Köle-Efendi Diyalektiği Tersine Çevrilebilir mi? Ya da Tamamen Ortadan Kaldırılabilir mi?
By Bahar Pinar on Mar 28, 2007 in Makale
Bahar Pınar
“Bir güne sığdırılan (ikisi yurtdışı gidiş geliş) dört uçuşu sonunda, havada beyin kanaması geçirdikten sonra komadan çıkamayıp ölen, yeni bebek sahibi hostesi duydunuz değil mi?
Kader belki şudur: 33 yıl önce düşen THY uçağının pilotu olan babasıyla aynı gün toprağa verilmek. Üstelik kendi doğum gününde.
Ama ilkyardım çantası dahi boş olan uçaklar kader değildir.
İnsanların “köle gibi” çalıştırılması kader değildir.
İşsizlik, geçim, kariyer gibi endişeler içindeki insanları köleleştirip bazen uçaklara, bazen bankalara, bazen karakollara tıkmak kader değildir.
Doğru; bir hosteslik, bir bankada bir masa, bir vezne önü, bir memurluk, öğretmenlik, polislik kapabilmek için sınavlara üst üste yığılıyor insanlar.
Torpiller aranıyor; partililer peşinde koşuluyor.
Eleklerde sürünülüyor.
O yüzden, hepsi köleleştirmeye müstahak görülüyor.
Kamu böyle.
Özel sektör de farklı değil.
Cafcaflı, pek modern, online bankalara bir bakınız.
Önünden geçerken akşam geç bir saatte; bir şubeye burnunuzu dayayıp bir bakınız.
İçeride, genellikle fazla mesai filan da ödenmeden, genç yaşlarında rakam, bilanço, prim, hedef manyağı kılınarak akşamın geç saatlerine kadar (hırsla ve endişeyle) çürütülen insanlar göreceksiniz.
“Adaletsizlik” ve “hakkaniyetsizlik“, şahin gibi bir yırtıcılık, hoyratlık her yerine işlemişse, derin veya sathi “kamusal hayat” leşe döndürülmüş kuzgunlarla, kurda yem olan yahut kurtlaşmış kuzularla doludur zaten. “(1)
Yukarıdaki yazının sahibi Sayın Umur Talu, iş hayatının gerçeklerini tüm çıplaklığı ile özetlemiş. Öncelikle “ekmek parası” kazanmak için ve yanında da türlü saiklerle (örneğin; kendi ayakları üzerinde durmayı, kendine yetmeyi, sosyal çevre edinmeyi, bir işe yaradığını hissetmeyi istemek vb gibi. Liste uzatılabilir.) çıkılan iş hayatının engebeli yollarında, zaman içinde, şirketlerin tepe tepe kullanacağı bir makineye dönüşüyor insanlar. Maalesef şirketlerdeki milyon dolarlık makineler kadar da değerli olamıyorlar çoğu zaman.
Şirketler, makine gibi gördükleri çalışanlarının, işi araç olarak değil, amaç olarak görmesini istiyorlar. Bu yazılı olmayan kuralı sürekli hissettiriyorlar. İsteyen tabii ki işini amaç olarak görebilir, hayatını buna göre yaşabilir. Hayatı iş olabilir. Yalnız, böyle düşünmeyenlerin de, işlerini kaybetmeden, bunun tam tersini seçme hakları vardır. Vardır ama şirketler bu hakkın varlığını inkar ediyor, herkesi de kendi istedikleri gibi davranmaya zorluyorlar. Başka bir deyişle, çalışanlarının iş dışında da bir hayat yaşadıklarını, arkadaşları, aileleri, çocukları, başka ilgi ve hayalleri olduğunu, olabileceğini göz ardı ediyorlar. Önceliği her zaman kendilerinin hakkı görüyorlar. Bu hakkı da, çalışma zorunluluğunu, ülkenin ekonomik durumunu, işsizliği, başka şirketlerdeki kötü örnekleri öne sürerek, lafın kısası, Talu’nun deyişi ile, çalışanların ‘işsizlik, geçim, kariyer gibi endişelerini‘ sömürerek, tepe tepe kullanıyorlar. Evlerde, dört gözle, iş yerinden çıkamayan anne-babalar, eşler (ya da bekleyen anne-baba ise çocuklar) beklenedursun… Çalışan kafasındaki hayallerden her gün biraz daha uzaklaşsın ve bu yüzden mutsuz olsun… Hayatın bu tarafı, şirketleri hiç mi hiç ilgilendirmiyor genel olarak.
Bu “Öncelik iştir, öncelik şirketindir.” kuralını olur da tartışma cüreti gösterecek bir gafil çıkarsa -ki bu çok çok ender olabilecek bir davranış-, değişik yöntemlerle çıkış bastırılıyor, mevzunun üstü örtülüyor. Sonunda bakıyoruz ki hiçbir şey değişmemiş. Yine işten çıkamayan çalışanlar, yine evde anne-babasının yolunu gözleyen çocuklar, kocasının-karısının yolunu gözleyen eşler… Dışarıda akıp giden bir hayat… Çalışanlar, şirketin her dayatmasından, her istismarından sonra, daha da güçsüzleşiyor. Bu bir sonraki dayatmayı –daha fazla iş yükü, daha fazla çalışma saati, düşük maaş, verilmeyen izinler vs.- kabul etmelerini kolaylaştırıyor. Tabii ki insanlar hayatlarını idame ettirmek için gönüllü olarak işe başlıyorlar ve çalışmak istiyorlar. Dahası çalışmak durumundalar. Ama gönüllü oldukları sınırlar aşıldığında, gönülsüzlüklerini, yazılı olmayan kurallar sebebi ile dile getiremiyorlar. Zamanla da bu durumun işin doğası olduğunu düşünmeye ve koşulları kanıksamaya başlıyorlar. Dile getirebilenler ise yalnız kalıyor, marjinalleşiyor. Tabii hala o işe sahipseler.
Dışarıda akıp giden hayatı, çalışanların ailelerini, özel yaşamlarını, iş dışındaki ilgi ve alakalarını göz ardı edenleri, “şirketler” adı altında anmak ne kadar doğru acaba? Şirket denilince insanın aklına soyut bir mekanizma geliyor: Duyguları, düşünceleri olmayan, kendi kurallarını kendi koyan, yaptıklarını tartışamayacağımız, işleyişine müdahale edemeyeceğimiz soyut bir sistem. Bu söylem, mağdurların, yani Sayın Talu’nun deyişi ile, “akşamın geç saatlerine kadar (hırsla ve endişeyle) çürütülen insanların”, durumu sorgulama, durumla mücadele etme, değişebileceğine inanma ihtimallerini sıfıra yaklaştırıyor. “Bu kadar büyük bir sistem ile ben tek başına nasıl başa çıkabilirim, ne yapabilirim?” noktasına getiriyor çalışanları.
Aslında şirket dediğimiz soyut kavramın, gördüğümüz ve göremediğimiz yüzlerinde yine insanlar var. Unvanları, yetkileri, maaşları, çalıştırdıkları insanlardan farklı da olsa. Onların da aileleri, kardeşleri, anne-babaları var. Bazılarının çocukları da var. Belki de sırf bu yüzden, onların vicdanlarına ulaşma ve daha insanca şartlarda çalışma, çalışırken asıl hayatı ıskalamama üzerine, makul şekilde konuşma, hatta çözüm arama ihtimalimiz saklı duruyor. Ya da ben buna inanmak istiyorum. Gerçi tam o anda içimden bir ses pervasızca ve acımasızca konuşuyor : ‘Bu sistemden büyük payı alan ve hatta onunla bütünleşmiş, öncelikleri ve değerleri, köle gibi çalıştırdıkları insanlarınkilerden çok farklı insanlarla karşı karşıya olabiliriz. Hatta mağdur diye düşündüklerimiz de o sistemi devam ettirenler arasına girmeye uğraşıyor olabilir.’ Ama iyimserlik başa bela… Yine de öncelikle çalışanların sorgulamasını sağlayarak, ardından buna sebep olan insanları da bu sorgulamaya ve tartışmaya çekerek, çözüme dönük bir şeyler yapılabilir umudunu içimde taşıyorum. Yalnız öncelikle, Umur Talu’nun dediği gibi, insanların “köle gibi” çalıştırılmasının kader olmadığına inanmak, bunu fark etmek, fark edilmesini sağlamak ve mücadele gücünü açığa çıkarmak gerekiyor.
