Sistem ve İdeoloji Açmazı
By Konuk Yazar on May 27, 2007 in Makale
Alperen Gürbüzer
Sistemi bilmek için, sistemi oluşturan unsurların detayına inmek gerekiyor. Gaye, tanım, isbat, uygulama ve metod kavramlarının tümünün bir arada olmasıyla birlikte yürürlüğe girmesi “sistem”i meydana getirir. O halde “sistem”i; amacı, tanımı, isbatı (kabulü), uygulaması ve usulü belli olan bir yapı diye tarif edebiliriz. Sistemin iskeletini oluşturan beş (5) unsurun tüm berraklığı ile açıklığa kavuşturulmadan, sistem hakkında hüküm vermek önyargılı davranış olacaktır. Sistemi incelerken şu kıstasları gözönünde bulundurmak mecburiyeti var. Şöyle ki; Varılmak istenilen hedefin ne olduğunu açıklamak sistemin “gaye”sini, kullanılan ıstılah ve kavramların açıklığa kavuşturulması sistemin “tanım”ını, ne şekilde yol takip edilmesini tayin etmek sistemin “metod”unu, kitleler tarafından kabul görüp görmemesi de sistemin “uygulaması”nı ortaya koyar. Sistemi bütün unsurlarıyla topyekün masaya yatırıp enine boyuna bu şekilde değerlendirildikten sonra, savunulan ideolojinin analizini yapmak, çok daha kolay olacaktır.
Analitik yaklaşım ancak ve ancak sistemin beş unsurunun açıklığa kavuşturulmasıyla mümkün çünkü. Aksi takdirde sistem hakkında sağlıklı bir kanaate varılamaz. İdeoloji belirlendikten sonra, modelin benimsenip benimsenmemesi bireyin “tercih”ine kalmış bir şey, ister onaylar isterse onaylamaz, ya da şerh düşer.. Tercih, şahıslara has bir olgudur çünkü. Birey, isterse incelediği sisteme karşı, alternatif sistem de oluşturabilir.
Tek tip sistemle, kitleleri yönetmeye kalkışmak, bunalımlara yolaçmaktadır. İnsanlar bir tek sistemin peşine takılıp ömür boyu onunla oyalanmak sevdasında değil çünkü. Daha çok, bireyler çoğulcu model oluşumları araştırdıktan sonra, tercihini belirlemeyi yeğliyorlar. Dünyanın şuandaki gidişatı “çoğulcu”luk yönündedir. Totaliter ülkelerde, farklı görüşlere asla yer verilmez, hatta kişilerin tercihleri gözönünde bulundurulmaz bile. İnsanoğlu dünyaya adım atar atmaz, etrafı mahşeri kalabalık gibi algılar, olayları ilk anda muhakeme edemez, vakıalarla yoğrula yoğrula şahsiyetini kazanır ve kendine bir yol çizmeye başlar böylece. Eğer bu yol belirleme anında, bireysel ”tercih”ler yerine dayatma ve müdahalede bulunuluyorsa, onuru zedelenir ve iç dünyasında yaralar açılır muhakkak. İnsana, baskı ve dayatma ile şu sistem üzerine hareket edeceksiniz demek onu hiçe saymak demektir zaten.
Sistemin kitlelerce kabulünün sağlanmasında tepeden inme ve dayatmacı yöntemlerin izlenmesi, insan haklarına vurulan en büyük darbe olsa gerek. Tabularla toplumu hapsetme isteği, yeniden ortaçağ zihniyetinin hortlatılmaya çalışılmasından öte bir anlam ifade etmez. Tabular… tabular … tabular… Ah şu tabular var ya, düşüncenin önünde en büyük barikatlar olduğunu dersek yeğdir.. Bireysel tercihlerin ortaya çıkmasına mani olan da, çoğu kere tabulardır. Üstelik tüm bu olanlardan sonra da, vay efendim bizde niye aydın yetişmiyor, gibilerden serzenişte bulunmazlar mı? Bu tür statükocu anlayışlarla elbette bir yere varılmaz.
Ortaçağ zihniyeti
mevcut sistemlerin, kitlelerce benimsenmesinde tepeden inme dayatmacı ve baskıcı yöntemlerle toplumu hizaya sokma uygulamalarının, ileride önü alınmaz sosyal yaralar açtığı artık sır değil. Çünkü insanoğlu fıtratı gereği, müdaheleyi sevmez. Anaların hür doğurduğu evlatların tercihlerinini hiçe saymak isteğinin anlamı; ortaçağ karanlığından günümüze aktarılmak istenilen kötü bir mirasa yeniden talip olmak demektir.. Farklılıkların bir arada yaşaması ancak hoşgörüyle mümkün. Şayet bir sistem varlığını devam ettirmek istiyorsa, her geçen gün kendini yenilemeli yeniden yapılanmaya gitmelidir. Kendi dışındaki sistemlere ateş püskürmekle ve karalamakla uzun vadeli başarı elde etmek imkansız.
Sistemin, diğer sistemlerle hoşgörü zemininde rekabeti, fikir zenginliği meydana getireceği muhakkak. Kaba ve sert tartışmalar toplumda anarşiyi doğurmuştur hep. Farklı düşüncede olan insanlarla nasıl bir arada yaşanılır formülünü her sistem kendi içinde isbatlamalıdır. Öncelikle birbirlerinin varlığını kabul etmek, tahammül göstermek önemli adım olacaktır.
Alternatif Sistem
Mevcut sistemin karşısında ”alternatif sistem” kabul etmemesi, onu muhalefetsiz hükümete benzer birkonuma sürükleyecektir. Başkaya tahammulsüzlük, içinde bulunduğumuz manzara-ı umumiyedir maalesef. Milli Şef’e bir ikaz mektubu yazan Ali İhsan Paşa’nın 10 yıl hapse mahkum edilmesi, bunun isbatıdır zaten. Bilindiği gibi Milli Şef uygulamaları, ülke sathında bunalım doğurmuştu. Nitekim, 1950 şeçimleri bunalan kitlelere DP’yi sevgili yapmıştır. Çok partili döneme geçişle birlikte toplumda bir rahatlama meydana gelmiş, böylece tek tip yönlendirmelerden usanan toplum çoğulculuğa yönelmiştir.
