Müslümanların iç hastalıkları
By Mehmet Yılmaz on May 19, 2007 in İç hastalıklar
Marakeş, Nisan 1998 :
Fas’ın iç bölgelerindeki Marakeş şehrinde bindiğimiz taksi Jam-al-Afna meydanına doğru ilerliyordu. Türkçe konuştuğumuzu fark eden şoför birden arkasına döndü, “Hakan Şükür, cim bom bom” diye haykırdı. Bir şey sormamıza vakit kalmadan bazı hükümet üyelerini ve bu arada Hülya Avşar’ı da andık beraberce! Şaşkınlığımızın geçmesine izin vermeden Fransızca olarak konuşmasına devam etti : “Ah ne yazık ki Türkçe bilmiyorum. Ama gene de her akşam Türk televizyonlarını seyrediyoruz ailece. Çanak anten taktırdım da”.
Gittiğimiz her yerde buna benzer sahneler yaşadık. Türk olduğumuzu öğrenen her faslı bizi Galatasaray’ın ve Fenerbahçe’nin başarıları için tebrik etti. Futbolda olsun bir zafere susamış Müslümanların gözü Türklerin ve Türkiye’nin üzerindeydi.
Bağdat, Ağustos 1099: Sarıksız ve saçları kazınmış başıyla yasta olduğu anlaşılan bir zât haykırıyordu:
“Nasıl böyle gölgede huzur içinde uyuklayabilirsiniz? Kaç müslüman kardeşiniz öldürüldü? Kaç namuslu kızın ırzına geçildi? Hiç bir zaman İslâm ülkesi böyle yağmalanmamıştı, bu kadar müslüman kanı dökülmemişti! Ne oluyor? Müslümanlar zulüme alışıyorlar mı? Harekete geçmek için ne bekliyorsunuz? Düşmanın Bağdat’a dayanmasını mı? ”
Kadı Ebu Saad al-Haravi’nin Bağdat’ta Halife El Mustazhirbillah’ın huzurunda 9 asır önce sarf ettiği bu sözler Suriye’deki haçlı zulümü karşısında atıl kalan Müslümanları uyandırmak içindi. Bu konuşmadan ancak 88 yıl sonra 2 Ekim 1187’de Selahaddin Eyyubi Kudüs’ü haçlılardan kurtaracaktı.
Müslümanlar uygarlığa çok önemli ve kalıcı katkılarda bulundular. Gerçek anlamda ilk üniversiteleri yani birkaç disiplinin birden aynı bir çatı altında okutulan medreseleri kurdular. Gene deney ve gözlemi batı dünyasına öğreterek bugünkü pozitif bilimin temellerini attılar. [1] 1600’lere kadar da askerî ve siyasî alanlarda liderliklerini korudular. Ortaçağ’da Müslüman’ın seviyesine erişmek isteyen Avrupalı elit çocuklarını Bağdat’a tahsile yolluyor, bunu yapamayan ise Venedik’te, Viyana’da, Paris’te kıyafetiyle Müslüman’ı taklid ediyordu.
2007’deki görünüm ise bambaşka: Uluslararası siyasetten silinmiş, bilimde, ekonomide diğer milletleri gerilerden takip eden Müslüman’ın en doğal hakları olan yaşama hakkı bile ellerinden alınabiliyor: Saraybosna’da , Grozni’de , Gazze’de, Bağdat’da petrol için, toprak için öldürülebiliyorlar. Nadiren mahkeme edilen katiller ise ceza dahi almıyor.
Bu acıklı manzara karşısında Kadı Ebu Saad al-Haravi’nin acıklı konuşmasını aratmayacak yazılar ve insanların bakmaya dahi dayanamadığı fotoğraflar vicdan sahibi bütün insanları isyan ettiriyor.
NEDEN İÇ HASTALIKLAR?
“Ne yapılmalı?” sorusu bütün kafalarda. Soruyu biraz değiştirip “yanlış yapılan nedir?” şeklinde sormak ise çok zor geliyor. Bunca insanlık suçundan sonra eli kanlı orduları suçlamak dururken “BİZ MÜSLÜMANLAR NEREDE HATA YAPTIK?” diyebilmek gerçekten de büyük bir cüret. Çünkü bu soruyu soran müslümanın din kardeşleri tarafından aforoz edilmesi söz konusu. Günah çıkarmakla, Batı yardakçısı hatta İsrail casusu olmakla suçlanıyor buna kalkışanlar. Peki İslamî düşünce eleştiriye ve özeleştiriye nasıl bakıyor? İnsan aklı ve düşünce hürriyetinin dinimizdeki yeri nedir?
“Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların ALLAH katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfâl 22) ayeti ve “Fikirlerimizin zıtlığı bizler için rahmettir” (SAV) hadisi bile tek başlarına aklı kullanmanın ve hür tartışmanın kapısını aralamaya yeter. Kur’an’da konuyla ilgili ayetlere (Bakara 179 ve 197, Al-i İmrân 7 ve 190, Mâide 58 ve 100, Yûnus 100, Yûsuf 2 ve 111, Ra’d 19, İbrahim 52, Tâ hâ 54 ve 128, Furkân 44, Ankebût 63, Sâd 29 ve 43, Zümer 9, 18 ve21, Mü’min 54 ve 67, Talâk 10, Fecr 5, … ) baktığımızda ise aklını kullanmanın her müslüman için farz olduğu sonucu bile çıkartılabilir. Zaten İslâm’ın yükseliş dönemlerindeki parlaklığa baskıcı, dayatmacı bir rejimle veya kılıçla varılabileceğini düşünmek düpedüz islamofobinin alanına girmez mi?
Kur’an ve hadislerden sonra mezheb imamlarının sözlerinin de konuya ışık tutacağı kanaatindeyiz. Yöntem ve yaklaşımlarının dayandığı hadisler dolayısıyla birbirlerinden farklı dört ayrı fıkıh görüşünün, sonradan, imamları kabul edilen ve kendilerinden sonra gelenler tarafından geliştirilmiş olan dört ayrı mezhebin kurucusu olarak addedilen İmam Mâlik bin Enes, İmam Ebû Hanîfe, İmam Muhammed Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel Halîm, açtıkları fıkıh yollarında eleştiri yapılmaksızın taklîd edilmelerini de asla uygun görmediler [2] :
• “Benim sözlerimdeki hatalara, tenkid edilecek yerlere bakınız! Dinde Resûlullah’ın sözünden başkası red ve tenkid edilebilir” (İmam Mâlik).
• “Benim sözüm Kur’ân’a ve Resûlullah’ın Sünnet’ine uygun olursa alırsınız, karşı olursa atarsınız” (İmâm Ebû Hanîfe).
• ” Delîlimi bilmeyen adama benim sözümle fetvâ vermek haramdır!” (İmam Ebû Hanîfe).
• “Benim her dediğimi taklîd etme! Kendin tefekkür edip delîllerime bak; zirâ dinde başkasına güvenmek câiz değildir” (İmam Şafiî).
• “Din işlerinize kendiniz bakınız; zirâ taklîd zemmedilmiştir. Taklîd, gözü olan adamları gözsüz eder” (İmam Ahmed bin Hanbel).
Düşmanları Müslümanların eleştiri celb eden yönlerini çoktan biliyor ve istifade ediyor. Bu zayıflıkları saptamak ve gidermek kanımızca her müslümanın hakkı ve ödevi.
İşte Ayşe Böhürler’in de başarıyla tahlil ettiği gibi “Özeleştiri’den kaçma” Müslümanların iç hastalıklarının birincisi.
“Ayrıca ahiret inancı ile birlikte hesabın Allah katında görüleceği ve orada da af umudunun yüksekliği ile kendileri yüzleşmekten pek de hoşlanmaz buna da ihtiyaç hissetmezlerdi. Günah ve sevapları yazan Kiramen Kâtibin meleklerinin ahirette açılacak olan defterlerine işi havale edip “yaz kâtip“ demek yeterliydi. … Bir de “ser verip sır vermemek”, “kol kırılır yen içinde kalır” gibi deyimlerin işaretiyle özeleştiriden kaçınmanın erdemlilik sayıldığı bir toplumun bireyleri olmak vardı. İfşa etmek ile kendisi ile yüzleşmeyi birbirine karıştıran toplumsal geleneği de bu faktörlere ilave etmek gerekiyor. “
DIŞ SALDIRILAR SEBEP Mİ SONUÇ MU?
İslâm Âlemi’nin sorunlarının tartışıldığı platformlarda bugünkü geriliğin sebebi olarak en çok öne sürülen açıklama Haçlılar ve Moğollarla başlayan yıkım süreci. Bunu öne süren arkadaşlar felaketler silsilesinin Avrupa sömürgeciliği, ABD ve İsrail saldırganlığı ile devam ettiğini söylüyorlar. Bu aşamada ısrarla sorulması gereken soru şu: Dış saldırılara yenik düşmek sebep mi yoksa sonuç mu?
1. Haçlı ve Moğol yıkımlarının bu boyuta varması müslüman prenslerin aralarındaki çekişmelerin sonucu olamaz mı? [3]
2. Bilime, teknolojiye sırt çeviren [4] halklarının okuma-yazma seviyesini asgarî seviyede tutan “Müslüman” yönetimler dış düşmanlarına onyıllardır davetiye çıkarmıyorlar mı?
TEMSİL EDİLMEYEN İSLÂM ÂLEMİ
6,5 milyar olan Dünya nüfusunun 1,4 milyarı (%22’si) “müslüman” ülkelerde yaşıyor. Oysa bu insanların Dünya ekonomisine katkıları (ve/veya aldıkları pay) %2 ile %4 arasında değişiyor. Gerek IMF’nin ve gerekse Dünya Bankası’nın verilerine göre 2005’te bütün ülkelerin toplam GSMH’i (Gayri Safi Millî Hasıla) 44 trilyon Amerikan dolarını aşarken Müslüman ülkelerin toplamı 2.3 trilyon ile Almanya’dan küçük bir ekonomi arz ediyor. İhracatta da toplam 10 trilyon dolarlık uluslararası ticaretin sadece %10’u Müslüman ülkelere ait. Bunun da önemli bir kısmı Suudi Arabistan, İran ve diğer körfez ülkelerinin petrol ihracatları.
İşte İsrail mallarını boykot etmek gibi yöntemlerin etkisiz kalmasının sebeplerinden biri de İslâm Âlemi’nin bu ekonomik “küçüklüğü”. Tabi ki istisnalar var. Türkiye, Endonezya, Malezya gibi ülkeler dinamik ekonomileriyle dikkat çekiyorlar.
Bu ekonomik “küçüklüğün” bir sonucu olarak müslümanlar uluslararası karar mekanizmalarında temsil edilmiyorlar. Meselâ BM (Birleşmiş Milletler). Üye ülkelerin tamamına yakını tarafından imzalanmış olan BM Tüzüğü’nde belirtildiği gibi Güvenlik Konseyi tüm üye ülkeler açısından bağlayıcı kararlar alabilen tek organ.
Bu organdaki 5 daimi üye ise ABD, Fransa ve İngiltere, Rusya ve Çin. İsrail aleyhindeki kararların ABD tarafından veto edildiğine sıkça tanık oluyoruz. Doğu Türkistan’daki bağımsızlık yanlısı Uygur Türklerini BM kanalıyla terörist ilân eden Çin’i ve Çeçenlerin uluslararası platformlarda temsiline mâni olan Rusya’yı da hatırlarsak Müslümanların büyük bir diplomatik güçten mahrum kaldıklarını ve ciddî bir temsil sorunu ile karşı karşıya olduklarını daha iyi görürüz.
Prof.Dr.Ekmeleddin Ihsanoğlu’nun genel sekreterliğe getirilmesinden sonra belli bir hareketlilik kazanan IKÖ’nün veya Amr Musa yönetimindeki Arap Birliği benzeri bir organın bu temsiliyet eksikliğini tazmin etmesi en azından şimdilik oldukça uzak görünüyor.
KIZAĞA ALINMANIN SEBEPLERİ
Bu “kızağa alınma” sürecinin başlangıcında bilime ve teknolojiye ısrarla sırtını dönen bir İslâm âlemi var karşımızda. Kaynaklarını verimli kullanamayan, mamul mallar yerine hammadde ihraç eden müslüman ülkeler bilimsel ilerlemenin doğal bir sonucu olan “zenginleşme” yarışında arkalarda kalıyorlar.
Oysa Kur’an’da insanlar arasındaki hukukî ilişkileri düzenleyen âyetlerin sayısı 250 civarında iken kutsal kitabımızın %12,5’i yani 750 kadar âyet Müslümanları:
1) Öğretmeye ve öğrenmeye,
2) Düşünmeye,
3) Doğayı araştırmaya,
4) Aklı en iyi şekilde kullanmaya,
5) Bilimsel çalışmaları toplumsal hayatının bir parçası hâline getirmeye
davet ediyor. Ayrıca Hz. Peygamber’in 200’den fazla hadisi bilimin ve aklın önemini gösteriyor. İste bilime ve teknolojiye sırtını dönmek ve bunda ısrar etmek Müslümanların ikinci iç hastalığını teşkil ediyor.
Farkında olmadan da olsa Kuran’ın 750 ayetini en iyi şekilde uygulamaya koymuş olan Batı’nın ve Japonya’nın diğer ülkelerden çok daha güçlü hale gelmiş olması Müslümanları düşünmeye sevk etmeli.
SELAHADDİN EYYUBÎ’DEN USAME BEN LADEN’E CİHAD
Kur’an’ın ve sünnetin öğrettiği Cihad ile 2007’de bazı Müslümanların algıladığı Cihad arasında büyük bir fark var. 1100’lerde Avrupalı düşmanlarını dahi kendisine hayran bırakacak kadar “centilmence” savaşan bir komutandı Selahaddin Eyyubi. Kur’an’a ve hadislere uygun olarak, savaşamayacak durumda olanlara, aman dileyenlere kılıç kaldırmıyor, düşman kavimden bile olsalar tarlasında çalışan köylülere dokunmuyordu. Gene İslâm’ın hükümleri doğrultusunda köleleri çocuklarından ayırmıyor, esirlere kötü davranmıyordu.
Bugün “ALLAH adına” hareket ettiğini ve “Cihad yaptıklarını” söyleyen silahlı gruplar sanki O’ndan ümit kesmişçesine savaşıyorlar:
1. İstanbul’da, Newyork’ta ve Madrid’te çarşılara, metro istasyonlarına bomba koyuyorlar,
2. Evlatlarını intihara teşvik ediyorlar,
3. Esir aldıkları askerlerin (bazen de sivillerin) kafalarını keserken filme çekiyorlar,
4. Kendileri gibi inanmayan Müslümanların camilerine bile bomba koyuyorlar.
Eylemlere katılmayan ama daha kalabalık olan bir grup ise bunları onaylıyor, savunuyor veya sessiz kalıyor.
İşte bu tezat karşısında neyin değiştiğini sorgulamak gerekiyor. Değişimin kaynağını yazının maksadına uygun olarak dışarıda değil içeride aranması gerektiği kanaatindeyiz. Kur’an’da anlatıldığı şekliyle Cihad uygulanması imkânsız bir ideal midir? Peygamberimiz benzeri durumlarda ne yapmıştır? Suat Öztürk’ten dinleyelim:
“…[O] kızının katilini, amcasının katilini affeden, Uhud’daki bozgun sonrası, onca arkadaşının şehid olmasının yanı sıra kendisinin de aldığı 70′e yakın kılıç darbesine, yanağının yarılmasına, dişinin kırılmasına rağmen “Ya Rabb onları bağışla, göremiyorlar” diyen, tüm bu sıkıntıları çektirmiş olan Mekke’lileri fetih sonrası affeden bir peygamberdi.”
Bu bilgilere dışarıdan, Batı’nın penceresinden bakacak olursak gerek Hz Muhammed’in gerekse Selahaddin Eyyubî’nin ‘hükümran” konumunda olduklarını söylemek durumundayız. Yani başlangıçta muzaffer olmasalar dahi olaylara yön veren bir “lider” konumundalar. Hedefleri, ilkeleri ve yöntemleri olan, ne yaptığını bilen siyasetçi ve komutanlar var karşımızda.
İste tam bu noktada denebilir ki hükümran konumu bir anlamda kazanan (veya kazanacağına emin) olan önderin konumudur. Büyüklük göstermesi, bağışlaması, sivilleri koruması doğası gereği olduğundan “kolay” bile denebilir.
Gene konuya Batı’nın tarzında bakan birisi ezilen bir topluluğun meselâ Filistinlilerin aynı büyüklüğü göstermesini beklemeyecektir. Zira kendisinden kat kat üstün bir ordu karşısında yenileceğinden emin olarak savaşan her insan cinnet geçirir. Bu durumda da kendini yakması veya suçlu suçsuz ayırt etmeden önüne geleni öldürmesi anlaşılabilecektir.
KUR’AN HÜKÜMLERİNE KARŞI KÂFİRLERİN SÜNNETİ
Bu “anlaşılabilirlik” ne yazık ki “meşruluğa” dönüşüyor bazı müslümanlar için. İslâm’ın penceresinden bakarsak şu sorunun sorulması kaçınılmaz oluyor: Zaruret karşısında O’ndan umut kesilebilir mi? Müslüman ALLAH korkusunun yerine düşman korkusunu koyabilir mi?
2007’lerde bazı mücahitler Kur’an’dan değil düşmanın tavrından, Amerikan, İsrail, ordularının acımasızlıklarından ve kullandıkları yöntemlerden ilham alabiliyor! Bazı kısım ulemâ koşulların zor olduğunu, “zaruret” karşısında Kur’an hükümlerinin uygulanmayabileceğini söylüyorlar.
Oysa vahşi bir düşman karşısında veya yenik durumda kullanılmak üzere “Bazen Kur’an’a aykırı davranabilirsiniz” demek zor. İslâm’a göre savaş’ta uyulması gerek bir hukuk var ve bu muhkem ayetlerle çok açıkça belirtilmiş: Bakara 177, 190-194 ve 205, Enfal 61-63 ve 69-71, Hucurat 9, İnsan 8-12, Kasas 83, Muhammed 4, Nîsâ 94 ve 128, Şura 41-42.
