Tarihi Doğru Okumak
By T.Suat Demren on Mar 5, 2007 in Makale
T. Suat Demren
Bir zaman İlber Ortaylı kendisine sorulan “Tarihi bilmek çok gerekli mi?” sorusuna şöyle cevap vermişti:
Bu “kaşınmak gerekli mi?” diye sormaya benziyor. İnsan kaşınması gerektiğinde kaşınır. İnsanın kaşınmasını engelleyemezsiniz. Tarihi bilme ihtiyacı, tıpkı kaşınmak ihtiyacı gibidir. Çünkü insanoğlu geçmişini bilmek ister; tarihinde neler olup bittiğini öğrenmek ister. [1]
Tarihi niçin bilmeliyiz?
Geçmişte yaşanan olayların ayrıntıları ve bu olayların yaşanmasında aktif rol alan kişilerin ideallerini/aidiyetlerini/eylemlerini ya da niyetlerini bilmek ya da tahmin etmeye çalışmak, olup bitenleri daha doğru okuyabilmemize yarar.
Bunun niçin gerekli olduğu ise çok açık; tıpkı İ.Haldun’un söylediği gibi “Geçmiş, bugüne suyun suya benzediğinden daha fazla benzer”.
Geçmişte yaşananlar bize “an”ı ve “geleceği” kurarken yol gösterecek en önemli klavuzdur.
Bunlar iyi güzel de tarihi nasıl okuyacağız? Tarihimizi doğru biliyor muyuz? Öğrendiklerimizden ne kadarı ezber, ne kadarı kurgu, ne kadarı “doğru”?
Hiç şüphesiz bu soruya cevap vermek kolay değil.
Tarih için “hakkında en çok spekülasyon yapma imkanı olan ilim dalıdır” desek herhalde yanlış söylemiş olmayız.
Şu bir gerçek ki objektif ya da renksiz tarih olmaz. Tarihçiler objektif yani tarafsız bir tarihin olamayacağı konusunda hemen hemen ittifak halindedirler.
Bu yalnızca tarihe özgü birşey de değildir, çünkü insanın doğası gereği mutlak anlamda nesnel olması mümkün değildir. Bu da pek tabii ki insanî disiplinlerin hepsine nüfuz eder.
Hele ki söz konusu olan tarih gibi son derece teorik ve ideolojik bir disiplin olursa bu nesnellik iyice buharlaşır.
Bu böyle diye tarih okumaktan ve analizlerimizi mümkün olan en nesnel bir biçimde yapma çabalarından vazgeçecek değiliz.
Şöyle bir tarihe baktığımızda birçok spekülasyonla daha kötüsü bunların ezber haline gelmiş türevleri ile karşılaşıyoruz.
Kendi medeniyetimizden örnek verirsek; Emevilerden Abbasilere, Moğollardan Selçuklulara Osmanlıdan Cumhuriyet tarihine kadar bildiklerimiz arasında acaba ne kadarı gerçeğe, ne kadarı ezbere dayanıyor?
İlginçtir, aynı dünya görüşüne sahip tarihçilerin bile birbirinin aksi biçimde ele aldıkları tarihsel olaylar vardır. Hemen aklıma gelenlerden birkaçını sayayım: “Patrona Halil İsyanı”, “Lale Devri”, “Baltacı Mehmet Paşa”, “Yeniçeriliğin kaldırılması” vs.
Görüşler farklılaştıkça bakışlar daha da bulanıklaşır. Mesela Şeyh Sait isyanı. Bu isyanı İngilizlere göre Türkiye Cumhuriyeti, Türklere göre İngilizler çıkartmıştır. Ama bu isyan PKK’lılara göre özgürlük ayaklanması, Müslümanlara göre ise halifeyi geri getirmek için kıyamdır.
Bu olayların herbirerini açmak isterim aslında ama bu bir yazıda mümkün değil. Spesifik bir örnek yerine bir hikaye vasıtası ile anlatmaya çalışayım.
Dücane Cündioğlu’ndan okumuştum; “Philo Sophia Loren” den. Basit bir örnek gibi görülebilir ama meselelere bakılan yerlerin onları yorumlamada nasıl etkili olduğu ironik bir biçimde anlatılıyor. Cündioğlu da Averchenko’dan aktarmış. İşte bir olayın değişik zaviyelerden farklı görünüşleri:
[…..]
Gülümseyerek “Erkekler çok komik” dedi. Bunun kabahat mi, yoksa övme mi belirttiğini anlamadığım için, “Gerçekten doğru” diye cevap verdim.
– Kocam tam bir Othello! Bazen onunla evlendiğime üzülüyorum.
Anlamayarak baktım. “Açıklamandan…” diye söze başlayacak oldum. “Haa, senin duymadığını unutmuşum” diye sözüne devam etti:
– Üç hafta kadar önce kocamla alandan geçip eve yürüyordum. Bana çok yakışan siyah bir şapkam vardı ve yürümekten yanaklarım pembeleşmişti. Bir ışığın altından geçerken, esmer bir adam bana baktı ve aniden kocamı kolundan tuttu. “Ateşinizi verebilir misiniz?” dedi. Alexander kolunu çekti, eğildi ve şimşek gibi bir hızla yerden aldığı tuğla ile adamın kafasına vurdu. Adam yere yığıldı. Korkunç bir şey!
– Kocanı ansızın ne gibi bir şey öyle kıskanç yaptı?
Omuzlarını silkti. “Söyledim ya, erkekler komik.”
“Hoşça kal” deyip çıktım, köşede kocasıyla karşılaştım. “Merhaba” dedim; “İnsanların kafalarını kırmaya başladığını duydum.”
Gülmeye başladı.
– Anlaşıldı, karımla konuştun. Çok şanslıydım. O tuğla hemen elime geldi. Yoksa bir düşün: Cebimde bin beş yüz ruble vardı ve karım elmas küpelerini takmıştı.
– Seni soymak istediğini mi zannettin?
– Karanlık bir köşede adamın biri sana yanaşıyor. Daha ne beklersin?
Şaşkın şaşkın odadan ayrıldım ve yürümeye devam ettim. “Sana bugün yetişmek imkansız” diye bir ses duyup döndüm baktım ve üç haftadır görmediğim bir arkadaşımı gördüm:
– Aman Tanrım! Senin başına ne geldi?
Hafifçe gülümsedi.
– Birtakım delilerin başıboş dolandığından haberin var mı? Üç hafta önce biri bana saldırdı. Hastaneden bugün çıktım.
Ani bir ilgiyle sordum:
– Üç hafta önce mi? Alanda mı duruyordun?
– Evet. Çok saçma bir şey. Alanda oturuyordum. Canım çok sigara içmek istiyordu. Kibrit yok. On dakika filan sonra bir bey, yanında yaşlı bir kadınla sigara içerek geliyordu. Yanına gittim, koluna dokundum ve en kibar tavrımla, “Ateşinizi verebilir misiniz?” diye sordum. Sonra ne olduğunu düşünebiliyor musun? Deli yere eğildi, bir şeyi kaptı, bir dakika sonra ben kafam kanar halde, kendinden geçmiş, yerde yatıyordum. Herhalde gazetede okudun?
Ona baktım ve içtenlikle sordum:
– Gerçekten bir deliyle karşılaştığına inanıyor musun?
– Eminim.
Bir saat sonra kent gazetesinin eski sayılarını merakla karıştırıyordum. En sonunda aradığımı buldum, kaza sütununda kısa bir not:
İçkinin etkisi altında
Dün sabah, alanın bekçileri, bir bankın üzerinde kimliğinden iyi bir aileden olduğu anlaşılan bir genç adam bulmuştur. Aşırı içkili olmanın sonucunda, yere düşüp kafasını yakınındaki tuğlaya vurarak yaralandığına inanılmaktadır. Haşarı gencin ana-babasının üzüntüsü derin olmalı.[2]
Yaşanan “bir” olay, kaç çeşit görüş..
Tarihe bakışımızda ideolojilerimiz devreye giriyor. İdeoloji ve “tarih yorumu” birbirini sürekli besleyen sarmal. İdeolojilerimiz, geçmişte gerçekleşmiş olayları kendi penceresinden yorumlamaya başlıyor, farklı anlatımları görmezden gelerek es geçiyor, takdir hakkının kullanıldığı yerlerde de tabii ki nalıncı keseri muamelesi devreye giriyor.
Böyle yaparak tarihte gezinildiğinde, zaten inandığımız hususların birkez daha ehil kalemlerden teyid edildiğini görüyoruz. Yapılan seçmecelerle ideoloji tarihi, tarih ideolojiyi besliyor.
Ve kafalarda resim oturtuluğunda görünen şey şu: Geçmişe doğru döşenmiş, istenen istasyonlarda durmuş ve nihayet önceden inanılmış ideolojide de “son durak” yapmış rahat, huzurlu bir güzergah..
“Tarihin akışına yön veren temel dinamik nedir?” sorusuna oldukça değişik cevaplar verilmiş.
Materyalist ekole göre tarihin temel dinamiği sınıf mücadelesidir. Dinlerin ortaya çıkışından, diğer sosyal yapılara kadar. Tarihte gerçekleşen tüm olaylar sınıf mücadelesinin eseridir. Bu görüşün en büyük temsilcileri Marks ve Engels’tir. Coğrafi şartları temel dinamik olarak gören ekol de oldukça yaygındır. Buna göre medeniyetlerin kurulmasında ve gelişiminde temel dinamik çevresel şartlardır. İbn Haldun ve Montesquieu bu ekolün önde gelen isimleri olarak bilinir. Temel dinamik olarak “ırk”ı gören görüşe göre de tarihe yön veren üstün vasıflı ırklar vardır ve ancak bu ırkın mensupları medeniyetler üretebilirler. Bugün bu ekolün pek tutarlılığı kalmasa da modern tarih felsefesinin oluşumunda derin etkileri vardır.
Tarihin temel dinamiğini “din” olarak gören tarihçiler de vardır. Tamamen kaderci bir anlayıştır ve insan ve toplum iradesini görmezden gelir. T. Carlyle gibi düşünürlere göre de tarihin temel dinamiği kahramanlardır.
Benzeri başka ekoller sayılabilse de belli başlı ekoller bunlar.
Sözü edilen etkenlerin herbirerinin içinde bulunulan tarihsel şartlar bakımından “temel dinamik” oldukları dönemler olmuştur ama hiçbirisi “tarihin itici kanunu” olarak görülemez. Her tarihsel devir girift ilişkilerle örülü dinamikler yumağı içerir ve bu dinamikler toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya değişir. Ekonomik, siyasi ve dini/toplumsal/kültürel şartlar farklılaşan oranlarda belirleyici olabilir.
İşte ideolojiler bu tarih ekollerinden “birisini” yekpare olarak alırlar ve tüm tarihi bu temel dinamiğe göre açıklamaya çalışırlar. Tabi ki bu yapıldığında da yanılgı kaçınılmaz olur.
Tarihi kim yazar? Tarihi çoğunlukla “kazananlar” yazar. Mesela Nutuk, kazananın tarihidir.
Bir afrika atasözü şöyle der: “Aslanlar yazana kadar av hikayeleri hep aslan avcılarını övecektir.” E.Renan “Millet nedir?”de “Tarihin yanlış yazılması, millet olmanın ayrılmaz bir parçasıdır” der.
Tarihçilerin saptırmaları, okuyucunun ideolojik bakışının yanlı yorumları bir yana, sistemin de resmi tarih tezleri vardır. Ve bunlar alabildiğine çarpık, gerçeği gizleyen ve oluşum projelerinin yegane destekçisi haline getirilmiş uydurma senaryolardır.
Yani neyin doğru neyin yanlış olduğunu çözmek hiç kolay değildir.
Tarih imkan mertebesinde detaylarla birlikte okunmalı. Farklı görüşler karşılaştırılmalı, ayrıntılar önemsenmeli. Sosyolojik olgular, dönemin siyasi haritası, ekonomik düzen dikkate alınmalı.
Hatıratlara bakılmalı. Çoğu kişi tarih okumalarında hatıratları güvenilmez bulur ki bu doğrudur. Çünkü hatıratlar çoğunlukla kişinin kendini temize çıkarma çabasıdır. Ama bazı gözden kaçan küçük ayrıntılarda -aynı dönemin başka hatıratlarından alınacak diğer küçük parçalarla birlikte- bize, hiç tahmin edilemeyecek karanlıklara dair ipuçları verir.
Ana caddelerde gezinmek var olan ideolojik duruşumuza yeniden iman tazelemekten başka bir işe yaramıyor. Her bakış kendine ehil kalemler bulmuş, bu ehilliğe rağmen birbirlerinin tam aksi argümanları “gerçek” diye sunuyor.
Ara sokaklara girmek, çapraz okumalar yapıp kıyaslar yapmak, argümanları dönemin sosyal gerçeklikleri ışığında akıl ve mantığın terazisine vurup öyle değerlendirmek gerekiyor.
