında metin sağlaması yapılmayan hadisler bügün geleneksel İslami anlayışta halen yoğun bir biçimde “dinin kaynağı” olarak kullanılıyor. Bu da İslam’a büyük bir zarar veriyor.
İslamın hükümlerinin “ruhu” dikkate alınmıyor, şekle bakılıyor.
Mesela sitemdeki yorumculardan birisi bir örnek vermiş, kadınların yalnız başlarına bir yere gitmesine dair geleneksel hükümlerden bahisle. (Orada devam eden tartışma da ilginizi çekebilir) Buraya alıntılıyorum:
Aynı şey seferilik için de geçerli. 90 km seferilik halen kabul gören birşey. Oysa 90 km.lik mesafe bugün çok az bir mesafedir ve yolcuya bir külfet yüklememektedir.
Sarıkla kılınan namazın sevabı konusunda büyük bir cömertlik var. O zamanlar sarığın o coğrafyanın yerel bir kıyafeti olduğu Ebu Cehilin de aynı sarığı kullandığı kimsenin aklına gelmiyor. (Fes’e helal deyip şapkaya haram diyen fetvaları hatırlayın. Fes nereden geldi sahi?)
Bunlar çok basit örnekler görülebilir. Örnekleri bilerek basitlerden veriyorum. Anlatmaya çalıştığım “yerellik-evrensellik” ayrımının yapılamadığı. Ve hükümlerin ruhunun ne kadar önem arzettiği.
Ama bu basit örneklerde bile “vahyin ruhu”na uygun açılımlar getiremiyor geleneksel söylem.
Modern hukuk bence de uzlaşılmaz değildir ama Mecelle’de geçen “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” (Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi kaçınılmazdır. ) hükmünü kabul edilebilir bulmayan gelenekselciler var. Resim yapmayı, hatta çektirmeyi günah sayan, uydurma olduğu bilinen hadisleri kaynak göstererek hükümler koyanlar var. (sırf bu uydurma hadisleri akılla mantıkla i’zanla bağdaştıramadığı için komple hadisleri reddetme noktasına gelmiş Kuraniyyun akımı gibi akımlar var.) Başörtüsü konusunda “tesettür” ün ruhunu değil kalıbını önemseyen bir zihniyet var. (Dini) nikahın bir “ilan” olduğunu ve ruhunun bu olduğunu atlayanlar var. Örnekler çoğaltılabilir.
Bir değişim var kuşkusuz zaten benim de belirttiğim değişimin olduğu ama geleneksel söylemin buna direndiği yönünde. Önümüzdeki 20 yılda daha fazklı bir noktada olacağımıza inanıyorum.
Zamanım çok kısıtlı, kısaca değinebiliyorum, umarım açıklayıcı olmuştur.
Saygılar.
Yazan:hasan geniş Tarih: Şub 15, 2007 | Reply
Sn. Öztürk,
Ben modern hukuk ile geleneksel İslami anlayış arasındaki uyumsuzluğa örnek sormadım. Dikkat ederseniz sorum; uyumsuzluğun, “İslami söylemin modern hukuku uzlaşılamaz gördüğüne”, ilişkin ileri sürmüş olduğunuz görüşe bir örnekleme yapmanıza yöneliktir. Sizin verdiğiniz örneklerde modern hukuk ile İslami hukuk ararsında bir uyum bulunmamaktadır. Fakat bu uyumsuzluk salt İslami anlayıştan, söylemden değil, belki öncelikle ve önemle modern hukuktan (dini olanı öteleyen, vicdanlara hapseden hukuki algılayıştan) kaynaklanmaktadır.
Verdiğiniz örnekleri tek tek değerlendirmek zaman açısından uygun olmadığı gibi belki bu başlığın da sınırlarını aşan bir durum yaratacaktır. Bu nedenle hükümlerin uygulanmasına ilişkin temel yaklaşımımı ilke olarak belirtmekle iktifa edeceğim: İslami hükümlerin uygulanmasında, yalnızca “lafzın” değil bundan daha önemli ve öncelikli olarak, esasın (ruhun); yine, kurallar çok defa tedrici, aşama aşama getirilen kurallar olduğundan “esas”la birlikte “gidişat”ın da dikkate alınması gereklidir.