Baskı ve yenilgi karşısında dahi Kur’an’dan uzaklaşılamayacağını bilakis ona sımsıkı sarılmak gerektiğini sözleriyle değil yaşantısıyla anlatan bir mücahid Cezayir’li Emir Abdülkadir’dir (1808-1883). İşgale karşı 150 yıl direnen Müslümanların liderlerinden olan bu genç kahraman karşısında Fransız ordusu şaşkına dönmüştü. Sayıca ve silah yönünden çok üstün kuvvetler Emir’in bir avuç imanlı kuvveti karşısında çaresiz kalmıştı. General Bugeaud Fransa’ya gönderdiği raporlarında üslerine durumu şöyle aktarıyor:
“Abdülkadir hızlı, zeki ne yapacağı belirsiz bir tehlike. Dehası ve inancı ile kazandığı saygınlıkla halkı bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan değil, Müslümanların sevdiği, arzu ile beklediği ve özlemle kucakladığı bir lider.”
Emir Abdülkadir’e karşı üstün gelemeyeceklerini anlayan Fransızlar sonunda Müslümanları birbirlerine karşı kışkırtırlar ve onu esir alıp Fransa’ya götürürler. O esaret ve sürgünle geçen hayatına rağmen asla Hıristiyan kini gütmedi. 1860’ta Lübnan’daki Dürzü isyanı sırasında galeyana gelerek Hıristiyanları katletmek isteyen Müslümanların önüne geçti ve haykırdı:
“Gafiller! Böyle mi yüceltiyorsunuz Peygamberinizi? Yazıklar olsun size! Sizin elinize tek bir Hıristiyan vermem. Onlar benim kardeşlerim!”[5]
Hz Muhammed, Selahaddin Eyyubî ve Emir Abdülkadir ile Usama Bin Laden’in, Yasser Arafat’ın Hassan Nasrallah’ın Cihad anlayışları arasında önemli farklar var. 2007’lerde müslümanlara savaşta liderlik eden bir çok kimsenin:
1) Dış düşmana karşı yapılan Küçük Cihad’ı tek Cihad gibi gördüklerini, nefse karsı yapılan Büyük Cihad’ı ise arka plana ittiklerini,
2) O’nun Kur’an’daki hükümlerini değil O’ndan umudu kesmişçesine, düşmanının sünnetini referans aldıklarını,
3) Soylu, veren, affeden büyüklükten hırs ve intikam ile hareket eden küçüklüğe geçtiklerini,
4) Komplo teorileri sebebiyle adeta paniğe kapıldıklarını,
5) Barış fırsatlarını reddettiklerini,
6) Ebedî mazlum kimliğini benimsediklerini
müşahede ediyoruz.
Cihad kavramının içinin boşaltılması ve yerine kin, intikam, intihar gibi her türlü nefsanî dürtünün doldurulması altını çizmek istediğimiz hastalıkların üçüncüsü.
DÜŞMAN KOMPLOSUNA KARŞI ALLAH’IN KOMPLOSU
Kur’an ve Sünnet’e göre Küçük Cihad’ı İslâm’ın kendisi değil. Küçük Cihad dinimizin amacı da değil. Eğer bir dış düşmana karşı savaş kaçınılmaz ise hiç bir koşul altında sivillerin canına kastedilmemeli. İntihar etmek yasak.[6] Savaş gereksiz yere sürdürülmemeli, mümkün olduğunda barış yapılmalı. (Nîsâ 90, Bakara 190-193, Enfâl 61)
Gene Kur’an’dan anlaşılacağı gibi bir Müslüman hayatını komplo teorilerine göre düzenlememeli. Komplo korkusu ALLAH korkusunun önüne geçip müslümanı O’nun yolundan ayırmamalı. “Onlar tuzak kurdular. ALLAH da tuzak kurdu. ALLAH tuzak kuranların en hayırlısıdır.” ( Âl-î Imrân 54) (Aynı konuda : Enfâl 30, Yûnus 21, Nahl 127, Târık 15-16)
KAVİM DÜŞMANLIĞI, KORKU VE FAŞİZM
Müslüman bugün dünyaya baktığında bir kuşatılmışlık hissiyle sarsılıyor. Temsil edilmeyen, önemsenmeyen, canı ve malı tehdit altında, kendini savunamayan mazlumları görüyor.
Bu kuşatılmışlık hissinin yol açtığı içine kapanma ise kurtuluşuna giden yolu tıkıyor:
Tartışmayı ve tahlili reddedip sloganlarla düşünen, eleştiriyi saldırı olarak gören Müslümanların şiddeti bir yöntem (tek yöntem) kabul etmesi kaçınılmaz oluyor.
Dış düşman – iç düşman ikileminde başlayan paranoyanın hâkim olduğu birçok müslüman ülke kendi ordusunun işgali altında. İranlaşma korkusu, Siyonist tehdit, Sevres’in hortlatılması, misyoner istilası derken demokratikleşme süreci erteleniyor.
Darbeyle gelen asker cumhurbaşkanları, ölmeden koltuktan indirilemeyen diktatörler hâkim birçok İslâm ülkesine. Gazeteciler, yazarlar, araştırmacılar hapse atılıyor, faili meçhul cinayetlere kurban gidiyor:
• Libya’da Albay Kaddafi (1970’ten beri),
• Suriye’de Hafız Esad (1970’ten 2000’deki vefatına kadar, yerine oğlu geçti ),
• Mısır’da Hava kuvvetleri komutanı Hüsnü Mübarek (1981’den beri),
• Pakistan’da General Pervez Müşerref (1999’dan beri).
Müslüman ülkelerin birçoğu 1930’lardan kalma millet-devlet modelinin etkisi altında. Türk ve arap milliyetçileri tozu dumana katmış. Azınlık durumuna düşmüş kürtlere ve berberlere ana dillerini konuşmak yasaklanmış. Ayrılıkçı terörle mücadele adına köyler boşaltılıyor, yüz binlerce masum insan sefalete mahkûm edilmiş… müslüman ordular tarafından müslüman topraklarda.
Müslüman aydınların bir kısmı kaba kuvvete, orduya devlete tapmaktan ibaret olan faşizmi görmeden, kendi ülkelerinde kök salan ırkçılığın ayak seslerini duymadan Filistin’e ağlıyorlar. Yanı başlarında kürt ve berber kardeşleri sıralarını bekliyor.
Kavim düşmanlığı dikkat çekmek istediğimiz hastalıkların dördüncüsüdür. [7]
HER AĞACIN KURDU ÖZÜNDEN OLUR
“Bana ıztırab veren yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz.. çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir.” (Bediüzzaman Saidi Nursi)
1700’lerden itibaren İslâm Âlemi’nde ciddi bir düşünsel yıkım yaşanmaya başladı: Müslüman aydınlar Batının yükselen ekonomik ve teknolojik seviyesi karşısında kendi tezlerini üretememenin yol açtığı aşağılık kompleksi ile körleştiler. Hayranlık ve nefret duygusuyla kâh batıya endeksli kâh batıya tersinden endeksli tezler koydular ortaya. Ancak elit sınıfın bu zaafının bedelini bütün müslümanlar ödeyecekti:
Batının tezlerine aynı kavramlarla cevap vermeye çalıştıkça, İslâm’ın derinliğinden uzaklaşıldı.
Batının toplumsal dönüşüm modellerine daha sıkı sarıldıkça (veya sırf batıdan geliyor diye hepsini reddettikçe) İslâm algısı bir geleneğe, bir folklora dönüştü. Kıyafetiyle batılı olmaya çalışan gibi kıyafetiyle müslüman kalmaya çalışanlar dinin içini boşalttı, babadan oğula aktarılan şeklî bir bilgiye dönüştürdü.
Mısır, Cezayir, İran gibi ülkelere çok pahalıya patlayan bu “zorla batı gömleği giydirme” ve “şeklen direnme” çabası Türkiye’de de bazı hasarlara yol açtı.
Sorunların kökü gibi çözümlerin kökünün de bizde olduğu kanaatindeyiz. Ama çözüm aramadan önce sorunlara yol açan hastalıkların teşhisinde mutabık kalınması zarurî gözüküyor. Aksini yani sorunların dışarıda olduğunu savunmak bizi atalete itiyor. Zira kendi dışımızdan çözüm beklerken Batı’dan merhamet veya O’ndan mucize beklemek durumunda kalıyoruz. Bazı Müslümanlar Katrina kasırgasında, İsrail’deki intihar oranlarının artmasında veya antibiyotiklere cevap vermeyen virüslerde nafile teselli arıyor.
NEO-CAHİLİYYE’NİN TARİFİ
Yahudiler ve Ermenilerin tarihini ve bugünkü söylemlerini inceleyen aydınlar derhal ortak bir noktayı teşhis ederler : “Ebedî mazlum kimliği”. Bu iki topluluğun liderleri de atalarının çektikleri sıkıntıları (Nazi zulmünü ve soykırımı iddialarını) ulusal/dinî kimliklerine katmış, bundan siyasî rant elde etmeye çalışmaktadırlar.
Siyasî bir manevra olarak bunun değeri ve fiyatı tartışır. Ama Müslümanların böyle bir şeye tenezzül etmeye ihtiyaçları yok kanımızca. Daha önce değindiğimiz ve “hastalık” adını verdiğimiz sapmaların bugünkü katlanılan zulümlerin başlıca kaynağıdır. Ancak bugün bazı Müslüman grupların benimsediği “Ebedî mazlum kimliği” de bir hastalık. Acıklı şiir ve şarkılarla, kanlı posterlerle desteklenen bu “mazlum edebiyatı” İnananları kaderciliğe itiyor. Oysa kadere inanmak ile kadercilik arasında çok kalın bir çizgi var. Dinimize göre karamsarlığa, O’ndan umut kesmeye hakkımız yok.
Ayrıntılarıyla sunduğumuz “iç hastalıklar” özetlenecek olursa:
1. Özeleştiriden kaçış,
2. Bilime, teknolojiye ve eğitime sırt çevirme,
3. Cihad kavramının içinin boşaltılması,
4. Kavim düşmanlığı,
5. Ebedî mazlum kimliği ve kadercilik.
İste bu hastalıklardan muzdarib İslâm Dünya’sı bir kaç asırdır Neo-Cahiliyye adini verdiğimiz bir uzaklaşma döneminde.
Cezayirli direnişçi Emir Abdülkadir Avrupalılar karşısında Müslümanların yenilgisini Suriye’deki bir toplantıda şu ayetle açıklar: “ALLAH size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? …”(Al-i İmran 160)
NEO-CAHİLİYYE DEVRİNİN SONU
Elbette resmin tamamı bu derecede karanlık değil. Bugün bu manevî boşluğu yeniden İslâm ile doldurmak isteyen genç ve aydın bir çaba var. Özellikle Türkiye gibi dinamik ülkelerde müslüman ve demokrat bir sınıf komplekssiz, kendisiyle geçmişiyle barışık bir şekilde çalışmaya devam ediyor.
Bu genç Müslümanların bugün çekilen sıkıntılardan kurtulmak için bu hastalıkların bilincine vardıklarını ve çözümü şu şekilde içerde aradıklarını mutlulukla görüyoruz:
1) Özeleştiriye kişisel olarak açık olmak, devletlerin ise demokratikleşmesi, düşünce özgürlüğü,
2) Bilime ve eğitime devlet bütçelerinden ayrılan payın arttırılması,
3) Cihad’da öze dönülmesi, Kur’an’a ve sünnete uymayan mücadelelere “Cihad” denmemesi,
4) Milliyetçilik, vatanseverlik ve ırkçılık konularının Müslümanlarca tartışılması,
5) Ebedî mazlum kimliğinin terk edilmesi, zafer ve iyimserlik üzerine olan gerçek Müslüman kimliğine dönülmesi.
Yazarlarımızdan Mehmet Edebali bir yorumunda şöyle diyordu :
“Dün Suriye’de, belki Lübnan’da, Irak’ta, Azerbaycan’da, Orta Asya’da açıkça gördük ki Nuh Gönültaş’ın güzel deyimiyle tarih ve mensubu olduğumuz medeniyet bizi eteklerimizden çekiyor. Bu coğrafyada Türkiye ayakta kalacaksa, Adriyatik’ten Çin’e, Afrika’ya büyük bir hamleyle atağa geçmemiz gerekiyor. Bugün artan diplomatik trafik güzel yarınların umut ışığı… Ancak… Bundan sonrasında Türkiye’den daha fazla şey beklenecek, daha fazla şey istenecek.”
Bu satırlar bizim gözümüzdeki ve gönlümüzdeki çıkış yolunu işaret ediyor.
Teşekkür: Ahmed Yüksel Özemre’nin “Islâm’da aklın önemi ve sınırı” adlı eseri, yazarlarımızdan Mustafa Akyol’un ve Suat Öztürk’ün sitelerinde yayınladıkları makaleleri, Derin Düşünce Grubu üyeleri ve yorumcuları ile yaptığımız tartışmalar bu yazı için bilgi ve ilham kaynağı olmuştur.
KAYNAKÇA
(1) Fransız bilim adamı Briffault Making of Humanity adlı yapıtından : “… bilim dediğimiz olgu Avrupa’ya araplarca getirilen deney, gözlem ve ölçüm yöntemlerinin sonucudur. Bilim İslâm uygarlığının Dünya’ya en önemli hediyesidir” der. Amerikalı bilim tarihçisi George Sarton’a göre ise : “Ortaçağın temel fakat bir o kadar da az bilinen başarısı, deney ruhunun uyandırılmasıdır ki bu, her şeyden önce, 12nci asra kadar Müslümanların sayesinde olmuştur.”
(k2) Hüseyin Kâzım Kadri: 20. Asırda İslâmiyet; Pınar Yayınları, sayfa: 99).
(3) Müslümanların Haçlı saldırıları esnasındaki zayıflıkları (Dönemin müslüman tarihçilerinin ağzından)
Haçlıların saldırıları
• Ibni al-Kalanisi, Hicrî 490 yılındaki günlüğü,
• Ibni al-Atir (1160-1233) Al-Kamel fit-Tarih, 10, 11 ve 12inci bölümler. (13 ciltlik arapça baskısı 1979’da Beyrut’ta yapılmıştır)
• Ibni Jobair, « Seyahatler »
Moğolların saldırıları
• Mısırli al-Makrizî (1364-1442)
• Cemalettin Ibni Vassel (1207-1298)
• Ibni Abdelzaher (1233-1293)
• Abulfida (1273-1331) Muktasar Tarih el Başar
(4) Institute for Scientific Information tarafından ihdâs edilmiş olan ve bilime yapılan katkıları ölçmede bir kıstas olarak kullanılan SCIENCE CITATION INDEX tek başına kullanılmamalıdır. Aydınlatıcı bir eleştiri için (http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=63&Itemid=57)
(5) The History of Lebanon in 18th and 19th centuries, Mikhael Mishaqa, Newyork 1988
(6) Hayber Gazvesi sırasında büyük fedakârlıklar gösteren Kuzman adındaki birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz. Peygamber tarafından haber verilmişti. Bunun üzerine Ashab-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman’ı izlemiş ve O’nun, aldığı yaralara sabredemeyip, kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini görmüştür. Kuzman’ın ölüm şekli Allah Resulu’ne iletilince şöyle buyurmuştur: “Insanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; halbuki kendileri cehennemliktir. Öyle kimseler de vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, halbuki kendileri cennetliktir” (Buhâri, Kader, 5, Rikâk, 33; Müslim, Iman, 179).
[7]Yazarlarımızdan Fatih Demir’in Gamalı Hilalin Yükselişi başlıklı yazısı ve izleyen yorumlar bu konuda iyi bir başlangıç noktası olabilir.
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
53 Yorum
Yazan:Selahattin Tarih: May 19, 2007 | Reply
Uzun bir yazı yazmışsı NIZZZ.
1 Yazınızın tarzı:
…isimli bir derginin arkasında Iraktaki savaşın sebebi sayılan ” hay o petrolün / keşke petrol olmasaydı ” gibi bir cümle yazan şiir okumuştum bir zamanlar.
Petrolün ne suçu var diyesim geldi. ABD nin saldırganlığına bir şey yok, Allah’ın nimeti petrolün suçu çok.
Yazınız biraz bu tarzda olmuş galiba.
Böyle giderse Neo Cahiliye dönemi başka bir sinemada devam eder gibi geliyor bana.
2) Çözümün Temeli & Köşe Taşlarının Durumu?
Yazınızın diğer bölümlerine KÜLLİ OLARAK şöyle cevap verebiliriz, çünkü çözümün niyeti,güç kaynağı çok önemlidir dönüm noktasıdır.
Benim anladığım çözümün temeli olarak Cumhuriyet Halk Partisinin tüzüğünün (bütün partiler ve meclis) sürdürülerek ekonomik ve sosyolojik gelişmenin sağlanarak dünyaya adapte olalım, dünya ile her yönden yarışalım gibi, böylece müslümanları maddi manevi koruruz mu diyorsunuz. Acaba bugünkü gibimi korursunuz? Hiç bir değişiklik olmadan aynı senoryolu filimleri izlemek nasıl bir gelişmekse, Nasıl korunmaksa, Nasıl emniyetse, nasıl çözümün temeli ise…
Amerika gelişmiş bir ülke onun hakim olduğu yerlerde islam korunuyormu? Emniyettemi?
CHP nin tüzüğüne göre güçlü bir türkiye oluşturalım güçlü bir Türkiye sonrasının cevabı olmayan bir çözüm, bir araştırma gibi geldi bana yazınız.
İlerki zamanın güçlü Türkiye si bana bugünkü güçlü japonya gibi geldi.
Dünyaya ahlaki bir katkısı olmayan, sadece çalışmayı dünyaya ahlaki katkı diye belletip onun için yapılan onursuz davranışları intihar ederek cezalandırmayı öngören bir hayat.
veya diyelimki japonya veya tunus dünyada ikinci güç ama birin güçün yıkılmasını bekliyorlar yıkmak için her hangi bir imanları yok farz edelim ve birinci güç yıkılıyor ee japonya ne yapacak, tunus neyapacak, insanlığa katkısı ne olacak. Allaha kulluğu nasıl olacak? Şunu unutmayın devletlerin nefsi insanların nefsine benzer veya tersi ile sıkı bir bağlantısı vardır.
