RSS Feed for This Post

Düşünce teröristleri

mushrom1.jpg

Mehmet Yılmaz

Destekleyici Sunum için buraya tıklayın

Başta ABD olmak üzere hemen her ülkede düşünce kuruluşları (Think Tank) faliyet gösteriyor. Kuruluş amaçları doğrultusunda insanlığa, barışa hizmet edenler olduğu gibi taşeronluk yapanlar, maddi katkı karşılığı her türlü teori üretenler de var aralarında.

Daha 1950’li yıllarda sigaranın sağlığa YARARLI olduğu “düşüncesini” üreten ve yayan Philip Morris adına çalışan düşünce kuruluşları vardı.

Gerçek bir düşünce kuruluşu ile düşünce teröristlerini ayırd etmek o kadar da zor değil. Meselâ Hudson Institute‘un raporu jeopolitik bir analiz olmaktan çok uzak. Eğer bir ortaokul çocuğu tarafından yazılmış olsaydi ona :

“evladım, bu bölgenin dinamikleri etnik aidiyetler üzerine oturmaz, cemaatler, aşiretler, bölgesel aidiyet ve daha bir çok bileşen vardır insanların kimliklerinde.”

Diye başlayan uzun bir nutuk atardık. Ama Zeyno Baran gibi bir “uzman” böyle hatalar yapınca ister istemez kasıt arıyor insan.

Kaldı ki jeopolitik senaryolar tanım gereği dallı, budaklı olur. Yani AKP şunu yaparsa, Ordu böyle derse gibi Türkiye’yi hem felakete hem de barış ve huzura götürecek ihtimaller ve stratejiler üzerinde durulması gerekir. Oysa Hudson Institute adeta dua ediyor veya yol gösteriyor :”Ah keşke Anayasa Mahkemesi Başkanı vurulsa, ah keşke 50 istanbullu öldürülse, …”

Think Tank yerine Bloody Tank!

Bugün Gazetesi’nden Gülay Göktürk şöyle diyor :

“Olayın çok vahim birkaç boyutu var: Birincisi o generallerin böyle bir senaryoyu tartışmayı bulundukları mevkiyle nasıl bağdaştırdıkları…

Ikincisi bu olayla ilgili olarak, Genelkurmay’ın bize borçlu olduğu basın açıklamasının hâlâ yapılmamış olması. Üçüncüsü, toplantıdaki bir analizcinin, PKK liderlerinin yakalanıp Türkiye’ye verilmesinin bu aşamada ‘yanlış’ olacağını, zira ‘AKP’ye destek sayılacağını’ söylemesi ve toplantıdaki bir yetkilinin de bu sözleri onaylar tarzda konuşması…”

Yani Hudson Institute AKP seçimi kazanmasın diye “daha çok vatan evladı ölse iyi olur” şeklinde yol gösteriyor. Buna da düsünce üretmek diyor.

Acil savaş lâzım!

Sigara üreticilerinden çok daha güçlü bir lobi olan silah endüstrisinin soğuk savaş sayesinde yaptığı kârlar 1989’da yıkılan Berlin duvarı’nın altında kaldı. Bu sebeple Komünist Rusya’nın sırtından çıkarıp attığı “hain kurt” kostümü acil olarak Islâm alemi”ne giydirildi.

Silah endüstrisi de diğer özel sektör firmaları gibi sürekli bir talep oluşturmak zorunda. Bunun için ise insanların birbirlerinden korkmaları, sürekli bir tehdit hissetmeleri gerekiyor.

Soğuk savaşın bitiminden beri ABD’de yeni muhafazakârlar (neo-con) olarak bilinen güçlü bir grup düşünce kuruluşlarını, ordu mensuplarıni, fanatik hristiyanları kullanarak Amerikan kamuoyunu savaşa hazırladı. Bernard Lewis gibi isimlerin bile alet edildiği bu propaganda hareketinde özetle Islâm aleminin doğasında şiddet olduğu bir teori haline getirildi. “Uygar Batı” ile müslümanların eninde sonunda bir yok etme savaşına girecekleri sıradan amerikalıların kafasına sokuldu.