Peki nasıl? Mevcut durumu açığa çıkararak, ailelerin mağduriyeti, kaybolan hayatlar ve hayaller anlatılarak, yanlış giden birşeyler olduğunun fark edilmesi sağlanabilir bir ihtimal. Ama bu durumdaki insanlar, gidişin değişebileceğine nasıl inandırılabilir? ‘Köle gibi’ çalışanların kölelik haline karşı çıkması nasıl sağlanabilir?
Öncelikle ‘köle gibi’ ifadesine dikkat çekmek istiyorum. Çalışma hayatında ‘köle gibi’ çalıştırılanlar olduğuna göre, onları çalıştıran “efendiler” de mevcut. Demek ki, rahatlıkla, çalışan-çalıştıran arasındaki ilişkiyi, tipik köle-efendi arasındaki ilişkiye indirgeyebiliriz. Doç.Dr. Kemal Sayar ‘Ruhun Labirentleri’ isimli kitabındaki ‘’Sömürgeciliğin Karşısında Psikiyatrist: Frantz Fanon’ isimli makalesinde ‘köle-efendi ilişkisini’ şu şekilde tanımlamıştır:
“Avrupa’nın toprak ve emek hırsı; kıtaların işgal edilmesi, şiddetin boy göstermesi ve yerkürenin her köşesinde geride kurbanlar bırakmasıyla sonuçlanmıştır. /…/ Bu hırs, Fanon’un tabiriyle yarılmış, ikiye bölünmüş bir dünya yaratmıştır ve bu iki dünyanın sakinleri de farklı ‘tür’lerdir: Efendiler ve köleler, sömürgeleştirilenler ve sömürgeleştirenler, burjuva ve işçiler. Zaman içinde toprakların işgali ruhların işgaline dönüşmüştür. Hegel efendi-köle paradigmasının ayrıntılarını “Zihnin Fenomenolojisi” adlı eserinde vermektedir. /…/ Hegel, insanın kendi bilincine ancak bir başkası tarafından tanınmakla varacağını ileri sürer. Tanınma arzusu engellendiğinde bir çatışma, bir mücadele doğar. Karşısındakini tanımak ihtiyacını duymaksızın tanınan efendi, muhatabı tarafından tanınmadan onu tanıyan da köle olur. Efendi yalnızca tanınma arzusunu gidermez, köleyi kendi iradesinin bir oyuncağı da kılmış olur; o artık efendinin ihtiyaçlarını giderecek uygun bir vasıtadır. /…/ Köle ve efendi arasındaki mücadele ölümüne savaştır, eğer iki taraf da hayatını (o anda sahip olduklarını) (2) riske eder ve ölürse (sahip olduklarından vazgeçer veya onları kaybederse)(2) hiçbiri tanınmayacaktır, bir taraf ölürse diğeri yine tanınmayacaktır. O halde köle-efendi diyalektiğinin yürümesi için bir tarafın tehlikeyi göze alarak tanınana dek savaşması, beri yanda diğerinin ölüm korkusu ile muarızına boyun eğmesi gerekir.” (3)
Nasıl sorusunun cevabı, daha doğrusu köle-efendi diyalektiğini tersine çevirmenin anahtarı son cümlede saklı. Köle ölümden korkmazsa, başka deyişle, günümüz köleleri, yani çalışanlar, sahip olduklarını kaybetmekten korkmaz, şirketlerin kendisine olan ihtiyacını farkederek, herşeye boyun eğmekten vazgeçerse, efendi yani çalıştıran, kendi efendiliğine ve kendi düzenine son verecek bir harekete girişemez. Kısacası çalışanın emeğine ihtiyaç duyduğu sürece, onu işten çıkaramaz, onun isteklerine kulak kapatamaz. Bu tabii ki riskli ve zorlu bir süreçtir. Çalıştıran, çalışanına olan ihtiyacını inkar edecek, dışarıda aynı işi yapmak isteyen, daha az paraya çalışacak bir sürü insan olduğunu söyleyecektir. Şartları beğenmiyorsa başka bir iş bulabileceğini ama iş bulmanın kolay olmadığını, üstelik bulacağı işlerin de bundan daha iyi olmayacağını da sözlerine ekleyecektir. Vasıfsız çalışan için bu söylenenler geçerli bile olsa, vasıflı çalışan için çoğunlukla geçerli değildir. Tabii ki kimsenin yeri doldurulamaz, kimse vazgeçilemez değildir. Ama vasıflı çalışanın yeri ancak fazladan zaman, emek ve para harcayarak dolar ki şirketler –yani şirketin görünmeyen yüzlerindeki insanlar (efendiler)-, bunu çok tercih etmezler. Çünkü verim düşer, maliyet artar. Üstelik yeni işe alınan bir çalışanı istenilen kabullenmeye getirmek de çok kolay değildir. Vasıflı çalışanlar öncelikle bu artılarını farkında olmalı, bu inanç ve güvenle gidişatı tersine çevirmeye çalışmalı, efendilerinin kendilerini tanıması için çaba harcamalıdırlar. Burada tanınmak, isteklere kulak kapatılmaması, kendi özel hayatının, değerlerinin ve ilgi alanlarının varlığını kabul ettirmek anlamına gelmektedir. Vasıfsız çalışanların ise şirketin işleyişini öğrenerek, yani şirkete ya da şirketin çalıştığı alana özel bir vasıf elde ederek mücadeleye başlamaları daha mantıklıdır. Ayrıca çok sayıda vasıfsız işçinin memnuniyetsizliği yine çalıştıranı zor duruma düşürür. Vasıfsız işçilerin şirketin işleyişini etkileyecek sayıda kişi ile tanınmaya çalışmaları, bu şekilde isteklerini dile getirmeleri, risklerin gerçekleşme ihtimalini azaltır.
Tüm artılara ve önlemlere rağmen, ne kadar düşük olursa olsun, risk gerçekleşebilir, özellikle de tek başına mücadele söz konusu ise. Çalışan işini ve diğer sahip olduklarını kaybedilebilir, zor duruma düşebilir. Bu risk gerçekleştiği anda köle için kölelik sona ermiştir ama o anda sahip olduklarını da kaybederek, yani başa dönerek. Ama aynı anda çalıştıran yani “efendi” için de “efendilik hali” sona ermiştir. Bu riskin gerçekleşmesi, her ne kadar belli etmeseler de, onlar için de sarsıcı bir olaydır. Hem şirketin işleri için, hem de efendi konumundaki çalıştıranların benliği (ego) ve özgüveni için. Ne de olsa kurulan düzen bozulmuş, güvenilen, işleri bilen bir çalışan düzenekten çıkmış, efendinin efendiliği sarsılmıştır. Oluşan boşluk çok kolay dolmaz. Efendi, kurduğu düzenin bir kez daha bozulmaması için, bundan sonra daha dikkatli olmak, kölesinin kaçmasına sebep olduğu hareketlerini tekrarlamamak durumunda kalacaktır. Bu kaybedişteki kazanç budur ki yabana atılacak bir kazanç değildir kanımca. Ayrıca vasıflı çalışan yeni iş arayışında, yeni şirketi ile önceki tecrübelerini dikkate alarak pazarlık edebilir. Yeni koşullarını belirlerken sahip olduğu bilgi, tecrübe ve söz hakkı da başka bir kazançtır.
Ne kadar çok çalışan bu riske girerse, riskin gerçekleşme ihtimali de, efendilerin hataları tekrar etme ihtimalleri de o kadar azalır. Çünkü şirketler yani şirketlerin görünmeyen yüzlerindeki efendiler, işleri yürütebilmek, düzenlerini devam ettirmek için çalışanlara ihtiyaç duyarlar. Çalışanlara ihtiyaç hali sürdüğü sürece -ki sürmeme ihtimali neredeyse yok- çalışanlar, çalıştıranların (yani efendilerin) kendilerini tanımalarını, başka deyişle isteklerinin ciddiye alınmasını sağlama gücüne sahiptirler. Yeter ki bu güçlerinin farkına varsınlar ve sorgulama, mücadele etme azmini içlerinde bulabilsinler. Kölelik düzenini ortadan kaldırmak, insan gibi çalışmak için bu çabayı harcamak durumundalar. Yoksa asıl hayat farkında olmadan öylesine akıp gidecek.