Türkiye ne yapacak. Küçük ABD mi olacak, yeni ABD mi olacak.
“Oysa Kur’an’da insanlar arasındaki hukukî ilişkileri düzenleyen âyetlerin sayısı 250 civarında iken kutsal kitabımızın %12,5’i yani 750 kadar âyet Müslümanları:
1) Öğretmeye ve öğrenmeye,
2) Düşünmeye,
3) Doğayı araştırmaya,
4) Aklı en iyi şekilde kullanmaya,
5) Bilimsel çalışmaları toplumsal hayatının bir parçası hâline getirmeye
davet ediyor”
Siz İslamın 250 kadar Köşe taşlarını yerlerine yerleştirip, hayatınızın diğer tarafı için öğrenmek öğretmek adına, düşünmek adına, doğayı araştırmak adına, aklı en iyi kullanmak adına, bilimsel çalışmaları toplumsal hayatının bir parçası yapmak adına her hangibir ekonomik sosyal plan program geliştirdiniz mi? YOK.
Köşe taşlarılarını atlayalım mı gibi bir şey olmuş. Size soruyorum şeriat koyma kimin hakkıdır, Atlarsanız ne yönde gelişirsiniz hiç düşündünüz mü?
Ekonomik bir proje geliştirdiğini düşünen, ortaya bilimsel bir şeyler koyan müslüman Haydar Baş beye destek verdinizmi müslüman olarak veya onun çözümünü çürüttünüzmü, daha iyisini bulmak adına? YOK.
Baktınızmı Haydar Baş Bey köşe taşlarını yerine koyarak mı çözmüş? YOK.
Örnek olsun diye bu misali verdim.
Köşe taşlarının uygulanmadığı müslüman ülkelerde insanların hatasını müslümanların üzerine neo cahiliye ahlakı olarak yorumlanması ağır olmuş ve 250 köşe taşını hiçe sayarak ekonomik gelişimini ilerleten müslümanların doğru yolda izlenimi verdiği ise daha bir ağır olmuş.
Müslümanların köşe taşlarını yerine getirmesini sağlayın moğolların istilasına, emperyalizmin istilasına sebeb verecek davranışları ortadan kaldıralım.
(bırakın köşe taşlarını atlamayı, koyun yerine ondan sonra ne yapıyorsanız yapın diyesim geldi)
Yazan:Suat Öztürk Tarih: May 20, 2007 | Reply
Mehmet Bey,
Detaylı bir değerlendirme olmuş; yazı önemli tespitler içeriyor.
Benim katıldığım pek çok nokta var ama “Dış saldırılara yenik düşmek sebep mi yoksa sonuç mu?” kısmına düşeceğim önemli şerhler var.
Ki zaten bu, bugunkü halin de temel sebebini oluşturuyor. Bu önemli konuya dair düşüncelerimi yorum bölümüne yazacaktım ama bir yazı ile kayıt düşmenin daha kalıcı olacağını düşündüm.
En kısa zamanda DD ana sayfasında inşaallah :-))
Yazan:mr^sair Tarih: May 20, 2007 | Reply
Arşive alınacak nispette; sık sık göz gezdirilerek hatırlanmasına ve ilavelerle de geliştirilmesine imkân sağlayan; incelendikçe okuyucularını, konunun hem tarafı hem de konusu haline getiren, içten bir öz eleştiri mesabesinde olması hasebiyle bizi bize anlatan bir tutum da kayda alınması icap eden, özlü bir yazı olmuş.
Âdeta bir araştırma tezi hazırlar gibi, planlama ve çalışma esnasında sarf ettiğiniz emeği görmemek mümkün değil. Ceberut takdimlerle daha da sertleştirilen ve bu haliyle dile getirilmektense sîneye çekilmesinden yana olunan kaskatı problemleri:
Algılarımıza eriştirmek için bir solüsyon kıvamında; rasyonel olduğu kadar spirituel, mahallî vurgularla kaynaşık, acil müdahale arayışında konsültan usul ve takdimle sunduğunuz yazınız için teşekkürler…
Tam da; saygıdeğer bir abimize, özel bir mektup ile haddimizi aşarak bazı tavsiyelerde bulunmayı düşündüğüm bir dönemde, kaleme almak istediğim konunun esaslı dayanaklarını, yazınızın tasarlanmış yönleriyle vukufiyet kesbettiği ve âdil olmaya çalıştıgı satırları arasında görmekten dolayı memnun oldum. Sanırım ben bir de “tevazu” kavramını işleyerek, en “keskin” bıçaklar gibi üslubların bile, bir kuru taş gibi samimi ve sade ikazlar ile bileylenebileceği hakikatine vurgu yapacaktım.
Umarım; sözünü ettiğim, birikimi ve şahsiyeti ile örnek, her haliyle mâruf ağabeymiz de bu yazıdan kendi hesabına zihnî bağlamda iştah açıcı yorumlar çıkartarak, hepimiz gibi ders alabilecektir.
Selâhaddin Bey ‘in eleştirilerinin taşıdığı tenakuzun (anlam aykırılığı), Mehmet Bey’in inşa etmeye çalıştıgı strüktürden herhangi bir tenakusa (eksilme) yol açmadığını belirtmek de fayda var. Karşıtların zâlim ve mütekebbir olduğu savıyla eleştiri yapmanın tabiî karşılanması gerektiği gibi, bu -mehabetli düşman & mazlum, bî-çare halk- dikotomisinin de revizyonist bakış açılarıyla bu yazıda olduğu gibi gözden geçirilmesi gerektiğine işaret eden anlatımlarda tabiî karşılanmalı, müellifleri tek kalemde aforoz edilmemelidir. Zira düşmanın ayak çelmelerini ve faullü girişimlerini elbette ki “hakem” olanların görmezden gelmesi mümkün olmadığı gibi bu hakemlerinde yanlış yapabileceği ihtimalinin yok sayılarak, muhasebenin rafa kaldırılacağı sonucuna da ulaşılamaz.
Son günlerde sürdürülen bir tartışmanın da bu yazının yazılmasına sebeb teşkil ettiğini düşünerek, bir hatırlatmada ve naçizane bir gayretle; önce nefsime, akabinde taraflara bir ikaz da bulunacağım.
Medine site devletinin Anayasası hazırlanırken, Hz Peygamber ve mü’minlerin karşılıklı hak ve vazifelerinin tarifi gerekiyordu. Şehrin Müslüman olmayan Arap ve Musevileriyle anlaşmak, sosyal hayatı teşkilatlandırmak, onu adlî, askeri, dini ve ilmi müesseseleriyle donatmak ve Resulullah’ın (s.a.v) yegâne vazife ve gayesi olan İslamiyetin geleceğini düşünmek icap ediyordu. İman ve salih amele dayalı tatbikatın bu süreçte kâfi gelmediği açıktır. İşte bunlar ve benzeri sebebler O’nun dini olmayan işleri de üzerine almasını gerektirmiştir.
Zaten İslami esaslara göre, dini olmayan sahalarda cemaatin liderliğini yapacak başka bir kimse de yoktu. Bu anlamda ister devlet başkanı olsun ister kumandan diğer tüm idareciler gibi örneklere ve hareket kaidelerine muhtaç olunduğu da açıktı. Her şeyin tam iktidar sahibi bir devlet başkanının keyfine bırakılması halinde bir despotizm ve anarşiden de çeşitli zararların doğacağı da…
Velhasıl, bütün bu ihtiyaç ve zaruretlerin gerektirdiği şekilde Hz Peygamber, Müslüman ve gayri Müslimlere danışmış ve hepsi bir site devlet halinde teşkilatlanmak üzere Hz Enes’in evinde toplanmışlardır. Hamidullah’ın da bu kâğıda dökülen yazılı anayasa hakkındaki tezine bakılırsa da, bunun dünya tarihinde ki ilk yazılı anayasa olduğu (Aristo’nun “Atina Anayasası” nın devletin genel bir tasviri, tahlili olduğunu söyleyerek bu örnekle eleştiri yapacak arkadaşların önünü almaya çalışayım. Konfüçyüs’ün ders notu niteliğindeki sözlerinden bahsedilmez umarım…) söylenebilir.
Bu örneği ilk baştan beri gereksiz görenler için bağlamak istediğim yere geleyim o halde…
Misyonerlik tartışmasındaki müdahil tarafların, gerçekleri kendi bulunduğu noktadan değil, gerçeğin bulunduğu yerden görmesi arzusunda ki bu genç: Bir tarafın, Anayasa’nın hazırlanmasındaki bu güvenilebilir uzlaşmacı ve hukukî yaklaşımı görememesi; diğer tarafın ise, bu anlaşma maddelerinin ihlal edilmesi halinde devreye giren; kesin, âdil ve vakur tatbikatın varlığını gözden kaçırarak, heyecanını ve cesaretini kaybetmiş süklüm püklüm bir yaranmacılığın pençesinde, bunu da “hoşgörü” gibi bir yaklaşımla sunmasını ibretle takip etmektedir.
Meselenin bu noktasında İslam ‘ın bir din olarak devlet ve yönetim biçimlerine ilişkin bir belirleme getirmek yerine genel ilke ve amaçlar koymakla yetinmiş olduğunu, insanlara da hem bu ilke ve amaçları hem de zamanın şartlarını dikkate alarak kendi yönetim biçimlerini belirleme ve düzenleme hak ve yetkisini bıraktığını unutmamak gerekir. Gerek Kur’an gerekse Hz Peygamber ‘in sünnetinde Müslümanların nasıl bir devlet teşkilatı kuracağı, devlet başkanını nasıl ve hangi şartlarla seçeceği ve toplumun hangi siyasi şekil ve yöntemlerle yönetileceği konusunda ayrıntı verilmemiş, hatta bu konulara neredeyse hiç temas edilmemiştir. Temel ilke ve esaslar üzerinde ısrarla durulmuş, insanlara sahip oldukları yönetim biçimlerini sağlıklı ve adaletli şekilde işletecek bir anlayış ve ufuk kazandırılmaya çalışılmıştır.
Yazı ve düşündürdükleri için teşekkür eder, saygılar sunarım…
Ve sâir
Yazan:Öncü Nesil Tarih: May 21, 2007 | Reply
Hz. Peygamberin Örnekliğinde İslam’da Yönetim:
Öncelikle yönetim nedir? Mesela bir aile reisi aileyi belli kurallar çerçevesinde yönetiyor, istediği gibi yönetemiyor. Belli bir ahlaki yapı var, belli bir ilişki zinciri var, ailenin fertleri var ve bu fertler arasında bir sistem var. Ve bu sistem içerisinde bir aile yönetilir. Hz. Adem’den günümüze kadar insanlık boş bırakılmamıştır. Mutlak surette tarihin en derinliklerine vardığımızda bile mutlak surette o klan toplumlarında bile bir kabile reisi vardır, kabilenin kendine has kuralları vardır. İlkel bir kabilede böceklere tapan totem kabilelerinde veya Hindu kabilelerinde çeşitli kurallar olduğuna göre ve buralarda kabileleri klanları yöneten birileri olduğuna göre… Yani Cenab-ı Allah’ın indirmiş olduğu son din insanların hayatlarına hakim kılınan bir din, bir kitap, bir Kur’an-ı Kerim’de yönetim olmayacak da bir aşiretin içinde mi yönetim olacak.
Hz. Peygamberin büyüdüğü ortama bakıyoruz, büyüdüğü ortam nasıl bir ortamdı? Öncelikle kabileciliğin çok etkin olduğu, ırkçılığın zirveye tırmandığı, kabile üstünlüğünün varolduğu bir ortamdı. Hz Peygamber her kabilenin diğer kabilelerden üstün olduğu,yönetme anlayışının var olduğu bir ortamda büyümüştür. Ve büyüdüğü ortamda ilkel bir site devleti ya da ona benzer bir yönetim vardır. Mekke’de Kureyş Kabilesi, sistemi yönetiyor. Bu şehrin kendine has kuralları vardır. En azından Kabe’- nin yönetimi ile ilgili belirli kurallar konmuştur. Kimisi hacılara su vermek, kimisi yemek vermek, kimisi uluslararası alanda elçilik yapmak üzere çeşitli görevler yüklenmiş ve Dar-un Nedve’de belli görevler ortaya çıkmış. Hz. Peygamberin beşinci göbekten atası olan Kusay ibni Kilab’ın önderliğinde oluşan Dar-un Nedve’de ilkel de olsa bir yönetim vardır. Ama bu Yönetimi incelediğimiz zaman tevhid inancından tamamen uzak putperestliği önceleyen ve Hz. İbrahim’in dininden arta kalan küçük ahlaki motiflerin dışında hiçbir ilahi özelliği olmayan bir din, bir anlayış. Böyle cahili bir ortamda Hz. Peygamber bir mesajla geliyor, ama çok enteresan, Cenab-ı Allah’ın hikmeti, Allah’ın kitabı ya cehaletin kol gezdiği, her şeyin Cehalet Üzerine Bina Edildiği, yönetildiği bir ortamda “Oku, Rabbinin adıyla oku, insanı bir kan pıhtısından, bir embriyodan yaratmış olan Rabbinin adıyla oku, O insana bilmediğini öğretti.” Şimdi burada okuma var, okumadan sonra bilmediğini öğretme var.
Bugün yeryüzünde kurulmuş olan bütün medeniyetlerin temelinde, Çin medeniyeti, Grek medeniyeti… ve en son medeniyet, İslam medeniyetinin temelinde Peygamber öğretisi vardır. İlk elbiseyi herhangi bir devlet başkanı giydirmemiştir. Hz. İdris giydirmiştir. İğneyi, ipliği, ipliğin bükülmesini şimdi tarih kitaplarında öğretiyorlar insanlara; işte insanlar mağaralardan çıktılar da işte koyunların yünlerini şöyle eğirdiler de vs… kim yaptı bunu, dokumayı kim öğretti? Hz. İdris’le başladı bu. İlk defa tahtanın kullanılmasını, ağacın kullanılmasını kim öğretti? Hz. Nuh öğretti. Gemi yapımı; bugün gemicilik dünyanın önemli medeniyetlerinden bir parçadır. Demir işlemeyi Hz. Davut öğretti. Bunu kim öğretti? ‘Allemel insane mâlem yâlem.’ Bunu bütün peygamberlerin şahsında görüyoruz. Tıbbın, Hz. İsa devrinde yücelmesinin sebebi Hz. İsa’ya verilen bilgidir. Ve bütün peygamberlerde bu vardır. Kurulan medeniyetlerin tümünün temelinde Peygamberlerin insanlığa öğrettiği bilgiler yatıyor. Ve Hz. Peygamberin gelişiyle miladi 7.y.y. başından bu zamana kadar gelen medeniyetin tümü islam’a aittir. Ama bugün Avrupa medeniyetinin ulaştığı bilgiye baktığımız zaman rönesansı harekete geçiren, aydınlanma çağını harekete geçiren 300-400 tane Arapçadan Latinceye tercüme edilen kitaptır. Bütün bilgilerini bunun üzerine bina etti, Avrupa medeniyeti ve rönesansı. Bunun arkasından aydınlanma çağını ortaya çıkardı.
Yani konumuz, Hz. Peygamber ‘ikra’ mesajıyla geldi İmana çağrıda bulundu. Ve etrafında insanlar birikti. Küçük bir Müslüman kitle. Yani şu salonda oturan Müslümanların dörtte biri kadar. Belki çok daha da az küçük bir kitle Hz. Peygamberin yanında birikti. Erkam’ın evinde bir araya geldikleri zaman onların bir Başı vardı. Bir ‘emir’leri vardı sözünü dinledikleri, onları yöneten birisi vardı. Ağzına bakıyorlardı ve ona en ufak bir itirazda bulunmuyorlardı. İtaat ediyorlardı. Allah ilerde emredecek daha ayetler inmemiş “atiullaha ve atiurrasule ve ulul emri minkum” bunun üzerinde duracağız. Bu arada bu ilahi hikmeti bilenlerin sayısı Erkam’ın evindeki küçük bir kitle yaklaşık 100 kişi civarında kadınıyla erkeğiyle. Hz. Ömer Erkam’ın evine gittiği anda 39 Müslüman vardı. Hz. Ömer Müslüman olunca 40. oldu. Yoksa Müslümanların toplam sayısı kırk değildi, dışardakilerle beraber 100 kadardı. Hz Ömer Erkam’ın evindeki Müslüman adamların 40.’sı idi. Ama bu kitlenin başında bir lider vardır artık. Onları yöneten birisi vardır. Vahiy geldiği zaman onlara öğretiyor. Hem öğretmenleridir. Hem amirleridir. Hem ağabeyleridir. Hem yöneticileridir. Hem de peygamberleridir. Toplumunda lider olma hevesi yoktu Rasulullah’ın, topluma önder olmak için gelmiş değildi. O kitlenin başına geçmiş değildi. Allah O’na bir misyon yükledi, bir emir verdi. Kalk ve uyar ‘kum fe enzir…’ dedi. Yakın akrabalarından başlayarak uyarmaya başla. Peygamberin yüklendiği misyon buydu.
Bu misyonla hareket eden Rasulullah etrafında biriken kitleyi ister istemez yönetecekti. Ve yönetim başladı. Önce küçük bir kardeş grubu oluştu. Ardından bir cemaat. Sonra bu cemaatin ortaya çıkmasıyla ister istemez Mekke ikiye bölündü. Müslümanlar ve müşrikler. Müşrikleri yöneten bir Dar’un Nedve vardı. Müslümanları yöneten Rasulullah vardı. Ve karşılıklı olarak kararlar alıyorlardı. Dar’un Nedve karar alıyordu, Peygamberi öldürmeye, arkadaşlarına işkence yapmaya. Rasulullah da arkadaşlarını topluyor onlara din öğretiyordu. Ahlak, güzellik öğretiyordu. Kızların artık diri diri gömülmemesi gerektiğini, hırsızlık yapmanın haram olduğunu, başkasının aleyhinde konuşmanın yasak olduğunu, başkasına kuyu kazmanın yasak olduğunu, başkasının malını haksızca almanın haram olduğunu, faizi, zinayı, hırsızlığı ki bunlar Medine de iniyor ama bunların alt yapısı Mekke de inen ayetlerle hazırlıyordu yani Mekke de de ahkam inmiştir. Ve Peygamber onları yönetiyor, bu kitle büyüyor. Cemaat olmaktan çıkıp Mekke’de mücadele eden bir kitleye dönüşüyor.