untitled.JPG

Türk-Kürt kavgası

Elbette bu tehdit algısının suçlulara değil dinî veya etnik aidiyet farkına odaklanması gerekiyor ki savaşlar kalıcı olsun, kimin kimi neden öldürdüğünün bile hatırlanmadığı cinnet ortamları oluşsun. Meselâ PKK’lı olmak deği Kürt olmak suç olarak görülsün.
Türkleri ve Kürtleri birbirlerine düşürmek isteyen Hudson Institute gibi kurumların arkasında da aynı mekanizma var. Türkiye’nin Irak’ı işgal etmesini sağlamak ve ABD gibi Türkiye’yi de Ortadoğu çatışmalarına abone etmek. ABD’nin Irak’tan çıkmasını da engellemek mümkün bu şekilde. Zira son 6 aydır Kongre Bush’a ciddi şekilde baskı yapıyor bu savaşı durdurmak için.

Irak’ın işgali başladığından beri silah endüstrisi 435 milyar dolar kazandı. Siz bu yazıyı okuyana kadar 2-3 milyon dolar daha kazanmış olacak. Irak’a saldırmamız gerektiğini düşünen arkadaşlar buna benzer bir dipsiz kuyuyu (http://costofwar.com/ ) nasıl dolduracaklarını (dolduracağımızı) da düşünmeliler. Aslında bir de bunun gibi bir şehit cenazesi sayacı yapmak gerekecek. Çünkü yıllardır savaşan tecrübeli ve araziyi tanıyan peşmergelerin karşısına 15 gün acemi er eğitimi almış çocukları koyarsak Çaldıran Zaferi’ni değil Yemen türküsünü yeniden yaşamamız daha büyük bir ihtimal.
Gülay Göktürk Celal Bayar zamanında yaşadığımız bir rezaleti açıkladıktan sonra şöyle diyor :

“Senaryonun açılış bölümlerini okuduk da gelişme ve final bölümlerinde neler vardı merak ediyorum doğrusu… Mesela “Irak batağındaki Türkiye” manzarasıyla ilgili geniş bir bölüm olmalıydı mutlaka… Arka planda sıkıyönetim altında inleyen kapkara bir ülke manzarası, ön planda sınır ötesinden gelen tabut görüntüleri… Daha sonra da genişçe bir “Müflis Türkiye” bölümü…

Ekonomiden, diplomasiden, siyasetten habersiz, şiddetten başka bir dil konuşamayan çapsız cunta liderlerinin, dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden birini üç günde tepe üstü çaktıktan sonra, ilk ayın emekli maaşlarını bile ödeyemeyecek hale gelişlerini anlatan son derece içli bir senaryo çıkar ortaya.”

1980 darbesinden sonra da Türkiye yurt dışındaki memurların maaşlarını bie ödeyemez hale gelmişti. Orgeneral Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olduğu o yıllarda RABITA adlı Suudi bir vakıf’tan yardım aldık Avrupa’daki Türk imamlar rezil olmasın diye. Böyle savundu Atatürk Türkiye’sinin laikliğini 12 Eylül Darbesi.

Gülay Göktürk’ün mutlaka okunması gereken yazısı için :
http://www.bugun.com.tr/haberler/190607/p55204y138.asp
Çeşitli ülkelerde faaliyet gösteren düşünce kuruluşlarının ingilizce ve Fransızca internet siteleri :
http://fr.wikipedia.org/wiki/Liste_de_think_tank
ABD ve Fransa’da faaliyet gösteren düşünce kuruluşları hakkında bilgi için fransızca kaynak :
http://www.huyghe.fr/actu_390.htm

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.

 

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

Trackback URL

  1. 20 Yorum

  2. Yazan:Bahar Pınar Tarih: Haz 19, 2007 | Reply

    Cok guzel bir yazi yazmissiniz Mehmet Bey, elinize saglik. Olayin arkasinda neler var zaman gosterecek ama olası savaşların canlı tutulması, yeni savaşlar çıkarılması silah üreticilerinin işine gelecektir tabii ki. Karanlık bir Türkiye de birilerinin hayali olabilir. Insallah Turkiye, yoneticileri ile, halkı ile akıllı davranır da oyunlara gelmez.

    Milliyet Gazetesi’nden Taha Akyol ve Hasan Cemal de bu konuyu islemis.

    http://www.milliyet.com.tr/2007/06/19/yazar/akyol.html
    http://www.milliyet.com.tr/2007/06/19/yazar/cemal.html

    Selamlar,

  3. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Haz 19, 2007 | Reply

    Mehmet, eline sağlık.