Elbette, Türkiye’nin koşullarını, işsizlik sorunumuzu, üniversite mezunu olan işsizleri, ilk krizde daha düşük maaşla işçi almak için, işçilerin kapının önüne konduğunu, işsizlerin herhangi bir güvencesi olmadığını biliyorum. Bu şartlar altında riske girmek anlamlı gelmiyor ilk bakışta, hatta olmaz görünüyor. Bu sebeple hayalcilikle de itham edilebilirim. Ama bir kişiye 3 kişinin işinin yaptırılmasına ses çıkarmamak, 2 kişinin işsiz kalmasına sebep olmak demektir. Keza eleman eksikliğini dile getirmemek ve eksik elemanların işlerini yapmak da öyle. Sabahtan başlayan mesainin gece onlara kadar sürmesine, hafta sonu çalışmalarına, esnek adı altında esnetilmiş saat uygulamasına ses çıkarmamak ve bir çeşit vardiya sistemine geçiş önerisi sunmamak, yine belirsiz sayıdaki kişinin işini gasp etmektir. Kısacası iş hayatındaki sorunlu işleyiş, işsizlik sorununu da dolaylı yollardan kötü etkilemektedir. Oysa çalışma saatlerinin azaltılması, alt sınırı olmak ve maaşın çalışılan saate göre ayarlanması kaydı ile, isteyenin istediği kadar saat çalışmasını sağlamak, hem mevcut çalışanların mutlu olmasına hem de işsiz insanların iş bulmasına vesile olabilir. Ayrıca işsizlik ve diğer ekonomik sorunlarla mücadele ederken, aynı anda çalışma hayatını iyileştirmeye de çalışabiliriz. İnsanca çalışmayı ve asıl hayatı ıskalamamayı istemek, illa tüm sorunlar çözüldükten sonra ilgilenilecek, lükse giren istekler değildir. İşsizliği ve diğer ekonomik sebepleri bahane ederek, duruma boyun eğmek, kendi kendimizi kandırmak olur. Hem efendilerin ekmeğine yağ sürmüş oluruz, hem de kendi hayatımızı ıskalamış oluruz. Yukarıda söylediğim üzere, dolaylı yollardan işsizlik sorununu da kötü etkilemiş olmak da cabası. Kısacası çaresizliği öne sürerek hiç birşey yapmamak, durumu daha da çaresiz hale getirmektedir.
Piyasa koşullarında çok ağır rekabet olacağını, şirketlerin, çalışanların isteklerine kulak vermeleri ve insani davranmaları durumda, rekabette geri kalacakları söylenebilir. Hatta bazı durumlarda ortada şirket diye birşey kalmayacağı da iddia edilebilir. Elbette sadece çalışan lehine bir durum olsun, şirketler –yani efendi konumundaki insanlar- istekleri karşılamaya çalışırken piyasadan silinsin demiyorum. Yalnız, şirketleri şirket yapan insanlar, gerçekten piyasa koşulları yüzünden şirketi ayakta tutmak için mi çalışanlara hoyrat davranıyorlar? Yoksa, rekabet ortamını bahane ederek, çalışanların mecburiyetlerini kullanarak, insan kaynağını bile bile mi ihmal ediyorlar? Bu soruların cevaplarını şirketlerin durumunu incelemeden bilemeyiz. Şu anda, ülkemizde, çalışma hayatına dair düzenlemeler tam yapılamadığı, var olan kuralların uygulanması için herhangi bir yaptırım olmadığı, sendikal hareketlerin tam rayına oturmadığı gerçekleri düşünülürse, insan kaynağının şirketler tarafından sömürülmeye açık olduğu anlaşılır. Bazı şirketler gerçekten ayakta kalmak için insan kaynağını ihmal ediyorlarsa da, bir çok şirketin bunu bahane ettiğini ülkemizde son yaşanan ekonomik krizde gördük maalesef. Krizle bu sömürü had safhaya çıktıysa da, normal şartlar altında da devam etmektedir. Aile içinden birinin vefat etmesi durumunda bile izin vermekten imtina edenler, “esnek çalışma saati” altında, “esnetilmiş çalışma saati” uygulaması yaparak, herhangi bir ödeme yapmadan fazla mesaiye zorlayanlar, maaşları keyfi olarak parça parça ödeyenler, hatta ödemeyenler, izinleri iptal edenler, ucuz işçi için sebepsiz işten çıkaranlar vs. Hangisi gerekli hangisi keyfi öncelikle bunu anlamamız gerekiyor. Bunun için de devletin çalışma hayatı ile ilgili düzenlemeler yapması, bu düzenlemelerin yaptırımı olması, çalışanların da bu yönde talepleri olması gerekiyor. Yukarıda anlattığım şartlara, çalışan piyasasındaki rekabet ve en başta anlattığım çalışanların içlerine yerleşmiş korku, güçsüzlük ve kanıksama eklenince, çoğu insan dayatmaya ses çıkaramıyor. Devletin yapacağı düzenlemeler ile çalışanların hukuki hakları da korunmuş, elleri güçlenmiş olacaktır. Bu düzenlemeler sonrası, şirketlerin ayakta kalması için gerekli olan zorunluluklar, insani çerçeve aşılmadan tabii ki yapılabilir, yapılmalıdır. Elbette, çalışanların şirketin göstereceği iyi niyeti ya da yeni düzenlemeleri suistimal etme ihtimalleri de vardır. Bunun önüne geçmek için açık, net bir ortam yaratılmalı, gerekli denetimler yapılmalıdır. Çalışan haklarını da çalıştıran haklarını da koruyan bir sistem oturtulmalıdır.
Şirketler -yani şirketin görünmeyen yüzlerindeki insanlar-, eğer insani çalışma şartları üzerine düşünmek, bunu sağlamak için çaba harcamak isterlerse, hem çalışanlarını memnun etmeleri, hem de ayakta kalmaları mümkün. Hatta akıllı çözümlerle verimlerini arttırabilir, çalışanı şirketine daha bağlı kılabilir, rekabette öne geçebilirler. Mesela fazla mesai zorunluluğu ile ilgili ne gibi düzenlemeler yapılabileceğini inceleyelim: İlla ki fazla mesai gerekiyorsa, bu fazladan çalışmanın bedeli çalışana ödenirse, çalışan kendini kullanılmış hissetmeyecektir. Durumundan memnun olacağı için de verimi düşmeyecek, artacaktır. Tabii ki fazla mesainin de sınırı olmalı, karşılığı ödeniyor diye günde 15 saatlere varan mesailer yapılmamalı. İnsanlık dışı çalışma şartları, ne kadar para verilirse verilsin, insanları mutsuz etmekte, ruhen ve bedenen hasta olmalarına sebep olmaktadır. Bunun verimi düşüreceği açıktır. Bu kadar çok saat çalışılması gerekiyorsa, hatta 7 gün 24 saat destek verilmesi, ilgilenilmesi gerektiren bir iş varsa, vardiya sistemi üzerinde düşünülebilir. İş kişiye bağımlı ise, yerine aynı vasıflara sahip çalışan konulamıyorsa, çok yoğun çalışma sonrası, kendini toparlaması, yenilemesi için, yıllık idari izin haricinde, fazladan çalıştığı süreye göre belirlenecek gün kadar izin verilebilir. Ayrıca, fazla mesai, sadece ilave ödeme karşılığı çalışmak isteyen çalışandan talep edilmelidir. Para kazanacak bile olsa, normal mesai dışında çalışmak istemeyecek insanlar olabilir: Mesela yeni çocuğu olmuş ya da küçük çocuğu olan çalışanlar, annesi, babası, bir yakını rahatsız olan ve onunla bizzat ilgilenmesi gereken çalışanlar, akşamları okula devam edenler para kazanacak olsalar bile fazladan çalışmak istemeyebilirler. Hayat değişmeyen bir akışa sahip değildir. Çalışana oluşacak yeni koşullara göre hayatını düzenleme özgürlüğü verilirse, kendini daha iyi hissedecek, şirketine olan bağlılığı artacaktır. Bu durumda da verimin artacağı açıktır. Aslında tüm bunlardan önce, neden fazla mesai gerekliliği doğduğu üzerine konuşmak gerekir. Gerçekten piyasa koşulları ya da şirketin müdahale edemediği dış kaynaklar yüzünden mi zorunluluk doğuyor? Eleman eksikliği mi var? Yoksa kötü yönetim, planlama, verimsiz kaynak kullanımı yüzünden mi işler fazla mesai yapmadan bitmiyor? Bu kötü yönetim, planlama yüzünden bir kısır döngüye mi girildi? Ya da çalışanlar, insani olmayan şartlar yüzünden yorgun ve mutsuz oldukları için, verim ve kalite mi düşük? Veyahut da en kötüsü, fazla mesai kültürü, şirket kültürü haline mi getirilmiş? Bu sorular tartışmaya açıktır. İç içe sebepler söz konusu olabilir. Fazla mesai dışındaki sömürü türleri de incelenmeli, gerçek sebepleri ortaya çıkarılmalıdır. Sebepler tespit edildikten sonra, çözümleri de araştırılmalıdır. Kötü yönetim, yanlış planlama, verimsiz kaynak kullanımı, fazla mesai kültürünün şirket kültürü haline getirilmiş olması, eleman eksikliği gibi sebeplerin uzun vadedeki bedelleri, çözüm üretmeye nazaran, çok daha pahalı ve ağırdır.