Bu kolay birşey mi? Hiç şüphesiz zor.
Ama “tarihi doğru okumak” için başka çare yok.
Notlar:
[1] “İlber Ortaylı ile Tarihin Sınırlarına Yolculuk” Mustafa Armağan – Ufuk Kitaplığı – 2005
[2] “Philo Sophia Loren” Dücane Cündioğlu – Gelenek Yayınları – 2004
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
28 Yorum
Yazan:Mehmet Edebali Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
Suat Bey, ellerinize sağlık.
“Kendi medeniyetimizden örnek verirsek; Emevilerden Abbasilere, Moğollardan Selçuklulara Osmanlıdan Cumhuriyet tarihine kadar bildiklerimiz arasında acaba ne kadarı gerçeğe, ne kadarı ezbere dayanıyor?”
Bir kaç örnek:
Moğollar, Çin Seddinin Moğol akınlarından korunmak üzere Çinliler tarafından yapıldığını söylüyor.
Bu görüşlerini de güvenilir Rus ve Çin kaynaklarıyla doğruluyorlar.
Yine Moğollar, Hun İmparatorluğun bir Moğol devleti olduğunu, aynı zamanda bu devlet içerisinde Türklerin de yaşadıklarını söylüyorlar.
Bu görüşlerini de güvenilir Rus ve Çin kaynaklarıyla doğruluyorlar.
Ve yine Moğollar, meşhur Bağdat Kütüphanesi’nin yakılması olayının Cengizhan’dan habersiz, bir albayı tarafından yapıldığını söylüyorlar.
Bu konuları tartışmaya açmak maksatlı değil, Suat Bey’in yazısını uzatmamak maksatlı vermediği örnekleri açmak üzere yazdım.
Derin Muhabbetlerimle…
Yazan:fatih demir Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
Ilber Hocam da yakin tarihi bugunlerde farkli okumaya basladi…
http://www.haber10.com/haber/62470/
“Ilber Hoca’ya o gün Demirel’le yaptığım görüşmeyi aktardım. Şöyle bir cümlesi oldu:
“Demirel şimdi iyi bir adam, lazım bir adam, Allah günahlarını affetsin. Memlekete hizmet ediyor.””
Ayrica yine cok tartisilan mevzular vardir tarihimizde..
– Ermeni meselesi…/
– Vahdettin hain mi degil mi?
– Vapurun pusulasi bozuk muydu degil miydi?
bu boyle uzaaarrr gider…
Yazan:levent Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
Suat bey, tarihin bilinmesi gelecek kuşaklara kesintisiz aktarımının da
garantisi bir yerde. Bu bizde bilinçli olarak kesintiye uğratıldı ve kaçınıl
maz hafıza kaybı ortaya çıktı. İkibin yılında Kitaplık dergisi bir kısım aydı
na ki içinde İlber Ortaylı da var; Türklerin bin yıllık anadolu serüveninde
ortaya koyduğu en önemli eserler nelerdir konulu bir anket düzenledi.
Sinan şahaeserleri, Mesnevi, Yunus Divanı, Kurtuluş Savaşı, Osmanlı
Devleti, Hat ve tezhib sanatının gelişimi, gibi eserler yanısıra Evliya
Çelebi Seyahatnamesi de yer aldı. On ciltlik bu dev eser Türkler tarafın
dan en çok tanınan yapıt olmakla birlikte, nedense resmi tarihin itibar
etmediği bir şaheser. On ciltlik bu dev yapıtı okuyunca resmi tarihin inkar ettiği ne varsa, yer aldığını gördüm. Müthiş bir dil ve coğrafya zenginliği yanısıra akıl almaz ayrıntı ve kültür seromonisi.
Augustinus:”Dünya bir kitaptır ve seyahat etmeyenler bu kitabın yalnız
ca tek bir sayfasını okumuş olur” diyor. Dünya kitabını neredeyse satır
satır okumuş ve bunu tarihsel şuurumuzun hizmetine sunmuş Evliya
Çelebiyi hatırladım Suat beyin yazısını okuyunca.
Seyahat ya Resulallah diyede dua etmeyi ihmal etmedim.
Saygılar Levent.
Yazan:Bahar Pınar Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
Kaleminize saglik Suat Bey. Tarihi bilmenin önemine ek olarak, doğru tarih bilgisine ulaşmanın zorunluluğunu ve zorluğunu da ortaya koymuşsunuz. Okullarda öğretilen resmi tarih ile yetindiğimizde, öylesine dar bir pencereden dünyaya bakıyoruz ki hiçbir şey göremiyoruz desek yeri. Aynı şekilde tek kaynaktan beslenmek de çoğu zaman algıyı çarpıtabiliyor. Suat Bey’in dediği gibi “Tarih imkan mertebesinde detaylarla birlikte okunmalı. Farklı görüşler karşılaştırılmalı, ayrıntılar önemsenmeli. Sosyolojik olgular, dönemin siyasi haritası, ekonomik düzen dikkate alınmalı.” Levent Bey’in yorumunda bahsettiği “hafıza kaybına” uğramamak için bunu yapmak durumundayız. Şu anda kısmi hafıza kaybından müzdarip olduğumuz için daha da çok uğraşmalıyız. İşimiz daha zor. Önce unutulanlari hatırlamak, hatırlatmak lazım.
Tarih bilgisinin kesintiye uğraması ve ardından gelen hafıza kaybı, topluluklarda köksüzlükten ve öncesizlikten gelen bir dirençsizlik, güçsüzlük ve güvensizlik yaratıyor. Devamlılık duygusu zedeleniyor. İnsanlar, geleceği güzel şekillendirmek için, geçmişlerindeki güzel olaylardan, eserlerden güç, kötü olaylardan da ders almak ihtiyacı içindeler. Geçmiş olmayınca, devamsızlık duygusu öne çıkıyor, köksüzlük hissi tüm özgüveni altüst ediyor. Şu anki hal ve davranışlarımızı böyle okuyorum bazı açılardan. Kaldı ki bizim ülkemizde geçmişin bilinmemesinden ziyade geçmişin kötülenmesi, karalanması yüzünden kötü bilinmesi söz konusu ki bu herşeyi daha da kötüleştiriyor. Halbuki herşey oldukları gibi bilinse daha sağlıklı bir düşünce ve duygu yapısına kavuşacağız.
Yeniden elinize sağlık Suat Bey. Yazınız benim aklıma da bunları getirdi.
Selam ve Sevgilerimle,
Bahar Pınar
Yazan:ridvan Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
Sevgili Suat Bey,
Yüreğinize, ellerinize sağlık, yine hatırlattınız bize unuttuklarımızı. Tarih şu uyuduğumuz ders, hatırladım tabi, neyse benim ezberim kuvvetliydide geçerdim. Ama o günlerde sıkıcıydı. Geçtik okulu ezberle, hani 1453, 29 ekim i ama sonra başladık üniversite, iş, evlilik derken, yazınızı okuyunca düşünüyorum neler kalmış bizlerde diye, çevreme soruyorum pilevne diye; yenmişizdir diyorlar. Makbule hanım diyorum; gökyüzünde arıyorlar kimdi diye, tabi içindende buda üç kitap okudu entel oldu diye düşünerek. Evet çok zevkli imiş. olayları, kahramanlıkları, atalarımızı tanımak. Acılardan ders almaya çalışmak. Yinede kaç kişi okuyor ve neyi, yetmiş milyon insanın, ancak iki yüz bini Suat bey ve çevresi gibi, dörtyüz bini de benim gibi. hadi siz yapın bir milyon olsun. Evet gerisi ne olacak? Ben sokakta insanlara bakıyor ve üzülüyorum (bende dahil) tarih sevgisi olmadığı için okumuyor. Neden sevdiremiyoruz tarihi, öncelikle kendi tarihimizi. Naçizane benim düşüncem ; sinema, hani Yunan kahramlarını, Edvardları, samurayları bile tanıtan sinema. Bizler şimdi hazır değiliz beş yüz sayfalık tarih kitaplarını okumaya ki sizin aktardığınuzla, diğer bakışlarıda bakarsak üç tane olması lazım. Hani devlet? Kültür, turizm bakanlığı? sorumlu devlet bakanları bizim vekillerimiz? Neden olmasın; yapın bir filim, satarız, seyrederiz. İlber Ortaylı ve onun gibi tarihçilerimiz bulsun, çıkarsın tarihimizden filimlere konu, senaryo. Bizde seyredelim, öğrenelim caddelere isimini verdiğimiz fakat hiç tanımadığımız Nene Hatunu, oynasın o rolü Meltem Cumbul , ogünkü kahramanca savaşabilen kadınımızı izleyelim, yaşayalım o acıları bizde biraz. Daha çok örnek olabilir; Buruce Wills i yapalım Beyazıt, Olmaz mı Nikolas Gage den Abdülhamit. Bence olur, kızlarım seyrediyorlar Harry potter i ve okuyorlar kitaplarınıda sonra. Bizde seyredersek tarihimizi okuruz gibi geliyor. Tabi şimdi soracaksın kardeşim biz okumaktan değil nasıl okunacağını anlatıyoruz diye, biz okumuyoruzki. Ama onuda okuyup, araştırıp hazırlayacak sizin gibi iki yüz bin insana bırakıyorum. Başbakan mozaik diye anlatıyor bize ülkemizi, yaptırın bir filim, anlatsın bize Mardin halkını, aşkını. Rahmetli Cumhurbaşkanımız Bende Kürdüm demişti, bu kargaşayı görüp neden bize Kurtuluş Savaşımızdaki gönüllü Kürtleri, Sevre Karşı gelen Kürdü, o anlaşma maddelerindeki bölünecek maddesine Karşı gelen, istemiyoruz ayrılmak, kardeşiz biz diyen Kürt halkımızı. bunları izlersek severi tarihi ve tarih okumayı.
Sabrınıza teşekkür ederim, tek istediğim; kızlarıma dostça, huzur dolu, onurluca bir yaşam.
Yazan:mr^sair Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
Kanaatimce tarihi okumak noktasında düşülen en önemli yanlışlardan birisi, insanoğlunun gerçek mahiyetini gözardı etmektir. İnsanı ve dünyasını tanımaya, iç içe kodlarını çözmeye çalışmadan yapılan tarih okumaları, insanın kendi zamanının farkına varamaması ile sonuçlanacaktır. Dünya tasavvurunun; insan, eşya, Tanrı anlayışları ile zamana âit söylemlerimizi besleyip belirlediğini düşündügümüzde: tarihi, Mevlana’nın pergel metaforunda oldugu gibi, bir ayagın saglam olarak durması ile irdelemek gerektigini düsünüyorum. Bu saplantı yahut, tarihe obsesif bir pencereden bakmak gibi anlaşılmamalıdır.
Tarih, zamanın iç yüzüne dalmayı planladıgımız an da başvurabileceğimiz en önemli kaynak… Ama dedigim gibi; üç şeye dikkat edilmeli. İnsanoğlunu tanımalı, nasıl olup da insanın bildigimiz insan olarak kalabildigini düşünmeli ve değişim selinin dalgaları arasında; insanı, sabit bir değer olarak bulabilmenin mümkün olup olmadıgını keşfetmek gerekiyor.
Maddeci tarih yorumunda oldugu gibi, insanı yalnız dış sebeblerle açıklamaya kalkışmanın; insanın kendisini biçimlendiren hadiseleri değiştirecek ve uysallaştıracak öz gücün sahibi olamayacagı, insanın değişime karşı koyamayacagı bir iradesizlik için de, hazır kalıba uymasının zorunlu oldugu biçiminde yorumlanması ne yazık ki meseleyi içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Yine ne yazık ki; tarih yorumumuz bundan başkasına elverecek kapsam ve erişimden uzaktır. Her neyse…
Mehmet Niyazi ‘nin dün Zaman gazetesinde yayınlanan bir makalesin de, tarih yazımının önemine değinmiş. Suat Bey ‘in; “tarihi doğru okumak” üzerine yazdıklarını, “tarihin dogru yazımı” yaklaşımı ile tamamlamanın faydalı olacağını düşündüm. Tesekkürler…
————————–
Şu cümle çok sık tekrarlanmaktadır: Milletlerin geleceği için tarih yazmak, yapmak kadar önemlidir. Bu söz öyle açık bir gerçeği ifade ediyor ki, ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın değeri aşınmaz.
Dönemimizde ileri milletlerin hayatlarına bakınca, milli kudret ve medeniyet hamlelerini tarih şuuruyla yaptıklarını müşahede ediyoruz. Bu sebeple şunu rahatça söyleyebiliriz ki, tarihi yazıp, onu bir kültür ve şuur kaynağı haline getirmedikçe, toprak altında kalan yeraltı zenginlikleri gibi hiçbir anlam taşımaz.
Tarihte ne kadar göz kamaştırıcı bir mevkie sahip isek de, onu araştırmada, kültür hazinesi olarak hayatımıza katmada aklın alamayacağı kadar geri kaldık.