Resulullah inanları sıkıntı, işkence ve mücadele nedeniyle Habeşistan’a gönderiyor. Eğer ortada bir yönetim olmamış olsaydı yani ey Muhammed kusura bakma biz Mekke’de büyümüşüz, bizim ne işimiz var Habeşistan’da derlerdi. Ama işin içinde bir yönetici var, bir amir vardır, bir peygamber vardır. Onları sevk ve idare eden O’ydu. Sonunda kendisi de Medine’ye hicret etti, şimdi Mekke’deki yapıya baktığımız zaman bir cemaat yapısı içerisinde ve mücadele veren Mekke şirk düzenine karşı, Mekke putperestliğine karşı, Dar’un Nedve’ye karşı mücadele veren Peygamber ve Ashab’ı vardı. İşkence gördüler; dayak yediler; İbn Ebi Hale şehid edildi; ardından Sümeyye şehid edildi; Yasir şehid edildi; Ammar, Habbab, Bilal alabildiğine işkence gördüler ve sıkıntı çektiler ama ‘la ilahe illallah’ dediler. Allah’tan başka hiçbir ilahın hükmünü kabul etmiyoruz; Allah’tan başka kimseden yardım istemiyoruz; Allah’tan başka hiç kimsenin önünde eğilmiyoruz; hiç kimsenin önünde rukü etmiyoruz; hiç kimseye saygımız yoktur; sadece saygımız ilah olarak Allah’adır. O’na itaat ederiz. O’nun emirlerine bağlanırız dediler ve Peygamberlerinin yönetiminde öyle bir sıkışma anı oldu ki Mekke yi terk etmek zorunda kaldılar. Medine ye hicret ettikleri zaman, malumunuz oraya önceden Musab bin Umeyr gitmiş, orada belli çalışmalar yapılmış ve orada küçük bir nüve ortaya çıkmıştır. Dolayısı ile Rasulullah’ın oraya varmasından evvel zemin kısmen hazır olmuştur.
Rasulullah’ın Medine’ye varır varmaz yaptığı ilk iş: Kuba Mescidini bina etti, ardından ilk idari bir iş yaptı. Dünya tarihinde ilk toplum önderinin yaptığı ilk faaliyet, ilk sosyal veya siyasi faaliyet, nüfus sayımı yaptırdı. Niye? Bir yönetim ortaya çıkacak, birilerini yöneteceğim ben, kimi yöneteceğim ben, kaç kişiyi yöneteceğim, kim bunlar. Hepsinin dökümü yapılıyor. Bu vesika elimize ulaşmamış ama bilgi olarak şöyle gelmiş: Rasulullah Medine de ilk nüfus sayımını yaptığı zaman çoluk çocuk yaşlı genç hepsi birlikte 1500 kişinin ismi yazıldı. Ardından Rasulullaha bakıyoruz; kardeşleştirme olayını yapıyor. Mekke’den gelenlerle Medine’de ikamet edenleri birbirine kardeş yapıyor. Mekke’den birisi Medine’den birisine kardeş oluyor. Evi olmayana Medine’den ev temin ediliyor; bekar olan evlendiriliyor; işi olmayana iş bulunuyor ve Mekkeliler Medinelilerin tarlalarında çalışmaya başlıyorlar. Sosyal yardımlaşmanın, sosyal dayanışmanın ilk ürünü, kardeşleştirme olayında ortaya çıkmıştır. Kim yapar bunu? Bir yönetici yapar. Bir yönetici olmasa kim ona itaat edecek? Ve dolayısı ile o sosyal bünyeyi bir araya getirip onları birbirine kenetleştiren, onları güçlü kılan bir amir ve bir idareci vardı. Allah’a ve Rasulüne “Herhangi bir konuda ihtilafa düştüğünüz zaman, birbirlerinizle çekiştiğiniz zaman o konuyu Allah ve Rasulüne götürün” Hakem, Allah ve Rasulüdür. Toplum içerisinde ihtilaflar olacak, kavgalar, dövüşler, mahkemelik olaylar, şunlar, bunlar kim ne diyebilir ki, yönetim olmazsa. Yönetim olmadan bir toplum olabilir mi? Bu kadar mı başıboş bir dindi bu? Haşa! İşte Peygamber (a.s)’a götürülmesi için Kur’an ve sünnete başvurulması için Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün sünnetine başvurulmasını emrediyor ilahi kitap Kur’an-ı Kerim: “Allah’a ve Rasulüne götürünüz”. Ayrıca ayetin bir yansıması ki sonra inmiş olmasına rağmen Hz. Peygamberin burada son merci olacağı ihtilaf konusunda mutlak surette onun görüşüne başvurulacağı bir amirdir demek ki. O anda Medine’de sözleşmenin ikinci kısmına baktığımız zaman Yahudi ve müşrikler de bu sözleşmeye katılıyorlar ve ikinci defa bu toplantı yapılıyor ve ikinci kısmı imzalanıyor iki taraf arasında Müslim ve gayri Müslimlerle bir sözleşme imzalanıyor o sözleşmenin ikinci kısmı yine son maddesinde bir madde daha ekleniyor. “Herhangi bir tartışma olayı olursa yani ihtilafa sebep olan bir olay meydana geldiği zaman Allah’ın Rasulü Muhammed’e götürülmesi gerekir. Bakın Allah’ın Rasulü Muhammed, özellikle burada bu yazılmıştır: birincisinde ‘Resul Muhammed’ tabiri yok. Çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar, müşrikler Hz. Peygambere Muhammed diyorlardı. Onun için özellikle yazıldı. Önce O’nun Rasul olduğunu kabul etmiyorlar tabi.
Fakat bu sözleşme yapıldığı zaman Hz. Peygamberin Hakem-u Hakemliğini -hem Hakem hem Hakim, çünkü o dönemde olan hakemler bir ihtilaf konusu olduğu zaman sözel sen haklısın, sen haksızsın der ve iki tarafı gönderirlerdi. İnfaz yetkileri yoktu hakemlerin.- Hakem-u hakimlerin infaz yetkileri vardı. Hz. Peygamber (sav) hem hakem hem hakimdi. Bir ihtilaf söz konusu olduğu zaman infazı o yapardı, (şeriata göre) suçluyu o cezalandırırdı. Onun aracılığıyla bu yönetim gerçekleşiyor. Şimdi Medine sözleşmesinde yine ‘Müslümanlar ve onlara tabi olanlarla’ diye bir tabir var. Müslümanlar ve ona tabi olanlarla birlikte bir ümmet oluştururlar. Yani bir toplum oluştururlar ve son maddede yine Hz. Peygamber (sav)’in bu toplumun önderi ve öncüsü olduğuna dair hüküm vardır. Demek ki ortada bir kitle var, bir toplum var. Bu toplumun mensupları vardır. Dinleri farklıdır. Malları mülkleri var, idareleri var, çoluk çocuğu var, bilmem herkes var ticaretleri vardır ve bu toplumun başında da bir amir vardır. O da Rasulullah (sav)’dir. Bir hakem bir hakim vardı. Yani Medine Devleti’nin başkanı artık kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Şimdi toplum önderi olarak Rasulullah’ı görüyoruz. Şimdi toplumun unsurlarını bir araya getirmesi açısından Rasulullah’ın neyi uyguluyordu? Toplumda Resul olması icabıyla ve hem hakem hem hakim olması onun Allah’ın emrini uyguladığının en büyük delilidir.
Prof.Dr A.A.ya araştırmasından dolayı çok teşekkür ederiz.
Öncü Nesil
Yazan:mr^sair Tarih: May 21, 2007 | Reply
Merhaba Öncü Nesil;
Kısa cümlelerle ve rahat anlaşılır bir şekilde konunun münasip gördügünüz bir yerinden başlamak sûretiyle açıklamada bulunmuşsunuz, bu anlamda Prof. Dr. A.A. ‘ya ve size teşekkür ederim.
Yazınızın bir itirazdan hareketle ve bu çerçevede mi, yoksa; bir te’yid ve tahlil üslubuyla mı yazılmaya başlandığını; birincisi doğru ise, neye itiraz ettiğini öğrenmek isterim.
Sanırım iki noktaya değinmek gerekiyor: Birisi, Hz Peygamber’in siyasi liderliğinin dinin bir gereği olup olmadığı; ikincisi, Hz Peygamber sonrası dönemin İslam yönetimi bağlamında neler getirdiği…
Birinci argümandan söz etmeden, Allah’ın Hz Peygamber için öngördüğü aslî görevin, kendisinden aldığı vahyi insanlara ulaştırması, bu şekliyle açıklanması ve uygulanmasının da bu görevin devamı mahiyetinde olduğu ve neticede ona ittiba etmenin gerekliliğini belirtmek gerekir.
Hz Peygamber aslî görevi olan Allah’tan aldığı mesajı insanlara ulaştırma ve bu mesaja ilişkin gerekli açıklama ve uygulamaları yapma dışında, konjonktürel olarak Medine ‘de, içerisinde Müslümanlar yanında Yahudi ve Putperestlerin de bulunduğu bir topluluğun lideri olmuştur. Rasulullah’a itaati emreden ayetler esas itibariyle bu çerçevede Resulullah ‘ın asıl göreviyle ilgili olmakla birlikte, bu itaat emri onun siyasal otoritesine tâbi olmayı da içerecek bir genellik taşımaktadır. Zaten Medine dönemi dikkate alındığında, Mekke döneminden farklı olarak Hz Peygamber ‘in hem yasama hem de yönetme yetkisini kendisinde topladığı ve aynı anda hem hukuki hem de siyasal otorite olduğu görülür. Sizin de burada bir itirazınızın olmadığını sanıyorum -ki yukarıda da buna değinmiştim- …
Fakat Hz. Peygamber ‘in Medine toplumuna lider oluşunun dinin bir gereği olmaktan çok konjonktüre bağlı siyasal bir liderlik olduğu kanaatinin ağırlıklı olduğunu ifade etmek gerekir. Gerek Peygamber Efendimizin gerekse onun irtihalinden soınra Müslüman toplumların siyasetle ilgilenmesini doğal bir gelişme olarak değerlendirmek daha uygun olur diye düşünüyorum.
Mekke de iken herhangi bir siyasi talepte bulunduğunun bilinmemesi ve bunun temel misyonu ile ilgili olduğu ve elbette ki içinde bulunduğu sosyopolitik durumu yakından ilgilendirdiği açıktır. Medine döneminde ise, dinin gereklerinin rahatça yerine getirilebilmesi için toplumsal bir bütünleşme ve örgütlenme kaçınılmaz olmuş, Efendimiz de vahye ve içtihadına dayanarak bu yönde gerekli önlemleri almıştır.
İşte tam bu noktada meseleyi özetleyen ve anlaşılır kılan bir husus vardır ki sizin de bana hak vereceğinizi düşünüyorum, o da: İslam alimlerinin, Efendimizin sünnetini değerlendirirken onun Peygamber olarak yaptığı davranışlarla devlet başkanı ve siyasi-askeri lider vasfıyla yaptıkları arasında bir ayrım gözetmesi ve ikinci grup sünneti yorumlamada kendilerini daha rahat hissetmeleridir.
Sözünü ettiğimiz Medine vesikası ile geçici de olsa bir ara dönem siyasi sözleşmesi hazırlanmıştır. Bununla Resulullah başkanlığında Medine toplumu arasında belli ölçülerde bir bütünleşme sağlanmış, daha da önemlisi ortak düşmanları sayılabilecek Mekkeliler’e karşı bir ittifak oluşturmuşlardır ki, bu da dikkatlerimizden kaçmaması gereken bir başka husustur.
İkincisi; Efendimizin vefat etmesinden hemen sonra ümmetin işlerinin yürütülmesi için kimin O’nun yerine geçeceği tartışılmaya başlanmıştır. Sizin de giriş kısmınızda altını çizdiğiniz kabilecilik ruhunun yeniden hortlaması ve İslam ümmeti arasında o döneme kadar nice badirelerle sağlanabilmiş birlikteliğin bir anda nifak tohumlarıyla fesada uğramasından duyulan endişelerin artması neticesi Efendimizin cenazesinin kaldırılmasıyla birlikte bu tartışmalarda baş göstermiştir.
Medineli Ensar yöneticinin kendisinden olmasını isterken, Mekkeli Muhacirler de kendilerinden yani Kureyş li olmasını istemiştir. Bu farklı beklentilerin ana sebebinin, İslam da bir yönetici/emir/halife seçimi esnasında söz konusu şahısların hangi vasıfları taşıyacağı bilinmesine rağmen –ilk yazım da en sonda belirttiğim gibi- bu kişilerin nasıl seçileceklerinin muhkem şekilde bilinememesinin etkisi büyüktür.
Beni Sakife de yapılan uzun tartışmalar neticesinde Hz Ebu Bekr’in yönetici olmasına karar verilerek ona biat edilmiş ve “Allah elçisinin halifesi” denilmiştir. Bu durumda “halife” ifadesini de ilk defa ümmet kullanmış ve bununla da siyasal iktidarı elinde bulunan kişi kast edilmiştir. Sonra Hz Ebu Bekr yerine ölmeden önce Hz Ömer’i geçirmiş, böylelikle ümmet itiraz etmeden kendisine biat etmiştir. Hz Ömer ise kendisinden sonra ki halifenin seçimini altı kişilik bir heyete bırakmış, onlarda Hz. Osman’ın doğru isim olduğuna karar vermiştir.
İşte tüm bu silsilenin ardından sıra Hz. Ali’ye geldiğinde onun halifeliği önce ki üçü gibi ümmetin tamamının veya çoğunluğunun ittifakı ile olmamıştır. Çünkü, Hz. Ebu Bekr büyük çoğunluğun reyi ve şura yoluyla, Hz. Ömer atama yoluyla, Hz Osman ise özel şura yani görevlendirilmiş bir heyetin ittifakıyla başa gelmiştir. Hz. Ali’nin halifeliğini geçersek, Muaviye ‘nin yönetimi ele geçiriş tarzı ise “kılıç hakkı” yoluyla sağlandığından, halife olacağın netleşmemesi durumunda, adaylardan birinin kılıç zoruyla başa gelip, insanların gönüllü gönülsüz biatlarını alması durumuyla ilk defa karşılaşılmıştır. Bunu Muaviye ile birlikte hilafetin veraset yoluyla devrolması izlemiştir. Yezid’in varis olarak ortaya çıkması ise sizin de malumunuz veçhile çok amansız tartışmaların dahası kıtallerin gerçekleşmesine sebeb olmuştur.
Bu gidişat Selçukluların siyasal iktidarı ellerine almasına değin, hilafet ve hükümetin birlikteliği şeklinde süre gelmiştir. Selçuklular hilafet ve hükümeti fiilen ayırmıştır. Bu ayrım malum, Yavuz Sultan Selim’e kadar sürmüş, dolayısıyla kılıç hakkı prensibi gereği, kendisine rakip duramayacak ölçüde taraftar ve askere sahip olmak ve diğerlerine galebe çalacak durumda olmak şeklinde bir otoritenin sağlanması halini almıştır. Ha bunun, çeşitli gerekçelerle ve şartlarla câiz gören alimlerden alınan destek ve nüfuz ile sağlandığını belirtmek gerekir.
Bundan sonrası Müslüman toplumların 19.yy ile birlikte anayasal hükümete geçiş çabalarıyla doludur. İlk anayasa ilanı da Tunus’ta 1861 de gerçekleşiyor…
Saltanatın 1922 Kasım’ın da lağvedilip, hilafetin de dini muhtevalı bir kurum olarak bırakılmasıyla ikisi ayrılmış oldu. 1924 Mart’ında da hilafet ilga edildi. Böylelikle, hilafetin hükümet anlamına gelip, doğrudan doğruya milletin işi olduğu kanatine varıldı.
Netice de ilk yazımda belirtmeye çalıştığım üzre: Hilafetin ne Kur’an-ı Kerim’de ne hadislerde ne Sahabilerin sözlerinde ne de Hulefa-yi Râşidin’in uygulamasında –sanırım sizin inandığınızın aksine- meseleyi bize açıklayacak ölçüde açık ve kesin izahlara karşılık gelecek bir malumatın olmadığını kavramış oluyoruz.
Son tahlil de siyaset ve dini birbiriyle örtüştürmek konusunda iddialı olmadan, hatta “din siyasettir!” şeklinde kimi –Taha Akyol’un bugün köşesinde değindiği bir kavramla- “softa” arkadaşların sloganlarına kulak asmadan, bu ikisinin ve İslam’ın Peygamberinin duruşunun doğru analiz edilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum.
Tekrar teşekkür eder, esenlikler dilerim…
Ve sâir
Yazan:Mehmet Tarih: May 22, 2007 | Reply
Tamamlayici olmaktan da öte yeni açilimlarla yazinin maksadina büyük hizmet etmis yorumcu dostlar.
ALLAH sizlerden razi olsun.
Yazan:Öncü Nesil Tarih: May 23, 2007 | Reply
mr^sair
Bende sizlere teşekkür ederim.
Bazı fikir, yöntem farklılıklarımız sürmekle beraber; gözönünde olunması icabıyla,
her doğru heryerde söylemiyor prensibinden ve bir hikayedeki farklı üç öküzün aslan tarafından kandırılmasını engellemek adına, konunun ana fikrinin kaçmaması adına, benzetmelere daha dikkat edilmesi adına münazaraya girmeyeceğim.
Yazan:hayri özturan Tarih: May 27, 2007 | Reply
Baskalarinin ne yaptiklariyla ugrasmak yerine, daha cok ozelestiri.
EVET, yaninizdayim.
http://ogrendiklerim.wordpress.com
Yazan:soztu®k Tarih: Haz 1, 2007 | Reply
İslam aleminin maddi ve manevi ayağa kalması için D-8 birliği ..