Şirketleri, çalışanların mutluluğu ile beraber yaşatabilmek için, en başta söylediğim üzere, şirketi şirket yapan efendi konumundaki insanlara ulaşmak, onlarla tüm bunları konuşabilmek gerekiyor. Bu çabada başarıya ulaşma ihtimalimizi artıran bir diğer sebep de, zamanımızın kölelik düzeninin eski kölelik düzenlerinden farklı bir yanı bulunması. Zamanımızda, her efendinin aslında bir köle olması ve yukarıda anlattığım tüm durumların kendisi için de geçerli olması, onlara ulaşma şansımızı artırmakta. Vasıflı ya da vasıfsız bir işçiyi çalıştıran efendi konumundaki yönetici de, kendi yöneticisi nezdinde köledir. Keza, onun yöneticisi de bir üstteki yöneticinin kölesidir. En üstteki yönetici, patron veya şirket sahibi ise, ya piyasa koşullarının ya paranın ya da hırsının, güç sevgisinin kölesidir. Ya da şirket içindeki beceriksizliklerin kölesidir. Ama sonuçta hepsi insandır ve hiçbir insan aslında köle olmak istemez. Yukarıda söylediklerimi burada da tekrar etmek istiyorum: Onların da aileleri, kardeşleri, anneleri, babaları, bazılarının çocukları var. Onların da iş dışında bir yaşamları var. Belki de sırf bu yüzden, onların vicdanlarına ulaşma ve daha insanca şartlarda çalışma üzerine makul şekilde konuşma, hatta çözüm arama ihtimalimiz saklı duruyor. Yeter ki onların da kendi köleliklerinin farkına varmalarını sağlayalım. Belki böylece ne köle kalır ortamda ne de efendi, yukarıdan aşağıya çalıştıranlar ve çalışanlar insanca bir ortamda daha verimli ve mutlu şekilde çalışabilirler. Bu tür bir gelişmenin ülkeye sağlayacağı fayda da, hem toplumun ruh sağlığının iyileşmesi, hem de artan üretim, verimli çalışma ile canlanacak ve iyileşecek ekonomidir.
_________________________
1-Umut Talu’nun 30.01.2007 tarihli “Devlet başa…” yazısından alıntılanmıştır.
2-Yazının orjinalinde yoktur, benim tarafımdan eklenmiştir. (Bahar Pınar)
3-Doç.Dr. Kemal Sayar ‘Ruhun Labirentleri’ isimli kitabındaki ‘’Sömürgeciliğin Karşısında Psikiyatrist: Frantz Fanon’ isimli makalesi. Syf: 17 (Ufuk Yayınları). Kitabın yeni baskısı Karakalem Yayınevi’nden çıkmıştır: http://www.karakalem.net/kitap.asp?book=79
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
12 Yorum
Yazan:blue Tarih: Mar 29, 2007 | Reply
Bahar hanım,
Bir kısır döngü var, bunu aşmanın yolu da yine bireylerden geçiyor. İşsizlik problemi işverenlerin davranışlarını doğrudan etkiliyor. Piyasada sıkı rekabet, düşük kar marjları işvereni, en kolay tasarruf edilecek ve kullanılabilecek kaynak olan insan’a yönlendiriyor. Fakat en büyük suçlu çalışan. İşini muhafaza etmek için her söylenene ‘he !’ diyor, inanmadığı şeylere inanırmış gibi davranmak durumunda kalıyor, daha iyisini bulmak ümidiyle savaşmak yerine teslim olmayı, boyun eğmeyi yeğliyor.
Mavi yaka bu konuda daha şanslı. Sendikalaşarak haklarını savunabiliyorlar. Beyaz yakanın böyle bir şansı yok. Ücretsiz fazla mesai, eve iş götürmek, düşük maaş ve bilimum diğer olumsuzluklar ‘fedakarlık’ namı altında, ‘sen gidersen dışarıda aynı koşullarda çalışacak binlerce insan var’ sözcüğü baskısı altında ister istemez kabulleniliyor. Ancak vazgeçilemez, onsuz iş görülemez eleman olarak rüştünüzü ispat ederseniz naz yapmaya cesaretiniz olabiliyor.
İnce ve karışık dengeler üzerine kurulmuş bir sistem. Çözüm, beyaz yakanın sendikalaşması, odaların belli minimum standartları belirlemesi ve forse etmesi. Yoksa piyasada ‘aç kalmaktansa köpek gibi karın tokluğuna çalışırım’ mantığına sahip ki, bir bakıma haklılar, insanlar varken bu köle/ efendi sisteminin ortadan kalkması pek mümkün görünmüyor.
Yazan:Mehmet Tarih: Mar 29, 2007 | Reply
Kul hakki, ah kul hakki diyesim geliyor…
Bahar Hanim, çok güzel ve zengin bir yazi olmus, biraz isyan da hissettim
seçtiginiz kelimelerden, anlasilan siz de biktiniz özel hayatinizin ihlal edilmesinden 🙁
Bu kisir döngünün Türkiye’ye ve sirketlerine zarar verdigini söylemissiniz,
çok dogru, çalisanlarin haklarinin son derecede iyi savunuldugu Fransa’daki
özel sirketler hemen her konuda türk özel sirketlerinin çok ilerisindeler. Ve
bu durumdan da en kazançli çikanlar gene sirketler!!!
ARGE, karlilik, kalite… Meselâ ihracatta iki ülkeyi karsilastirmak bile mümkün degil. FR 490 milyar dolarda TR ise 100 milyar olsa göbek atacak vaziyette. Oysa fransa’nin nüfusu Türkiye ile ayni, yüz ölçümü ise daha küçük (550 bin km2)
Çalisanlarin haklarinin korunmasi için akilli bir sendikaciliga ihtiyaç var sanirim. Ama Fransizlar gibi çatismaci degil de almanlar gibi uzlasmaci bir karsi gücü kasdediyorum. Patron-çalisan arasindaki bilek güreslerinden herkes zararli çikar. En güzeli belli bir saydamlik çerçevesinde kazan-kazan iliskilerin kurulmasi…
Yazinizda üç temel eksen görebildim :
1) Türkiye’nin özel durumu,
2) kurumsal vicdan,
3) kul hakki.
Bu ikincisi aslinda çok dalli budakli bir konu, nasil oluyor da özünde iyi insanlar bir araya geldiklerinde anneleri çocuklarindan ayiran, çevreyi kirleten, silah üreten savas çikaran sirketler kurabiliyorlar? Bu çok ilginç konuda bir kaç yazi yazmaya deger.