Bireyin, hertürlü sistem modelleri karşısında tercihte bulunması ”cilik’ini veya ”ideoloji”sini ortaya koyar. Gerçi ”cilik”, ”ci” edatının eşyaya eklenen ”satıcılık” kavramını hatırlatması dolayısıyla Süleyman Nazif tasvip etmemiştir. Hatta Süleyman Nazif, II. Meşrutiyet’te ortaya atılan ”Türkçü” tabirine şiddetle kızardı. O Türkçü kelimesini işitir işitmez, kahveci, şekerci, yemişçi, sucu, kebapçı, kitapçı, vs. gibi maddeye ilave edilen ”ci”leri satıcılık olarak nitelerdi. Öyleki; Süleyman Nafiz bir sohbet toplantısında ”Türkçü” kavramı geçince, hemen tepkisini ortaya koyar; ”- Ben Türk olduğum için ”Türkçü” olamam ve Türk satamam, fakat kürk olmadığım için ”kürkçü” olabilirim” der. Süleyman Nazif’in bu tesbitine rağmen, maalesef hepimiz ”ci”, ”cü”, ”çü”, ‘cilik’, ‘çülük’ gibi edatları lisanımıza yerleştirmişiz. Herşeyde çürüme olduğu gibi, lisanımıza da müdahale edilmiş. Avrupa’nın içimize attığı en büyük hastalıklardan biri de, entelvari davranışlar olmuştur. İçeriksiz modern görünmek çabaları, kavram kargaşalığına yol açmıştır. Kavramları yerli yerinde kulanmamak gibi bir durumla karşı karşıyayız her daim. Uzlaşmazlığın nedeni, kullanılan kavramların doğru dürüst tarifi yapılmamasından dolayıdır. Halbuki kavramlar berraklığa kavuşturulursa, ”ci” edatıyla anılan milliyetçisi, ümmetçisi, laikçisi, ferdiyetçisi, sınıfcısı vb.. birbirlerini daha da anlamaya başlayacaktır. Laikçisi, laikliğin tarifini yapmadığı için, diğer toplum birimlerinin eleştirisine maruz kalmaktadır sürekli. Ümmetçisi, milliyetçisi, şucusu, bucusu da aynı. Meselenin özünde ”tarif” yapamama hastalığı var. Belki de işlerine öyle geliyor, yahut da tarifi yapılmamış kavramlarla dayatma ve baskı yapmak daha da kolay olabilir, kim bilir!…
Kavram Anarşisi Aklın gereği, kavram anarşisine son vermek gerekiyor. Öyle kavramlar var ki ”dua”, öyle kavramlar var ki ”silah” olabiliyor. Bunlardan öte, elastiki kavramlar da sözkonusu. Hadi işin içinden çıkabiliyorsan çık, hani nerde o babayiğit? Muğallak kavramları hangi tarafa çekersen çek, filmine uydurulabiliniyor bukalemun misali. Malum olduğu üzere, bukelamun ortama göre renk değiştiren bir tür canlı. Bundan hareketle, bukalamunca tavırlar, dayatmacı ve baskı ortamlarını daha teknik hale getirebiliyor da. Şu halde tüm bu gerçeklerden hareketle sistem, kuşkuya meydan vermeyecek tarzda açık ve şeffaf olmalıdır ki güven kazanabile.. Bireylerin herhangi bir sistem modellerinden birini tercih etmesi gayet doğal, çünkü ”ideolojik kimlik” belirlemek özgürlüğün gereği. Tıpkı sporda, Beşiktaş’lı, Fener’li, Galatasaray’lı olmak nasılsa, sistem içinde aynen geçerli. Eğer bir insan, belirli bir sistemde karar kılamaz da, öylesine tercih sıralaması yaparsa, bu durumda tabii karşılanmalı. İlla da yüzde yüz herhangi bir sisteme endekslenmek gerekir diye bir kaide yoktur.
Tercih sıralaması yapmak, sistem modelleri arasında bağlılık sıralaması (mensubiyet) anlamını taşır ki; İnsanın tercih silsilesi oluşturması, diğer toplum birimlerini sıraya koyması demektir. Mesela ferdiyetçiyim (kapitalist) diyen bir kişinin ferdiyetçiliği ile beraber ailesini de, milletini de sevebilir, ama tercih sıralamasında ilk sırayı ”ferdi” koymuştur, gayet doğal. Onun için ”ferdiyetçi” adını almıştır. Tercih sıralamasında ilk önceliği milletten yana kullanmakta, kişinin “milliyetçi” olarak kimlik kazanmasını sağlar. Bir milliyetçi, aynı zamanda ailesini, ümmetini de sevebilir pekala. Tercih yapmak diğer birimlerden vazgeçmeyi gerektirmez. Birimlerden herhangi birine öncelik vermek insana ”kimlik” kazandırır sadece. Ziya Gökalp’ın ”Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim. Garb medeniyetindenim” ifadeleri, bir değişik tercih sıralama örneğidir. Velhasıl sistem modelleri arasında tercih silsilesi yapmak, diğer sistemlerin toptan reddi anlamına gelmez. Ağırlıklı önem verdiği değerler bakımdan, kişinin sistemler karşısında ”aidiyet önceliğini” ortaya koyar. Millet kavramı da, bir toplum birimi olmanın yanısıra hem dini, hem de sosyolojik manada mensubiyet şuurudur. Aynı zamanda her millete ve ülkeye göre göreceli kavram olup, tarifi devletlerden devlete değişmektedir. Fransız’lar milleti tarif ederken ”Kültür” olarak, Almanlar ”Irk”, İsviçreliler ”Vatan”, Romanyalılar ”dil”, ABD ”tabiiyyet”, Çin ”kültür”, Türkiye’de ”hepsini” esas alır. Dolayısıyla her milletin kendi ülkesinin yapısına ve lehine olacak şekilde tarif yapması gayet tabiidir. Dil-Irk-Kültür Milletimiz, dil, ırk ve kültür bakımından üç daire ihtiva eder. 1- Dil dairesi, 2- Irk dairesi, 3- Kültür dairesi. Dil tek başına Türk kimliğini belirleyemez. Mesela dil yönünden Türk dairesine giren Yakutlar, antropoljik (ırk) olarak Mongoloid’dirler.