İki türlü tarih yazılır.
Birincisi belgeleri, kalıntıları yorumlayarak yazılanlardır.
İkinci tür ise kitaplardan yararlanıp kaleme alınanlardır.
Bizim yazdıklarımız ikinci türdendir; yani eserleri doğru kabul ederek yazıyoruz. Daha çok da Batılı kaynakları kullanıyoruz.
İlim hasbidir, denir; ama aslında hasbi ilim yoktur; bugün hiçbir şey beklemeden ilim ürettiğini söyleyenin, günün birinde bu bir işe yarayacaktır düşüncesi beyninin bir köşesinde saklıdır. Batılı, dilimizi, eski harflerimizi, geçmişteki mantalitemizi, geleneklerimizi mümkün mertebe öğreniyor, ömrünü heba ederek tarihimize dair eserini veriyor. Ciddi bir emeli bulunmasa, bu zahmete katlanmasının mantığı olabilir mi?
İki bin yıl önce egemenliğini kaybeden Yahudiler, yok olmamış, tekrar milletler camiasında yerlerini almışlarsa, tarih bilgilerinin onlara verdiği şuura sahip olmalarındandır. Bizim bu konudan niçin yeterince yararlanamadığımızın üzerinde durmamız gerekir.
Pek çok milletten Alman tarihi uzmanı yetişmiştir; fakat Alman tarihini rakipsiz olarak en iyi yazan Almanlardır. Bu, bütün Batılı milletler için böyledir. Ama biz, Batılı tarihçilerin kitaplarını kaynak alıyor, tarihimizi onlara göre yazıyoruz. İngiliz devlet adamı Gladstone “Dünya yüzünden Türklerin kötülüklerini kaldırmanın bir tek çaresi vardır ki, o da dünya yüzünden kendi vücutlarının kaldırılmasıdır.” derken, kuşaktan kuşağa böyle bir hava içinde yetişen Batılı bilim adamları Türk tarihine dair araştırmalarında ne kadar objektif olabilirler? Bu gerçeği dile getirmek için Arthur Sharaton “Mimar Sinan Biyografisi”nde Türk tarihiyle ilgilenen Batılıların ortak bir yanlarının bulunduğunu, onun da bizi tarihimizden soğutmak olduğunu söylemiyor mu?
Tarihimiz konusunda Batılıları kaynak almakla, çocuklarımıza, objektif, tarafsız, tarihimizi öğretmek yerine, onların dünyaya bakışını Avrupa adına çarpıtmış olmuyor muyuz? Avrupa’nın dünyada son yüzyıllardaki gelişmenin beşiği olmasında tarih biliminde bugünkü anlayışa kavuşmalarının müstesna bir rol oynadığında şüphe yoktur.
Biz kendi tarihimizi yazarken olayların mihrakına milletimizi oturtmalıyız; bunu yaparken de tarihin inandırıcı olmasını şiar edinmeliyiz; çünkü bir milletin tarihinden yararlanmaması ne kadar eksiklikse, gereksiz abartmalarla yeni nesilleri şartlamaya çalışması da o kadar tehlikelidir. Nasıl olsa er geç doğruyu öğrenecekler; bu da onlarda aşağılık kompleksinden kaynaklanan tedavisi gayri kabil yaralar açacaktır.
Ciddi bir kültür ve medeniyete sahip olmak istiyorsak, ilk kaynaklardan tarihimizi doğru yazmak zorundayız. Böylece ne yapmamız, yeni nesilleri yetiştirirken nelere dikkat etmemiz gerektiği ortaya çıkacağından, sorumluluğunu bilen insanımıza kavuşacağız.
Fizikçimiz, kimyacımız, romancımız dünyadaki emsallerinden geri kalırlarsa, görevini yapmamış olmanın ızdırabını duyacaklardır. Bu insan tipine kavuşmadan sarf edeceğimiz bütün gayretler suyun üzerine nakış işlemektir; zira insan, özelliklerine göre dünyasını kurar.
05 Mart 2007, Pazartesi
Yazan:Öncü Nesil Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
TARİH DEYİNCE
*Resmi kaynak her zaman gerçekleri söylermi? Aleyhinde de olsa her şeyi açıklar mı? HAYIR. Bize dayatılan bugünün tarihi ne objektiftir nede ilmidir, çünkü resmi ideoloji baskısı altındadır.
Örneğin: Amerikan resmi tarihini bir yana koy ve TERÖRİST tanımlamasını yap, yapamazsın. Maniplasyon haperlerle, tarih saptırmasıyla herşeyin tanımı değiştiriliyor ve en basidinden bazı siyonist-emperyalist kuruluşlara maddi manevi çıkar sağlamaya çalışıyorlar.
Yalçın Küçük resmi tarihin yalan üzerine oluşturulduğunu şöyle anlatıyor; “… modern Türkiye tarihini ters yüz ettim. Şimdiye kadar önemli olarak, ne söylenmişse tersini kanıtlamaya çalıştım. Başardığımı sanıyorum. Mustafa Kemal ; Nutuk’da, 1920 Sonbaharında Gediz de yenildik diyor. Yenilmediğimizi gösterdim. Üstelik Genel Kurmay başkanlığı Harp Dairesi yayınlarına dayanarak.
İlkokul yurttaşlık bilgilerinde bile “İnönü Zaferi” anlatılıyor. İnönüde ‘makus talihin’ yenildiği söyleniyor. İnönüde zafer değil ciddi bir çarpışma olmadığını gösterdim. Yine Genel Kurmay yayınlarına göre ve diğer kaynaklara dayanarak.”
Resmi ideoloji egemen iradenin çıkarına uygun bir şekilde bazı olayları olmadığı halde olmuş, abartmış; bazı olayları da olduğu halde olmamış yada olan yada olmayan olayları değiştirerek ilaveler yada çıkarımlar yaparak ucube bir tarih yani inanmamız için tahrif edilmiş kutsal kitaplar gibi yeni bir tarih oluşturmuştur.
* “Bu ülkede Tarih prof. olan yığınla insan var. Kime inanacağız. Ermeni tarihçisi var, Bizans Tarihçisi var, Türkiye cumhuriyeti tarihçisi var, Osmanlı Tarihçisi var, Bunların lehte ve aleyhte fikirli olanları var ve ideloji sahibi olanları var, yerlisi var yabancısı var. Hangi durumda lehte hangi durumda aleyhte olanların fikrine veya şöyle söyleyim ideolojisine inanacağız. Bu memlekette ideolojisi uygun olmayanın profösörlüğü veya denkliği kabul edilmiyorsa neyapacağız, boş ütopyaların peşinden mi gideceğiz?
Yazan:Öncü Nesil Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
ALLAH (CC) BİZDEN YAŞADIĞIMIZ TARİHİN,GÜNAHIN, FASIKLIĞIN, ZALİMLİĞİN GELECEĞİN …VS YÜKÜNÜ KALDIRMAK İSTİYOR
Tarihin birikiminden, ilminden faydalanmak başka bu tarihi eleştirmek ve bu eleştiri içersinde yaşayıp durmak başkadır. Bu eleştirilerin bize ilmi noktada faydası olabilir. Ama eleştirileri uzatmamak, makullük aramak gerekir. Çünkü tarih tekerrürden ibaret ise kişilerin, mekanın veya zamanın değişmesinin bizi oyalamaması gerekir. Yani hem Tarihi Faydalanmak bakımından unutmayalım, hemde bizimlede yaşanan şuanı unutmayalım.Geçmiş tarihi zaten yaşadı ve şuan bizimle de yaşanan bir tarih var o unutulmamalı, kimseye unutturulmamalıdır. Güzel örnekleri (peygamberler, muvahhidler, muttakiler, salihler, şehidler gibi vs..)yaşamayacaksak, Allah için peygamberimiz gibi yaşamayacaksak tekrar edip durmanın veya tartışmanın bir faydası yok. Nisa 28. “İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister.” Kur’an-ın veya bilginin yükünü ancak onu yaşayarak hafifletebiliriz, imana yansıtabiliriz, yoksa eşekten farkımız (Cuma,5) kalmaz.
Herkes kendi yaptığını yüklenir. Fatır 18. “Günâhkâr kimse diğerinin günâhını çekemez. Günâh yükü ağır olan kimse, onun taşınmasını istese, yakını olsa bile, yükünden bir şey taşınmaz. Ey Muhammed! Sen ancak, görmediği halde Rablerinden korkanları, namazı kılanları uyarırsın. Kim arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur; dönüşünüz ancak Allah’adır.” (6/En’âm, 164)”De ki, Allah herşeyin rabbı iken ben O’ndan başka rab mı arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbınızadır. (O) ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.” Necm 38-41. “Hiç bir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez; İnsan ancak çalıştığına erişir. Onun çalışması şüphesiz görülecektir. Sonra ona karşılığı eksiksiz verilecektir.”
Tarihi bilmeden tarihin yükü kaldırılmaz mantığından Allah bize kıssaları sunuyor kavimleri anlatıyor, Kuran’ı gönderiyor. Onun için Kur’an okuyalım anlayalım yaşayalım, tartışmayalım, çünkü dinle uğraşanları vs. yi Allah başkalarının anlattıklarına göre mi, başkalarının kriterlerine göre mi yargılayacak Hayır. Elbetteki kendi kriterlerine Kuran’a göre, sünnete göre yargılayacak, biz onlardan mesul değiliz yaptıklarımızdan mesulüz. Bakara 141 “Şimdi o toplumlar geçip gittiler. Onların kazandıkları kendilerine yazılacak, sizin kazandıklarınız ise size ve siz onların yaptıklarından dolayı yargılanacak değilsiniz.”
Ha şuan yaşasalar onlar yanlış yoldalarsa bildiğimiz doğruyu söylemek tarihsel değil, kulluk görevimizdir. Hem insan ikna olmuyorsa hakaret etmemek gerekir Nahl/125, ayrıca zaman ziyan meselesinden dolayı zamanımızı başka yerlerde daha güzel değerlendirebiliriz.
Mü’min 21. “Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğunu görsünler. Onlar kuvvet ve yeryüzündeki eserleri yönünden bunlardan daha da üstündüler. Böyleyken Allah onları günâhları yüzünden yakalayıverdi. Onları Allah’ın azabından kurtaran da olmadı.” * Geçmişte yaşanan bazı olaylardan ders çıkartmadık mı? onlar ileriye dönük güzel şeyler yapmadıkları için cezalandırıldılar. Kur’an, kötü geçmişi gelecekte yaşama diye örnek alın diyor. Konuşup tartışıp durmayın diyor zaman nedeniyle ziyanınızı arttırmayın diyor. Kuran bazı kıssaları da veriyor ki tarihi yaşamamıza kolaylık olsun. Ziyanımız az olsun tarihin yükünü, başkalarının yükünü yüklenmeyelim diye (Ankebut 13, Nahl 25: bizi uyarıyor)
Nisa 26,27,28. “Allah size açıklamak ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbenizi kabul etmek ister. Allah Bilendir, Hakîmdir.” “Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister, şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa girmenizi ister.” “İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister.” Günah geçmişte işlenen kötü fiillerdir tarih olmuş fiillerdir. Allah bizden zekat ile, namaz ile tövbe ile salih ameller ile Kur’an daki emirleri ile geçmişteki yükümüzü kaldırmak, geleceğe yüklememek istiyor.
Buna göre bizler Kur’ana, sünnette ve ilk Müslüman nesillerin hayatına (peygamberimizin hayatına) ne kadar yaklaşırsak inanç bakımından ve tarihi yaşama bakımından o kadar “ilerlemiş” oluruz, kolaylık olur.. Buna karşılık Kur’an’dan, sünnetten ve ilk müslüman kuşakların hayatından ne oranda uzak ve geri düşsek, inanç bakımından ve tarihin kötü tekerrürü bakımından o oranda “gerilemiş” oluruz. Biz gelecek nesillere tarihi yaşayarak anlatalım, konuşarak değil. Allah gezip görmeye bile süre vermişken bize geçmişi tartışıp durmamıza izin verirmi? Zikrinden-Kurandan yüz çevirmemize onu örtmemize izin verirmi? Eğer amaç islamı samimi bir şekilde yaşamaksa yaşayalım Kur’an-ı Kerime sarılalım gelecek için zaman kaybetmeyelim…
***Bu konuyu kendimize ölçeklersek, tarihin yükünü kaldırırsak, geçmiş ideolojimizi (ülkücülük, kominizm vs) bırakırsak tarihi kavgalar bitmesinde önemli bir aşama katedebiliriz…. inş (ALLAHU ALEM/ALLAHBİLİR)
Birde kötü haberler, adaletsizlikler vs birer sonuçtur (kötülük geri döner) bu olumsuz sonuçların olmaması için tağutu inkar edip tevhidi yaşarsak dosdoğru olmamız için gerekli adımları atmış oluruz, bir anlamda tarihin yükünü geleceğin yükünü üzerimizden atmış oluruz (Ankebut 13 ve Nahl 25: bizi bu konuda uyarıyor)
Sözlerimi yazdiklarini KANIYLA imzalatan değerli üstad, büyük düşünür ve kıymetli Muallim Sehid Seyyid Kutub ile bitiriyorum;”KUR’ANI KERİM BİR CAGRI KITABI, BİR SOSYAL DUZEN ANAYASASI, BİR HAYAT KILAVUZUDUR; BİR RIVAYET, BİR GONUL OKSAMA VE BIR TARİH KİTABI DEGİLDİR!”