Müsadenizle 1 numaraya biraz degineyim bu aksam ve susayim 🙂
Görebildigim kadariyla Türkiye’nin kendine özgü bazi yönleri var ki bu haksizliklarin kurumsallasmasina yol açmis ve sendikalasma olsa bile kalici bir degisime engel.
Birincisi risk algisi. Türkiye’de herkes için risk algisi çok büyük. Deprem, darbe, kriz
Irak savasi… Basin herseyi abartiyor, borsa küçük, spekülasyona çok açik. Onun için yatirimcilar miyop, “kisa vadede ne kazanirsam kâr”
diyerek insana yatirim yapmiyorlar. Dikkat ederseniz en çok aranan elemanlar
satis temsilcisi ve üst seviyede yönetici. Yani isletmelerin iki hedefi var :
1) hizla nakit toplamak,
2) çalisanlari limon gibi sıkıp suyunu içmek.
Mühendis veya insan kaynaklari gibi eleman aranmiyor çünkü akilci
çözüme gerek yok vur kaç yönteminde.
Bu degisecek 5 yila kadar, enflasyon düstü, kurumsallasmis yabanci firmalar geliyor, BDDK gibi kurumlar, yeni ihale yasalari…
Ikinci büyük sorun iyi yönetici yok denecek kadar az, kaynak israfi (insan dahil) çok büyük. Yönetimin hatalarini “en alttakiler” özel hayatlarini da harcayarak toparlamak zorunda.
Bu da degisir, zaten degisemeyen sirketler yok olacak dinozorlar gibi,
aile sirketleri piyasayi terk edecek yavas yavas, bunu hizlandirmak için ise üniversitelerle is adamlarinin daha yakin çalismasi lâzim
üçü¨ncüsü altyapi ve yan hizmetler çok iyi degil. Hal böyle olunca beyaz yakalilar tikanan trafigi, bozulan telefonlari, aksayan teslimatlari ve tahsilatlari tazmin etmek için avrupali meslaktaslarina bakarak daha çok çalismak zorunda kaliyorlar.
Bunun degismesi için simdi baslasak en az bir 30 yil ve bir GSMH’nin 4-5 misli para gerek, ancak çocuklarimiza yetisir ama yapmaya deger 🙂
dostlukla
Yazan:Bahar Pınar Tarih: Mar 29, 2007 | Reply
Blue Bey,
Katkınız için teşekkürler.
Beyaz yakalı derken vasıflı elemanlardan bahsediyorsak eğer, onların çoğu yukarıda anlattığım sebepler yüzünden çaresiz değiller ama psikolojik olarak güçsüzleşmiş ve kendilerini mecbur hisseder durumdalar. İşin doğasının bu olduğunu düşünüyorlar ne yazık ki. Bu sınıfa girenler illa sizin deyişinizle “vazgeçilemez, onsuz iş görülemez eleman” sınıfına dahil olmak zorunda değiller. Vazgeçilmez olanlar çok daha ileri bir safhadalar ve farkında iseler çalışma ortamlarını hem kendi hem de diğer çalışma arkadaşlarının lehine değiştirmek konusunda daha fazla güçe sahipler . O noktaya varmamış olan, şirket için vazgeçilmez olmayan ama yine de vasıflı olan elemanlar da belli bir güce sahipler. Çünkü vasıfları şirket içinde ne kadar az değerli olursa olsun, yerleri bir çırpıda dolmaz. Yani onlar da bir noktaya kadar vazgeçilmezler. Bir elemanın sadece şirkete, kültürüne, çalışma alışkanlıklarına alışması bile belli bir zaman alırken, gerçek anlamda yetiştirilemesi, işe alışması, iş yapmaya başlamasını varın siz düşünün. Aylar alacağı kesin, işin niteliğine göre bazı durumlarda 1-1,5 yıl da alabilir. Vasıflı elemanların kendilerinin vasıfsız olduğu zannına kapılarak boyun eğmek yerine mücadele etmeleri, vazgeçilmezlik sınırlarını zorlamaları gerekir. Kendi durumlarını farkına varmaları gerekir.
Ben, iş hayatının bu işleyişinin kader olmadığını, doğasının bu olmadığını ya da olmak zorunda olmadığını, resmin gerçeğini göstererek, farkındalık yaratarak anlatabileceğimizi düşünüyorum. Böylece güçsüzlüğün ve kanıksamının önüne geçilebilir belki. İş hayatının hengamesi içinde nefes almadan çalışan insanlara bunu farkettirmek kolay değil ama imkansız da değil. Herkesin içinde bulunduğu çöküntü, rahatasızlık apaçık gözüküyor ama insanlar ses çıkaramıyor. En başta dediğim gibi ya onlara göre efendi, üstlerine göre köle olanların arasına katılmak için ya da güçsüzlük ve kanıksama yüzünden herkes sessiz. Efendi kölelerin arasına girme heveslilerine ulaşmadan evvel, efendilerin rahatını kaçıracak olanların yani çalışanların, içlerindeki güçsüzlüğü ve kanıksamayı atmalarını sağlamak gerek. Sendikalasmak için de, meslek odalarının çalışma standartlarını belirlemesi ve işyerlerini bunları uygulamaya zorlaması icin de, bu kanıksamayı ve gucsuzlugu yok etmek ilk adım olabilir. Böyle bir talep olmadan söyledikleriniz gerçekleşebilir mi? Zannetmiyorum. Devlet, şirketleri, çalışanların mutlaka sendikalı olmaları konusunda zorlasın, meslek odalarını bu organizasyonu yapmaları için görevlendirsin, teşvik etsin diyebiliriz. Peki bu durup dururken olabilir mi? Devleti buna zorlayacak bir güç olmalı, böyle bir talep olmalı. Bu talep de çalışanlardan gelebilir ancak. Kölelik ve mecburiyet düşüncesinden kurtulmak gerek. Tabii ki mecburiyetlerimiz var ama nereye kadar? En azından bunu tartışmaya açmış olmayı umut ediyorum.
Saygılarımla,
Yazan:JaneDo Tarih: Nis 2, 2007 | Reply
Bahar Hanım, detaylı ve bam teline dokunan yazınız için teşekkür ederim. Çalışanlar topluluğundan bir birey olarak sizin dile getirdikleriniz benim dillendiremediğim düşüncelerimdir. Ellerinize ve fikrinize sağlık.
Çalışan-çalıştırılan ilişkisinde efendi-köle benzetmeniz tam yerinde olmuş. Her çalışanın hayatında zaman zaman hisettiği bir duygudur “kölelik”, kimi çalışanların ise daima hissettiği bir duygu… Burada ilginç olan bir zaman köle (çalışan) grubunda olupta efendi (çalıştıran) konumuna geçenlerin, iş hayatında yukarıya doğru konum değiştirerek yönetim kademesine geçtiklerinde, kölelik duygusunun farkında değilmiş gibi davranmalarıdır. Ezici ve yıldırıcı bir sürecin neticesinde yönetim kadrosunda yer alan yöneticilerin geçmiş iş deneyimlerini yöneticiliklerine, çalışandan yana, artı bir edinim olarak katmamalarıdır enteresan olan. İlginçtir ki işveren-işçi ilişkisinde insaf duygusu profesyonel davranış kalıplarının dışında bırakılır. Zira acımasız iş dünyasında insaf, zayıflık ve zaaf olarak algılanır. İş hayatında işin nasıl yapıldığı değil işin neticesine bakılır. Burada katı ve had safhada rekabetçi piyasa şartları tüm insaf duygularını berteraf etmektedir. Bu noktada işyerleri benim gözümde birer et yiyen bitki misali çalışanlarla beslenmektedir. Her sabah kapısından içeri girdiğimiz çalışma mekanlarından akşam olduğunda (şanslı olanlar tam vaktinde) pelteleşmiş ve uyuşmuş beyinlerle ve bedenlerle çıkarız. Günboyu o et yiyen bitki sizi çiğnemiş tüm enerji ve gücünüzü emmiştir. Ve işi bittiğinde de sizi ertesi güne kadar azad etmiştir…
Çözüm sendikalşma ve devletin iş hayatında yapacağı yasal düzenlemerin yanında bahsettiğim konum değişikliğini yaşamış olanların da durumu düzeltme yönünde istekli olmalarıdır. Çetin iş hayatında ve iş rekabetinin acımasızlığında eritilip yok edilen “çalışan duygusunu” ancak ve ancak o çarkın içinden geçmiş ve bir yere/noktaya varmış vicdan ve insaf sahibi yöneticilerden çok daha iyi başka kim anlayabilir. Bu noktada Mehmet Bey’in “Türkiye’de iyi yönetici olmayışı” saptamasına kesinlikle katılıyorum. Sendikalaşma konusunda ise ülkemiz tedirgin ve ürkektir. Bir türlü orta ve doğru yolu bulamamaktadır. Bunun ceremesinide ne yazıkki çalışan kesim çekmektedir.