Tam tersi Bulgarlar da ırk olarak Türk halkasından olmasına rağmen, dil bakımından Türk değildirler. Türkiye gerek dil bakımından, gerekse soy bakımdan İslâm aleminden farklı olmasına rağmen, kültür (etnografya) yönünden Müslüman kültür dairesinin kapsam alanına girer. Ayrıca Türk’ün tarihten bugüne gelen kendine özgü milli kültürü de söz konusudur. Şu andaki durumumuza baktığımızda ise, görünümümüz “karma kültür dairesi”olsa gerek. Hem İslâm alemiyle, hem de batıyla sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler sonucunda ”karma kültür halkası” doğmuştur coğrafyamızda. Dünyanın hiçbir yerinde saf ırk, saf dil ve saf kültür yoktur zaten. Demek ki; toplumlar hem almış, hem vermişler. Öyle ki; Yunanlılar dünyanın hazinelerini taşımışlar, ama kimliklerinden taviz vermemişlerdir. Anlaşılıyor ki kültür alış verişinden korkmamalı, ama dikkatte gerektiriyor. Yeter ki, kendi öz hazinelerimizi gereği gibi işletilebilsin. Gerçekten kültür politikaları sağlıklı yapıya oturtulduktan sonra görülecektir ki yabancı kültür akımlarından olumsuz yönden etkilenilmediği ortaya çıkacaktır, o halde endişelenmeye gerek yok. Çünkü karşılıklı kültür alışverişleri sayesinde zaman içerisinde uluslararasında hertürlü keskin tavırların yerine sıcak diyaloglar ve yumuşama alacağı görülecektir.
Dünyada yeni bir anlayış hakim. Farklılıkları kabul edip, tüm insanlarla bütünleşmek. Küçük alt birimlerin tanınarak büyük bir birime doğru yol almak ideali yeni bir misyon olarak ortaya çıkıyor.
Tek Tip Düşünce
Türkiye, tek tip düşünce ağından çıkamadığından dolayı zaman zaman başına bin bir türlü dertler açmaktadır. Türkiye, tarihi misyonunu birtürlü idrak edemiyerek uslanmaz çocuk oyunu oynuyor sürekli.. Tek tip din, tek mezhep, tek tip olan herşeyle formatlanarak bir yere varılamıyacağını idrak edemedi daha henüz. Sosyal hayat, farklı fikirler ve farklı düşünceler demektir oysa. Farklı sistem modelleri, özgürlükçü bir ortamda sivil toplum anlayışıyla makul karşılanmalı ve tercihlere müdahale edilmemeliydi. İnsan iradesine ipotek koymanın, kişilik haklarına balta vurmak olduğunu bilmeliydi. Şurası unutulmamalıdır ki; güçlü fikirler ve kaliteli sistem modelleri itibar görür hep. Nasıl ki kalitesiz ürünler pazarda kaliteli ürünler karşısında rekabet edemezse, kendini isbatta zorlanan sistem modelleri yahut fikir akımları da güçlü sistem ve fikirler karşısında tutunamayacaktır.
O halde serbest fikir atmosferinde, tercihlere pranga vurmadan özgürce fikirlerin tartışılmasında sakınca görülmemeli. Yasaklar, çoğu kere fayda yerine zarar getiriyor. Nice yasakçı uygulamalar sayesinde, ilim deney ve gözlemden uzak fikir akımları, kısa süreliğine de olsa gözde olabilmişlerdir. Şayet fikir akımlarının özgürce tartışılmasına müsaade verilseydi, her türlü fikir akımları kendini ispatlama şansı elde ederek kitlelerce kabul görüp görmeyeceği anlaşılabilecekti. Yasaklar, tarihte de görüldüğü gibi, çözüm getirmemiş, aksine bunalımları daha da derinleştirmiştir. Dayatmayla, müdahale ve baskıyla bir yere varılamayacağını artık anlamalıyız. Zihinlere pranga vurmak ortaçağ kafasıdır çünkü. Kelimenin tam anlamıyla hakiki fikirler, yavaş ilerler, ama uzun ömürlüdür. Propagandaya, şişirilmeye ve dayatmaya dayalı fikirler ise çabuk ilerler, fakat kısa ömürlüdürler. Fikirler, genelde iki grupta mütaala edilebilir; Birincisi; Yükte hafif, pahada ağır fikirler. İkincisi ise Pahada hafif, yükte ağır fikirlerdir. Birinci şık, bizim herzaman tercihimizdir.
Pahası ağır gibi görünen fikirler ve sistem modelleri, çoğu kez şişirilmiş balonlar olup içerisi boştur, yani daha çok slogana ve haması nutuklarla yüklenmiş pahada hafiftirler. Oysa, yükte hafif, pahada ağır fikirler, şişirilmeye, methiyeye ihtiyaç hissetmezler, gücü zaten etkisinde, bu yetmez mi? Güçlü fikirlerin değeri zamanla ortaya çıkar. Hakikat ergeç kendisini gösterecektir elbette.
Toplum- Devlet
Pahada ağır fikirler, toplumun iç dinamikleriyle hiçbir zaman ters düşmez. Sistemin ayakta uzun süre kalabilmesi toplum gerçekleriyle barışık olmasına bağlı. Hangi sistem olursa olsun, toplumun yapısal dinamikleriyle paralellik arzetmiyorsa, başarılı olma şansı ortadan kalkar. Tanzimattan günümüze kadar denemediğimiz model kalmadı. Tüm denemeler, toplum dinamikleriyle bağdaşmadığından dolayı, çoğu kez dayatma yöntemi ile kabulü cihetine gidildi. Tabii bu durum toplumla devlet arasında güvensizlik doğuruyor haliyle. Dayatmacı yöntemlerle yeniliği kitlelere sunmak isteği merkez-kenar çelişkisi meydana getirdiği bir vaka.