Kendimiz adına ve başkalarını sapıttırarak yüklendiğimiz şimdiki ve gelecekteki yüklerimizi günahımızı zülmümüzü fasıklığımız vs kaldırmak için Kur’ana uyalım ve Sünneti yaşayalım.
ALLAH BİZDEN YAŞADIĞIMIZ TARİHİN , GÜNAHIN, FASIKLIĞIN, ZALİMLİĞİN, GELECEĞİN …. VS YÜKÜNÜ KALDIRMAK İSTİYOR.
NOT: BU YAZI GEÇMİŞİ TARTIŞIP ÇEKİŞİP DURAN, SÜREKLİ BU ELEŞTİRİ İÇERSİNDE YAŞAYAN GELECEĞE BAKIŞ AÇISINI SAPLANTILARDAN, İDEOLOJİLERDEN ÇIKARAMAYAN İNSANLAR İÇİN YAZILMIŞTIR.
Yazan:m Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
Dogrusu bu yaziyi çok sevdim.
Hemen her ülkede siyasî bir propaganda araci tarih. Yerine göre milletler arasi yerine göre dinler arasi bir kavga gibi gösteriliyor. Yazarin dedigi gibi irklar veya siniflar kavgasinin modasi geçti ama etkileri sürüyor.
Meselâ esitlik konusunda mangalda kül birakmayan avrupali aydinlar hâlâ Afrika’yi (ve afrikalilari) hiç bir zaman gelismemis bir kita olarak görürler ve bunun sebebini açiklamak için bin türlü teori gelistirirler : Iklim, güçlü komsular, vb. Oysa Eski Misir’dan daha eski ve Zenci Firavunlar diye anilan bir uygarlik kurulmustur Misir, Sudan, Etyopya bölgesinde. Ama “beyaz adam” çok sevmez bu konudan konusmayi çünkü “yaldizli koloniler tarihi” nin boyasini asindirmak istemez.
Huntington gibi “medeniyetler çatismasi” kisvesi altinda dinler arasi savasin “normal, kabuledilebilir” hatta “insanligin kaderi” oldugunu iddia edenler arasinda fanatik hristiyanlar kadar fanatik müslümanlari da görmek tarihin bir cilvesi herhalde 🙂
Etkilerinin günümüzde hâlâ sürdügünü düsündügüm Haçli savaslari da bu yanilgilara iyi bir örnek. Lübnan’li yazar Amin Maaluf’un sahane kitabi “ARAPLARIN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERI” ‘inde yazdigi gibi haçlilar kisa sürede Ortadogu’nun savas, siyaset, ticaret karisimindan olusan karmasasi içinde yer aldilar. Asimile oldular. Kitaba göre bölgeye yeni gelen bir alman haçli ordusunun meselâ bazi arap ve türk beyleri ile birlik olup türk-kürt-fransiz karmasina karsi savasmasi nadir bir olay degildi.
Kanimca en gerçekçi yaklasim tarihteki mücadelelerin aidiyet savaslari (irk, din, milliyet…) degil çikar çekismelerinden olustugunu söylemek olacak.
Elbette ki sultanlar, krallar, komutanlar ellerindeki bütün kartlari oynadilar : Tanri adina, Isa adina, simdi de özgürlük ve demokrasi adina insanlari birbirlerine kirdiriyorlar. Ama tarafsizca bakinca savaslar hep hammadde kaynaklarinin veya ticaret yollarinin egemenligi yapilmis gibi.
Düsünün bir kez Bush TV’ye çikmis, “sevgili gençler! Ben ve arkadaslarim iraklilarin petrolünü çalmak istiyoruz, bunun için bir milyondan fazla irakli öldürdük, sizin de ölmeniz icab ediyor!”
Dostlukla
Yazan:ahmet tunahan Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
Tarih, geçmişten ne almak istediğinize göre size sunum yapan bir bilimdir.Ama biliyoruz ki tarihi unutmayan milletler daha uzun,daha huzurlu,daha üretken yaşamışlardır.İlber Ortaylı hoca son dönemlerde özelliklede gençliğimize Osmanlıyı sevdirdi.Okuduğum bir çok eserinden aldığım izlenim şu; ön yargılı bir insan değil.
Yazan:mr^sair Tarih: Mar 6, 2007 | Reply
Sanırım bazı hususları belirlemekte fayda var.
Astığım yazı da insanoğlunun anlaşılmak üzere incelenmesinden söz etmiştim: İnsandan söz ettiğimize göre, akıldan da söz edebiliriz. Akıldan söz edeceğimize göre; akıl, irade ve seçebilirliğini eğiten özelliklerden de bahsedebiliriz.
Araştırmak ve bulmak; insanın akıl, irade ve seçebilirliğini eğitir. Eğer her şey hazırlanmış olsa idi, o zaman insan tembel olurdu. Yine her şey açıklanmış olsa idi, aklın hiçbir önemi kalmazdı ve insanın seçme kabiliyeti de bulunmazdı. Nasıl ki, hayatımız için gerekli olan gıda, giyecek ve mekan gibi ihtiyaçları arayıp buluyoruz; işte medeniyet için de gerekli tedbirleri ve kanunları da öyle arayıp buluruz.
Bunlardan ilk saydıklarımı tabiat de ki koşturmacamız neticesinde elde edebiliyoruz. Diğerini ise nerden bakıp bulacağımız ise tartışma konusudur. Bu insanlık tarihi boyunca tartışılmıştır. Bunun için savaşlar yapılmış, kan ve gözyaşı dökülmüştür.
Eğer, bu ikincil tedbir ve kanunları Kuran-ı Kerim ayet-i kerimelerinden, Peygamberlerin, bilge kişilerin öğretilerinden aranıp bulunacak ise bunların yanına tarih mirasını da eklemek gerekecektir. Çünkü, nasıl ki Kuran ayetlerinden haberdar isek, tabiat ve içtimai ayetlerden de haberdarız. İnsan aklı bu anlamda sınırlanmamıştır. İnsanın, yaratıcılığı (nıspi ve izafi anlamda. Ali Şeriati’ nin bu konuda kayda değer açıklamaları vardır) nın temelinde yer alan kâide de budur.
İnsan; ilim ve bilgileri bundan öğrendigi gibi, hayata ait hukuk, vazife ve edepleri de öğrenir. Kuran insanın düşüncesini ve ibretli bakışlarını hem bu hakikat ve varlık sayfalarına, hem de toplumsal hayatın sayfalarına çekmiştir. Halen akıl edemediğimiz de bu olsa gerek…
Sözü edilen önce ki kavimlerin kıssaları ile kavranması gereken nedir? Tarihin dogru okunması ile öğütlenen: Güzel örnekler almak, teşvik etmek, şecaat ve cesaretli olmanın yanı sıra hakkaniyeti gözetmektir. Siz, tarihi doğru anlayamaz iseniz, “biz atalarımızı böyle gördük” der; Risaletin kesin delili olan kıssaları duydugunuz da “bunlar eskilerin masalları” deyip geçiştirirsiniz. Bu tip bir mantık, eski olanın aynı zamanda nasıl yeni olabileceği sorusunu gündeme taşır.
Anlatmak istediğim nassların delaleti gibi tarihin şehadeti de muteberdir. Bu fıkıh da karşımıza çıkar. Böylelikle toplumsal hayatın gerekleri, tarihsel olayları, ibretleri, fıkıh ilminde konuşmak gerekir. İnsan, zaman, mekan değişkenlerini bir kenara bırakalım, nassa sarılalım düşüncesindeki arkadaşlar, kıyaslamalarını yanlış yapmaktadır. Akaidin usul ve esasları kendi içerisinde, fıkhın da usul ve esasları kendi içerisinde değerlendirilmelidir. Bunu yapamaz ve gerekli tasnifi layıkıyla yerine getiremez iseniz, “ümmetin ihtilafı rahmettir” hadisini yanlış anlar ve fer’i meselelerle de kalmayıp varlık ve temsil mücadelesi haline dönüşen ayrılıkları, bu söz ile açıklamaya kalkışırsınız.
Seyyid Kutup’un edebiyata kadar her şeyin konusunu doğrudan doğruya İslam’dan alması gerektiğine dâir düşünce değişimini ve Siyaset ile İslam ‘ın özdeşleştirilmesine müteallik çabalarını, aksiyoner kişiliğini öne çıkararak (M. İslamoglunun da bu konuda, yalnız aksiyoner kişiliğin öne çıkarılıp, ilmi ve fikri yönünün göz ardı edildiği üzerine ifadeleri vardır.) okuyan samimi ama kendi kendisine tutuklanan Müslüman kardeşlerimizin bu tip sürüklenmelerini anlamaya çalışıyoruz. Ama hâlen, “din siyasettir” söylemleri ile kapıldıkları rüzgarın sürükleyici bağlarını hissetmeyen arkadasların, haklı oldukları tarafları, bu sloganlar ile etkisiz kıldıklarını fark edememeleri üzücüdür.
En önemlisi, ictihad ve kanun koyma üzerine tartışmalar da bu konunun üzerine giydirilebilir. Ama bunlar vahyin kesildiği, Müslümanlar arası ilk siyasi ve dini ihtilafların zuhur ettigi, nassların kapalı şekillerinin de farklı biçimlerde anlaşılmaya başlandıgı dönemlerden bu yana gerek ekonomik refahın artması gerek iç ve dış mihrakların geriletici nüfuzu, ve tabi ki dışa açık olan bir dinin yabancı din ve kültürlerin tesirinde kalması şeklinde özetlenebilecek meselelerle sürekli yüz yüze olunmuştur. Felsefi cereyanların etkisinden tutun da, Kelam ilminin doğuşuna kadar birçok tartışma konusu tarihte de oldugu gibi bugün de karşımızda durmaktadır. Tartışmalar yepyeni bilgi ve görüşlerle tazelenmekte, süzülmektedir. Bunları anlamak için tarihin doğru okunup yazılması meselesi karşımıza çıkmaktadır.
İnsanlık tarihi boyunca, resmilik oldugu kadar, gayr-i resmilikte olmuştur. Yeter ki, söze ket vurulmasın, düşünceler prangalanmasın… Eti, kemiği, canı, kanı olmayan bir “resmi tarih söylemi” sözünün yanlışlıgı açıktır. Bir süreliğine yasak koyar men edebilirsiniz, ama tarih ve insanlık bunun çetelesini tutmaktadır. İtiraz edebilmek için elinizdeki imkanları kullanın ve aramaya, taze ve ince bir zekanın ürünü pörsümez eleştiriler sunmaya devam edin.
Devam etmek isterseniz, sâirin kapısı açık… Teşekkürler…
Yazan:TSD Tarih: Mar 7, 2007 | Reply
Değerli Dostlar,
Yoğun meşguliyetim nedeniyle tek tek mukabele edemiyorum, lütfen kusuruma bakmayın.
Hepinize çok teşekkür ederim güzel yorumlarınız için. Hepiniz meseleye ilşikin olarak çok önemli noktalara değinmişsiniz.
Bu konu aslında çok önemli ve ben burada teorik bir çerçeve çizmeye calıştım. Aslında bunu pratik olarak açmak gerek ve maalesef yanlış bildiğimiz pek çok olay var.
Bu bağlamda spesifik örnekler için Mustafa Armağan’ın kitapları yardımcı olabilir. Oldukça üretken bir yazar olan Armağan, tarih konusunda son yılların önemli isimlerinden birisi.
İlginizine ve katkılarınıza tekrar teşekkür ediyorum ve devamını diliyorum.
Hürmetlerimle..
Yazan:Arzu Tarih: Mar 7, 2007 | Reply
Peki bir soru sorayım o halde;
Objektif tarih yazmak mümkün mü sizce? Ya da tarih nasıl yazılır?
İnsan elinden çıkan ve sadece gördüklerini yazabilen insanoğlu, 3 boyutun dışına çıkamayan mahdut varlık, tarihi nasıl yazabilecek ki?
Suçlu tarihçiler mi? İşgüzarlar mı?
Belki ilerleyen zamanlarda teknoloji çok fazla gelişir de tarihi kaleme ta bu denli zor olmaz.
Yazan:TSD Tarih: Mar 7, 2007 | Reply
Arzu Hanım,
Bence objektif tarih yazmak mümkün değildir. Sizin de dediğiniz gibi insanoğlu üç boyuttan çıkamayan sınırlı bir varlık. Tabiatı itibarı ile tarihi yazanlar ve aktaranlar da içinde yaşadıkları çağa aittirler ve bu tarihsellikten isteseler de kaçamazlar.