Yazan:JaneDo Tarih: Nis 2, 2007 | Reply
Küçük bir ekleme:
Çalışma koşullarının iyileştirilmesi yolunda çalışanların da istekli olmaları gerekmektedir. Fakat Bahar Hanım’ın da çok güzel ifade ettiği sebeplerden ve zorlayıcı etkenlerden dolayı kimse “sürüdeki kara koyun” olmak istememektedir. Zor ve bir o kadarda zahmetli bir iştir kara koyun olmak. İnatla mücadeleyi takip etmek ve sağlam sinir sitemine sahip olmak gerekir. Mücadeleden yılmadan doğru olanın yapılması için pek çok şeyi göze almak gerekir. Kimi yöneticiler bu tiplerle uğraşmak istemez ve uzlaşma yoluna gidilir. Ama kimi zaman ise ve çoğunlukla kaybeden baştan bellidir. Şimdi şu anda iş yerinde olanlar başlarını kaldırıp etraflarına bir baksın lütfen, hoşnut olmadığınız çalışma şartlarınızı iyileştirmek için mücadele veren ve sizin de destek olduğunuz kaç kara koyun var?
Yazan:Bahar Pınar Tarih: Nis 2, 2007 | Reply
Katkınız için teşekkürler Mehmet Bey.
Konu, ilk cümlenizde bahsettiğiniz “kul hakkı” kavrami içinde özetlenebilir ve hatta çözülebilir. Ama maalesef, günümüz koşullarında, profesyonel hayat içinde bu pek mümkün görünmüyor. Kul hakkını bilmelerini ve bu hakka saygı göstermelerini beklediklerimizin bile, nice haksızlıklar yaptıklarına şahit olduk, oluyoruz. O kavramın hayatın içine girmesi, bu ve benzer sorunların çözümüne katkı sağlaması için, önce başka konularda (eğitim, bilinçlendirme, vicdan-ahlak ile yaşam arasında bağlantı kurma gibi) çok yol katetmemiz gerekiyor. Şu anda, modern zamanın, profesyonel çalışma yaşamının kendi kuralları içinde sorunu çözmeyi ya da etkilerini azaltmaya çalışmayı öncelikli hareket tarzı olarak daha mantıklı buluyorum. Zaten siz de oyle buluyor olmalısınız ki “diyesim geliyor” deyip konuyu kapatmışsınız haklı olarak. Diğer konularda yapılması gerekenler, efendilere ulaşmaya ve çalışma hayatını düzeltmeye çalışırken arka planda yapılmaya devam etmeli tabii ki.
Mehmet Bey, yazıyı yazarken hissettiklerimi doğru okumuşsunuz. Gerçi hislerim kendimle ilgili değil, çünkü zorlu bir süreç sonunda içime yerleşmeye çalışan çaresizliği ve kanıksamayı Allah’a şükür ki yok edebildim. Bu yüzden de güçsüz değilim. Beni asıl rahatsız eden, etrafımda mutsuz, çaresiz –daha doğrusu kendini öyle sanan- , dayatmalara azıcık bile sesini çıkarmayan, sessiz bir uysallıkla ailesini, çocuklarını, hayatını mecburen –bu da sorgulanmaya açık- ihmal eden insanların varlığı. Bu insanlarla kısacık konuşmalar yaptığınızda ne durumda olduklarını anlıyorsunuz. “Bir dokun bin ah işit” misali konu açıldığında içlerini açıyorlar ama o konuşmanın dışına taşamıyor rahatsızlıkları. Bu, beni çok rahatsız ediyor. Bu yüzden de ellerindeki gücü farketmelerini, gidişatı düzeltecek birşeyleri kendileri ve aileleri için yapmaya çalışmanın daha mantıklı olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Fransa’dan verdiğiniz örnekler gerçekten çok önemli. Denenmiş ve başarılı olmuş örnekler, sözcüklerle anlatılan doğrulara göre daha etkili oluyor. Dediğiniz gibi, çalışma hayatında yapılacak düzenlemeler, çalışanların hayat kalitesini arttırırken, şirketlerin de verimini arttıracak. Şirketler, kaybetmeleri pahasına iyileştirme yapmak durumunda değiller. Kazan-kazan ilişkisini içeren sendikacılık, dediğiniz gibi çözüm olabilir. Sayın JaneDo’nun dediği gibi ülkemizde sendikacılıktan korkuluyor. Halbuki sendikacılıkta bir taraf kazanırken, diğer taraf kaybetmek zorunda değil.
Türkiye’nin özel durumunu iyi analiz etmişsiniz. Sağ olun. Çok kısa vadeli düşünüldüğü çok doğru. Yoneticiler yazıda anlattığım zihniyetteki insanlardan seçiliyor zaten. İşletmelerin hedefleri de tam dediğiniz gibi, günü kurtarmak.
Kurumsal vicdan konusu da gerçekten ilginç bir konu. Onu da ayrıca işlemek gerek.
Katkılarınız için teşekkür ederim Mehmet Bey.
Saygılarımla,
Bahar Pınar
Yazan:Bahar Pınar Tarih: Nis 3, 2007 | Reply
Sayın JaneDo,
Yorumlarınız için teşekkür ederim, elinize sağlık.
Şu söylediklerinizde ne kadar haklısınız :”Burada ilginç olan bir zaman köle (çalışan) grubunda olupta efendi (çalıştıran) konumuna geçenlerin, iş hayatında yukarıya doğru konum değiştirerek yönetim kademesine geçtiklerinde, kölelik duygusunun farkında değilmiş gibi davranmalarıdır. “ Yönetim kadrosuna geçenler, öylesine hızlı siliyorlar ki eski hislerini ve düşüncelerini ve öylesine çabuk ağız değiştiriyorlar ki insan hayrete düşüyor. Bırakın tecrübelerini çalışandan yana yöneticilik davranışlarına aktarmayı, bu tecrübeleri bir daha hatırlamamak ve üzerinde konuşmamak üzere geçmişte bırakıyorlar. Neredeyse terfi ettikleri anda, efsunlanmış gibi, farkında değilmiş, öyle birşey yokmuş gibi davranmaya başlıyorlar. Dediğim gibi ağız değiştiriyorlar. Bu davranışı sadece mevki tamahkarlığı ile açıklamak mümkün mü? Çok emin değilim. Sadece kendini düşünen bir düşünce yapısı da var bu davranış içinde. “Benden sonra tufan” anlayışı bir hayat felsefesine dönüşünce, olanlar şaşırtıcı değil. Dediğiniz gibi iş hayatı içinde hakkaniyet gözetmeye, insaflı, vicdanlı olmaya yer olmadığı için de, kimseye tuhaf gelmiyor bu kendine dönüklük. Tabii, bir de yöneticiler zaten bu tarz bir davranış bekledikleri için, yeni yöneticilerin, farklı düşünseler bile, aksi yönde davranması da oldukça zor, kabul ederim. Bu arada yönetici kademesine geçenler arasında, bu çalışma düzeninden rahatsız olmayanlar, hayatın anlamını iş hengamesinde koşturmakta bulmuş insanlar da var. Verimsizlik, plansızlık, kötü yönetim yüzünden de olsa, meşgul olmak, insanda bir işe yaradığı, anlamlı birşeyler yaptığı zannı yaratabiliyor bazı durumlarda. Bu da, hayatı, yalandan da olsa, anlamlı kılıyor. Bu insanlar, bir zamanlar bu durumdan rahatsızlarsa bile, bu duyguyu yok edecek kadar bastırmışlar. Zaten iş hengamesi olmasa boşluğa düşerler. Haliyle ne kendi köleliklerini, ne de altında çalışanların köleliğini görme imkanları yok. Bu durumda onların bu gidişatı kendi kendilerine farkediip düzeltmelerini beklemek anlamlı değil. Duygularını o derece bastırmamış, sadece unutmuş görünenler ya da farklı davranma cesareti olmayanlar da, belki bu tip işkolikler, iş yerine kendini adamış insanlar yüzünden, onlardan geri kalmamak için hatırlamamazlığa vuruyorlar işi. Çünkü öyle çalışanlar daha değerli görülüyor. Sonuç olarak eski düzen devam ediyor. Bir şekilde her birinin hayatın anlamı üzerine düşünmesini sağlamak durumundayız. Kendi köleliklerini farketmeleri, hayatta iş dışında önemli şeyler de olduğunu görmeleri lazım ki, düzeltmek için birşey yapsınlar. Anlık da olsa o hengame dışına çıkarıp resme bakmaları ya da boşluğa düşmeleri sağlanabilirse belki uyanabilirler.