    Bu tür senaryolar aslında ne kadar manyak bir memlekette yaşadığımızın da göstergesi.

    Düşünebiliyor mususunuz, GK den üst düzey generaller toplantıya katılıyor, senaryoyu tartışıyor, bu başlı başına skandal iken üstüne iş PKK liderlerinin teslimine gelince AKP’ye yarar diye itiraz ediyor.

    Göktürk’ün bir okurunun belirtiği gibi “kendi kebabını pişirmek için bütün ormanı yakmaya hazır” kişilerle sarılmış vaziyetteyiz adeta.

    Sen aklımı koru Ya Rabbim!..

    Ali Bayramoğlu’da köşesinde önemli sorular sormuş:

    1. Türk Silahlı Kuvvetleri teröre destek verdikleri gerekçesiyle Barzani ve Talabani’yle görüşmeyi siyasetçiye ve Türkiye’ye adeta men eden bir tavır takınmamışlar mıydı? Bu durumda Talabani’nin yakını ile iki tuğgeneralin aynı masada oturup, üstelik inanılmaz şiddet senaryoları tartışması ne demektir, nasıl açıklanır?

    2. Bu Türk askerinin dolaylı olarak Talabani’yle görüştüğü anlamına mı gelmektedir? Türk Silahlı Kuvvetleri bu konuda bir açıklama yapacak mıdır?

    3. Nasıl olur da resmi görevliler, askerler, senaryo bile olsa, seçimleri dizayn edecek, siyasi iktidarı hedef alan bir tartışmanın içinde olurlar?

    4. Nasıl olur da iki general AK Parti’ye yarayacak diye PKK’lı yöneticilerin teslim edilmesine itirazı onaylarlar? Terörün AK Parti’nin zayıflamasıyla ilişkilendiren en hafif tabiriyle akıl almaz bu durumun anlamı nedir?

    5. Asker kimi gerginlik ve kriz politikaları yürütmekte ve bunu ABD’li kimi resmi aktörlerle mi tartışıp, planlamaktadır?

    6. Bu toplantının dışarıya sızması ve sızdırılması, toplantının kendisi kadar önemlidir. Zira soru şudur: Askerle dirsek teması halinde olan bir Amerika ile bu temas ve düzeni bozmak isteyen diğer Amerika karşı karşıya mı gelmiştir?

    Hadi bakalım, bir gece yarısı bildirisi daha bekliyoruz bu soruların cevabi için..

  4. Yazan:Haydar Tarih: Haz 19, 2007 | Reply

    Cok net bir tablo cizdiginiz icin tebrikler Mehmet Bey.
    Bu tablonun cercevesinide http://www.gazetem.net den Ahmet Altan ekteki yazisiyla koymus…

    ———
    (…)
    Amerika’daki “fırtınacılar” kitleleri hedef alan “bombalamaları” tartışırken İstanbul’da eski bir astsubay, ordu malı el bombaları ve TNT kalıplarıyla yakalanıyor.

    Eski astsubay, emekli askerlerin kurduğu bir “güvenlik şirketinin” de elemanı.

    Ele geçirilen bombalar, Danıştay baskınını gerçekleştiren ekibin Cumhuriyet Gazetesi’ne düzenlediği saldırıda kullandıkları el bombalarıyla “aynı seriden.”

    Polisler, eski astsubaya bombaları nereden bulduğunu soruyorlar.

    O da, “askeri bir çöplükte” bulduğunu söylüyor.

    Askeri bir çöplük.

    Darbe isteyen cuntacıların bulunduğu bir ülkenin tarifi gibi…

    Şimdi bütün bunları birada düşünün.

    “PKK’ya dokunulmasın” talepleri, “bombalama” senaryoları, emekli askerlerin zulalarında bulunan bombalar.

    Belli ki Türkiye’yi seçimlerden önce kanlı bir kıyma makinesinden geçirecek, insanları öldürecek bir “senaryo” akıllarda dolaşıyor.

    Bu işlerde kullanılması muhtemel bombalar da “askeri çöplüklerden” çıkarılıyor.