Yazan:Pinar Tarih: Haz 5, 2007 | Reply
Ah bir de Turklerin ic hastaliklari diye bir yazi yazsaniz 🙂
Yazan:saldiray Tarih: Haz 24, 2007 | Reply
Yazınızda islam dünyasının şu anda neden gelişmiş devletlerin çok daha gerisinde olduğunu incelemişsiniz. Sorunun kaynağı olarak gösterdiğiniz nedenlerde atladığınız bir nokta var. Ya problemin kökü uygulumada değil de teorideyse? Ya müslüman ülkeler islamın gerçek prensiplerinden uzaklaştıkları için değil de islam dinine inandıkları için geri kalmışlarsa? Madem özeleştiri yapıyoruz, bu konuyu da incelemekte fayda var diye düşünüyorum.
İlahiyat fakültesine gitmedim, dini bilgim de çok derin değil. Ama modern ekonominin temeli faizi kesinlikle yasaklayan (bkz. Bakara 275), evli olmayan bir erkeğin evli olmayan bir bayanla cinsel ilişkiye girmesini yüz sopa ile cezalandıran (bkz. En-Nur 2) bir din var elimizde. Ayrıca devlet işleyişinin ve günlük yaşamın temeline Kuran’ı oturtan islam dini, demokrasi kavramıyla aynı yerde var olamaz, eğer varsa ikisinden biri yalandır (bkz. Türkiye- ikisi de yalan).
Kızan kızsın, alınan alınsın. İslam dünyasının bugünkü içler acısı durumuna ağıt yakanlar, sorunu dinden sapanlar da aradıkları kadar dinin kendisinde de arasınlar. Kuran’ın emirlerinin bire bir uygulandığı bir ülkenin yaşanmaz bir yer olacağını anlamak içinse Kuran’ı okumak yeterli. Her müslümana tavsiye ederim.
-Saldıray
Yazan:T.Suat Demren Tarih: Haz 24, 2007 | Reply
Sayın Saldıray,
İslam hakkında birşey bilmediğiniz belli, bu sebeple teoriyi kolayca harcayıvermişsiniz.
Önce faiz konusuna değineyim kısaca sonra diğer yanılgılarınıza gireyim.
Faizsiz bir ekonomi mümkündür. Burada en önemli husus ve başlangıç noktası, dünyanın motor ekonomik gücünün (Bugün ABD) hangi sistemi benimsediğidir. Bu detaylı konuda size ancak kaynak önerebilirim. Muhammed Bakır es-Sadr’ın İktisaduna (Ekonomimiz) adlı eseri bu konuda iyi bir kaynak. Ayrıca değerli iktisatçı Beşir Hamitoğulları’nın İktisadi Sistemlerin Temelleri adlı eserine de bakılabilir.
1970’li yıllarda Mc.Kinnon ve Shaw adında iki iktisatçı da faizsiz ekonomi üzerine bir teori ortaya attılar. Bu iktisatçıların görüşlerini de incelebilirsiniz. ( Ayrıca faiz ile riba farklı şeylerdir. İslam’da yasak olan riba anlamina gelen faizdir ve bu kesinlikle yasaktir.)
İslam’ı durağan bir biçimde algılamamak gerek. Değişim kaçınılmazdır.
İslam ve demokrasi uyuşmaz demeniz cehalet ötesi birşeydir. İslam’ın uç temel ilkesi Tevhid, Adalet ve Şura’dır. Şuranın bugünkü anlamına uyan şey ise demokrasidir.
“Medine vesikası” Magna Carta’dan çok daha önce kaleme alınmış çok daha komplike -ve laik sisteme teşne- bir özgürlük abidesidir. Bir ilkeler manzumesidir.
Herşeyden önce İslam bir siyaset modeli öngörmez. Hz. Peygamber’in vefat ederken ardından halef bırakmaması da buna en büyük delildir. Siyaset doğası içinde gelişime ve değişime açıktır. Toplumların ihtiyacına göre değişim şarttır.
İslam da bu değişimden azade değildir.
Nasıl olmasın ki, daha Hz.Peygamber’in 23 yıllık risaleti sürecinde bunun örneklerini görüyoruz. Bu süreçte iman ve ibadet esaslarında hiçbir değişiklik olmadığı halde sosyal meselelerde ve insanlararası ilişkilere değinen husularda şartlara göre neshin mevcudiyeti bilinmektedir.
Daha sonra Hz.Ömer ve Hz.Ali’nin halifelikleri sırasında yine bu sosyal değişimler bağlamında vahyin ruhuna uygun içtihadları olmuştur.
İslam’da değişebilir ve değişemez olmak üzere iki kurallar manzumesi vardı. İman, ibadet ve ahlak nizamı değişmez, bunlar ilk indirildiği zamandan beri aynıdır. Ki Kur’an-ı kerimin Altibin küsür ayetinden % 95’i bu ahlak, ibadet – iman esaslari ve temel ilkeler ile alakalı, diger % 5 ‘lik kısmı ise indirildigi çağın toplumsal düzeni ile alakalıdır.
Bu %5 ‘lik toplumsal düzenle ilgili olanlar zamanla gelen toplumsal düzende meydana gelen değişimle farklılaşabilir. Örneklediğiniz had cezası da bu ikinci grubun içindedir.
Şu anda İslam dünyasında bir içtihad sorunu var. Bu sorunu ve sebeplerini bir yazımda işlemiştim. Burada yazıyı boğmak istemiyorum, okumanızı öneririm. Yavaş yavaş aşılan bir sorun ve bu aşıldığında farklı bir düzleme girecek mesele.
Sz geleneksel metinlerden hareketle demokrasi ile uyuşmaz diyorsunuz. Ama İslam’ın geleneksel metinlerinden-yani yorumlardan- bahsederken de kıyası bugünle değil, yorumlandığı çağda diğer bölgelerdeki siyasal sistemlerle yapmanızı öneririm.
Biraz açayım.
Geleneksel yorumlar bazı noktalarda demokrasi ile çelişiyor görünebilir. Bunun sebebini anlamak zor değil. Maalesef İslam dünyası son 3 asırdır hem fikrî hem fiziki bir saldırı altında ve bu saldırı etkisi ile içe kapanan donuk bir anlayış içinde. Bu donukluk 3 asır önceki siyasal teokrasinin etkilerini de aynen bugune taşıyor. (Çünkü değişime kapattı kendini, sebepleri “içtihad” yazımda.)
Bildiğiniz gibi yorumlar çağlarını yansıtır. İslam dünyasında donukluğun başladığı tarihlerde Avrupa’da dahil kimse bugünkü anlamıyla özgürlüklerden bahsetmiyordu. O günlerden beri donuklaşan İslami düşünce bu sebeple totaliter kalıntıları taşıyor, atalete uğradığı çağı yansıtıyor. O çağda tüm ideolojiler/dinler öyleydi. Yani yönetim sistemleri evriminde şartlar muvacenesinde geç kalmış bir İslami düşünce var. (Buraya bir mim koyayım yalnız son 50 yıl hariç.) Halbuki nasslar toplumsal gelişmeler ışığında doğru yorumlansa özgürlük kavramına İslam’ın içerdiği önem görülecek.
Fakat bugün durum farklı. Siz galiba son elli yılın müslüman düşünürlerinden herhangi bir bir isim okumadınız Mesela Tarıq Ramazan, A.Suruş önerebilirim. İçtihad üzerine başlıklı yazımda da değindiğim gibi konu geleneksel tortular ve bu tortulaların reflekstif içe kapanmayla direk alası var. (Ayrıntıları linkini verdiğim yazımda.)
Hulasa edersek, İslam demokrasi ile bağdaşır. Toplumsal kurallara ilişkin hükümler de Şari tealanın maksadına göre ictihada açıktır.
Modern hukukun nasıl evrildiğini bilenler bu söylediklerimi anlayabilir.
İnşallah açıklayıcı olmuştur.
Selamlar.
Yazan:Mehmet Yilmaz Tarih: Haz 24, 2007 | Reply
Sayin Saldiray Bey,
Kizacak, alinacak bir sey yok, elestiriler seviyeli bir dille yapildiktan sonra 🙂
Müslümanligi (inanmasaniz bile) okuyup anlamanizi tavsiye ederim. Zira siz de bu kültürün çocugusunuz. Yurt disinda da kimse sizi ate/agnostik bir “çagdas” olarak görmez, Türk ve Islam alemi’nin sorunlarindan siz de muzdaribsiniz.
Eger bu cografyaya baris ve huzur gelirse siz de bunun meyvelerini yiyeceksiniz.
Özetle siz ve ben ayni geminin yolculariyiz.
Sorunuza gelince :
Dinlerin tek baslarina bir toplumu ileri veya geri götürmesi kanimca söz konusu olamaz. Tarih boyunca düsünürler karmasik süreçleri basit mekanizmalarla açiklamaya çalismislardir. Tarih için de :
1) Milletlerin,
2) Irklarin,
3) Dinlerin,
4) Toplumsal siniflarin,
çatismasiyla açiklamislardir. Devletlerin birbirlerine üstünlüklerini iklim ile bile açiklamaya çalisan tarihçiler vardir. Soguk ülkelerin ilerlemesinin “dogal” bir sonuç oldugunu iddia edecek kadar ileri gitmislerdir.
Kanimca bunlarin hepsinin etkisi var. Ama daha çok üç etken söz konusu :
1) Bilim ve teknolojiye önem vermek,
2) Dis tehditlerin etkisiyle totaliter rejimler kurmamak,
3) içeride adaleti kuvvetli ve daim kilmak.
Peygamberimiz bilimin ve adaletin üstünlügünü defalarca açiklamistir. Hatta “dinsiz devlet olur, adaletsiz devlet olmaz” demistir. Bu söz bir peygamberin
agzinda elbette apayri bir deger kazanir.
Bunlara riayet eden müslüman ülkelerin 800’lerden 1600’lere kadar dünyanin en zengin ve askeri açidan da güçlü ülkeleri olduklarini görüyoruz. Ayni dönemde hristiyan avrupa sefil bir durumdaydi. Ama bu sefalette hristiyanligin bir suçu yoktu.
Simdi durum tersinedir. Iste yazida verilen mesajlardan biri de budur.
Saygilarimla
Yazan:Ayşenur Bulut Tarih: Haz 25, 2007 | Reply
Sayın Saldıray, müslümana(!) değil İslam’a eleştiriler getirdiği için bu başlıkta tartışmak gereksiz. Zira başlık kusurun, hastalığın İslam’da değil aksine İslam’a bağlı insanlarda mevcut olduğunu uzun uzun ve detaylı anlatıyor. Bunun için yine Kuran’da pek çok ayete bakılması gerekir.
Bu başlığa müracaat edenlerin yazının müslümanların içinde bulunduğu duruma özeleştiriler getirdiğini fakat dine değil,din mensuplarına hastalık teşhisleri koyduğu görülür. İslam’ın kusurlu olduğunu düşünen için öncelikli mesele bu şahsa İslam’ın mükemmel olduğunu anlatmaktır.
Yazan:blue Tarih: Haz 25, 2007 | Reply
Saldıray bey,
Selçuklu, Osmanlı ve Endülüs örnekleri konusunda ne düşünüyorsunuz? Bahsettiğiniz gibi sorun Kur’an’ın kendisi idiyse böyle bir medeniyet nasıl oluşmuş olabilir?
Türkiye’nin ilerleyememesini de İslam’a bağlamışsınız. Sizce İslam’ın hangi özelliği Türkiye’nin önünde engeldir, kimseyi taşlamadığımıza ve faiz yasak olmadığına göre?
Bir tez sunmuşsunuz ama destekleyici hiçbir argüman göremedim.
Yazan:ilknur Tarih: Tem 19, 2007 | Reply
derindüsünce.org ile yeni tanıştım.takip etmeye devam edeceğim.emeği geçen değerli yazarlarımıza çok teşşekkür ediyorum.
Yazan:knz Tarih: Tem 20, 2007 | Reply
yazım çıkmamış.
nedeni hakkında sizlerden cevap bekleyeceğim.,
Yazan:Editör Tarih: Tem 20, 2007 | Reply
Sayın Knz,
GönderilMeyen yazılar genelde çıkmaz?
[Bizde bekleyen -spma klasörüne de baktim- bir yorum yok.]
Editör.
Yazan:knz Tarih: Tem 20, 2007 | Reply
anladım derin liberalizm olmalı.,
canız sağolsun
Yazan:MY Tarih: Tem 26, 2007 | Reply
Okunmaya deger bir haber:
haberin tamami için
http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=568875
Yazan:Kenan Sari Tarih: Eyl 18, 2007 | Reply
Yahudi, ermeni ve rum “sehitler” hakkinda ilginç bir haber. Yoksa bizim tarih kitaplarinda yazanlar yanlis miydi?
http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=26446
Yazan:Türüt’e ve Ozan Arif'e bulaşan intikam virüsü (MY) Tarih: Eyl 19, 2007 | Reply
intikam virusu : iç hastaliklarimiz nüksetti yine. Kurt ulumasi ezan sesini bastiriyor bazen. Neylesek? ALLAH’in hikmeti.
Yazan:knz Tarih: Eyl 20, 2007 | Reply
güvercinim diyen birini öldürdüler.
Yazan:İzzet Kütükoğlu Tarih: Eyl 30, 2007 | Reply
Sayın Mehmet Yılmaz, Yazınızı büyük bir beyeni ile okudum. Teşhislerinizin doğruluğuna bütün samimiyetimle inanınıyorum.
Sizin yazınınızı da destekler mahiyette bir mevzu anlatacağım.
Milliyet gazetesinde Meral Tamer hanımın bir yazısı yayımlandı Yazının başlığı; “neden kalkınmış bir müslüman ülke yok” yazarın kişiliği beni hiş alakadar etmez. Ama böyle bir soru yöneltip, müslümanı düşünmeye sevk eden böyle bir başlık atıp, Neden kalkınmış bir müslüman ülke yok diye sormasını çok anlamlı buldum…
Müslümana bunu düşünmenin farz olduğuna inanıyorum.
Yazarın böyle bir başlık atması, inançlı bildiğim bir başka yazarın yazısına konu olmuştu.
Benim inançlı bildiğim bu yazar Meral Tamer’i şu şekilde tenkit ediyordu;
“Meral Tamer, bu zamana kadar cevabı bulunamamış böyle bir soru yönelterek okyucuya, “dipsiz kuyunun dibindeki taşı ayıklatıyor” Bu dindar yazarımıza göre, böyle bir soru sorulmamalı, böyle bir soruya cevapta aranmamalıdır!
Yani bu dindar yazarımıza göre, sizin yazdığınız bu yazıda hoş bir yazı değil!
Ne yazık ki, müslüman olupta sizin bu yazınızı hoş karşılamayacak çok dindar müslüman bulunmaktadır!
Evet, en müzmin hastalığımız bu! Kendimizi sorgulamayacağız, kendimizde hata, kusur aramayacağız, sivrisineyin rüzgara sövdüyü gibi ona buna sövüp, bütün hatayı bizim dışımızda olanlara atacağız!…
Yok böyle bir şey!
Peki, Meral Tamer sordu, ben bu soruya cevap bulabildim mi?
Benim için bu soruya cevap bulmak, “dipsiz kuyunun dibindeki pirincin taşını ayıklamak mıydı?”
Düşünebildiğini sanan bir insan olarak, ben bu soruya cevap aradım. Neden kalkınmış bir müslüman ülkesi yok?
Bende sizin işaret ettiğiniz gibi cevabı Kur-an’da buldum…
Ne deniliyordu Kur-an’da, “Ne kadar az düşünüyorsunuz! size düşünecek kadar akıl verilmedi mi?
Ne yazık ki, bizim toplumumuz yüzeysel bir Kur-an okumayı okumak sandığı için, bir günden bir güne benim kitabımda ne yazıyor, Allah benden ne bekliyor ne istiyor. Allah’ın huzurunda itibarlı olan kimdir falan diye düşünmediğimiz, vede düşünemediğimizin farkında olmadığımız için, içi boş bir imanın sahipleri oluyoruz. Ve o iman müslümanı hiç bir yere götürmüyor!
Eğer inanmayan müslüman olmayan hala bu kadar insan varsa bu da müslümanın Doğru bir davranış sergileyememiş olmasındadır.
Peki, doğru bir davranışın kaynağı nedir?
İlahi kitap, Kur-an’dan başkası değildir bu!
Ama gel gör ki, müslümanın imanı ve anlayışı İlahi Kur-an’la uyuşmuyor. Kitabı başka anlayışı yaşantısı başka bir müslüman olup çıkmışız! Neden?
Çünkü Kur-an’ı anlamamak üzere okuyoruz, anlamı üzerinde muhakeme etmeden yani düşünmeden okuyoruz.
Şu mübarek ramazan gününde eminim ki, pek çok evde hatimler okunuyor. Tabii ki okunmalı, ancak, İlahi kitabı okuyanların Allah’ın ondan ne beklediğini, ne istediğini merak ettiğini söyleyebilmek mümkün mü?
Bu nasıl okumaktır böyle?
Hala bizim ulemamız, Kur-an’ın arapça okunmasını bunun hayırlı olacağını öğütlüyor.
Doğrudur… ama bir şartla… Lisanınıda bilmek şartıyla. Eğer bir insan lisanını bilmiyorsa, sadece yazısını okuyarak hatmetmiş olmasını Kur-an okumak olarak kabul edebilmem mümkün değildir!
Yazıyı öğrenmek kolay, lisnı öğrenmek çok zor. Peki bizim Kur-an okuma imkanımız yokmu?
Var. ama kimse bunu tavsiye etmiyor. Kimse bunu makbul görmüyor. nedir o? Kur-an’ın mealini okumak.
Bunları yazdığım için, fasit zihniyetli bir adam olarak görüleceğimi biliyorum!
Varsın beni öyle görsünler, beni Allah’ın nasıl gördüğü umurumda. Neden ben bunu öğütlüyorum. Bu bir fasit zihniyet midir?