Doç. Dr. Hikmet Özdemir’in, ”devlet tarihi ile, İslâm’la, Bediüzzaman Said-i Nursi gibi alimlerle, Nazım Hikmet’le vs. barışmalı…” derken, bir önemli gerçeği vurgulamıştır. Devlet, fikirler ve modeller karşısında dayatmacı ve ”hakim” rol üstlenmemeli idi, ”hadim” rol takip etmeliydi oysa. Hakim değil ”hakem” olmalıydı. O halde ne yapmalı? Evvela her türlü fikir akımı karşısında taraf olmamalı. Tabandan gelebilecek model üretme girişimlerini bastırmamalı. Çünkü Türkiye’de yenilik hareketleri ekseri üstten gelmiştir, tabandan gelen bir yapılanma hiçbirzaman sözkonusu olamadı. Batı’da alttan gelen değişmeler yaşanmıştır çoğu kere, bizde daha henüz taban gerçek gücünü gösteremedi.. Sürekli tepeden yönlendirmeler, sistem dayatmalar, halkta inisiyatifsizlik oluşturduğu gibi katılımcılık hamlesi köreltilerek güdülen duruma düşürülmüşüz. Sistemin biranda yasakları rafa kaldırıp, sivil katılımcılık mekanizmalarının önünü açmasıyla birlikte toplum katmanlarında büyük rahatlık getirecektir.
Sivil katılımcılıktan uzak demokratik yapılanmalar çözüm olmayacağı besbelli.. Rejimler (sistemler), toplumun hak ve hürriyet elde etmelerine müdahale ettiği sürece, kitleler fanatizmin kucağına ittikleri gibi bu arada kendi kuyusunu da kazmaktadır. İcraatlarıyla kendi mevcut sistemini değil, karşısındaki güçleri güçlendirmiş oluyor böylece. Ghandhi, ”en despot idare bile, çok defa despot tarafından zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığını anladığında onun kuvveti gitmiş demektir” diyor. Otoriter sistemlerde karar verme fonksiyonu lidere verilmiştir. Liberal sistemlerde karar fonksiyonu girişkin bireyler, genel demokratik anlayışlarında ise grubun bütünü esasdır. Sivil katılımcı modelde ise ne lider ağırlıklı bir yapılanma, ne de bireyi esas alıp toplumu hiçe sayan bir anlayış. Yukarıda sıralanların tümünü içine alan, bütüne şamil bir sistem, yani ”sivil toplum” ve ”sivil katılım”ın ta kendisidir.
Velhasıl Cumhuriyet ve demokrasi, devletin derin koridorlarında alınan kararlarla değil sivil katılımcı güçlerin etkili olduğu ortamlarda yeşerebilir ancak… Vesselam.
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
8 Yorum
Yazan:Ecenâze Tarih: May 27, 2007 | Reply
Bence bu cümleniz hatalı..Yada kısır diyeyim..
Kaç model denendi sayar mısınız lütfen!
Tek partili ve çok partili demokrasi denemelerine başlayıp başlayıp tank paletleri ile molalar verdik..
Başka ne denedik?
Sosyal demokrasi?
Liberal demokrasi?
Adil düzen:)?
Dayatan mekanizmaları başa getiren de aslında bizler değil miyiz?
Süleyman Demirel i bize kim dayattı mesela!
Hayattayken o kadar zulmedip, öldükten sonra barışsa ne farkeder ki!
Adnan Menderes le nasıl barışabilir artık devlet…
İade-i itibar gibi göstermelik barış çubukları, hafızaları silebilir mi…
Biz de 1923 miladı olduğu müddetçe dediğiniz şey mümkün değil malesef!
Atilla Yayla nın başına gelenleri hatırlayın..
Tabandan ne tür yapılanmalar gelebilir sizce?
Farzedin ki ben şeriat istiyorum, bu modeli taban olarak nasıl sunabilirim?
Devletin anayasasında yönetim biçimi açıkça belirtilmişken…
Güdülen olduğumuz doğru da bizi güdenleri de güdenler var..
28 Nisan-28 Şubat Zafer bayramlarımız kutlu olsun..:)
Çok hoş bir Ütopya:)
saygılar
Yazan:Ecenâze Tarih: May 27, 2007 | Reply
Bence bu cümleniz hatalı..Yada kısır diyeyim..
Kaç model denendi sayar mısınız lütfen!
Tek partili ve çok partili demokrasi denemelerine başlayıp başlayıp tank paletleri ile molalar verdik..
Başka ne denedik?
Sosyal demokrasi?
Liberal demokrasi?
Adil düzen:)?
Dayatan mekanizmaları başa getiren de aslında bizler değil miyiz?
Süleyman Demirel i bize kim dayattı mesela!
Hayattayken o kadar zulmedip, öldükten sonra barışsa ne farkeder ki!
Adnan Menderes le nasıl barışabilir artık devlet…
İade-i itibar gibi göstermelik barış çubukları, hafızaları silebilir mi…
Biz de 1923 miladı olduğu müddetçe dediğiniz şey mümkün değil malesef!
Atilla Yayla nın başına gelenleri hatırlayın..
Tabandan ne tür yapılanmalar gelebilir sizce?
Farzedin ki ben şeriat istiyorum, bu modeli taban olarak nasıl sunabilirim?
Devletin anayasasında yönetim biçimi açıkça belirtilmişken…
Güdülen olduğumuz doğru da bizi güdenleri de güdenler var..
28 Nisan-28 Şubat Zafer bayramlarımız kutlu olsun..:)
Çok hoş bir Ütopya:)
saygılar
Yazan:Ekrem Senai Tarih: May 28, 2007 | Reply
Metin-the-poor rolü üsteleneyim biraz:
Alperen bey çok güzel ve detaylı yazmışsınız.
Ece hanım, çok iyi sorular sormuşsunuz. Cevapları sabırsızlıkla bekliyoruz.
Yazan:alperen Tarih: Haz 2, 2007 | Reply
Ece hanım birçoksorular sormuşsun,aynı zamanda soruların cevabı da verilmiş, yorum yapmayacağım,ama şunu bilmeni isterim bundan sonraki yazacağım her makalede düşüncelerimi paylaşacak,ya da paylaşmayacak satırlarla karşılaşcaksınız. Yazılarım genelde belli bir emek ve araştırma incelemeye dayalı olarak ortayaçıkan zihin jimnastiği. Elbetteki eleştirilerinde haklısın,benim yaptığım sadece aydınlık yarınlar için temenni(siz ütopik desenizde), bir dilek. birgün o dileklerin zihinlerde değişime yol açcaksa o zaman ben kendimi mutlu hissedeceğim. İnanın eleştirilerinden çok faydalandım,fikirler tartışılarak anlam kazanır çünkü. Fakat ben tartışmayacağım,zamanım yok ancak bir sonra yazcağım yazılar için arştırmaya koyulacağım. Bu demekt değilki tartışmaya kapalı bir insanım.Sakın böyle algılanmayın. Allaha amanet olun.