Saygılar,
Yazan:Suat Öztürk Tarih: Şub 15, 2007 | Reply
Sayın Geniş,
“İslamî söylem” derken geleneksel İslamî söylemi kasdettim.
Ben şöyle yazmışım:
““Ama mevcut kalıplaşmış geleneksel İslami söylem modern hukuku uzlaşılamaz görüyor.”
Siz de cevaben şöyle demişsiniz:
“Mevcut kalıplaşmış geleneksel İslami söylemden ne kastettiğinizi tam anlayamadım. Geçmişten bugüne İslami anlayış açısından modern hukuk uzlaşılmaz olmamıştır. Bu konuda bir örnekleme yaparak bizleri aydınlatırsanız sevinirim. ”
Son olarak da şöyle yazmışsınız:
“Ben modern hukuk ile geleneksel İslami anlayış arasındaki uyumsuzluğa örnek sormadım. Dikkat ederseniz sorum; uyumsuzluğun, “İslami söylemin modern hukuku uzlaşılamaz gördüğüne”, ilişkin ileri sürmüş olduğunuz görüşe bir örnekleme yapmanıza yöneliktir. Sizin verdiğiniz örneklerde modern hukuk ile İslami hukuk ararsında bir uyum bulunmamaktadır.”
Sizin sorunuzla benim cevabım aynı kategoride.
“İslami söylem modern hukuku uzlaşılamaz görüyor” görüşüme ilişkin örnek sorduğunuzda, klasik fıkhın “mantığının” işleyişine dair örnekler verdim.
Burada “uyumsuzluğa dair” spesifik örnekler vermekten ziyade klasik fıkhın mantığına ilişkin spesifik ama “basit” örnekler verdim. Buradan modern hukuk ile metazori olacak uyumsuzluğa dair çıkarım yapmak zor olmasa gerek.
İllaki spesifik örnek vermek gerekiyorsa onu da yapabilirim. Sadece miras, evlilik, şahidlik gibi konularda sayfalarca yazılabilir. Fakat pratikten ziyade teoriyi konuşmak daha mantıklı geliyor.
Ayrıca modern hukuk ile uyumsuzluğu salt İslam’a asla ve asla yüklemiyorum. Modern hukuğun açmazlarının ve adaletsizlerinin olduğunu birçok kez ifade ettim. Ama değişime tepki duyan İslami söylem müslümanları modern hukuğun kucağına itiyor. Bu kabul edilebilir birşey değil.
Şu sözlerinize aynen katılıyorum:
“”Fakat bu uyumsuzluk salt İslami anlayıştan, söylemden değil, belki öncelikle ve önemle modern hukuktan (dini olanı öteleyen, vicdanlara hapseden hukuki algılayıştan) kaynaklanmaktadır.” ”
Ben modern hukuğun zaaf ve açmazlarını İslam’ın düzeltebileceğine inanıyorum. Bunun için de etkileşim ile ilkelerin ve “vahyin” ruhunun dikkate alındığı değişim/intibak gerekiyor.
Bir modernist falan değilim. Garip gelebilir ama şaşılacak derecede gelenek savunucusuyum. (Sitemin eski ismi “gelenek”ti 🙂 Ama geleneğin tortusunu değil özünü ve kollektif aklını savunuyorum.
İslam’ın özüne önem veriyorum. Yüzyılların tecrübesi ile süzülmüş fikirlere büyük saygı duyuyorum. Bunlardan istifade etmeliyiz diyorum ama dönemlerinin tarihsel şartlarını ve “yanılabilir” olduklarını dikakte alalım diyorum.
İtikadi olarak birkaç nokta hariç Matudidiyim.
Hanefi fıkhını gelişime en açık ekol olarak görüyorum. İ.Azam’ın fetvalarını incelediğimizde muazzam bir zeka, kıyas ve vahyin “ruhunun” öne alınmasını görüyoruz. Maalesef bugün Hanefi olduklarını iddia edenlerin İ.Azam’dan yüzyıllar sonra bile bundan çok uzak olduğunu görüyoruz. Donuklaşmış söylem bugün İslam’a zarar verme noktasına gelmiş durumda. Sitemdeki yazımda da belirttiğim gibi bu bir dönem içe kapanma makul görülse de artık bundan kurtulmalıyız.