Ben Allahı, onun öğütlerini, emirlerini, o’nun insandan ne istediğini insanlar bilsin istiyorum. Ben Kur-an’da yazılanları önemli gördüğüm için, o’na hürmetimden Mealinin okunmasını istiyorum. benim alimede saygım varki tercümenin okunmasını istiyorum…
Fayda ve sevap uman kişi, Arapçasını okuyabilir. Fakat Arapça beş altı hatim yapıpta bir defa bile meal okumayanlardan Allah’ın razı olmayacağını da müslümanın düşünebilmesi gerekir. Eğer bunu düşünemiyorsa müslüman, hiç bir zaman sizin işaret ettiğiniz ayetlerin manasını bilmeden ebedi hayata göçüp gidecektir!
İnanıyorum ki, eğer Müslüman toplumlar ilahi kitabın manası ile meşguL olsalardı, müslüman milletler dünyanın en gelişmiş milletleri olurlardı. Eğer müslümanlar ilahı kitabın anlamı ile yaşamlarını yönlendirmiş olsalardı, zaten dünyada müslüman olmayan çok az insan kalırdı. Başka dinlerin insanları müslümanın yaşantısına anlayışına bakıyor, kendi dinini daha tutarlı görüyor.
Sayın Yılmaz, inacım şudur ki, Bir gün batı toplumları Bizim kitabımızı okuyacak ki, onlar okuduklarının anlamıyla ilgileniyor. Onlar Kur-an-ı bu şekilde okudukları için, Bizden daha ileri müslüman olup, müslümanlığın misyonerliğini yapacaklardır. en azından temennim budur. Aksi takdirde bizim sergilediğimiz müslüman tavrı ile müslümanlığın yayılması mümkün değildir!
Yorumumun sonunda teşekkür eder, saygılarımı hürmetlerimi selamlarımı sunarım.
Allah’ın sizden razı olacağına inanıyorum…
Yazan:gülcin kacar Tarih: Ara 15, 2007 | Reply
Karga kadar olamadık
Dün televizyonda hacıları seyrettim
Acıdım hallerine
Bu insanlar kendini mi kandırıyor
Yoksa Allah hımı diye
Sordum kendi kendime
O mübarek dedikleri topraklarda
Ne yapıyordu bunlar
Turizm im gezisi mi?
Pazarlık yapa, yapa
Hediye alış verişimi
Cep telefonlarıyla konuşurken
Harcandığı kontörün bir danayı satacak kadar
Önemsiz olduğunu sırıtarak anlatmak için mi?
Orada hangi amaçla bulunduklarını
Unutmuşa benziyordu çoğu
Günahlardan arınmak tövbe etmek için mi?
Yoksa altın bilezik, incik boncuk, tekstil alıp
Otelleri doldurup
Çarşılarda alış veriş edip
Arapların ekonomisine katkı sağlamak için mi?
Kendi halimize bakmadan
Daha da zenginleşmelerini sağlamak için mi?
İsraf
Bildiğim kadarıyla Müslüman olana günah
Komşusu aç ve yardıma muhtaç
Yetimi sokaklarda
Olan bir ülkede
Haça gitmeden evvel
İncik boncuk tekstil almak yerine
Bavullarını tıka basa lüzumsuz öteberiyle dolduracaklarına
Bir telefon konuşmasını ödemek için
Danasını satacak kadar bonkör olan
Bu Müslümanların
Muhtaç olana yetim kalana
El uzatması gerekmez mi?
Tamam,
Allah kabul etsin haça gittin
Günahlarından arınmak
Allaha sığınmak tövbe etmek için
Pekiyi
Ya orada yaptığın israf
Hangi sevap defterine yazılacak
Bir kere
En modern bicimde ulaşıyorsun
Mekke ye
En lüks şekilde konaklıyorsun
O yetmedi
Yedi sülalene hediye alıyorsun
Sanki Türkiye’de aldıklarının alası
Ucuzu yokmuş gibi
Dünya geliyor Türkiye den alışveriş etmeye
Sense
Hac niyetiyle alışverişe israf etmeye
Mübarek kitabımız Kuranıkerim’de
Hac turizm gezisidir diye mi yazıyor
Nerede hac yollunda eziyet görmek
Nerde dünya nimetlerinden el etek çekmen
Nerede tövbelerin
Sen şimdi
Turizm gezini
Alışverişlerini
Hacca gittim
Hacı oldum günahlardan kurtuldum
Diye mi kabul ediyorsun
Sen Allah hımı, etrafındakileri mi?
Kandırdığını sanıyorsun
Aslında sen kendini kandırıyorsun
Ama yinede Allah bilir diyorum
Allahtan böyle insanlara
Akıl fikir vermesini diliyorum
09.12.07
Gülçin Kaçar
Yazan:murat özbey Tarih: Haz 11, 2008 | Reply
kardeşim resim yapmak haram müzik haram spor haram heykel sanatın her çesişidi haram dünyevi meselelere kafa yormak haram kadınların bir gözü hariç her taraflarını örten kadınların okuma ve yazma öğrenmesine dahi karşı çıkan kadınlara okuma yazma öğretmeyin biçki dikiş öğretin diyen dünyevi ilimlere özellikle felsefeye karşı çıkan farabileri ibni sinaları el kindileri dahi kafir sayan ama avruapalılar bir şey bulunca da ya işte bu kur anda yazıyordu diye caka satan bir din anlayışından ilerlememi bekliyoruz. madem bütün teknolojik gelişmeler kur anda yazıyordu sen bunu bin senedir okuyorsun niye farketmedin niye sen önce icat etmedin o zaman sen kur anı okuyorsun anlamıyorsun sen geri zekalısın avrupalılarda kur ana bakıp okular ve onun verdiği tarifle uçak televizyon makine entegre yapıyorlar arap petrol zenginleri anca avrupaadan karı getirtiyorlar alıp amerikadaki gibi bir silikon vadisi kurup intele amdye rakip olalım cpu mikroişlemci üretelim demiyorlar cpu yu geç toplu iğneyede razıyız. ama biz yinede kendimizi avutalım bütün teknik buluşları biz yaptık zaten hepsi guranda yazıyor gavurlarda ordan çalıp yapıyorlar bi de biz okuyabilsek onlarıda biz de yapsak
Yazan:Selami Tarih: Haz 16, 2008 | Reply
Muslumanlar neden gucsuz?
Dr.Faruk Saleem (İslamabad)
Dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi var, Kuzey ve Güney Amerika’da yedi milyon, Asya’da beş milyon, Avrupa’da iki milyon ve Afrika’da 100,000 kişi. Tek bir Yahudiye 100 tane Müslüman düşmektedir. Bunarağmen Yahudiler tüm Müslümanların toplamından yüz kezdaha güçlüdürler. Nedenini hiç merak ettiniz mi?
Tüm zamanların en etkin bilim adamı ve Time dergisi tarafından ” Yüzyıl’ın Adamı ” seçilen* Albert Einstein bir Yahudiydi.
Psikanalizin babası Sigmund Freud bir Yahudiydi. Karl Marx, Paul Samuelson ve Milton Friedman da öyle. İşte size ürettikleriyle tüm insanlığa zenginlik katmış olan Yahudilerden bazıları:
Benjamin Rubin insanlığa aşı iğnesini verdi. Jonas Salk ilk çocuk felci aşısını geliştirdi.
Albert Sabin çocuk felci aşısını daha da geliştirdi. Gertrude Elion lösemiye karşı ilacı verdi. Baruch Blumberg Hepatit B aşısını geliştirdi. Paul Ehrlich frengiye karşı bir tedavi buldu. (cinsel temasla bulaşan bir hastalık). Elie Metchnikoff bulaşıcı hastalıklarla ilgili çalışmalarıyla Nobel ödülü kazandı. Bernard Katz nöromüsküler iletişim ( kas -sinir sistemi arası iletişim ) alanında Nobel ödülü kazandı. Andrew Schally endokrinoloji ( metabolik sistem rahatsızlıkları, diabet, hipertiroid )
Aaaron Beck Cognitive Terapi (akli bozuklukları depresyon ve fobi tedavilerinde kullanılan psikoterapi yöntemi) geliştirdi.
Gregory Pincus ilk doğum kontrol hapını geliştirdi. Gerald Wald insan gözü hakkındaki bilgilerimizi geliştirerek Nobel ödülü kazandı. Stanley Cohen embriyoloji ( embriyon ve gelişimi çalışmaları ) dalında Nobel aldı. Willem Kolff böbrek diyaliz makinesini yarattı.
Müslümanlar da dahil tüm hastalar Yahudilerin
bu buluşlarından yararlanıyor, sağlığına kavuşuyor.
Peter Schultz optik lif kabloyu, Charles Adler trafik ışıklarını, Benno Strauss pazlanmaz çeliği, Isador Kisse sesli filmleri, Emile Berliner telefon mikrofonunu ve Charles Ginsburg videotape kayıt makinesini geliştirdi.Stanley Mezor ilk mikro-işlem çipini icad etti. Leo Szilard ilk nükleer zincirleme reaktörünü geliştirdi.
Son 105 yılda* 14 milyon Yahudi bilim dalında
100’ün üzerinde Nobel ödülü kazanırken,
1.4 milyar Müslüman yalnızca üç Nobel kazandı.
Neden Yahudiler bu kadar güçlü ?
Yahudi inancına bağlı ünlü yatırımcılaralph Lauren ( Polo ), Levi Strauss (Levi’s Jeans ), Howard Schultz ( Starbuck’s ), Sergei Brin ( Google ), Michael Dell ( Dell Bilgisayar), Larry Ellison (Oracle ),
Donna Karan ( DKNY), Irv Robbins ( Baskins &Robbins ) ve Bill Rosenberg (Dunkin Dougnuts ). Yale Üniversitesi’nin Başkanı Richard Levin bir Yahudidir.
Harrison Ford, George Burns, Tony Curtis, Charles Bronson, Sandra Bullock, Billy Crystal, Woody Allen, Paul Newman, Peter Sellers, Dustin Hoffman, Michael Douglas, Goldie Hawn, Cary Grant, William Shatner, Jerry Lewis ve Peter Falk’ın da Yahudi olduklarını biliyor muydunuz ?
Yönetmenler ve yapımcılar arasındaki Yahudiler: Steven Spielberg, Mel Brooks, Oliver Stone, Aaaron Spelling (Beverly Hills 90210 ), Neil Simon ( The Odd Couple ), Andrew Vaina ( Rambo 1 /2 / 3 ), Michael Mann (Starzky and* Hutch ), Milos Forman ( One Flew Over The Cuckoo’s Nest, Amadeus ), Douglas Fairbanks (TheThief of Baghdat ), Ivan Reitman ( Ghostbusters ), Kohen Kardeşler, William Wyler. William James Sidis, 250-300 lük* I.Q* derecesiyle dünyanın gördüğü en parlak insandır. Bilin bakalım hangi dine mensuptur?
Soru: Neden Yahudiler bu kadar güçlüdür? Cevap: Eğitim (Sorgulayıcı, Araştırıcı, Yaratıcı) Soru: Neden Müslümanlar bu kadar güçsüzdür?
Cevap: Yanlış Eğitim veya Sıfır Eğitim (Din Eksenli, Sorgusuz, Araştırmasız, Ezberci)
Gezegenimizde* yaklaşık 1 476 233 470 Müslüman yaşamaktadır. Asya’da 1 milyar, 400 milyon Afrika’da, 44 milyon Avrupa’da, ve 6 milyon Amerika kıtasında. Toplam dünya nüfusu içinde her beş kişiden biri müslümandır. Her bir Hindu’ya iki müslüman düşmektedir, her bir Budist’e karşılık iki müslüman vardır ve her bir Yahudi’ye karşılık 100 adet Müslüman bulunmaktadır.
Neden Müslümanların bu kadar kalabalığa rağmen
Neden güçsüz olduklarını hiç merak ettiniz mi ? Nedeni şudur slam Konferansı Örgütü’nün ( OIC ) 57 üyesi ülkelerin tümünde 500 adet üniversite bulunmaktadır veüniversite başına üç milyon Müslüman düşmektedir. Sadece ABD’de 5758 üniversite vardır. 2004 yılında Shanghai Jiao Tong Üniversitesi ” Dünya Üniversitelerinin Akademik Değer Listesi” hazırlamış ve ilginçtir ki Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerin hiç birinden ilk 500 e giren üniversite yoktur.
UNDP tarafından toplanan verilere göre Hristiyan dünyasında okuma-yazma bilenlerin oranı neredeyse % 90 ve bunlardan 15 Hristiyan çoğunluğa sahip ülkede okuma-yazma oranı % 100 dür. Müslüman dünyasında buna çok zıt bir durum olarak bir ülkenin okuma-yazma oranı oranı yaklaşık* % 40 olup,
% 100 okur-yazar oranına sahip bir Müslüman ülke yoktur.Hristiyan dünyasındaki “okur-yazar” ın % 98 i ilkokulu bitirmişken, Müslüman dünyasında bu oran % 50dir.* Hristiyan dünyadaki okur-yazar ların % 40 ı üniversite mezunudur ve bu oran Müslüman dünyasında %2 ‘yi geçememektedir.
Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerdeki toplam bilim adamı sayısı 230 olup her bilim adamına düşen Müslüman sayısı 1 milyon kişidir. ABD* her 1 milyon Amerikalıya karşılık*yaklaşık 4000 bilim adamına, Japonya 5000 bilim adamına sahiptir. Tüm Arap dünyasındaki tam -zamanlı çalışan araştırmacı sayısı 35 000 kişidir ve her bir milyon Arap nüfusa 50 teknisyen düşmektedir. ( Bu sayı Hristiyan dünyasında bir milyon kişiye 1000 teknisyendir. ) Ek olarak İslam dünyası gayrı safi milli hasılasının yalnızca % 0.2 sini araştırma- geliştirme bütçesi olarak ayırmaktayken Hristiyan dünyası % 5 oranında araştırma-geliştirme fonu ayırmaktadır. Sonuç: İslam dünyası bilgi üretebilecek kapasiteden yoksundur.
1000 kişiye düşen günlük gazete sayısı ve bir milyon kişiye düşen kitap çeşidi bilginin toplum içine yayılıp yayılmadığının iki önemli göstergesidir. Pakistan’da 1000 kişiye 23 günlük* gazete düşerken bu sayı Singapur’da 360 dır. İngiltere’de her 1000 stand için 2000 çeşit kitap bulunurken, Mısır’da* kitap çeşidi 20 dir.
Sonuç: İslam dünyası bilgi yayılmasını gerçekleştirmekte başarısızdır.
Bilgi uygulamasının önemli göstergelerinden biri ileri teknoloji ihracatının toplam ihracat içindeki oranıdır. Pakistan’ın ileri teknoloji ihracatının toplam ihracatın içindeki oran % 1, Suudi Arabistan’ın % 0.3, Kuveyt, Fas, ve Cezayir’in aynı şekilde % 0.3 tür. Singapur’da bu oran % 58 ‘dir. Sonuç: İslam Dünyası bilgi uygulamasını gerçekleştirememektedir.
Neden Müslümanlar güçsüzdür ? Çünkü bilgi üretmiyoruz.
Neden Müslümanlar güçsüzdür ? Çünkü bilgiyi yayamıyoruz.
Neden Müslümanlar güçsüzdür ? Çünkü bilgiyi uygulamıyoruz.
Ve gelecek bilgi- temelli toplumlara aittir. Ilginçtir, OIC üyesi 57 ülkenin gayrı safi milli hasılalarının toplamı 2 trilyon doların altındadır. ABD, tek başına 12 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretmekte, Çin 8 trilyon dolar, Japonya 3.8 trilyon dolar ve Almanya 2.4 trilyon dolarlık üretim yapmaktadır. ( Satın alma gücü eşitlenerek hesaplama yapılmıştır. )
Petrol zengini Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Katar hep birlikte 500 milyar dolarlık mal ve hizmet üretmektedirler ve bunların çoğu petroldür. Mal ve hizmet üretimi İspanya’da 1 trilyon doların üzerindedir. Katolik Polonya 489 milyar dolarlık mal ve hizmet üretimi gerçekleşmektedir. Budist Tayland 545 trilyon dolar değerinde mal ve hizmet üretimi yapmaktadır. İslam Dünyasının gayrı safi milli hasılasının tüm dünya gayrı safi milli hasılası içindeki oranı hızla azalmaktadır.
O halde Müslümanlar neden bu kadar güçsüzdür ? Cevap: Eğitim Yoksunluğu Tam anlamıyla söylersek kaliteli eğitim yoksunluğu.Çok kesin biçimde söylersek akılcı olmayan, din eksenli ve çağdışı eğitim.