    Bu senaryoda hedef AKP gibi gösteriliyor.

    Ama hedef AKP değil.

    Hedefin AKP gibi gözükmesinin tek nedeni, bu partinin bütün hatalarına rağmen bu ülkede hala Avrupa Birliği’ni savunan tek parti olması.

    Avrupa Birliği’ni savunan hangi parti iktidarda olsaydı, hedef o olacaktı.

    Çünkü amaç, AKP’yi devirmek değil, bu “mazereti” AKP düşmanı masum Kemalistlerin aklını çelmek için kullanıyorlar.

    Amaç, Avrupa Birliği üyeliğine, özgürlüğe, zenginliğe ve demokrasiye giden yolu kesmek…

    Türkiye’de bir darbe rejimi kurmak… Bütün ülkeyi, içinden bombaların, ölümlerin, sıkıyönetimlerin, darbelerin çıktığı büyük bir “askeri çöplük” yapmak.

  5. Yazan:Pinar Tarih: Haz 20, 2007 | Reply

    Basinda verilen tepkilerin meyvalari toplaniyor sanki 🙂

    Genel Kurmay açiklama yapmak zorunda hissetti kendini :

    http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=553873

    Anlasilan su ki TSK’yi en çok korkutan halkin gözünde kredi kaybetmek.
    demek ki uygarca, demokratça ama yogun biçimde verilen tepkiler fayda getiriyor.

    saygilarimla

  6. Yazan:sawyer Tarih: Haz 20, 2007 | Reply

    Suat bey

    Sorularin cevaplari:

    1. Türk Silahlı Kuvvetleri teröre destek verdikleri gerekçesiyle Barzani ve Talabani’yle görüşmeyi siyasetçiye ve Türkiye’ye adeta men eden bir tavır takınmamışlar mıydı? Bu durumda Talabani’nin yakını ile iki tuğgeneralin aynı masada oturup, üstelik inanılmaz şiddet senaryoları tartışması ne demektir, nasıl açıklanır?
    Talabaninin yakini denilen kisi Kurdistan Bolgesel Hukumetinin Washington temcilsidir. Yani resmi bir kimligi vardir. Ayrica SAREM yetkililerinin soyledigine gore o toplantida 2 tuggeneral yoktu. Bir tane tuggeneral vardi. O da Washington’daki askeri atese. Ayrica bunlarin ayni masada oldugunu kim nerden cikardi. Belki de oyledir bilmiyorum.

    2. Bu Türk askerinin dolaylı olarak Talabani’yle görüştüğü anlamına mı gelmektedir? Türk Silahlı Kuvvetleri bu konuda bir açıklama yapacak mıdır?
    Talabani ile gorustugu falan anlamina gelmez. Cunku bu bir gorusme degil. Dusunce alis verisi yapilan senaryolarin tartisildigi genis katilimli bir toplanti. Yani bu toplantida gorus belirtmek de sart degil. Sadece dinleyici olarak da orada bulunulabilir. Kaldi ki Talabani Irak Cumhurbaskanidir. Gorusulmez diye birsey olmaz.

    3. Nasıl olur da resmi görevliler, askerler, senaryo bile olsa, seçimleri dizayn edecek, siyasi iktidarı hedef alan bir tartışmanın içinde olurlar?
    Secimle ilgili bolumun gercek olduguna dair kimsenin kaniti yok. Bunun uydurma olmadigini kim iddia edebilir?

    4. Nasıl olur da iki general AK Parti’ye yarayacak diye PKK’lı yöneticilerin teslim edilmesine itirazı onaylarlar? Terörün AK Parti’nin zayıflamasıyla ilişkilendiren en hafif tabiriyle akıl almaz bu durumun anlamı nedir?
    Bu iddianin uydurma olmadigini kim iddia edebilir? Ayrica sanki bunlar gercekten olacakmis da asker verilmesine karsi cikmis gibi gostermenin bir anlami da yoktur.

    5. Asker kimi gerginlik ve kriz politikaları yürütmekte ve bunu ABD’li kimi resmi aktörlerle mi tartışıp, planlamaktadır?
    Bu senaryoyu TSK mi uretiyor yoksa ordaki dusunce kurulusu mu? Bu fikri TSK’nin urettigini nerden cikardiniz?