Ama aradan geçen yıllardan sonra okuma yapanların avantajları var. Dönemin öncesini/sonrasını ve farklı bakışları inceleme imkanı bulmak gibi.
Burada “suç” dediğimiz zaman suçlu aramamız gerekir elbet, objektif olmaya çalışan ama hatalı analiz yapan tarihçiler olduğu gibi işgüzarlık yapan ya da ideoloji besleyen tarihçiler de mevcut.
Yazmakta değil ama okumakta maximum nesnelliğe ulaşabiliriz gibime geliyor. Tam bir nesnellik hiçbir zaman mümkün değildir tabi.
Benim görüşüm bu şekilde.
Selamlar.
Yazan:Öncü Nesil Tarih: Mar 7, 2007 | Reply
TARİHİNDE BİR AMACI VARDIR
Hüseyin, bize şehâdetinden daha büyük bir ders vermiştir: Hacc’ı yarıda kesmek ve şehadete yürümek! O, bütün geçmişleriyle ecdadının atası ve babasının, ihyası uğruna cihad ettikleri Hacc’ı yarıda keserek şehâdeti seçiyor. Evet, Hüseyin Hacc merasimini bitirmiyor. Hüseyin böyle yapmakla, tarihin tüm hacılarına, tarihin tüm namaz kılanlarına ve İbrahim’in sünneti’ne inanan herkese şunu öğretmek istiyor: eğer imamet olmazsa, rehberlik olmazsa; eğer hedef olmazsa, eğer Hüseyin olmaz da Yezid olursa, Allah’ın Evi’ni tavaf etmek, puthaneyi tavaf etmekle eşit olur. Hüseyin Hacc’ı yanda bırakıp Kerbala’ya yöneldiği anda tavafa onsuz devam edenler, Muaviye’nin yeşil sarayında tavafa duran kimselerle müsavilerdirler”. “Hacc”! Put kıran İbrahim’in sünneti. “İnsanların evi”nde ya da Allah’ın Evi’nde – ne fark eder?- Ustad Sehid Ali Shariati (TH)…
Peygamberler olmasa, böyle alimler (SEYYİD KUTUB ve niceleri gibi) olmasa yaşamaya örnek olmasa bakmakla görmek arasındaki farkı din konusunda gerçek anlamda anlayamazdık.
Kur’ani bilgilerimiz çerçevesinde tarihe bakışımızla ve Kur’anı yaşamamız çerçevesindeki tarihe bakışımız dahi farklılık gösterir, samimiyet ölçümüze göre kendi kendimizin yalancısı durumuna düşeriz, çünkü çok okumak, bilmekle ile yaşamak arasıdaki farkı bize Peygamberler alimler vs.. gösterir.
İnsan tevhid dinini yaşayarak bir bütünlük içersinde fıtrat iman bütünlüğü içersinde tarihi amacına yönelmelidir.
Kur’an ilmi herkezin kalbine yerleşemez, ama ilmi herkez kullanabilir, ancak yanlış kullananlardan olmayalım bu tür yanlış kullanımlar sonucunda tarihide yanlış okuruz “millet” denen nesneyi hayatın ortasına koyarız ve araç olacakken amacımız olur. . Mesela “Akaidin usul ve esasları kendi içerisinde, fıkhın da usul ve esasları kendi içerisinde değerlendirilmelidir” demeyelim Kuran bir bütündür vahdet özelliğini bozmayalım buda bize yine yanlış tarihsel çıkarımlara neden olur hayatın amacından Allah korusun habersiz kalırız.
Yazan:Ecenaze Tarih: Mar 7, 2007 | Reply
Mustafa Armağan ı
http://pazar.zaman.com.tr/?bl=5&hn=398
Rafine bilgi açısından tavsiye ederim..
Özellikle de
http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=137122
Akdenizi Amerikaya dar ettiğimiz günler gibi yazılar okuyunca,
“demek ki isteyince oluyormuş, hey gidi günler hey” demeMek işten değil!
sayg.
Yazan:mr^sair Tarih: Mar 7, 2007 | Reply
Bilginin tecrübe ve müşahade ile değil de, otorite kabul edilen kimselerin eserlerine müracaat edilerek elde edileceği inancı hâkimdir; ama bu yanlıştır.
“Özünün bilincine erişen, özgür ve yaratıcı varlık insandır” fikrinden yola çıkarak, insanoğlunun bu yönüyle Tanrısal sıfatları sakladıgını ve yeryüzünde “Allah’ın halifesi” olma sorumlulugunu üstlenmesi gerektigine dâir açıklamaları alıntı yaptıgınız Ali Şeriati ‘nin “İnsanın Dört Zindanı” isimli kitabında bulabilirsiniz. Hacmi küçük ama yogunlugu yüksek bir eserdir; çarçabuk okursunuz Oncu Nesil…
Şimdi, “Kur’an bütündür vahdet özelligini bozmayalım” dediginizde, sirenler ötmeye başlar. Bu iddianızı yerleştirdiginiz cümle içerisinde ardı sıra, “yanlış tarihi çıkarımlar” ve “hayatın amacından habersiz kalmak” gibi saptamalar ise bütünüyle yanlıştır. Çayınızı, yemek kaşıgı ile değil, çay kaşıgı ile karıştırmaktan vazgeçmeyin.
Kur’an da her şey yer almaz, ve her şey de aranmaz: O bir ilimler ansiklopedisi degildir. O’ nda, tafsilat yoktur; öz vardır. Nasıl ki; tabiatte farklı biçimlerde buldugumuz hammaddeleri işleyerek farklı suretlere sokup, bambaşka bir fonksiyonellik katarız; akabinde elde edilenide tabiatte aramayız… İşte, özü barındıran Kur’an dan neşvü nema bulan ilimleri ve fikirleride, çıkardıgımız hükümleride yine yarattıgımız şekliyle aramayız. Mamulün son halini yine tabiatte aramadıgımız gibi, hükümleride o şekliyle Kur’an da aramayız, çünkü ona insan temas etmiştir. ve Rahmanilik için de o şekliyle aramak dogru olmaz. Burda bir ince nokta var ama… O da, bu farklı biçim tabiatte yok diye, başka bir alemin mahsülü demeyiz. Ya da, Kur’an kaynaklı hükümleri hafife almayız… Ama dikkat edilmesi gereken, Kur’an dan deliller aramak/bulmak ne olursa olsun yine deliller çıkarmaktır ve akli hükümdür. Bu gerçeğe temas eder veya etmez, tartısılır…
Şer’i hükümler içerisinde, sabit, hiç değişmeyen hükümler oldugu gibi, zamana göre değişen hükümlerde vardır. Bu değişken olanlar; zamanın önemine, mekanın durumuna, şartların gereğine, tarihi hususiyetlere göre (daha önce ki yazımda da, zaman, mekan ve tarih üzerinde durmuştum) değişirler. Kölelik meselesi gibi, toplumun durumuna ve iktisadi muamelelerin gereğine göre değişen, kaldırılan, farklılaşan durumlar vardır. İslam Cahiliyye adetlerinin hepsini de kaldırmamış, farklı biçimlere sokmuş, kısaca tevhidi payandalara yaslamıştır. Demek ki; önce ki topluluklarda da olan hüküm ve tarihi değişimleri incelemek lâzımdır ve bunu yalnızca elinizdeki dökümanlar ile sınırlayamazsınız. Eğer öyle olsa idi, İslam ve tüm diğer Peygamberler, kendilerinden önce ki şeriatleri tamamen kenara atar idi. Tarih sırf bunun için dâhi göz ardı edilemez. (Kıssaların gerçekte anlattıgı ve tarih ile baglantısından da bahsederek, önemine değinmiştim.)
Farklı bilgi ve birikimlerin kendi alanlarında değerlendirilmesini ve bunların netice de en baştan beri üzerinde durdugum “insanı anlama” koridorunda kandil olarak kullanılması gerekir. Akaidi, mantıgı, fıkhı, tarihi, felsefesi, kelamı, matematigi vs… tüm bunların, kendi açıklayıcılıklarını mâlumun anlaşılması için seferber etmesi gerekecektir. İcma için bunlar şarttır. Yoksa, tek renk kalemle defterinizi boyar durursunuz. Mantıgı ele alalım mesela, Gazzaliden bu yana felsefi ilimlerden olan mantık, kelam ilminde de benimsenmiştir. Bunlar İslam Akaidini açıklamaya yarayan ilimlerdir, yani böyle kullanılmışlardır. Seyyid Kutup dâhi, mantık ve matematik görmüştür. İbn-i Haldun’un Mukaddime eserinde (Süleyman Uludag’ın çevirisi) kelam ilmini akli deliller ile imani kaideleri savunmayı ve itikadi konularda bid’atleri reddetmeyi kapsayan bir ilim olarak tanımlamıştır. Eger siz, “Kur’an a sarılalım” mesajını verdiginizde, çok farklı ve çok dogru bir sey söylediginizi düşünüyor iseniz, İslam Tarihin’e daha dikkatli bakın derim. Mezhepleri ve siyasi, düşünsel ihtilafları açıklamanız bu noktada güçtür. Herkes, Kur’an dan çıktıgını söyler durur iken, ve kendinden olmayanı tükaka ederken sizin “yanlış tarihi çıkarımlar” ve “hayatın amacından sapma” saptamalarınız bir kez daha yetersiz kalmaktadır.
Ortaçağda felsefe, ilim ve metodolojide tamamen Aristo düşüncesi hakimdi. Astronomide, Batlamyus… İşte tecrübe ve müşahade yerine, otorite kabul edilenlerin eserlerine aşırı iltifat neticesi değişen insani beceri bunlarıda süzmüştür. Galileo dünyanın döndügü fikrini ortaya atmasa ve Kepler gezegenlerin hareketi hakkında kanunlar geliştirmese idi, merak etmeyin, halen güneşi döndürür, dünyayı durdururduk… Düşünsenize, tüm dağları, taşları ve okyanusları/denizleri ile dünyayı döndürmek kolay mı ? Demek ki ne yapmayacagız? Tek tipleşmeyecegiz, otorite/alim diye oldugu gibi aldım kabul ettim ön kabulüne girmeyecegiz.
Bu problem millet kavramının anlaşılmasında da yaşanmaktadır. Öncelikle kelimeleri sonra da, sözü yitirdik zaten… Günümüzde bir çok kelimeyi, Suat Bey in farklı tarih yorumlarında oldugu gibi, çok farklı cephelerde nöbete dikiyoruz. Bunlar altı üstü kelime ama siz anlamlarını değiştirdiginizde maalesef, kendi bölük arkadasına karşı cephe savunan asker haline dönüşüveriyor. Bir defa, Kur’an da millet, bir dine bağlı insan toplulugunu çerçevelemesi bakımından, din anlamında kullanılmıştır. Etnik ve kültürel farklılıklar ise daha ziyade “kavm” kelimesi ile ifade edilmiştir. Bunun ırkçılık haline gelebilmesi için, satır aralarında; kibir, hor görme, zulm, hak ve hukuk çiğnenmesi gibi durumlar olmalıdır. Değil ise, milliyetçi olmak ve milletini izhar etmek; garipsenip, alaşağı edilecek, hatta aşağılanacak bir durum değildir. Birileri, ırkçılık halini almış his ve düşünce boyutuyla bu yola sapmış kimligi, milliyetçilik olarak tanımlıyor ise, bundan hareketle, ne Türküm diyenler suçlanabilir, ne de Kürdüm diyenler…
Bu ayrılık konusu yapılmamalıdır. Ben şahsen Müslüman Türküm, bunu açıklamanın gereksiz oldugunu, ve kendi insanına karşı bayrak açmak gibi gereksiz oldugunu söyleyecek varsa beri gelsin… Bu, dinin reddettigi bir sey de degildir. Ne zaman, din buna dur der peki? Belirttigim gibi, üstünlük taslama, kendinden olmayanı hor görme, kendi fikir ve düşüncesini yüceltme/noksansızlık (ki asıl yobazlık budur) halini alıp, hak ve hukuk sınırlarını aşar ise o zaman elbette ki herkesin bunu lanetlemeye de hakkı vardır. Mamafih; farklılıkların yaratılış gereği oldugunu unutmaksızın, tanış ve kaynaş olmaya devam edecek isek, kapılar açık.
Tarih yazmak mümkün oldugu gibi, tarihe yazmak da mümkündür… Şuan ne yaptıgımızı zannediyorsunuz?