Yazan:Buyukcan83 Tarih: Tem 29, 2008 | Reply
İşin özü bence şu…
(1)Mesela ben bir yatırım yapıyorum,daha sonra satmak için bir antika eşya alıyorum…Tabiiki bunu gözü kapalı yapmıyorum…Araştırıyorum ve en uygun fiyattan alıyorum…Şöyleki…
Piyasaya göre ederinin biraz altında yani ucuz…,
Aynı zamanda kolayca elden çıkabilen/satılabilen…,
Fiyatı,antikaya olan merağın her geçen gün artması nedeniyle ve geçen sürenin elimdekinin yaşını daha fazla artıracağı için değerlenebilecek,
falan filan…
(2)Ama olağanüstü bir olay oluyor ve antikayı aldıktan birkaç gün sonra ekonomi bozuluyor…Bu durumdan zarar gören ilklerden birisi antika eşyalar oluyor ve sisteme para girişi duruyor…
Para girişinin kesilmesi satışların azalması anlamına geliyor…
Satışların azalması,elimdeki eşyanın her istediğimde elimden çıkaramayacağım bir nesne olmasına neden oluyor…
Bu yüzden kısa vadeli alımlarda bitiyor…
Kısa vadeli alımların bitmesi durgunluğu beraberinde getiriyor…
Durgunlukta paraya sıkışanlar çok ucuza elindekileri çıkıyor…Elimdeki yarı yarıya değer kaybediyor…
(3)Burada Allah’a el açıyorum ve dua ediyorum(normal), herşeyin hayırlısı diyorum(normal) ama bir noktadan sonra çok ciddi bir bunalıma düşüyorum ve ben bunları hakettim mi sorusunu kendime soruyorum!(gerçi bu da normal)
Ama anormallik burada yavaş yavaş başlıyor…,Allah’a gizliden sitem etmeye başlıyorum…
(4)İşin en kötüsü,yeni yeni antika alanlar,daha düşük fiyatlardan aldıkları için, daha ucuza getiriyorlar…hatta benim elimde olanın bir benzerini benim aldığımın yarı fiyatına alıyorlar ve benim maliyetimin az biraz altından satıyorlar…Piyasada dengeler değişiyor ve ben çok kesin bir zarar yazıyorum…
Allah’a gizliden sitem ertmeye devam ediyorum.Bu sitem,benim aynı zamanda imanımı da zedeliyor…Ama daha önceden toplumun ve çevremin bana kattıkları ateist olmamı engelliyor…
(5) Yani biz makul işler yapmaya çalışıyoruz,ama makuliyetin dengesi farklılaşınca sisteme adapte olamıyoruz(Burada elindekini satıp,çok daha ucuzlamış olanını alabilir…),sitem ediyoruz ama kendimize değil Allah’a(hayır ve şer Allah’tandır…sadece hayır değil…Hem hayat sınanma yeidir,herkesin istediği olacak değil…),işin en kötü yanı rada kalıyoruz(Toplumun baskısı yüzünden ne ateistiz ne de sitemlerimiz yüzünden tam bir müslüman)
(6)Yani arada kalmış insan bir çoğu…Sınırda…Yukarıdaki şema sınıra nasıl geldiğine örnek…
Adam müslümanım diyor,ama nikahsız biriyle milletin gözü önünde ,plajda öpüşüyor…
Adam adil ve dürüst olduğunu söylüyor ama elindeki malzemeyi yandaki dükkandan(evet hemen yanındaki)% 20 daha pahalı satıyor,fırsatçılık yapıyor…
Falan,filan…
Arada kaldık bir çoğumuz ama çıkışı da sadece Allah’tan bekliyoruz…Lider olarak gördüğümüzü de bu yüzden ,direk, diktatör yapıveriyoruz…Ama çoğu niteliksiz…Nitelikli olsalar,islam alemi burada olmazdı…
Neyse…
Yazan:Mustafa Tarih: Eki 1, 2008 | Reply
Ic hastaliklar ve “doktorlar”
Ya doktor doktor degilse ? Teshis yanlissa recete yanlis ise ?
Nicin Müslümanlar geri kalmis…
1.Teshis : özelestirici eksikligi. Yorumum : Hayir bence öz elestiri daima var idi.Misaller tarihde sayisiz.Islamiyetin baslangicindan Osmanlinin sonuna kadar dünyalar kadar öz elestiri vardir. Biz bilmiyorsak yokmu oluyor ?
Cöküntünün ve zilletin sebebini toplum psikolojinde aramak bir nevi kacistir.
2.Nokta. Islam fikhinda aramak. Islam fikhi dini ibdadetler ile alakali. Dini konularda taklit olmaz ise olmazlardan. Taklitin kendisi ne kötüdür ne iyi. Önemli olan nerde kullanilmasi. Herkez günde yüzbinlerce defa taklit yaparlar. Doktorun recetesini “Taklit” etmeyen illa ben cözecem diye 7 yil tip, 4 yil eczacilik ve teknik kimya okusun ondan sonra anlasin ve receteyi taklit etmeden kendisi bulsun. Bunuda herkez yapsin (!) Dini konulardada mesela bir coban yüzbinlerce Hadis ögrensin Kuran ezberlesin kureys lehcesini ögrensin 20 islami ilimleri ögrensin her konuda kendisi hüküm versin (!) Ancak ondan sonra abdest alabilsin (!)
Sebeb Taklit degil (Hem o Imamlar o sözleri genelde herkeze degil müctehid olan talebelerine söylemislerdi). Dini konularda sebebleri arastirmak fikihda kiyas yollarini sormak ögrenmek suc degil tesvik edilmis birsey.
3.Hacli saldirisi : eyyubiler, selcuklular, abbasi hilafeti ve fatimiler dayanisma icinde degillerdi. Birbirleri ile mücadele ederlerdi. Haclilarin isi kolaydi.
4.Bilime sirt cevirmek…insanoglu yaratilisindan hayat sartlarinin daha kolay olmasi icin ugrasir o bakimdan yeniliklere aciktir. Devlet ise kendi bekasi icin yeni tekniklere acik olur. “haydi bilime sirt cevirelim” diyen cikmadiki. Bir takim ilim tarihi yazarlari batili islam düsmani yazarlarin iftiralarini tekrarlar dururlar. Müslümanlar ilime sirt cevirmediler. Tabi her zaman her toplumda yobazlarda olmaz degil ama bunlar istisnai seyler.
5. Okuma yazma…ziraat ile mesgul olan insanlar sanayi devriminden evvel yazmaya okumaya ihtiyaclari yok idi. Bu dünyada her yerde öyle idi. Sözlü olarak bilgilerini alirlardi. Zaten daima calismalari gerekiyordu. Hayat sartlari agirdi. Okuma yazma sahir insanina ve özellikle ticaret ve din egitimi ve bürokrasi ve yüksek asker icin gerekli idi.
6. Geri kalmamiza asil sebebler yönetimdeki zalimler degil. Onlar neticedir sebeb degil.
Geri kalmamizin sebebleri:
1.Avrupa milletleri özellikle bati avrupa milletleri denize acik milletler ve “kücük” milletler. ve cesitli dilleri vardir vebirbirleri ile rekabet icinde idiler. Rekabet coklugu uyanik olmayi ve daima yeni yöntemlere meraki artirir. Memleketlerinde soguk kislar daima caliskan olmaga zorlar. Soguk ve cok fazla ormanlik olan bögedeki toplumlar güneye meyil ederler. Güneydeki akdeniz ticaretinden zenginlesen sehirlerdeki luks hayati arzularlar. Nitekim “kavimler göcü” denen cermen boylarin bati roma imparatorlugunu yikmalari bu sebeblerdendi. Sonra ikinci dalga olarak vikingler de güneye acildilar. soydular yaktilar sömürdüler ticaret yaptilar. Zamanla 12.yy dan itibaren kurumlasmalar oluyor Avrupada. Devlet gelisiyor kilise merkezi otoriteyi sagliyor ve akdeniz ticaretinden zenginlesme oluyor. Müslümanlardan ilim transferi yapiliyor. Ögrendikce yayiliyorlar sömürüyorlar. Önce endlüs…ve hacli seferleri ve dogu avrupaya acilip oralari sömürmek…sonra 1493den itibaren amerika. Alinan topraklarda insani kölelestirip sömürmek ile elde edilen mamüller ücret vererek ugrasan tacirlere zarar veriyor. Piyasalar degisiyor. Amerikdan dünyalar kadar getirilen altinlar osmanliyi ekonomik zarara sokuyor. müslümanlarin kontrolundeki ticaret yollari cöküyor. Artik avrupa denizden “birinci elden”
aliyor mali veya soygun ediyor. Kisaca sebeb : kolonialism ve emperyalizm…kölecilik ve devlet haydutlugu. Bati ilmi cok severek ilime sarilmadi. Zaruret oldugu icin. Sömürmek icin diger sömürücü komsu devletlerini gecmek icin teknige sarildilar tesvik ettiler. Bu iste inglizler en ileri idiler. Ve kariyer imkani cikmisti. Mesela parasiz pulsuz bir insan askere gider ve diyelim amerikada savasir ve sonra orda büyük arsalar verirler ve birde o kadar köle. Yani kendi insanlarina “yatirim”. Yeni elde edilen memleketlerde yabanci dilleri ve oralari yönemek icin her sahada yatirim gerekiyordu. Itici motor güc hirs ve sömürü idi. Ilime saygi sevgi degil. “aydinlanma” öyle oldu. Bizde ise devletlerimiz cok büyük oldugundan ve bu büyük devleti korumak icin olagan üstü gayertler gerekiyordu ve daima “savunma pozisyonunda idik” cok milletli cok dinli cok dilli devletlerimiz var idi. Böyle devletler ice daha kapanik olurlar. Maceraliga dünyanin öbür tarafinda adalar isgal etmek derdleri olmazdi. Bizi asil cökerten yenicerilerin bozulmasi ve siilerin (Iranin) bizim elimizi kolumuzu baglamalari. En siddetli en vahsi ve cileli savaslari Iranlilar ile yaptik 18 yy da. Onlar icimizde daima fitne ve isyan tohumlari ektiler. Celali isyanlari ve daha nice isyanlar devletimizin vakit kaybina ugramasina sebeb oldular. Sonra ruslari ile avrupanin toplu saldirilari ile ve yenicerinin isyani ve bir takim valilerin istanbula rest cekmeleri ile Osmanli katiyen disa acilamiyordu. Genc insanlarimiz ekonomik olarak ilerliyemiyorrlardi. Isyankar ve kabadayi asi yeniceri idareye, ekonomiye önemli yer almislardi ve onlari ortadan kaldirmak ancak Sultan Mahmud II becerebildi ama devletin kücülmesine pahasina. 18yy da istanbulu dinleyen itaat eden valiler o kadar cok degildi. Bir takim valiler haat düsman ile isbirligi yaparlardilar. Devletin askeri ve ekonominin bir bölümü Istanbula adeta düsmandi. Bizdeki gerilik struktureldir…metodla ilgili ve usul ile…ve merhametden gelen zayiflik ile. Sultan Mahmud yeniceri idaresini bahane ile toplayip 3 bin yeniceriyi toplar ile havaya ucurduktan sonra yenicerilikten kurtulduk. Öbür taraftan siddetli sömürücülükle ve sanayi devrimi ile gelen görülmemis sömürü ile Bati “ilerledi”.
Batida sömürü kültüründen herkez istifade etti. Nice insan ekonomik olarak seviulerini yükselttiler. Asilzadelere karsi muhalefet olustu. Orta direk asilzadeleri pasife etmek icin demokrasiye sarildilar. Asizadeler ve kilisenin sermayesi ellerinden alindi genis capta. Kapitalizm dogdu. Aydinlanma ve demkoraside böyle pekisti. Maddi güc sahibinin servetlerini ve hürriyetlerini kanun ile pekistirmek isi.
Mesele ekonomiktir. Ne dinde nede kültürde sunda bunda degil. Ilerlemek batiya has degildir. Yaponlarda ilerledi. Geri kalip asagilik kompleksine düsüp kendi degerlerimize tarihimizi kücümseyip yabancilarin bize karsi olan önyarguilarina sarilip kendi kendimizi kücümsemek icler acisidir.
Yazan:RUKIYE Tarih: Eki 23, 2008 | Reply
Tesbitlerinize katiliyorum ancak ic hastaligi dedigimiz olgular tedavi edilmezse acute(kisa sureli)olmaktan cikiyor ve kroniklesiyor.Biz muslumanlar ne yazik ki bu kronik hastaliga yakalanmisiz ve tedavisi uzmanlar kontrolunde gerceklestirilmeli.Dile getirdiginiz gibi hastaligimiz bir iki tane olmadigi icin belki bir heyet tedavisinden gecmeliyiz.Onerilerim;
1)Bireysellesmeden cemeatlesmeye gecis yapilmali.Bazen bir suru kucuk platformun aslinda ayni seyleri savundugunu goruyorum eger dert ayni dertse neden sesler ortak olmasin!!!Islam tarihi boyunca kazanilan butun zaferlerin altinda ceaatlesme olgusu vardir.(CEMAATLESME ILE TARIKATLASMA,GRUPLASMA ANLASILMASIN,BLAKIS ISLAMDAKI CEMAATLESME BU GURUPLASMANIN ENGELLENMESIDIR.)
2)Her hastaligimiz icin bir tedavi gurubu olusturulmali.Bu konuyu biraz daha acmak istiyorum.Kuran’dan yola cikarsak “icinizden iyiligi emreden,kotulukten sakindiran bir grup bulunsun”der Allah.Hepiniz bu isi yapin demez,bu is icin bir gurup ister.Yine peygamber uygulamalarina baktigimizda bir grup daimi olarak ilimle,islami ogrenmek ve ogretmekle mesgul.(ashab-i suffe gibi)Bir grup gece ibadeti ile mesgul.Yani herkes gucu ve yetenegi oraninda bir gorev ustlenmeli ki muvaffakiyete ulasilsin ve islam daima tazeligini ve dincligini korusun.
Yazan:RUKIYE Tarih: Eki 23, 2008 | Reply
Ozet olarak muslumanlar once cemaatlesmeli ve bu cemaat butunluk olgusunu koruyarak kendi icinde guruplara ayrilmali
Yazan:RUKIYE Tarih: Eki 23, 2008 | Reply
Saldiray Bey eger teorinin tamamen pratige aktarildigi bir toplumda basarisizlik gorseydiniz teoriyi suclamada hakli olurdunuz.Ancak dile getirildigi gibi basarisizligin sebebi pratiklesme sorunu.
Yazan:muse Tarih: Eki 23, 2008 | Reply
sayın selami çok güzel açıklamış…
müslümanlar asla birlikte hareket edemezler… ve iç hastalıklardan kurtulmaları çok zor gibi görünüyor… hatta mümkün değil…
Yazan:arslan türk Tarih: Eki 23, 2008 | Reply
dünyayı ancak ve yalnızca türk olanlar kuttarabilir. bunun yoluda türklerle beraber aynı yola baş koymaktır. MUSTAFA KEMALİN yaptığı gibi yapmamız gereken öncelikle türkbirdev etrafında tüm dünya türklerinin birleşmesi sonrada türk islam birliği kurulup hayata geçmesi yok olmaz diyenler hepimiz beraber batarız haberiniz olsun hadi hemen şimdi türkbirdev sitesinde buluşalım oraya bir uğrayın sonra kara verin…
Yazan:kerim Tarih: Kas 11, 2008 | Reply
Takıldıklarım;
>İslam dini/şeriatı ile inanan müslümanları, demokrasi tabanlı laik bir düzen içersinde ‘iç hastalıklarından’kurtulabilir mi?Bu bazı ‘tutucu’ batılı kesimlerin (Özellikle Türkiyenin A.B. adaylığı anlamında)en merak ettiği soru.
>İslamın diğer dinlerden üstün olduğu ki (bildiğim kadarı ile) yahudiliktede bu var, yeryüzünde İslamdan başka bir din kalmayıncıya kadar ‘kafirler ile -din değiştirenler(mürtedlik) dahil- savaşmayı’ buyurması cihat algılamasının karşılığımıdır?Neden?
>İslamda felsefe ve güzel sanatlarda gerileme,bilime sırt çevirme imam Gazzali’den sonra başlar ifadesine katılırmısınız?
>Gelecek yüzyılda müslümanlar bahsettiğiniz iç hastalıklarından kurtulabilecek mi?Nasıl?
saygılarımla,
Yazan:MY Tarih: Kas 12, 2008 | Reply
Selamlar Kerim Bey,
Sanirim ilk yorumunuz bu, Sitemize hos geldiniz.
Sorularinizi koyu harfle yazarak altina cevapliyorum, tabi bunlar sahsi görüslerim, arzu eden kendi bakis açisini ayrica sunabilir:
>İslam dini/şeriatı ile inanan müslümanları, demokrasi tabanlı laik bir düzen içersinde ‘iç hastalıklarından’kurtulabilir mi?Bu bazı ‘tutucu’ batılı kesimlerin (Özellikle Türkiyenin A.B. adaylığı anlamında)en merak ettiği soru.
Evet, insan Islam’a göre özgür iradeye sahiptir. Vicdaninin sesini dinlemelidir. Vatandas adina hareket eden devlete bu vicdani yansitmanin en iyi yollarindan biri özgürlükçü demokrasidir. AB’nin de ulus-devlet modelini terk ederek buna yöneldigini görüyoruz.
Islam’in bugünkü bir devlette oynayabilecegi role kisa bir bakis bakis için GÜNAH iSLEME ÖZGÜRLÜGÜ
http://www.derindusunce.org/2008/02/27/gunah-isleme-ozgurlugu/
Ayrintili ve kaliteli bir makale için bkz Islam ve Liberalizm http://www.derindusunce.org/2008/01/02/islam-ve-liberalizm-kisa-bir-bakis/
>İslamın diğer dinlerden üstün olduğu ki (bildiğim kadarı ile) yahudiliktede bu var, yeryüzünde İslamdan başka bir din kalmayıncıya kadar ‘kafirler ile -din değiştirenler(mürtedlik) dahil- savaşmayı’ buyurması cihat algılamasının karşılığımıdır?Neden?
Bu soru (affiniza siginarak) yanlis bir soru. Dogru biçimde yanitlanmasi biraz zor.
ilhaî mesajin içerigi, tekligi, insanlarin bunu anlamakta/aktarmakta çektikleri zorluklar apayri bir tartisma
konusu. Bence mutlak anlamda bir kaç din yok. Haliyle biri digerinden üstün olamaz.
Islam’dan dönenlere veya gayri muslimlere siddet uygulanmasi konusunda çok aydinlitici
ve her biri 2-3 sayfayi geçmeyen bir sürü yazi bulabilirsiniz mesela http://www.mustafaakyol.org sitesinde.
En azindan ISLAMSIZ BIR DÜNYA I ve II adli iki makaleyi okumalisiniz. Ekrem Senai’nin Graham E.Fuller’den cevirdigi bu yazi daha sonra onlarca site tarafindan alintilandi.
http://www.derindusunce.org/2008/03/12/islamsiz-bir-dunya-i/
http://www.derindusunce.org/2008/03/24/888/
>İslamda felsefe ve güzel sanatlarda gerileme,bilime sırt çevirme imam Gazzali’den sonra başlar ifadesine katılırmısınız?
Hayir. Müslüman olsun veya olmasin bütün toplumlar baski/korku altinda militarist/içe kapanan/güvenlikçi olurlar.
Müslüman da olsak insaniz. 1ci dünya savasindan sonra almanlarin, 11 eylül saldirisindan sonra amerikalilarin içine girdigi psikoza bakmak yeter.
Ayrica Islam alemini Fastan Endonezya’ya ayni anda ilerleyip gerileyen bir bütün olarak görmek yanlis olur.
anadolu mogol saldiriliari altinda inlerken veya Osmanli viyana kapilarina dayanirken kuzey hindistan ne hakde idi?