Yazan:Bahar Pınar Tarih: Haz 7, 2007 | Reply
Merhaba,
Detaylı bir yazı gerçekten. Elinize sağlık. Genel olarak yazının ana fikrine katılıyorum. Baskıcı, tepeden inme dayatılan sistemlerle, her türlü düşüncenin boğulduğu bir ülkede gelişme bir yere kadar olabiliyor. Sonrası muğlak. Alperen Bey ütopik görünse de olması gerekeni anlatmış. Ama Ecenâze Hanım da soruların da haklı. Sorular güzel ve zor. Alperen Bey yine de sorulara cevap vermenizi tercih ederdim açıkcası.
Saygılarımla,
Yazan:Ecenaze Tarih: Haz 8, 2007 | Reply
Alperen bey,
açıkçası hüsrana uğradım:)
Tabi ki vaktiniz olmayabilir..Ama buraya konuk yazar olmaya teşebbüs ettiğinizde, yazınızı okuyanların, bazı cümlelerinize eleştirel yaklaşabileceklerini, ve sizden önde sürdüğünüz, savunduğunuz tezlerinize cevaplar isteyebileceklerini biliyor olmalıydınız..
Tüm yasakların birden kalkması gibi bir ütopya/temenniniz ise kaos doğurur..
Kırmızı ışıkta geçmenin özgür olduğunu bir düşünsenize:)
Bahar Hanım merhaba:)
Yazılarınızı beğenerek okuyorum..
selamlar, saygılar
Yazan:İzzet Kütükoğlu Tarih: Eyl 21, 2007 | Reply
Sayın Alperen Gürbüzer, Türkiye gibi genelde düşünemeyen bir toplumda, sizin kadar düşünebilen bir insana rastlamak gelecek için ümitlerimi artırmıştır.
Bu elbette yazılanların tamamının doğru olduğu anlamına gelmez. Gelmese bile son derece anlamlı bir yazı, değerli tesbitlerde bulunmuşsunuz sizi kutlarım.
Sayın Gürbüzer, sistem konusunda yazılması, konuşulması gereken çok şey var… Ve bizim toplumumuz tamamen sistem cahilidir. Önce sistem ne demektir bunu bilmemiz gerekiyor.
Benim anlayışıma göre sistem: Kurgusal düzenek demektir. sistem kurgulamak, düzen kurgulamak demektir. İlahi yaratıcı kutsal kitabının bir ayetinde, ” sizin için kainatı
düzenledik diyor”. İnsan suresinde ise, “biz insanı düzenledik” diyor. Anlamamız gereken şudur. Düzenlemekten maksat; sistematik hale getirmek kurgulamaktır. Anlamamız gereken şudur, kainat ve kainatta olup biten her şey, sistematik bir kurguya göre gelişmektedir.
Ne acıdır ki, müslüman toplumlar ilahi kitaplarını anlamak için okumadıkları için, bu ifadelerin ne anlama geldiğini düşünmediklerinden sistemden anlamazlar.
Bir örnek vermek gerekir ise; Bir kirazın çekirdeği sert bir maddedir. fakat, ıslanınca ayrışacak şekilde tasarlanmıştır. içine su temas edince filizlenecek, şekilde tasarlanmıştır. sonuçta filizin ağaç halinde gelmesi, yaprak çiçek açması, meyve haline gelmesi bir tasarımın sonucudur. şartlar buna göre sistematik hale getirilmiştir.
Eğer sistem sistematik hakkında bir fikir sahibi olmak istiyor isek, tabiatı okumamız gözlemlememiz gerekiyor.
Eğer iyi gözlemler, iyi düşünürsek sistem ne demek çok kolay anlayabiliriz.
Maksadım din dersi vermek değil.
Benim anladığım şudur: Sistemler unsurlardan meydana gelir. Bütün sistemlerde bu böyledir.
Sistemler unsurları bir araya getirerek, bunların birbirlerini etkilemesi ile, kurgusal bir işleyiş sağlamak üzere tasarlanır.
Sistemin işleyebilmesi için, yada işleyecek bir sistem kurgulayabilmek için, sistemi oluşturacak unsurların olması gereken özellikte olmaları gerekir.
Ve siz sistemi kurgularken unsurları, olması gerektiği yerde olacak biçimde kurgulamanız gerekir, bu da yetmez, unsurların sistem çalışırken farklı yerlerde olmalarıda gerekebilir. bunu da sağlamak için unsurları, olmaları gerektiği zaman, olmaları gerektiği yerde olacak şekilde kugulamanız gerekir.
En önemliside şudur: “sistemlerde unsurlar zorunlu oldukları için işlev görürler ve siz bu zorunluluğu yaratmalısınız…
Rejim konusuna dönecek olur isek, İlkel rejimler sistematik rejimler değildirler. cumhuriyet ise, sistematik bir rejimdir.
Bu nedenle cumhuriyet anayasası yapmak sistem bilmeyi gerektirir.
Dünya coğrafyasına bir bakacak olursanız, teknolojik sistemlerin üremediği ülkelerde, sistem üretemeyen ülkelerde, cumhuriyet rejiminin de işlemediğini görürsünüz bunun bir nedeni vardır. Teknoloji üretmekte, cumhuriyet anayasası yapmakta sistem bilmeyi gerektirdiği için, sistem bilgisine sahip olmayan toplumlar her ikisinide başaramazlar. Sistemden anlamayan toplumlar, otomobilleri çalışmayınca, dua ederler çalışsın diye, ülkeleri kötü yönetilince gene dua ederler! oysa bu dua ile olacak bir iş değildir. bilgi ile ilim ile olacak bir iştir.
Gelelim Türkiyenin sistemine, Türkiye’nin rejimi cumhuriyet olarak ilan edilmiştir. fakat, sistem kurgulamayı bilmediğimiz için, bizzat anayasamızı yapanlar rejimi ters yüz edip saltanat rejimine dönüştürmüşlerdir!
Nasıl yani?