Daha akşam katıldığım bir sohbette son derece samimi ve donanımlı müslümanların akıl almaz dar kalıplarla hareket ettiklerini gördüm. Hoca kaplama meshin gerekliliğini ve bu meshi yapanların ateşte yanmayacağına dair bir hadisi delil gösterilerek fetvalar, değişik takva örnekleri, sünnete riayet dersleri veriyor ama Filistin’den Irak’tan, bahsederken müslüman kardeşleri için “cezalarını çekiyorlar” diyor. İran müslümanları için “kafir” tabirleri kullanıyor. Ve fıkha dair pekçok lafzi şey de cabası.. Hz.Peygamber sağ olsaydı bunlara ne derdi bilmem?
Bir zihniyet değişimi gerekiyor. Ahkamın lafzına boğulmuş, ahlakı ihmal etmiş, artı bu ahkamı da ruhunu görmezden gelerek lafızda dondurmuş bir söylem var. Ve oldukça da dirençliler.
Şu ifadelerinize de tamamen katılıyorum:
“İslami hükümlerin uygulanmasında, yalnızca “lafzın” değil bundan daha önemli ve öncelikli olarak, esasın (ruhun); yine, kurallar çok defa tedrici, aşama aşama getirilen kurallar olduğundan “esas”la birlikte “gidişat”ın da dikkate alınması gereklidir.”
Saygılar.
Yazan:ahmet tunahan Tarih: Şub 23, 2007 | Reply
Günümüzün İslam eksenli yorumlarında zaman zaman gelenek denilerek asırlara damgasını vurmuş bir oluşumu küçümseyen ,yeni yorumlara ihtiyacı olduğunu söyleyen bir anlayış var.Oysa aynı insanların, eleştirdikleri geleneğin kaçta kaçının hayata tatbik edildiğini ve sonunda netice alınmadığını söylediklerini göremiyoruz.Evet yeni yorumlara,açınımlara ihtiyaç olacaktır. Ama bu geçmişin neredeyse silinecek derecede yok sayılmasını getirmez.En basiti islam hukukunun tam anlamı ile uygulandığı bir tane bile ülke bulamazsınız.Çağdaş kavramların arkasına sığınarak modern hukuk denilen hristiyan hatta ağırlıklı olarak yahudi kökenli bir hukuk anlayışının (dünya ekonomisini, siyasetini kimin yönlendirdiğine bakılabilir)İslamın hiç bir yarasına merhem olmadığını olamayacağını artık çok net biliyoruz.Şu memlekette dahi İmamı Azam(ra)i ortaokul öğrencisi kadar bile bilgis yok diyerek ağır bir şekilde eleştiren bir zevat var.Cevaplarıda hemen hazır :Canım onlarda eleştirilemez mi? Şimdi böyle bir ortamda 1400 yıllık bir birikimi kime nasıl anlatacaksınız? Televizyonuna göre yorumlar yapan bir anlayışın ,müesses nizama göre ayet yorumlayan bir ilim adamının hangi hukuka göre neye karar verdiğini nasıl anlayacaksınız.
Yazan:senem Tarih: Mar 13, 2008 | Reply
çok güzel bir site ama çok uzun oldugu için resim tawsiye ederim saygılarımla senem
Yazan:Mustafa Tarih: Eyl 29, 2008 | Reply
Saygideger fikir adamlarinin hitablarini okuduk. Bircok takdir ettigim ve zaman zaman kabullenemedigin noktalar pasajlar var idi. Eksiklerden bir tanesi Islam alimlerle bu konularin konusulmamasi onlara söz hakki verilmemesi. 20-30 yil islami ilimleri tahsil etmis insanlar pas gecilir cogu zaman. Filozoflari, sosyologlari, tarihciler ve din alimlerini bir masada bulusturup güzel sohbet ve tartismalar veya en azindan onlarada hitab firsati verilir. Diyalog eksikligi had safta malesef. Misela su adreste Islam alimlerinin bir takim zamane problemlerine görüslerini okuyabilirsiniz:
http://www.darulhikme.org.tr/?sf=haberler&ktg=5&mad=S%D6YLE%DE%DDLER