Suat Bey, uzun zamandır Mustafa Akyol un sitesini oldugu gibi, burada da yazılanları takip ettim. Ben yazmadan evvel okumayı tercih ederim. Çünkü yazmaya başlamak, benim için imza atmak gibidir. Ama, tevazunuzu ve olayları basitçe çerçeveleyip, jüriyi ikna etmeyi bilen münazır kişiliginizi takdir etmeden geçemeyecegim. Bu gencin takdiri size bir şey kazandırmaz, ama bize ilham verir… Teşekkürler…
alelâde bir sâir…
Yazan:TSD Tarih: Mar 8, 2007 | Reply
Estağfirullah, çok teşekkür ederim Sayın Sâir.. Her daim katkılarınızı beklerim..
Saygılar.
Yazan:blue Tarih: Mar 8, 2007 | Reply
Tarihin objektif yazılması mümkün olmadığı gibi çoğu zaman da sübjektiflikten öteye geçilmekte, doğrular yanlış, yanlışlar doğru gösterilmektedir.
Lale devrini bizlere zevk ü sefahat içinde paranın çar çur edildiği, imparatorluğun çöküşe uğratıldığı bir dönem olarak tanıtmadılar mı?
Abdülhamid kızıl sultandı, Vahideddin haindi.
Despot padişahların emri altında inim inim inleyen bir halkın cumhuriyete kavuştuğu (!) masallarıyla büyüdük.
Kadınlara bahşedilen seçme seçilme hakkından, nasıl özgür (!), demokratik (!), laik (!) bir düzen oluşturulduğu yalanlarıyla uyutulduk.
Kimse bize Mimar Sinan’ın mezarını açıp kafatasını ölçenlerden, güneş dil teorisi gibi ucubelerden, Ali Şükrü bey cinayetinden, vs.bahsetmedi.
Derin Sular, bu tip konuları da içeren, ve muhteşem tahlilleriyle süper bir dizi hazırlamış. Özellikle aşağıdaki linklerin okunmasında büyük fayda var:
http://www.derinsular.com/arsiv/2007/01/lale_devrinden_gunumuze_bireysel_haklar_1.php
http://www.derinsular.com/arsiv/2007/02/lale_devrinden_gunumuze_bireysel_haklar_2.php
http://www.derinsular.com/arsiv/2007/02/lale_devrinden_gunumuze_bireysel_haklar_3.php
http://www.derinsular.com/arsiv/2007/02/lale_devrinden_gunumuze_bireysel_haklar_4.php
http://www.derinsular.com/arsiv/2007/02/lale_devrinden_gunumuze_bireysel_haklar_8.php
http://www.derinsular.com/arsiv/2007/02/lale_devrinden_gunumuze_bireysel_haklar_9.php
http://www.derinsular.com/arsiv/2007/02/lale_devrinden_gunumuze_bireysel_haklar_10.php
Yazan:m Tarih: Mar 8, 2007 | Reply
Objektif tarih bir ideal olsa da gerçege bir sekilde yaklasilabilir :
Bir kere Suat Bey’in dedigi gibi anilar önemli bir kaynak. Daha da verimlisi su olabilir : Tarihi yazan kisinin tarihi yazilan ülkeye dost veya düsman olmamasi.
1600’lerde osmanlilar Avrupa ülkelerine bir çok geziler yapmislar. Bu gezi notlarindan hem o zamanin avrupasini hem de osmanlilarin deger yargilarini kavramak mümkün.
Benzer sekilde Osmanli topragini gönüllü veya zoraki kesfeden batililarin anilari da var.
Aklima ilk gelen bir savasta türklere esir düsen Georges de Hongrie (Isminden soylu bir aileden geldigi anlasilan bu kisi sanirim alman asilli). 20 sene Anadolu’da yasayan, önce müslüman sonra da bektasi olan bu “aydin” avrupalinin gözlemleri çok çarpici :
Acaba gene ayni sey söylenebilir mi?
Dostlukla
Yazan:Öncü Nesil Tarih: Mar 9, 2007 | Reply
Öncelikle tarih felsefesi kuramları arasında temelde iki anlayış metodunun var olduğunu söyleye biliriz. Tümdengelim ve tümevarım. Birinci görüş islamın görüşüdür. Çünkü toplumlar, konular bir bütündü.
İmanı ahlaktan, ahlakı imandan, imanı ibadetten muamelattan ayrılmaz hepsi bir bütündür.Bunların Çapraz paralel bağlantıları kendilerine göre değerleri vardır. Kuran ayetlerinde, tabiat ve içtimai ayetlerde olduğu gibi, Bu bütünlük içersinde insanlar yaşaya bilir yine bu konularda uzmanlaşabilir. İbadet, ahlak, iman esaslarını, ayetlerini ayrı ayrı tüme varım şeklinde değerlendiremeyiz. Hepsi bir bütündür, tümden gelimdir. Topluluklara bakın eskiden nasıllardı, bir bütündü. Peygamberimiz zamanında dahi tümden gelim kuralı bozulmamıştır. Peygamberimizde kendi döneminin MODERLİĞİNİ yaşadığı halde, asrı saadette çıkan problemleri insanları tek tipleştiririm diye düşünmemiş tümden gelim ne ise onu tatbik etmiştir.
Kur’an asrı saadette çıkan sonuçları da vahiy yoluyla yönlendirilmesini sağlamıyormuydu, cahiliyenin va küfrün mantığı değişiyor mu da bir parçasının manası günümüzde değişsin; parçayı gözümüzde çok büyütüyor sanki insan müstakil parçasıda müstakilmiş gibi çözüm yolları arıyoruz. Kuran ayetleri gibi tabiat ve içtimai ayetlerde bir bütündür müstakil değildir. Kuranın bazı özel durumlar da özel hükümler çıkartması amacı ve bütünlüğü değiştirmiyor.
Tüme varım da amaç ve hikmetini düşünürsünüz ama bazende amaç va hikmeti yine tüme varım mantığı içersinde Kur’an da bulursunuz yani tümden gelimde ilahı mesajın içersinde vardır. Mesela ; Ey iman edenler oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizede farz kılındı. Bu ilahi talimatın ardından oruç ibadetinin insanda gerçekleştirmek istediği amaç açıkça yer alır. “Lealleküm tettekün” umulurki sorumluluk şuuruna ulaşırsınız- umulurki muttaki olasınız. Ama domuz eti haram edilmiş ve hikmeti açıklanmamıştır. Şimdi parçadan tüme nasıl gideceğiz araştırmalar domuz eti insan etine benziyor kıskançlığı alıyor diyor ama bakalım hikmeti amacı gerçekten öylemi nasıl bileceğiz?
Hızır aleyhisselamında davranışlarına istinaden Musa a.s. parçadan tüme giderek bir hikmet, bir batın bulamadı, anlayamadı o peygamberken bulamıyorsa, bizler biraz mütevazi olsak iyi olmaz mı? İşte ABD ve benzerlerinin mütevazi olmayışlarının yarattığı dünya…
ABD veya hrıstiyanların tümden gelim bir kitapları olmadığı için daha çok tüme varımı hevaları nefisleri doğrultusunda metod olarak uyguladıkları yaşadıkları için sürekli hata yapmaktadırlar. Tümden gelimin aslını, anlatmak istediğini bilmeden tüme varım yapmaktadırlar. Tümden gelim yani incil doğru olmadığı için yaptıkları ilim fikir çalışmalar araştırmalar havada kalmaktadır. İnsanın özünü anlayamamaktadırlar.
Doğan Cücenoğlunun şöyle bir şey anlattığını duymuştum ; Ben o kadar kitap okudum, belki kütüp hane kadar, o kadar üniversiye gittim, o kadar seyahat ettim, okadar toplantılar yaptım dünyanın haline bak, ama benim bir şey görmemiş annem bir gün ne dedi biliyormusun. Karıncaya basmak üzereyken “Oğlum basma onunkide can….” ?!?
İnsan Allah’ın zatını öğrenmeye gelmemiştir, zaten bu yasaklanmıştır, ayrıca insanın bir parçası olan ruh hakkındada bilgi verilmemiştir, insan ayetleri görmeye, anlamaya, ibadet etmeye, yaşamaya, iman etmeye gelmiştir, bu işte ben peygamberimiz kullandığı yöntemi kullanırım.
Elbette Allah’ın kelimeleri okyanuslar mürekkep olsa bitmez ayetine istinaden Kur’anda her şey yazmıyor yani Kuranda yaşamamız için kulluk için gerekli bazen genel bazen özel hükümler açıklanmıştır.
Bir şifreyi çözerken, başka binbir şifre ile karşılaşılmaktadır, buda insan insan için tarihsel bir gerçektir, yukarda dediğimiz gibi her gerçeğin temel kuralı insan ziyana girmesin diye tümden gelimde açıklanmıştır. Detay kuralların da ise tüme varım yapılabilir.
Tevbe suresi 2. ayette ki müşriklere verilen süreyi düşünün iman etmeleri onlara gelen Tümden gelimi kabul etmeleri için, onların yaşadığı tüme varımlara “la” yok demeleri için bir süre verilmiş değilmi? Müşriklere tümden gelimi kabul edip Allah’ın adıyla yaşamaları için , Allah’ın adıyla okumaları ve iman etmeleri için 4 aylık bir süre sonrada hac mevsimi eklenip bir öyle dört aylık süre daha verilmemiş mi?
Her şeyi tüme varım noktasında düşünürsek bir bütünü göz ardı eder aklı ön plana koyarsak, Hizbullah kendisinden belki 400 kat daha kuvvetli İsraile karşı şavasmazdı, sonra buda tarihe böyle geçerdi, sonuçlarını siz düşünün artık.
Demek ki islam aklı son hüküm sayan pozitivist düşünce ve felsefeleri reddeder. Hevanın güdümündeki akıl ile doğru hükme veya hikmete ulaşılamaz. Önce tümden gelimi bileceğiz kabul edeceğiz yaşayacağız.
Evet islam akla bu kadar önem verirken onu hiçbir zaman son karar yeri fayda ve zararın son hakemi yapmamıştır, yoksa vahye, hesaba ne gerek kalırdı, imanın ne anlamı kalırdı.
Tümden gelim iman eden insanın sahabe gibi yapacağı iştir. Tümden gelim vahyin doğrultusunda bir hayattır, kolaylıktır.
Tüme varım ise bir bütün içersinde düşünülmediğinde, bütünü bilmediğinde yaşamadığında bir inanç isabetlemesi, denemesi, çalışmasıdır, araştırır durursun, başkasıda başka sonuç çıkarır. Aklı ilahlaştıranlar işte buradadır, laikliği, faşizmi, kominizmi kapitalizmi bulanlar buradadır, yaşadığın gibi inanmak insanın hevasından olduğu için yani şu anı sonraki ana tercih ettikleri için tüme de pek varmak istemezler. Fikri kirlenmenin temizlenmesinin de kolay olmadığını tüme varım açısından burada düşünmek lazım.
Elbette Kurana göre “defile caizmi” diye bir soru sorulursa tümden gelim ile yine çözülür çünkü cahiliyenin ve kafirin mantığı değişmemiştir. Kuranda islamın dışında kendisinin dışında hiçbir şey sistem olarak kabul edilmemiştir, “la” diyecen geçecen, çünkü bu sistemler ayağı yere basan geçerli sistemler değildir. Burdan kapitalizme veya adı ne olursa olsun her hangibir yanlış sisteme hizmet eden defilenin caiz olmayacağını tümden gelim metoduyla bulurum. Düşmana karşı o zaman beslenen atlar ayetine istinaden yine tümden gelim metoduyla, tankı olan düşmana karşı tabiattaki demiri değiştirerek tank yaparım. Tank sanki Allah’ın ayeti değil midir, kılıçta olduğu gibi, tank yaptım diye hükümleri yine ayrı ayrı değerlendirmem, bir bütünün parçalarıdır. Bunu nerden biliyoruz ruhlar aleminden..
Yani bir konuyla ilgili hükümlere o konuyla ilgili tüm ayetlere bakarak karar vermeye çalışırım ancak o konunun dışındaki konuları göz ardı etmem, yani kitabın bütününden dışarı çıkmam.
Son olarak atasözleri ile yaşamam; Kur’an ve sünnet varken boşluk bırakılmamışken, naslar çerçeveyi çizmişken niye atsözleri ile yaşayayım ki? Reyimi kullanırken bu noktada tüme varım kullanılabilir, oda muhkem ayetler çerçevesinde, tümden gelim çerçevesinde.
Birisi konfüçyüzden şurdan burdan bir şeyler söyleyecek Kur’an sünnet dururken ben onlara tabi düşünceler hazırlayacağım tüme varım mantığı bir çeşidi de bu olsa gerek.
Çaydanlıktan (Kur’an dan) süzülen çayı içmeye devam edin…
Sonuçta tarihinde TEK amacı var ve Kuran tarihi okumamız için bir rehberdir, Kur’an-ı okuyamazsak tarihide okuyamayız.
*Yanlış anlamış, anlatmış, yanlış uslüp kullanmış olabilirim, kötülükler bana aittir, özürdilerim. Allah (azze ve celle) affetsin, doğru yola ulaştırsın.