Sayın JaneDo, yazınızdaki “iş hayatında insaf duygusuna yer olmadığı, bunun zaaf olarak algılandığı, işin nasıl yapıldığına değil sonuca bakıldığı” yönündeki sözleriniz iş hayatını çok çok iyi gözlemlediğinizi gösteriyor. Bizzat içinde olduğunuzu söylemişsiniz, bunu hissedebiliyorum ve sizi çok iyi anlıyorum. Evet aynen söylediğiniz gibi, sadece sonuca, işin tamamlanıp tamamlanmadığına bakılır. O iş tamamlanırken kimler kurban edildi, hangi çalışanların hangi doğal hakları gasp edildi, kimlerin eksikliği, umursamazlığı, yetersizliği, kötü planlaması yüzünden, kimler mağdur edildi, bu ayrıntılarla kimse ilgilenmez. Burada doğal haklardan bahsederken gerçekten doğal ihtiyaçlardan bahsediyorum. Mesela; dinlenmek, uyumak, ayaküstü geçiştirmek yerine doğru düzgün oturup yemek yemek, ailesi ile görüşmek, çocuğu ile ilgilenmek gibi. İnsaf öylesine silinmiştir ki iş hayatından, çalışanın yaptığı fedakarlıkların onun işinin bir parçası, görevi olduğu zannedilir. Bunlar için kuru bir teşekkür bile bazen çok görülür. “Tabii ki yapacaksın, işin o senin.” tarzı bir davranış sergilenir. Sayın JaneDo, bu insafsızlığı “et yiyen bitkiye” benzetmekle müthiş bir benzetme yapmışsınız. Yalnız, size şurada katılmıyorum, et yiyerek beslenen, çalışanların tüm enerjisini, yaşama sevincini, çalışma şevkini emen iş yerleri ya da şirketler değil. İş yeri ya da şirket adı altında anılan, şirketin görünmeyen yüzlerindeki insanlar yani kendileri de köle olan efendiler. Bu insafsızlığı şirketi şirket haline getiren sizin gibi benim gibi insanlar yapıyor. Çalışanlar olarak öncelikle bunu farketmek durumundayız. Tekrar aynı sözleri söylüyor olacağım, kusura bakmayın. Kendimiz farkettikten sonra da o insanlara, aslında kendilerinin de bir başka efendi tarafından aynı muameleye tabi tutulduğunu ve bu vicdansızlıkta, haksızlıkta onların da payı olduğunu anlatmalıyız. Çok zorlu bir süreç olduğunu kabul ediyorum. Ama kendilerinin de kurban olduğunu, böyle bir düzende kazanan olmadığını, bu resmin onların da eseri olduğunu anlamalarını sağlamadan yol katedemeyiz sanırım. Burada da konu sizin de “küçük bir ekleme” başlığı ile söylediğiniz konuya geliyor. “Kim olacak kara koyun?” Bu cesareti ve gücü kim gösterecek? Aslında diğerleri de destek olsa, herkes kara koyun olsa, ortada altından kalkılamayacak bir zorluk yok. Sahip olduklarımızı kaybetme korkusu olmazsa içimizde, onları kaybetmek gibi bir sorunumuz da olmaz. Çünkü bizlerin emeğine muhtaçlar. Elbette riskin gerçekleşme ihtimali var ama %100 bir kesinlik yok. Vasıflı eleman için bu risk yazıda anlattığım sebepler yüzünden çok yüksek olamaz. Bu yüzden bu riskten korkup bir cenderede yaşamaya boyun eğmek hiç anlamlı değil.
“İnsaf ve vicdan sahibi yöneticiler bu sorunu çözebilir.” demişsiniz. İnsaf ve vicdanın profesyonel iş hayatı içinde de var olmalarını sağlamalıyız demeye varıyor aslında sözleriniz. Haklısınız. İş dışında, normal hayatta herkesin kabul ettiği genel ahlak kaideleri, iyi insan tanımları, yaşamı zenginleştiren, hayatı yaşanır kılan hayat felsefeleri, iş hayatından ayrı tutulmamalı. İnsaf, vicdan, kul hakkı, insanlık, hakkaniyet, ahlaklı olmak gibi kavramlar iş hayatından ayrı tutulmazsa, cendereyi kuranların ve yaşatanların vicdanlarına daha kolay ulaşma imkanımız doğabilir.
Yazıyı zenginleştiren yorumunuz için teşekkürler. Katkılarınızın devamını dilerim.
Saygılarımla,
Bahar Pınar
Yazan:JaneDo Tarih: Nis 4, 2007 | Reply
Sayın Bahar Pınar Hanım,
Yorumuma getirdiğiniz detaylı açılım için teşekkür ederim. Tam da söylemek istediklerimi ifade etmişsiniz. Yorumumdaki “et yiyen bitki” benzetmemde kast etmek istediğim aslında sizin ifade ettiğiniz biçimde idi. İş yerlerini salt bina ve mekansal bir kavram olarak algılamıyorum. Aslında “iş yeri” tanımı, hareketli canlı bir organizma fikrini bende daha çok çağrıştırıyor. Mekana, sadece o organizmayı dış çevreden ayıran, işin yapılmasında,gerçekleştirilmesinde araç olan korunaklar olarak bakıyorum. Yönetim, denetleme, uygulama, haberleşme, pazarlama, finansman vb. bölümleri ile küçük veya büyüklüğü ile her işletmenin bir organizma ve her bir çalışanın da o organizmanın bir parçası olduğunu düşünmekteyim. Bu yüzden bahsi geçen benzetme, düşüncemi ifade edebilecek en iyi örnek gibi geldi. Sanırım ben pek açamadım, neyse…
Sanırım biraz da sendikalar ile ilgili konuyu açmakta fayda var. Ülkemizde sendikal faaliyetlerin neden olması gerktiği gibi değil de olmaması gerektiği gibi olduğunu sorgulamak gerekir diye düşünüyorum. Geçtiğimiz on yıllarda yaşanan acı tebrüberleden hiç mi dersler almadık. Sendikaların yapılaşmaları, yönetim organlarınının ayrıcalıkları, işçi haklarının yetrince korunup korunmadığı, aslında sendikaların kimden yana olduğu veya oldurulduğu vs. gibi konuların her biri bir başka tartışmayı başlatacak nitelikte. Her ay onlarca üyeden toplanan aidatlarla ortalama bir sendikanın bütçesini bir düşünün. Ciddi manada rakamlara uluşılmaktadır. Bu paraların ne amaçla ve nelerde kullanılabileceğini hayal edebiliyor musunuz. Sendika inisiyatifinin üye işçilerin elinde olmadığı bir sendikanın kime hizmet edeceği meçhuldur. Benim gözlemim bizim ülkemizde sendikalaşmanın maalesef olması gerektiği gibi yapılmadığı. Doğru sendikalaşma konusunda bizi engelleyen nedir?
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Nis 4, 2007 | Reply
Sayın JaneDo,
Et yiyen bitki tabiri çok hoşuma gitti. Çok iyi bir gözlemci olduğunuzu belirtmeme izin verin.