Dedik ya, sistemler unsurlardan meydana gelir. önce unsurları tanımak gerekir. Cumhuriyet yönetiminin temel unsurları, Yasama, yürütme, yargıdır. Bunların olmaları gerektiği yerde olmaları gerekir. Bunlar kendi hallerine bırakılacak olurlarsa, Bu sistem sistem olmaz. İllaki bunların sizin istediğiniz yerde olmaları gerekir.
Bunun böyle olması için sistemi kurgularken, sistematik tedbirleri almanız gerekir.
Bilhassa ülkemizde sistemin işlemeyişinin, bana göre sistematik bir cumhuriyetin olmayışının nedeni, siyaset unsurunun olması gerektiği yerde tutulamayışındandır.
Bu ülke siyaset olmaması gerektiği halde devletin kurumlarında olmuştur! Başka bir değişle devletin kurumları siyasetin olduğu kurumlar olmuştur. Oysa devletin kurumlarında siyasetin kendisinin değil, yasalarının olması gerekir. Siyaset kurumların içinde olunca, yasları yapan siyasetçi aynı zamanda yasaları uygulayan durumuna geçmiştir!
Bu sistemin sistem olmaktan çıktığının resmidir!
Velhasıl siyaset olması gerektiği yerde tutulamamıştır!
Neden?
Siyaset halkın oluştuduğu bir unsurdur.
Yürütme, yani devlet işini yürüten kurumlardan oluşan unsur. Bu unsurun oluşması için anayasada birşeyler yapmanız, bu unsurun yeterince kuvvetli olması için, anayasanızda bir yapılanma sisteminizin olması gerekir ki, bu unsur kuvvet olsun, siyaseti olması gerektiği yerde tutabilsin…
Bu kuvvetin kuvvet olması için, devlet kurumlarınızın üst makamlarında olacak kişlerin kuvvetli olması gerekir. ancak o zaman siyaseti olması gerektiği yerde tutabilirsiniz.
TC anaysasında olmayan budur. bu olmadan, olması gerektiği şekilde bir devlete sahip olamazsınız!!!!
Olması gerektiği özellikte olmayan bir unsurla, sistem oluşturursanız sisteminiz sistem olmayacaktır.
Sistem bu olunca siyaset olmaması gerektiği alana taşmakta, devletin kurumlarında siyaset icra edilmektedir. Siyasetle devlet işi bir arada yürüyecek bir iş değildir. Siyaset yasalarını koyar, bürokrasi o çerçeve içinde vazivesini icra eder.
Aksi durumda, devlet kurumları ülkemizde olduğu gibi, siyasetin at oynattığı kimin ne yaptığının belli olmadığı kurumlar haline gelir!
Çünkü bu ülkenin anayasasında üst düzey bürokratların atanmaları yok hükmünde bir madde ile düzenlenmiştir.
Bir ülkenin anayasasını yapanların bu ülkenin genel müdürleri nasıl atanacak, valileri ansıl atanacak, ulusal kurumların başkanları nasıl atanacak diye düşünmemiş olması Vahimdir!!!
Anayasamızı yapanlar, yürütme ile ilgili 128. maddeyi düzenlerken, rejimi saltana dönüştürmüşlerdir.
nasıl yapmışlardır bunu?
mealen şöyle: Devlet işleri memurlar ve diyer kamu çalışanları eliyle yürtülür. bunların atanmaları kanunla düzenlenir. üst düzey bürokratların atanmaları özel kanunla düzenlenir şeklideki 128 madde ile.
Bu şu demektir; bu ülkenin üst düzey bürokratı, yani devleti oluşturan kurumların en üst makamında oturanların nasıl atanacağı benim umurumda değil, devleti kim yönetiyorsa, kanunları kim yapıyorsa bunu onlar düşünsün demektir BU!
Anayasa yapan böyle derse, sonuç bu olur! kanunları kim yapar? siyasetçi. devleti kim yönetir siyasetçi, üst düzey bürokratın nasıl atanacağını da bunlar düşünürse, böyle düşünürler!
Diledikleri adamları diledikleri makamlara oturtabilecekleri, diledikleri zaman görevden alabilecekleri, atamaları yaparken ehliyet, liyakat, adaletin olmadığı bir düzen kurup, devletin bürokratını emir kulu gibi yönetirler! onlarda düzenin icaplarını çaresizce yerine getirirler. Asla ve asla sayın bakanım siz bilirsiniz, nasıl isterseniz, emredersiniz dışında söz kullanmazlar.
sen gel böyle bir ülkede bir sistemin varlığından söz et!!!
hangi sistem, kardeşim hangi sistem?!
Sistem üç unsurdan oluşuyor, üç unsurdan birisi ortada yok! sen sistemden bahsediyorsun!
Bu kadar sistem cehaleti ile, cumhuriyet mümkün değildir!
Yaz yaz bitmez. daha yazılacak çok şey var ama kim dinler kim anlar!
Bu yazı ilk okul tahsilli bir düşünürün yazısıdır. ilgi duyanlar. farkliturkiye@hotmail.com dan arayabilirler…
Yazan:alperen gürbüzer Tarih: Kas 19, 2007 | Reply
DEMOKRATİK TOPLUM
ALPEREN GÜRBÜZER
Demokratik toplum baskılardan uzak özgürlük sever kitlelerdir. Düşmanına karşı bile son derece tahammüllü cömertkardır. Hasmını boğmak diye derdi yok, derdi davası fikri hür, vicdanı hür kalabilen toplum inşa edilmektir..
Demokrasinin devrim muhafızlarına ihtiyacı yoktur, emniyet sübabı özgür iradedir çünkü. Aşırı uçlardan söz etmez, tüm akımları serbest bırakıp umursamaz halde kendi hallerine terk edip çoğullaştırarak uysallaştırır.