Yazan:Talha Can Tarih: Mar 10, 2007 | Reply
Elinize sağlık Suat Bey,
Çok önemli ve güzel bir yazı olmuş. Bu konu da hemen her millet gibi bizim de çıkmazlarımız var. Bazı yorumcu arkadaşlarında vurguladığı gibi tarihi objektif yazmak ve okumak gerçekten zor ve bir o kadar da önemli bir konu. Son zamanlarda bu kabuğu kıran yazarlarımız var. Mustafa Armağan gibi. Okumak ve analiz etmek kadar araştırmak da önemli. Bizim için sorun şurada yatıyor: Şu an daha bir kez bile açılıp bakılmamış bir milyona yaklaşık Osmanlı arşivi var ve bir o kadarı da yurtdışına, SEK’e satılmış.
Sayın Edebali güzel bir örnek vermiş, bahsettiği komutan Hülagü’dür. Mehmet Niyazi bu muallaktan bahsediyor.
Muhabbetle…
Yazan:mr^sair Tarih: Mar 10, 2007 | Reply
Oncu Nesil, gönderdigim son yazıya karşılık mı yazdınız? Şu saat itibari ile okuyor, okuyor, okuyorum… Acaba yazdıklarını mı anlatmak istemiş diye, tekrar tekrar okudum. Söze başlar iken yaptıgınız yanlış tarih felsefesi metod ayrımını görmezden gelerek okumaya devam etmiştim ki, devamını okudukça, aynı hoşgörüyü göstermem imkansızlaştı. Çünkü, inanın çok fazla mantık ve daha önemlisi bilgi hatası yapmışsınız.
İlkin kısaca tümdengelim ve tümevarım metodlarını açıklamakta fayda var. İkisi de birer bilimsel metoddur. İlk bakışta, tümevarımı “parçadan bütüne” süreç olarak düşünebilir, zihninizde böyle canlandırablirsiniz; ama bununla ilgisi yoktur. Hidrojen ve iki tane Oksijen atomundan H2O ya ulaşılır türünden bir kavrama ve örnekleme yoluna ise sakın gitmeyin. Parça bütün ilişkisi tasavvufta bahsi geçeN bir konu olabilir. Keza, tümdengeli mi de , sentezlenme olarak düşünmeyin. H2O ayrıştırılır ve H ile O2 çıkar gibi bir tümden parçaya ulaşma yöntemi değildir, alakası yoktur.
İkincisi, kuram oluşturma yahut açıklamada (dogrulama-yanlıslama) kullanılan yöntemler oldugundan, bu yöntemlerin üst başlıgı olan bilimsel yaklaşımlardan ayrı düşünülemez. Yani, iki farklı kuram olmadıgı gibi, esas iki bilimsel yaklaşımın metodlarıdır. Nedir bunlar?
Sizin de yazınızda bahsini geçtiginiz Pozitivizm, duyusal ve bireysel verileri kullanır. Deneysel analizler yoluyla, olgular ve insan davranışları hakkında genelleme yapar, ve en önemlisi, tümdengelim yaklaşımını kullanır. Yani düşündügünüz gibi, tümdengelim İslam ın değil Pozitivizmin metoddur. Hele ki, Tümdengelim gibi altı üstü bir bilimsel metod için, İslam’ın görüşüdür demeniz korkunç bir bilgi hatasıdır. Pozitivizm üzerine daha fazla araştırma yapmanızda fayda var.
Diğer bilimsel yöntem ise Fenomenolojidir. Bu da varlıklar hakkında bir idea oluşturur. Düşünerek objeleri kavrama yoluna gider. O nedenle, bu düşünceyi de öz (fenomen) kabul eder. Tümevarım -bitişik olacak- yaklaşımını kullanır. Nitelikseldir. Ölçme aletleri kullanmaz, duyu organları ile ilgilendiginden bunu yapması da yetersizdir zaten…
Üçüncüsü; Tümdengelim de başta bir kuram vardır. Acaba bu yönü ile mi “bu İslam ın görüşüdür” dediniz bilmiyorum; ama inanın bir ilgisi yok. Bir defa en başta bir kuramdan hareket eder. Sonra, hipotezler kurar;
H0 : a=b
H1 : a=!b En az biri digerlerinden farklı
H1 : a>b , a
Yazan:mr^sair Tarih: Mar 11, 2007 | Reply
Yazının tamamını gönderdigi mi sanıyordum, oysa ki çıkmamış. Tekrar yazayım o halde…
Ho : a = b
H1 : a =!b , Birden fazla parametre var ise: En az biri diğerlerinden farklı.. türünde
veya;
H1 : a >b , gibi benim kullanmayı sevmedigim “mü” türü parametreler ile de hipotez kurulabilir. Ardından, alfa önem seviyesi belirlenip test istatistigi hesaplanır vs…
Toplanan verilerle hipotez test edilir ve Ho ın kabul edilip edilmemesine göre de, kuram geçerlidir yahut degilidir. Hipotez kabul edilir ise, kuram geçerli olur ve deneysel ispatla dogrulanmıs olur.
Pozitivizmin tümdengelime dayalı nicel (matematiksel gibi ölçülebilen) metotları bunlarla ugrasır. Fenomenolojik ugraşıda ise, Pozitivist yaklaşımın aksine, baştan bir kuram oluşturulmaz, hipotezler test edilme yerine oluşturulup, açıklanır. Nihâi olarak, genelleme yerine de, anlama yoluna gidilir. Demek ki, Tümdengelim Teolojinin konusuna giremez ve söz konusu kanun koyma, genelleme gibi yandaş başlıklar ile de olsa, birbirine bağdaştırılamaz.
“”””İmanı ahlaktan, ahlakı imandan, imanı ibadetten muamelattan ayrılmaz hepsi bir bütündür””””
“”””İbadet, ahlak, iman esaslarını, ayetlerini ayrı ayrı tüme varım şeklinde değerlendiremeyiz. Hepsi bir bütündür, tümden gelimdir.””””
Tümdengelimin; İslam’ın tam zıddına, -lâ- der geçerim dediginiz türden sistemlerin arasına koydugunuz Pozitivizm (ki bu konuda Comte un Pozitivizmini incelemekte yarar var) in metodu oldugunu ögrendigimize göre, umarım bu cümleleriniz ile düştügünüz hatayı görebilmişsinizdir.
Bir konuya deginmeden geçmemeli… Bunları birbirinden ayırt edemeyecegimizi söyleyip, iman ve amel örnegini veriyorsunuz. Bu konuda mezhebinizi bilmeden bir yorum yapmak istemem ama, imanı:Kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve amel olarak tanımlayan görüslerin, Mu’tezile, Havaric ve Zeydiyye’ye âit oldugunu hatırlatmama gerek yok sanırım. Selef bu konuda iman-ı kâmili anlamıstır. Bu anlamda ibadetler de imanı en üstün noktaya taşımak için elzemdir. İman ve güzel amel birbirini besler, biri diğerini takviye edip güçlendirir. Kısacası birbirleri üzerinden etkilidir ama bu amelin imandan bir parça oldugu anlamına gelmez.
“”””Peygamberimiz zamanında dahi tümden gelim kuralı bozulmamıştır. Peygamberimizde kendi döneminin MODERLİĞİNİ yaşadığı halde, asrı saadette çıkan problemleri insanları tek tipleştiririm diye düşünmemiş tümden gelim ne ise onu tatbik etmiştir.””””
Burada ne kasd ettiginizi anlamak güç. Siz en iyisi tavsiyeme kulak verin ve kavramları ilintili oldugu konuları açıklarken kullanın. Siyaset yorumu yapar iken, futbola âit terimlerle konuşmak uygun olmaz degil mi? Bu arada tümden+gelim = tümdengelim…
Cündioglunun annesi ile ilgili örnegi konu bütünlügü içerisinde bir yere oturtamadım. Defile ve domuz eti hususunda, tümdengelim ile bir sonuca vardıgınız dogru ama bu bir hüküm degildir. Dini teamüller gözetilerek, usulü dahilinde genelleyici bir hüküm özelligi yoktur, yalnız sizi bağlar… “Düşmanın silahı ile silahlanın” ayet-i kerimesi mucibince, modern silahlar ile ordunuzu donatmaya başlamanız bir hüküm degildir. Günümüz savas teknolojisi tankları gerektiriyor ise tank yaparsınız, ama geçmişte bu kılıç ile yürütüüyordu, gelecekte belki de yalnızca yazılımlar savasacak… Yahut, Efendimiz döneminde deve en ideal ulaşım aracıydı, ama bugün çölde oldugu gibi şehirlerde de cipleri kullanıyoruz. Şimdi bu değişimin bütünü yansıttıgını iddia etmek yersiz.
Konfüçyüs, atasözleri vs.. “Çaydanlıktan süzülen çay” mı? Her neyse…
Biraz dikkat olur mu? Teşekkürler…
Yazan:Öncü Nesil Tarih: Mar 11, 2007 | Reply
Burada herkes alim-talebe ilişkisi içinde değil yani öğreten ve öğrenen taraf olmak için değil genellikle “paylaşmak” için buradadır. Ama Bazen herkesin bildiği bir şeyi bir kez daha yazarız, Bazen tamamen yeni bir şey öğreniriz, bazen öğretiriz; en çok da yaptığımız belki paylaşmaktır. Çok teşekkür ederim. Allah’ın Selamı üzerinize olsun inş.
***/***
YOLDAKİ İŞARETLER
Seyyid Kutub Yoldaki İşaretler’in giriş bölümünde, bu kitabı yazış sebebini şöyle açıklıyor: “insanlık bugün bir uçurumun kenarındadır. Doğu ve batı dünyası insani değerler noktasında iflas etmiştir. Batı tarafından insanlığa vaat edilen hiçbir şeyin gerçekleşmediği, tam aksine uçurumun kenarına geldiği, dolayısıyla insanlığın yeni bir yönelişe muhtaç olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Bu sebeple, dünyanın en buhranlı dönemini yaşadığı kargaşa ve başıboşluğun hakim olduğu çağda İslam’ın ortaya çıkma zamanı gelmiştir. İslam ümmeti bu fırsatı kullanmalı ve rolünü ifa etmelidir. Devran, İslam’ın devranıdır. Şüphesiz biz bugün insanlığın tamamen habersiz olduğu meseleyi bilmekteyiz. Böylece bu mevzuu pratiğe geçirmeli ve düşünceyle amel arasında denge sağlanarak bir ümmet meydana getirilmelidir. İslam ülkelerinde kıyamın vücut bulması ancak bununla mümkün olacaktır. Eninde sonunda bütün dünya İslam ülkelerinin hâkimiyeti altına girecektir. Bu İslam’i kıyam nasıl başlamalıdır? Bir öncü cemaat ortaya çıkmalı ve cahiliyetin bütün cihana hükmettiği bu çağda kıyam etmelidir. Bu cemaat dört bir yanını kuşatan cahiliye toplumundan ne zaman kopacağına ve bu toplumla ne zaman irtibat kuracağına karar verebilecek güce sahip olmalıdır. Bu cemaatin, onun önündeki uzun yolun başlangıcına götürebilecek hedeflerine varabilmesi için hangi rolü oynaması gerektiğini öğretecek ve onu asıl görevinin bilincine vardıracak işaretlere ihtiyacı vardır. Bu Yoldaki İşaretler yeryüzünü kuşatan cahiliye karşısında nasıl bir tavır takınmasını gerektiğini gösterecektir ona. Cemaat bu cahiliyete karşı nasıl davranmalı ve bizatihi ne gibi bir tavır sergilemelidir? Halktan ne zaman kopmalı veya halkla ne zaman kaynaşmalıdır? Ne zaman ve hangi şartlar altında İslam’ın diliyle konuşmalıdır halkla? Bütün bunların cevabını, bu işaretler verecektir ona. Yoldaki İşaretler’i niceden beridir sabırla beklediğimiz bu öncü cemaat için yazdım işte…” diyor. Seyyid kutub’un, özlediği ‘Nesil’, ‘Örnek Kur’- an Nesli’ idi. İşte, sahabeden oluşan bu ilk ‘Neslin’ inşasını, meydana geliş şeklini Yoldaki işaretler’de şöyle anlatmaktadır:
1- BU NESLİN BESLENME KAYNAĞI SADECE KUR’AN DI:
Sahabe sadece Kur’an’dan beslenmişti. Başka bir kaynak yokluğundan değil, bilinçli bir tercih neticesinde Kur’an’ı tek kaynak olarak seçmişti. “Biz de bugün bir cahiliyet içerisinde yüzüyoruz. Tıpkı İslam’ın ilk geldiği günlerdeki cahiliyet gibi, hatta daha da katı. Çevremizde bulunan her şey cahiliyet damgasını taşıyor. İnsanların düşünce ve inançları, adet ve gelenekleri kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, prensip ve nizamları… Hatta çok kere İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam felsefesi ve İslam düşüncesi olarak sandığımız şeylerin pek çoğu bunun içinde… Onlar da bu cahiliyetin yapısını taşıyorlar.”