Misir, Fas müslümanlari Iran’a benzemez, Iran malezya’ya benzemez. Bunlarin bazilari avrupa’nin kolonileri olarak yasamis, fransiz, alman ve belçika ordularina asker bile vermistir.
Tarihi paralel olarak incelemek daha saglikli sonuçlara götürür.
>Gelecek yüzyılda müslümanlar bahsettiğiniz iç hastalıklarından kurtulabilecek mi?Nasıl?
Bunun yaniti yazinin son kisminda var. Ayrica bu sitede bir çok yazi var bu soruya yanit veren.
saygılarımla,
Yazan:Kerim Tarih: Kas 13, 2008 | Reply
Cevaplarınız ve yönlendirmeleriniz için tşkler,referans yazıları inceleyeceğim, katkı,ilave soru yada karşı görüş oluşturabilesem yine yazarım.
Selam ve saygılarımla,
Yazan:fatih y. abbas Tarih: Nis 16, 2009 | Reply
Iktisadi oyunun kurallari yani adalet telakkisi bakimindan, muslumanlar arasinda maalesef gorusbirligi yok. kesinlikle homojen degiller. Oysa Kur’an-i Kerim, daha onceki kitaplarda oldugu gibi, Islam tarihinde en az iki farkli yoruma tabi tutulmus. Bu durum acik olmasa da kendini surekli gosteriyor.
Tefsircilere haksizlik etmem istemem, ama hukuk ve adalet algisi bakimindan, kabaca soyleyim iki felsefe, iki ahlak ve iki hukuk telakkisi var:
1) mulkiyeti reddeden kollektivist, komun hukuku
2) ozel tesebbus ve mulkiyet hukukuna dayanan liberalizm, isleyen pazarlar sistemi.
Modern anlamda olmayan, devlete yada devlet adamina ne rol verildigini bilmeyen var mi?
Yazan:mehmet Tarih: Nis 17, 2009 | Reply
*** ALLAH cc nin ilk emri ”oku” dur. İşte islam aleminin bütün sorunlarının kaynağı…
***1_İslamın 5 şartı (ki ben kabul etmiyorum) arasında ALLAH cc nin ilk emri yok.!!
***2_ Kastedilen kesinlikle Kur’an okumak değil; ALLAH cc nin ASIL ve GERÇEK kitabını
okumaktır. Kur’an sa o kitabı okumanın anahtarı- kılavuzu-kriptosu vs dir.
***3_İslam alemi denilen alem anahtar elinde şaşkın şaşkın dolaşmakta kendini içerde zannettiği için kapıyı dahi arama gereği duymamaktadır.
***4_O kitabı en azından okumaya çalışmayanlar müslüman olduklarını zannederek kendilerini kandırmaya devam etsinler.(iyiniyetle yorumlayınız.İfade edecek daha uygun cümleler kuramamak şahsımın eksikliğidir)
………..
………..gerisini bu mesajı okuyanların tahayyül ve tasavvuruna bırakıyorum
Yazan:mehmet Tarih: Nis 17, 2009 | Reply
_Müslümanların sorunları müslüman oldukları zaman biter
Yazan:Serkan Çekiç Tarih: Nis 17, 2009 | Reply
Gelecek nesillere aktarılmalık bir yazı olmuş fakat dikkatimi çeken bir ironi oldu o da Saidi Nursi den alıntı yapmanız. Zira bu düşünürn yeniliklere bakış açısı oldukça tartışmalıdır.Örnekler: “Mektubat” risalesinde (Sayfa: 403), “İslam dininde inkılap yapmak, şeriat aleyhtarlığı olduğu için, İslamiyet dairesine aykırı, inkılaplar da İslamiyete aykırıdır.” denilmektedir.(Atatürk’ün yaptığı inkılaplar kastedilmiş)–“Hanımlar Rehberi” risalesinde (Sayfa: 57) “Çok kadın ile evlenmek İslami olduğu gibi Taaddüdü Zevcat tabiata, akla ve hikmete muafıktır.” denilmektedir.(akıl ve mantık??) Açıkcası risaleyi okumadım fakat fethullah gülen hakkındaki savcılık iddianamesinin 1.bölümü nurculuğun tarihi gelişimi kısmında bu maddeler vardı ordan aldım bu yüzden risale hakkında uzun uzadıya bir tartışamaya girebilecek bir konumda değilim.Ayrıca okuduğum bölüm “Ancak Nurcular günümüzde risalelerden suç unsuru taşıyan kesimleri ayıklayıp baş taraflarına mahkemelerin beraat kararlarını eklemekte ve bu şekilde dayatmaktadırlar” şeklinde bitiyordu.Biri çıkıpta yok böyle bir şey demesin.Parantez içleri kendi yorumumdur.İyi eğlenceler.
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Nis 17, 2009 | Reply
Serkan Bey Selamlar,
Risale’nin bizim tarafimizdan savunulmaya ihtiyaci oldugunu sanmiyorum çünkü o kendi kendini savunabilecek bir eserdir. Kaldi ki o esere taarruz edecek kadar ilimde yükselmis kimseler buna yeltenmeyecek kadar da akil, izan ve tevazu sahibi olduklarindan böyle bir sorunun sorulmasi dahi abesle istigal olur.
Mühim olan dogru yolu aydinlatan isigin bir mumdan ya da elfenerinden gelmesi degildir. El fenerinin çin mali olmasi da mesele degildir. O
1) Dogru yolu KENDi ViCDANI VE AKLIile görebilmek,
2) ve onu seçebilecek CESARETi göstermek,
3) Emin adimlarla ilerlerken hata yapabilme ihtimalini HER AN GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURABiLMEK
seklinde özetleyebilecegimiz temel ilkelerdir kanimca mühim olan.
Dostlukla
Yazan:Serkan Çekiç Tarih: Nis 17, 2009 | Reply
Peki risalenin bu bölümlerine siz şahsi olarak katılıyor musunuz? Böyle bölümler var hata yapılabilir elbette ancak hatalar hata olarak kabul edilmelidir. Risaledeki tartışmalı konularsa bunlarla ibaret değil anladığım kadarıyla daha araştırmamın başındayım nasıl bir deli cesareti bilmiyorum ama ben böyle tartışmalara eğlence için girerim.”Kaldi ki o esere taarruz edecek kadar ilimde yükselmis kimseler buna yeltenmeyecek kadar da akil, izan ve tevazu sahibi olduklarindan” bu cümle dikkatimi çekti özeleştiri yapabilmek lazım bu bölümler risalede var bu kesin çünkü.
Yazan:fatih y. abbas Tarih: May 4, 2009 | Reply
Mahalle Baskisi, Cuma Hutbeleri ve Laikciler
Maras’ta bazi ilcelerde, veya sehir merkezinde, Cuma namazi saatinde acik dukkanlara girip, “hadi ne duruyorsunuz, Cuma saati geldi, kapatip namaza gelin” diye paldir kuldur,cok asiri israrlar, hatta psikolojik baskiya varan tavsiyeler yaparak, bazi insanlari cok zorlayanlar oluyormus. Eger dogruysa, Muslumanlarin bunlari yapmasi ne tuhaf? Belki bu tipler, gunde bir vakit bile namaz kilmiyorlar.
Yine, Cuma’ya giden herkes, gunluk namaz kiliyor mu, ibadet yapiyor mu acaba? Bu ayri konu!
http://kiltabletler-ii.blogspot.com/2009/05/mahalle-baskisi-ve-cuma-hutbeleri.html
Yazan:malesef Tarih: Tem 26, 2009 | Reply
şii ve sünni alimler bir araya gelip tartışmalı ve kimin haklı olduğuna karar verilmeli. tabi ki sünniler kazanacak ve sünni ile şiiler birleşecek. ingiliz casusun itirafları kitabını herkese tavsiye ediyorum o da bu itirafta bulunmuş.müslümanlarda biraz akıl varsa sünni şii ihtilafına son verilmelidir birleşmelilerdir diyor.türkiyede islam yeteri kadar anlatılamıyor yaşanamıyor türk kürt alevi gibi bütün unsurlar birleşmeli ırkçılığın da ne kadar günah olduğu anlatılmalı bu konuda camide vaazlar verilip kitaplar çıkarılıp 1 tl den satılmalı herkes okusun diye
peygamberimizin de şu hadisi var ırkçılık yapan bizden değildir.
türkiyede bütün tarikat cemaat ve dini gruplar her ay tek bir çatı altında toplanmalı ve birbirini desteklemeli. dine aykırı olan cemaat vs varsa onlara karşı da reddiyeler hazırlanmalı dini filmler dini reklam filmleri ve dini sohbetler 24 saat tvlerde gösterilmeli.
bir müslüman kültürü hala oluşturamadık. cennetin çocukları gibi güzel filmlerde yapabilmeli entellektüel olarak dünya sinemasında yer alabilmeli misal osmanlı ve fatihi istanbulu fethederken ya da çanakkaleyi dev bütçeli olarak çekebilmeliyiz.
herkes aktif olmalı bir dini grup içinde.
daha çok şey var yazacak ama şimdi müsait değilim sonra inşallah
Yazan:sümenaltı Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply
“Başlığa yorum” yapacağım. Müslümanların en önemli iç hastalığı, cemaat kavgalarıdır. Bundan kötü hastalık olmaz. Herkes bir diğerini yanlış yolda, hatta daha ileri gidip, kafirlikle suçluyor. Herkes kendi cemaati üzerinde benmerkezcilik oynuyor. O kadar darmadağın ve bölünmüşler ki, inanın düşman için ne ABD, ne İsrail’e gerek var. Bİrbirlerine yeterler. F.Gülen cemaatinin de, Milli görüşçülerin de düşman olarak Ergenekon’a “ihtiyacı” yok, birbirlerine yeterler.
Yazan:selim camcı Tarih: Ara 5, 2009 | Reply
ben de müslümanların ahval ve şeraitinden muzdaribim, sıkıntılıyım,
benim acizane gözlemlerim, yaşdıklarım ve yaşadıklarımın sonucunda bende oluşan düşünce şu ki,
cahilliklik var. konu din olunca herkez alleme kesiliyor. cahillik olunca tabiiki de yapılan işler de hatalı oluyor. samimiyet olsa bile hatalı oluyor. cahil olduğumuz bilmediğimiz için hatalarımızı da göremiyoruz.
maalesef nefsimizin esiriyiz. din iman için yaptığımız söylense bile, ama yapılan seyler çoğunlukla nefsimize hizmet ediyor.
gönül erleri olamıyoruz. gönüllere hitap edemiyoruz. gönülleri kazanamıyoruz. bunun yollarını bilmiyoruz. şeklen yapılan seyler de ruhtan yoksun olduğu için gönüllere inilmediği için kaybolup gidiyor,
en önemlisi de birlik olamıyoruz. yürekler toplu vurmadıkça olmuyor. partiydi, cemaatti, dernekti şuydu buydu. olsun ama birbirlerine köstek değil, destek olsunlar.
Yazan:sezer Tarih: Oca 28, 2010 | Reply
ALLAH HERKESİN YARDIMCISI OLSUN
Yazan:Umit Erdal Tarih: May 28, 2010 | Reply
Müslümanlar olarak, iç hastalıklarımızdan bir tanesi de, kadınların evin dışında çalışmasına karşı yürütülen sert tutum olsa gerek.
Hidayet Şefkatli Tuksal, köşesinde kadın istihdamı konusuna yer vermiş.
Burada ilginç bir iç çelişki şu:
Kadınların üniversiteye alınmamasını zulüm olarak nitelemek; ama kadınların evin dışında çalışmasını bidat olarak niteleyip ağır bir şekilde eleştirmek.
Yazan:b.F.a Tarih: May 29, 2010 | Reply
Aslında, günümüz müslümanlarının en büyük hastalığı, modern insanlığında hastalığıdır. Yapılan kıyaslamalarla görüyoruz ki, modern dünya ölçeklerine göre, biz onlardan çok gerideyiz tamam, şu durumda keşke onların yerinde olsaydık diyebilirmiyiz? Yani idealimiz onlar mı ki bu tarz kıyaslamalarla hedefimizi şaşırıyoruz. Batının bilim ve teknikteki ahlaki sınırtanımazlığını da kendimize örnek alacakmıyız öyleyse? Seküler zihin yapılarının, büyümedeki, gelişmedeki etkisini inkar edebilir miyiz?
Tanınamayacak ve içinden çıkılamayacak bir hal alan yeni dünya karşısında müslümanca tavrın nasıl olması gerektiği konusuna hala yeterince kafa yorulmamış olduğunu düşünüyorum. batı modernizmin eksiklerini, zayıflıklarını, dünyayı nasıl bir bataklığa sürüklediklerini gördü ve postmodernizmi icad etti, geleneğe dönelim dedi… biz hala o dönemin sonucu olan geri kalmışlığımızı ki ben bunu daha çok modernizm karşısında afallamış olmaklığımıza bağlıyorum (tabiiki gerilikten yada hastalıktan kastım yazıda yapıldığı gibi ekonomik istatistiklerde ortaya çıkan gerilik ve çaresizlik değil, modernizm ve modernizmin müslümanları düşürdüğü çaresizlik ve afallamışlıktan kurtulup, modernizme verecek cevap üretememiş olmaları)100-150 yıl içinde bu kadar büyük değişimler yaşamış insalığa verecek cevabı var mı gerçekten müslümanların. Hakikaten dersimize iyi çalıştık mı sizce? Sebeplerin doğru bir şekilde teşhis edilmeksizin, sonuçlar üzerinden yapılacak bir özeleştirinin en az sadece bahane üreten ve sebep öne süren mantık kadar sakat olduğunu düşünüyorum.
Yazan:Misyon5ice Tarih: Ara 25, 2010 | Reply
Bazı şeyleri anlamak için Peygamberin yüklendiği misyonu sorgulamamız bile yetecektir. Bu detaylı incelemeniz için teşekkürler.
Yazan:kubilay Tarih: Kas 11, 2014 | Reply
bu güzel yayınınız için yürek dolusu teşekkürler….
Yazan:Ademoğlu Tarih: Nis 26, 2017 | Reply
Kur’an’ın ve sünnetin öğrettiği Cihad ile 2007’de bazı Müslümanların algıladığı Cihad arasında büyük bir fark var. 1100’lerde Avrupalı düşmanlarını dahi kendisine hayran bırakacak kadar “centilmence” savaşan bir komutandı Selahaddin Eyyubi. Kur’an’a ve hadislere uygun olarak, savaşamayacak durumda olanlara, aman dileyenlere kılıç kaldırmıyor, düşman kavimden bile olsalar tarlasında çalışan köylülere dokunmuyordu. Gene İslâm’ın hükümleri doğrultusunda köleleri çocuklarından ayırmıyor, esirlere kötü davranmıyordu.
Bugün “ALLAH adına” hareket ettiğini ve “Cihad yaptıklarını” söyleyen silahlı gruplar sanki O’ndan ümit kesmişçesine savaşıyorlar:
1. İstanbul’da, Newyork’ta ve Madrid’te çarşılara, metro istasyonlarına bomba koyuyorlar,
2. Evlatlarını intihara teşvik ediyorlar,
3. Esir aldıkları askerlerin (bazen de sivillerin) kafalarını keserken filme çekiyorlar,
4. Kendileri gibi inanmayan Müslümanların camilerine bile bomba koyuyorlar.
Eylemlere katılmayan ama daha kalabalık olan bir grup ise bunları onaylıyor, savunuyor veya sessiz kalıyor.
İşte bu tezat karşısında neyin değiştiğini sorgulamak gerekiyor. Değişimin kaynağını yazının maksadına uygun olarak dışarıda değil içeride aranması gerektiği kanaatindeyiz. Kur’an’da anlatıldığı şekliyle Cihad uygulanması imkânsız bir ideal midir? Peygamberimiz benzeri durumlarda ne yapmıştır? Suat Öztürk’ten dinleyelim:
“…[O] kızının katilini, amcasının katilini affeden, Uhud’daki bozgun sonrası, onca arkadaşının şehid olmasının yanı sıra kendisinin de aldığı 70′e yakın kılıç darbesine, yanağının yarılmasına, dişinin kırılmasına rağmen “Ya Rabb onları bağışla, göremiyorlar” diyen, tüm bu sıkıntıları çektirmiş olan Mekke’lileri fetih sonrası affeden bir peygamberdi.”
1) Dış düşmana karşı yapılan Küçük Cihad’ı tek Cihad gibi gördüklerini, nefse karsı yapılan Büyük Cihad’ı ise arka plana ittiklerini,
2) O’nun Kur’an’daki hükümlerini değil O’ndan umudu kesmişçesine, düşmanının sünnetini referans aldıklarını,
3) Soylu, veren, affeden büyüklükten hırs ve intikam ile hareket eden küçüklüğe geçtiklerini,
4) Komplo teorileri sebebiyle adeta paniğe kapıldıklarını,
5) Barış fırsatlarını reddettiklerini,
6) Ebedî mazlum kimliğini benimsediklerini
Selahaddin Eyyubi gerçek manasıyla cihad ediyordu. Fatih Sultan Mehmet’te. Alparslan’da. Tarık Bin Ziyadda. Hz. Ömer’de. Lakin Usame ve türevleri[işid,deaş, bokoharam, talebani vs] her biri maşası başkasının elinde veya
din adı altında kendi propagandalarını yapıyorlar. Yaptıklarını din adını kulllarak meşrulaştırma çabasına giriyorlar. Aslında en büyük mağdur mazlum islamın kendisi ancak yapılanlar islama zerre miktarınca zarar veremez
Çünkü onun koruyucusu ve savunucusu Hz. Allahtır.
1. İstanbul’da, Newyork’ta ve Madrid’te çarşılara, metro istasyonlarına bomba koyuyorlar, “ALLAH adına” hareket ettiğini ve “Cihad yaptıklarını” söyleyenler çıkarları ve menfaatleri uğruna her türlü dini kendi emellerine alet edebilecek cibilliyette insanlar.
3. Esir aldıkları askerlerin (bazen de sivillerin) kafalarını keserken filme çekiyorlar, İnançları olup olmadığını bilmediğimiz teröristler.