Marjinallerin, değişik radikal grupların amaçları demokrasiyi yıkmak olsa bile, konuşmalarına izin vererek onları yapa yanlızlaştırır. Tek tip görüşlerle bir yere varılamayacağının tarihin sayfaları şahit zaten. Rakiplerine koku salmanın ya da gözdağı vermenin marjinal kalmış radikal grupların emellerine hizmet etmek olduğunun farkında bir şuurdur demokrasi. Berikiler-ötekiler, laik-anti-laik, ilerici-gerici vs. gibi şablonlar, birliği baltalayan ayrılıkçı tasniflerdir. Bırakınız her düşünce kendi ekseninde kalsın ki rekabet doğsun , böylece radikal akımlarda güç kaybetsin. Dayatmayla farklılığa zorlarsanız zayıflatamazsınız, aksine güçlendirirsiniz, yasaklarla popüler hale sokarsınız. Hiçbir düşünce kamçıyla, dipçikle yola gelmez, yasakçılıkda çizmeyi aşarsanız ya da elinize balyoz alırsanız her akım silahlı eylem manyağı haline dönüştürürsünüz. Stalin, Mussoloni, Hitler ve Franco gibileri milyonların canına hep böyle kıydılar.
İnsanlara zorla tek bir gömlek giydirmeye çalıştığınızın farkında mısınız? Oysa tek tip üniforma giydirmekle insanların herbiri bukalemuna dönüşüyor, yani içi başka dışı başka fertler üretmiş oluyorsunuz. Nitekim yıllardır Türk insanına giydirilmeye çalışılan deli gömlek dar geldi. Farklılığın olmadığı yerde sahtekarlığın ve yalanın biri bin kıymet kazanıyor maalesef..
Erk’in görevi insanı itaate zorlayan birey üretmek değil, insan dünyaya daha ilk adımını atar atmaz ona değer vermek ve saygı duymaktır. Değer verirsen işte o zaman bayrağına, ayına, yıldızına kurban olan Türkiye doğar.
Jakobenler, Robespierre, Billaud Varennes, Sain-just, Le Pelletier vs.’lerin izledikleri yol yol değil, düpedüz korku salmaktı etrafa. Hepsi toplumu formatlamak için ömür tükettiler, fildişi kulelerden yöneltmek istediler kitleleri, tepeden baktılar zavallı diye insanlara. Peki, ellerine geçen kazanç ne oldu? Ardından bıraktıkları sermayeleri; İçi boş kavramlar düşünceden yoksun insanlar, toplum bilinci yerine yığınlaşmış öbekler, boş kuleler, boş saraylar ve sadece elitistlerin ağırlandığı mekanlar vs… Tabi eğer bu bir kazanç ise..
Devlet insanileşmesi ya da şefkat abidesi olması gerEkirken resmileşmeyi yeğledi, resmileştikçe de halkda devletleşti, böylece kuşkucu, herşeyden nem kapan halk oluştu en sonunda..
Mevlanamız ne olursan ol yine gel diyerek bireye saygı duyarken, elitist oligarşik zümre birakın insanlığı, halkımızı bile hep öteki gördü, ya da bir kullanımlık kağıt mendil. Kiminin vatansever duygularını kullanıp kandil dağlarına saldılar, işi bitince de acımadan hadi güle güle deyip ruhunu çöpe attılar, seninle buraya kadar yolumuz dediler adeta. Kimilerini de başka alanlarda değerlendirdiler. Erk’imiz İnsana insanca bakamadı birtürlü… Mahkum etmek en kolay olanı idi, öylede yapıldı. Böylece toplumla devlet arasında derin onarılmaz yaralar açarak durduk yerde başımıza dert açtık.
İç barışı unutalı hayli bir zaman oldu, pembe şafakların doğmasını bekler olduk yeniden. Bir türlü yakalayamadık o eski ihtişamımızı. Örnek aldığımız Fransa bile Avrupa Birliğinde yer almamıza tahammül edemiyor. Kimbilir yeniden medeniyet oluruz kaygısından olsa gerek bu tavrını ısrarla sürdürüyor.. Üstelik içteki mekanizmalar yansız olmadığı için ideolojik gözlükle olaylara tek pencereden bakmayı adet haline getirdiler ve her türlü görüş ve düşünceyi peşin peşin zindana mahkum ettiler. Fransa bizi dış platformda ön yargılarla karalamaya çalıştı, iç platformda da elitistler öteki Türkiye’yi mahkum etmeye çalışıyor. Totaliter ağlarla örülü etrafımız, dikte anlayışlarla beynimiz arındırılmak ve hızaya gelmemiz isteniyor hep, ya dediklerimizi yaparsınız, ya da kökünüze kibrit suyu dökeriz tehdidine maruz kaldık adeta. Ruh kökümüz hep avcı misali haremilerce avlanıyor, çocuk muamelesine tabii tutuluyoruz, elimize tutuşturulan oyuncaklarla al oyalan bununla deniliyor. Dahası da var: Kendine çeki düzen vermeyenlere gözdağı veriliyor. Nasıl mı?
İkna odalarında terapiyle işe başladılar YÖK örneğinde olduğu gibi. Olmadı acımasızca bir takım yazar çizerler karanlık mahvillerce andıçlandılar, daha da olmadı karaladılar hain ilan edildiler. Hala 28 şubatın yaraları sarılmış değil, zaman zaman yeni 28 şubat senaryoları sipariş verilmeye çalışılsa da boşa gayretler, artık o konjonktürel şartların oluşması zor görünüyor. Neyse ki; bu sefer ne yaptığını bilen akıllı, hamasetten uzak bir iktidar Kopenhang kriterleri kartını kullanarak zinde güçlerin harekat alanlarını daraltıyor.
Avrupa uyum yasaları bir bir devreye girdikçe rejim elden gidiyor diye avaz avaz nara atıyorlar, öteden beri Cumhuriyeti kuran iradeyi kendi emellerine göre kullanmayı huy edinmişler. Düşünceleri belli bir zaman dilimine hapsetmek sevdasından vazgeçemediler. Oysaki tüm bu çabalar hem o iradeye saygısızlık hemde onları sevimsiz göstermekten başka bir işe yaramıyor. Cumhuriyet kurulduğunda o günün konjoktür şartları gereği bir nebze otoriter olmak zorundaydı, belki geçiş sürecini sancısız geçirmek adına böyle düşünülmüş olabilir. Fakat gelinen noktada devamlı otoriter kalmak isteği toplumu çağın dışına ve kapalı toplum olmaya itmek demektir.