Hz. Peygamber (sas) Hz. Ömer in (ra) elindeki Tevrat parçalarını görünce; Ey Ömer, eğer Hz. Musa (as) da sağ olsaydı, onun da yapacağı şey bana tabi olmaktı, demek suretiyle, sahabenin başka kaynaklardan beslenmesini istememişti.
2- KUR’AN’A YAKLAŞMA VE ONDAN YARARLANMA ŞEKLİ:
Sahabe Kur’an’ı zevk alma, eğlenme, mücerret manada kültürünü artırma, ilmi ve fıkhı iddialarına yeni bir mesned eklemek gayesi ile okumamıştı. Bilakis Kur’an’ı sadece Allah’ın emirlerini öğrenmek ve öğrendiklerini hemen pratiklerine aktarmak için okumuşlardı. Çünkü onlar Kur’an’ın zihni eğlenceyi temin eden bir kitap olarak gelmediğini, bir tarihi, bir edebiyat ve bir hikâye kitabı olmadığını biliyorlardı. Abdullah bin Mesud (ra), biz on ayet alır, onu iyice öğrenir ve hayatımıza aktardıktan sonra diğer ayetlere geçerdik, derken de bunu anlatmaya çalışmıştır.
3- CAHİLİYEDEN AYRILIŞ:
İslam’a giren bir sahabe, geçmiş cahiliye hayatıyla bütün bağlarını koparmakta idi. Bu kopuş fiziken bir ayrılığı değil, fikri, zihni ve düşünsel bir ayrılığı öngörmekte idi. İşte Seyyid Kutub’a göre, Müslümanlar tekrar böyle bir ‘Nesil’ meydana getirmek istiyorlarsa, mutlaka, Sahabenin yetişme tarzında izlenen yol ve yöntemi esas almaları gerekmekte idi. Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler’de cahiliye cemiyetini şöyle tanımlamaktadır: “Allah’tan başkasına ibadet eden ve Müslüman olmayan her toplum cahili bir toplumdur. Yani gerek inanç ve düşünce tarzında, gerek ibadet kastı taşıyan yasalarda ve gerekse hukuki düzenlemelerde ortaksız Allah’a kul olmak ilkesine dayanmayan her toplum cahili bir toplumdur. Bu sebeple komünist, putperest, kapitalist ve faşist toplumlar ile laik Yahudi ve Hıristiyan toplumlar da cahil toplum kategorisine girmektedir. Ayrıca günümüzde Müslüman adı verilen kimi toplumlar da bu cahili toplum kategorisinden sayılmaktadır. Her ne kadar bu toplumlar Allah’tan başka birisini ilahlaştırdığı veya ondan başka ilahlara tapındığı için cahiliye toplumu çerçevesine girmemekte ise de günlük yaşayışı bakımından Allah’tan başkasına kulluk ettiği ve yalnız Allah’a kul olmaya rıza göstermediği için cahiliye toplumuna girmektedir. Günümüzde adı Müslüman olan bu cemiyetler,her ne kadar doğrudan doğruya Allah’tan başka birisini ilahlaştırmamak ise de, uluhiyetin en önemli özelliklerinden birisi olan kanun yapma yetkisini Allah’tan başkalarına vermekte, Allah’tan başka insanların koydukları hükümlere tabi olmakta; hayat nizamı, sistem ve değer ölçüsünü adet ve geleneklerini bu hakimiyet telakkisinden almakta ve hemen hemen bütün hayati değerlerini bu ölçülere göre ayarlamaktadırlar. İslam bu gibi cemiyetlerin de Müslüman cemiyet olmadıklarını kabul etmekte ve kendi değer ölçüsüne göre bunların meşruiyetini reddetmektedir.”
“Biz de bugün bir cahiliyet içerisinde yüzüyoruz. Tıpkı İslam’ın ilk geldiği günlerdeki cahiliyet gibi, hatta daha da katı. Çevremizde bulunan her şey cahiliyet damgasını taşıyor. İnsanların düşünce ve inançları, adet ve gelenekleri kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, prensip ve nizamları… Hatta çok kere İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam felsefesi ve İslam düşüncesi olarak sandığımız şeylerin pek çoğu bunun içinde… Onlar da bu cahiliyetin yapısını taşıyorlar. İşte Seyyid Kutub bu tür İslam görünümlü olan, şekli olarak namaz kılan, oruç tutan ve hacca giden cemiyetlerden akidevi anlamda onlardan kopup uzaklaşmanın zorunlu olduğunu söylemektedir”
“Seyyid Kutub’a göre, Müslüman’ın birinci görevi, cahiliye toplumunun dostluğunu kazanmak ya da onunla uzlaşmak değil, onu temelden değiştirmektir. Rabbani yöntem, bu değişikliklerin nasıl ve hangi aşamalardan geçilerek yapılacağını gösteren yöntemdir. Bu yöntemi Kur’-an’dan başka yerde bulamayız. O halde, Kur’an’ın indiriliş ve uygulanış tarzını iyi kavramamız gerekir.”. Alev Erkilet Başer, age. sh.275
Seyyid Kutub Yoldaki İşaretler’de; metodun da tek olduğunu, kişinin düşünce, heva – hevesi ve şartlara göre yeni metotlar uygulayamayacağını belirterek, şu veciz sözü söylemektedir: “Nasıl ki, Kuran Rabbani ise metodu da Rabbanidir” diyordu.
Seyyid Kutub, Hz. Muhammed (a.s)’ın mücadelesini örnek alarak, İslam’ı insanlara anlatış tarzını, metodunu 3 kategoride incelemektedir:
1- MİLLİYETÇİLİK, IRKÇILIK YAPARAK:
Kuran nazil olduğu Arap toplumunda, ülke İran ve Romalılar tarafından işgal edilmişti. Hz. Peygamber (as) Arapları, bu iki işgalci ülkeye karşı milliyetçilik, kavmiyetçilik bayrağı altında toplayarak mücadelesini yürütebilirdi. Daha sonra da esas gayesi olan tevhidi onlara anlatır ve kabul ettirebilirdi. Bu çok kolay ve kısa zamanda netice getirebilecek bir yöntemdi. Yani, insanları önce kendisine kul eder, sonra da Rabb’inin sultasına kulluk ettirebilirdi. Fakat Allah-u Teala Yüce Peygamberini böyle bir yöne tevcih etmedi ve öncelikle ondan “Allah’- dan başka ilah yoktur” ilkesini haykırmasını istedi. Allah-u Teala Peygamberini ve beraberindeki Mü’minleri yormak mı istiyordu? Hâşâ! Allah-u Teala bütün bunları, sadece bundan başka bir yol olmadığını göstermek için yapıyordu. Maksat yeryüzünü Romalı ve İranlı putun elinden kurtarıp bir Arap putunun eline teslim etmek değildi. Put her yerde ve her çeşidi ile puttur. Yeryüzü Allah’ın mülküdür ve “La İlahe İllallah-Allah’tan başka ilah yoktur” sancağı yeryüzünün üzerine çekilmeden yeryüzünün sırf Allah için olması imkânsızdı.
2- FAKİRLİK-FUKARALIK EDEBİYATI YAPARAK:
Arap toplumunda küçük bir azınlık mal ve ticareti elinde bulunduruyor, büyük çoğunluk ise açlık ve sefalet içinde yüzüyordu. Hz. Peygamber (a.s) fakir, fukara ve yoksul adına içtimai bir bayrak açarak zengin kesime karşı isyan eder ve dolayısıyla zenginlerin ellerinden mallarını alarak fakirlere dağıtabilirdi. Bu takdirde Araplar ikiye bölünerek büyük çoğunluk zenginlere karşı düzenlenecek bir isyanın içinde yer alabilirdi. Böylece Hz. Peygamber (a.s) ekseriyeti kendi yanına çekip daha sonra da La İlahe İllallah davasını bunlara anlatabilirdi. Fakat Allah-u Teala bu yolu da Peygamberine uygun görmemişti. Çünkü Allah, Tevhid bayrağının yanında başka bayrakların dalgalanmasına izin vermiyordu.
3- İFFET VE AHLAK DUYGULARINI KULLANARAK:
Arap toplumunda ahlaki seviye de en alt noktada bulunuyordu. İçki, kumar ve fuhuş alabildiğine yaygındı. Bu dönemin şiirleri içki, kumar ve kadın methiyeleri ile doluydu. Her çeşidi ile çıplaklık ve ahlaksızlık, bu cemiyetin belirgin özellikleri arasında yer alıyordu. Peygamber isteseydi bir ıslahatçı olarak çıkıp, cemiyetin bozulan ahlakını düzeltmek ve toplumu temizlemek için uğraşabilirdi. Böylece, Hz. Peygamber (a.s) o şekilde hareket ederek, başlangıçta çevresinde temiz ahlaklı, sahih ruh safiyetine sahip kimseleri toplayıp, getirmiş olduğu akideyi onlara kabul ettirirdi. Dolayısıyla yolun başlangıcında “La ilahe illallah” davasına karşı çıkanları bertaraf etmiş olurdu. Allah-u Teala peygamberini bu yola da sevk etmiyordu. Çünkü bu yolun da geçerli bir usul olmadığını biliyordu. Nitekim itikadi bir nizamı yerleştiremeden evvel konulacak bütün değer ölçüleri bu şekliyle tutarsız olacaktı.
Bu Dine Sahip Çıkanların Şu Gerçeği İyice Bilmeleri Gerekir: Bu din nasıl Rabbani bir din ise, onun hareket metodu da Rabbanidir, esas tabiatına uygundur. Bu dinin özünü hareket metodundan ayırmak mümkün değildir. Dolayısıyla Rabbani düşünce tarzına ve Rabbani hayata, Rabbani mefkûreden başka bir yolla ulaşılması da imkânsızdır.
Burada sözü edilen yöntem, peygamberlerin ortak yöntemidir, değişmemiştir,
her zaman ve mekan için aynıdır. Çünkü tarih boyunca cahliyye de değişmemiştir. Allah bu yöntemi davetçilerin içtihadına bırakmamış, bizzat belirlemiştir. Rabbani yöntem, davayı dava adamından önemli kılan bir yöntemdir. İçinde yaşanılan cahiliye sistemini, sistemin belirlediği gayri İslam’i yol ve yöntemlerle ele geçirmek, ya da sistemle uzlaşmak, onunla iyi geçinmek, kadroları ele geçirmek gibi yöntemler de, bu yöntemin kabul etmeyeceği bir şekildir. Peygamberi yöntem, İslam’ın cahiliye toplumunda apayrı ve ondan fikren ayrılmış organik bir hareket halinde ortaya çıkmasını gerektirmektedir. Kutub’a göre, İslam hiçbir zaman cahiliyyenin gölgesi altında yeşeremez; hem ondan ayrı, hem de onun karşısında yer alan bir yapı oluşturması gerekir.
Kutub’a göre, İslam’ın cahliye karşısında organik bir yapı olarak ortaya çıkmasının iki yolu vardır: Beyan ve cihad
Yazan:Ayşenur Bulut Tarih: Mar 13, 2007 | Reply
Yorumlar yazıyı amacına daha da iyi ulaştırmış, zahmeti için herekese teşekkürler.
Hafızasını kaybeden insanların hayat hikayeleri ile tarih meselesini bir arada okumak lazım. Tarihi olmayanın ne halde olduğunu daha iyi anlarız sanırım. Ama gerçek olan şu ki, hafızayı yeniden kazanmak başkalarının size anlattıkları ile ters değil doğru orantılıdır.
Yıllardır hergün okullarda kapsül kapsül resmi tarih yutuyoruz, başka bi tanımı yok bunun !
Her duyduğuna inan sanki mankurtlaşmış gibi olmamak için, yüzde yüz gerçek bir tarih öğrenemesek de Suat Bey’in önerdiği yöntem ile “daha doğru bir tarih” bilgisi edinmek mümkün
Yazan:Kadir Berkay Uçar Tarih: Eyl 26, 2009 | Reply
Güzel olmuş tam benim ödeve layikk
Yazan:İsmail Enver Tarih: Haz 20, 2019 | Reply
Teşekkür ediyorum hepinize, tarih okumak ile yorumlamak arasındaki fark daha güzel açıklanamazdı.Tarih, mukayese edilirse zihinleri arşınlar ve bu zihinlerin yapması gereken gelecek nesil için basamak olmaktır ve özetle tarih yorumlanamaz.
Şayet bu yapılırsa elde edeceğiniz veri olmayacaktır.Yazıya yapılan yorumlar dahi cevabı veriyor.Daha yorumların geçerliliğine gelmeden göze çarpan şey, günümüzde böyle yorumlarda bulunan insanlara ender rastlıyor olmamız.Bu durum ancak libidoyu besler.Kurt Gödel Eksiklik Teoremi ile hiç bir verinin kanıtlanamayacağını kanıtlamıştır, inceleyiniz.
Afiyetler dilerim.