Yazan:Bahar Pınar Tarih: Nis 4, 2007 | Reply
Estagfurullah Sayın JaneDo, konuyu açamamış değilsiniz. Hatta dediğim gibi çok güzel bir benzetme yaptınız. İş yerlerine bitki diyerek canlı bir organizmayı gözümüzde canlandırdınız, et yediğini söyleyerek de vahşi yanlarına dikkat çektiniz. Ben de ek olarak, ısrarla, o organizmayı oluşturanlara, çarkı döndürenlere dikkat çekmek istedim, olur da bunu o an unutmuş olanlar varsa diye. (Siz değil ama başkaları unutabilir.) Kafalarında soyut bir mekanizma oluşanları, içindeki insanları görmeyenleri uyarmak niyetiyle. Yoksa sizin düşüncenizi de benim düşüncemi de çok güzel anlatan bir örnekti. Yanlış anlaşma olmasın. Ben sadece tamamlayıcı sözler söylemek istedim. Yeniden teşekkürler.
Ülkemizdeki sendikal faaliyetlerin doğru düzgün yürümemesinin çok derin sebepleri var muhakkak. Sendikalaşmak hala yasadışı faaliyet gibi algılanmakta. En azından benim gözlemim bu yönde. İşverenler sadece günü kurtarmayı düşündükleri, Mehmet Bey’in yorumunda değindiği gibi sadece en kısa zamanda olabildiğince çok nakit toplamak istediği için ve sendikayı kendilerini engelleyecek, zararlı bir oluşum olarak gördükleri için, hiç yanaşmıyorlar buna tabii ki. Uzun vadedeki faydayı göremiyorlar. İleriyi gören yöneticilere, işverenlere ihtiyaç var.
Belki de hepsinde önce bunun önemini anlayacak mavi yakalı ya da beyaz yakalı işçiye ihtiyaç var. Önemini anladıktan sonra bu konuda devamlılık içeren bir çalışmaya. Sadece işverenler değil çalışanlar da günü kurtarmaya bakıyorlar. Kendini kurban olarak hissetse de bir şekilde idare ediyor ve birşey değiştirmeye, düzeltmeye çalışmıyor. Süreklilik içerecek çabalara ise hiç gelemiyor.
Bir de sizin değindiğiniz sendikaların kasasındaki para konusu var tabii. Nasıl yönetilecek? Kim yönetecek? İpler kimin elinde olacak? Kimin için çalışacak? Sendika sadece belli zümrenin iyiliği için çalışacaksa bunun bir anlamı yok. Velhasıl konu derin, dediğiniz gibi, her adımda başka bir tartışmanın kapısı aralanıyor. Sendika konusunda teknik, hukuki, uygulamaya ait sorunlardan önce, insanların sendika algısı ile ilgilenmek gerek belki de. Sendikanın gerekliliği farkedilirse, işleyişin düzelmesi için de el birliği ile birşeyler yapılabilir bir ihtimal. Ama ben uğraşmayayım başkaları yapsın, ilgilensin, sorunları çözsün denirse, o işle kimse uğraşmaz. Uğraşanların da sadece kendilerine çalışma ihtimali vardır tabii ki. Görünen resmin oluşmasında bu düşünce yapısının da payı var gibi geliyor bana. Lafın kısası sendikacılığın doğru düzgün yapılamamasının psikolojik arka planını incelemek lazım öncelikle. Sebepleri tespit edebilirsek, çözüm de bulabiliriz belki.
Saygılarımla,
Bahar Pınar
Yazan:sadık Tarih: Eyl 26, 2008 | Reply
Kamuda çalışan bir insan olarak,özel sektör çalışanları kadar kendimizi işe vermememizi bir eksiklik olarak algılıyordum.Ancak bu yazıyı okuduktan sonra bu konudaki fikrim değişti doğrusu.
Yazan:Yusuf Nevai Tarih: Ara 1, 2011 | Reply
Mark’sa göre kapitalist artı değer yaratarak karlılığını yükseltmek zorundadır. Artı değer ise ya işçiyi/emeği daha fazla çalıştırarak ama ücret ödemeyerek veya emeğin marjinal maliyetinin düşürerek düşük tutarak veya emeğin verimliliğini yükselterek sağlanabileceğini belirtmektedir.
Yazınızda modern dünyanın önemli bir sorununa değinmişsiniz. Konuyu sıradanlaştırmak gibi algılanabilir ama maalesef ki sorunun öbeğinde kapitalizm yer almaktadır. Bu sistemin sınırsız bir şekilde hüküm sürdüğü günümüz dünyasında emeğin kaynağı olan insanın maddi boyut dışında bir değerinin olabileceğinin öne sürmek gerçeklikle bağdaşmıyor.
Sistemin en güzel mümessilleri olan şirketlerin bir insan organizması olmasından öte bir mekanizma mekanik bir mekanizma olduğu ana bir takım kapitalist ilkeler güdümünde hakeret ettiği veya büyüyerek devir daim ettiği ortadadır.
Benim parmak basmak istediğim nokta, kapitalizmin insanın vahşi doğasının ticari düzene hakim olması ise bunun hiç bir bireysel ahlak ölçütü sınırlayamayacağıdır. Bugün kapitalist sisten veya kapitalist hegemonya ülkeler arası bir düzene kavuşmuştur.
Kapitalizmden kurtulmak dünyadan soyutlanmakla eşdeğermiş gibi bir algı pompalanıyor. Bu işin propaganda tarafı olsa da bundan daha acı bir gerçekte, iç üretimin dolayısı ile iç piyasanın dış tüketim dolayısı ile dış piyasalar ile olan hayati bağları söz konusu olduğunda bu kapitalist sirkülasyondan kurturmak şirketler için öldürücü bir darbe olacaktır. Çünkü vahşi doğada hüküm süren rekabetin kanunlarının güçlüler belirler. Doğal düzen tasavvuruna uygun bir şekilde tasarlanan ekonomik sistemde güçsüzün bir başka deyişle rekabet edemeyenin sonunu bir çırpıda hazırlayacaktır.
Yazınızda belirttiğiniz sorun olayın bir vechesidir. Sorun, Proudhon’un işaret ettiği gibi ve İhsan Eliaçık’ın bir çok eserinde parmak bastığı gibi insanın eşya ile insanın doğa ile ilişkisinde yatmaktadır. Sorun çok basit olarak mülkiyet sorunudur. Sonsuz bir mülmiyete sahip olmayı teşvik eden bir sistem içinde devamlı büyümeyi, karlılılığın artırmayı amaçlayan bir sistemde, ezilen tüm parçalar* yine piyasadan temin edilebilecek yedekleri ile değiştirilecektir. İnsan emeği ise bu mekanizmanın bir bu üretim/hizmet mekaniğinin bir parçası olmaktan öte bir şey değildir. Çünkü bu büyük şirket mekanizması, parçalardan müteşekkildir ama kendini oluşturan parçalardan başka bir şeydir. Dolayısı ile kendi kurallarını kendisi belirler ve bütün organları buna itaat etmek zorundadır. Yönetim kurulu, hissedarlar hatta hükümetler bile…
Bu sistem içinde lütfen gözden kaçmasın bazı ülkeler üretici güç olmak zorunda bazıları ise tüketici olarak kalmak zorundadır. Bugün gelişmiş ekonomilerin büyüyememe sorunlarına bağlı olarak darboğazlar yaşadığı unutulmasın. Kapitalist bir ekonomi için gayrisafi milli hasılanın büyüyememesi büyük bir sorun teşkil etmektedir. üretimin bu derece kontrolden çıktığı bir düzlemde üretimin yapay tüketim illüzyonları doğurması daha doğru olarak artık üretimin tüketimi doğurmak zorunda kalması, üreticinin arzına karşılık bir talep doğurmak zorunda kalması işin en çılğın boyutudur. Eğer üretim doğayı dönüştürme sürecinin en önemli aygıtı ise doğayı bu kadar hızlı tüketmenin sonuçları ile daha çabuk karşılaşacağımız açıktır.
Bir çok ABD yapımı filmde gelecek tasarımcılar tarafından dünyanın tek bir şirket altında bir devlet hegemonyası altında yönetileceği fikri boşu boşuna ortaya atılmamaktadır. Kapitalizmin yegane sonucu bundan başka bir şey değildir.