Her değişim evresi zemzem suyuyla yıkanıp gerçekleşmez, mutlaka yeni bir sistem oturtmanın bir bedeli vardır.. 600 yıllık imparatorluktan daha çiçeği burnunda Türkiye’ye geçişte, yeni devletin Faşizmi örnek alması teklif edildiğinde, bunun bir zulüm, istibdat olacağını o gün bile reddedilmişti, bizatihi en yetkili ağızdan; öğreti istemem, yoksa dogmalaşırız denilerek demokrasi denemesine geçilmiş, ama bu engin anlayışın ömrü yetmemiş, anlaşıldı ki; demokratik Cumhuriyetin gerçekleşmesi sonraki kuşaklara bırakılmış. Belli ki, şimdiki sözde Kuvayi milliyecileri 30’lu yıllara mıhlanmakta ısrarcılar, bu yüzden bir milim dahi mesafe kat edemiyorlar. Oysa düşün ama ifade etme diyen bir ülke olmak insanımıza en büyük zorbalıktır. Geleceğe gözümüzü çevirmeli, yeni ufuklara kanatlanmalı. 1930’lu yıllar sadece kuruluş mayamız, o mayanın üzerine demokrasiyi inşa edebilirdik pekala. Nasrettin Hoca misali göle demokrasi maya çalma zamanı bugün değilse ne zaman? Hoca’nın o meşhur espiri ile karışık; ‘ya tutarsa’ sözü, ileriye atılım yapılmasının gerekliliğine işarettir.
Cumhuriyetimizi bize armağan edenler; sakın ola bir adım ileri gitmeyin, bıraktığımız noktada çivilenip kalın diye devretmediler, modern uygarlığın en üst seviyesine sıçrayalım diye emaneti teslim ettiler, anlayana tabi.
Evvela beyinleri özgürleştirerek işe başlamalı, zihinler gülüstana dönüştürmeli ki toplumsal mutabakat gerçekleşebilsin. Ferdin devlet gibi düşünme mecburiyetini rafa kaldırmalı, eğer düşünceye saygılı isek. Çünkü düşünceye saygı erdemliliktir. Düşünceyi devletin erdemi yapamamış ülkeler asla demokratik cumhuriyet olamazlar.
Şöyle tarihe gözattığımızda gelişmelerin kaynağında hep mimlenen sakıncalı diye tabir edilen insanların varlığını görürüz. Sakıncalı insanlar yaşadıkları dönemlerde çok ağır bedel ödeseler de birçok tabuların yıkılmasına vesile oldular. Sokrates Atina yasalarınIN tard ettiği filozof, onlar dışlasalarda bugün o gönüllerde yaşıyor hala. Çünkü o düşünce adamı idi, ya diğerleri? Hani onu yargılayan yargıçların hiçbirinin ne adı var ortada, ne de sanı, esameleri bile okunmuyor. Neden hafızalardan silindi acaba hiç düşündünüz mü?
Yasaklar hep maraz doğurmuştur, ideolojiler bile karşıtı olan ideolojİyi eleştirerek boyveriyor, dal budak salıyor yeni sentezler üretebilirken, Devletin demoklasın kılıcı ile kitleleri hizaya getirmeye çabalamasını anlamış değiliz. Sade bir insanın bile sahip olduğu düşüncesinİ veya fikrinden dolayı dışlamayı hangi mantık ve izan kabül edebilir ki? Her türlü fikrin gölgesinden dahi korkan aynı zamanda cezalandırıcı yasalar çıkarmakla hüneriz dünyada. Yansız, tarafsız idari mekanızma kuramadık, kurabilseydik esas o zaman laiklik güvencededir diyebilecektik. Ancak o fırsatı kaçırdık, hala da inadına inat diyor 28 şubat gbi postmodern anlayışlarına prim veriyoruz.
28 Şubat bir kırılma, bir fay hattı oluşturdu, toplum mühendisliği uygulamaları BÇG(Batı çalışma grubu) elinde zirveye çıkması bunun en tipik örneği. Mevlana veYunusi çizgiden gelen topluma devlete başkaldıran muamelesi ve radikal misyon yüklenmek istendi, hatta o gözle bakılmaya başlandı. Tüm bu post-modern uygulamalarına rağmen halkı sokağa dökemediler, halk büyük bir sabır örneği sergileyerek oyunlarını suya düşürdü. Üstelik ötekiler diye kategorize edilmelerine rağmen duruşuyla metanetiyle yıkılmadık ayaktayız dediler adeta. Hadi diyelimki Merve Kavakçı’yı sürgün edebilmek adına Hamas ajanı lanse etmenizi bir derece anladığımızı farz saysak bile, ya Eski Milli İstihbbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakçıoğluna CIA ajanı karalamınıza ne demeli? Sizin bu yaptıklarınıza kargalar bile güler.. Bunlarla yetinmediniz Cengiz Çandar, M.Ali Brand gibi usta yazarları andıçladınız. Türban türban diye yıllardır dilinize doladığınız kavram bile Fransadan ithal. Türbanın Türkçe karşılığı bone olduğunu YÖK Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın üniversiteye girsinler diye o gün için pratik çözüm diye sunduğu önerisi ile öğrendik. Baktılar ki türbana alaka büyük, Anadolunun yaylalarından beraberinde geleneksel özellikleri ile şehirlere gelen genç kızların sayısı çoğaldığını gören zinde güçler boneye maksadının dışında anlam yüklemeyi yeğlediler. Artık bu noktadan sonra türban, birzaman Ecevit’in dilinde de pekiştirilmiş haliyle devlete başkaldırmak simgesine dönüştürülmüş saik. Oysa 1974 yılında devletin temeline dinamit atmak isteyenler ve başkaldıranlar kamuoyunda Rahşan affı diye tanımlanan afla özgürlüklerine kavuşmuşlardı, hiç bunun muhasebesi yapılmadı bu ülkede maalesef.
İstesenizde yüzde yüz başörtüsüz toplum oluştaramazsınız, işte bu konuda israrcı olmaya devam ederseniz bunun adı laiklik değil, Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un dediği gibi laikçiliktir. Çünkü laiklik dinsizlik değil, bilakis dinlerin özgürce kendi kulvarında yaşamasına fırsat tanıyan kavramdır. Neyse bu mesele çok su götürür.
Velhasıl, modern çağın ötesine sıçramak ancak demokratik cumhuriyet ve demokratik toplum oluşturmakla mümkün.