    6. Bu toplantının dışarıya sızması ve sızdırılması, toplantının kendisi kadar önemlidir. Zira soru şudur: Askerle dirsek teması halinde olan bir Amerika ile bu temas ve düzeni bozmak isteyen diğer Amerika karşı karşıya mı gelmiştir?
    Yoksa bunlar da askeri yipratmak icin yapilanlarin bir parcasi midir?

    Not: Bunlar Genel Kurmay’in aciklamasindan once yazilmistir.

  7. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Haz 21, 2007 | Reply

    TSk’nin aciklamalarina Yasemin Çongar’dan ders gibi cevap; tabi anlayana..

    http://www.haber10.com/haber/79080/

  8. Yazan:Pinar Tarih: Haz 21, 2007 | Reply

    Sayin Sawyer,

    Askeri yipratmaya gerek yok, 20 senedir 160 bin askerle 10 bin PPK’linin hakkindan gelemeyen askeri yipratmaya hiç gerek yok!

    Asker kendi kendini zaten yipratiyor, dis politikada ustune vazife olmayan islere burnunu sokarak, rusvet alip sinirlarda koridor acarak, OYAK gibi abuk subuk islerle vergi vermeden ticaret yaparak, otomobil, sigorta satarak…

    asker kadar yipranmis bir kurum daha var mi ulkemizde? sorarim size.

    Saygilarimla

  9. Yazan:mr^sair Tarih: Haz 21, 2007 | Reply

    asker kadar yipranmis bir kurum daha var mi ulkemizde? sorarim size.

    Türk Silahlı Kuvvetlerinden söz ediyorsanız, asla yıpranmamıştır. Bu; 751 Talas, 1448 Kosova Meydan Muharebesinden, 1514 Çaldırana; 1529 Viyana Kuşatmasından, 1853-56 Kırım Savaşına (borç nedir, öğrendiğimiz savaş); 1912-13 Balkan Harbi’nden, 1915 Kut’ül Amara’ya (en önemli galibiyetlerin alındığı muharebeler, ama ya sonra…)…

    1950-53 Kore Savaşı’ndan (741 şehid) 1974 Kıbrıs Barış Harekâtına (498 Türk askeri, 70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü şehit olmuştur), 1999 Prizrendeki Türk Barış Gücü (Arnavutlar kâfilemize dua ve hasretle sarılıyorlardı); Somali, Kosova, Bosna ve halen Afganistan ve Lübnan’daki Türk Gücü’ne kadar…

    Anadolu insanı işte bu saydıgım cografyalara evladını göndermekten imtina etmemiş, emanet ettiği Ordusu ile de gurur duymuştur.

    Hiç birinde bozguna uğramamış bu ordunun (Balkan Harbinin acısı Çanakkale ve Sakarya’da çıkarılmıştır) 2. Mahmud’un revizyonundan bu yana, müstakil bir surette kendi kendine yetebilecek bir yapıya kavuşturulmasının arzulandığını hesap etmeden, “asker yıpranmıştır” çıkışında bulunmak fazlaca pervasızdır.

    Oyak asker maaşlarından yapılan kesintilerle ve sözünü ettiğiniz vergiden muaf tutulan vakıf statüsündeki faaliyetleri ile ayakta durmaktadır. Şimdi el değiştiriyor. Askeriye personel ihtiyacını da Anadolu insanından sağlamaktadır. Bu yönü ile yetişmesinde ve verim elde edilmesinde etkin unsur Anadolu evlatlarıdır. Böylesine disiplinli ve hiyerarşik dolayısıyla da imtiyazlı bir kamu kuruluşunun, halkın kendisine duyduğu güven ve moral güce dayanarak, gelişmekte olan ülkelerden biri olan Türkiye’deki zayıf sivil bürokrasiye (ki Akp de en çok eleştirdiğim taraf budur.) eleştiriler getirmesi doğaldır. Büyük ölçüde güvensizlik halinin belirgin ifadesidir. Eğer bu durum, sivil kanattan askeri cenaha bir demokrasi suçlaması; askeri tekelden de bir küçümseme şeklinde yansıyor ise, o zaman yıpranmışlık söz konusudur.

    Askeriye dünyada da örnekleri olduğu şekli ile kendi silah ve modern savaş teknolojisini geliştirmek, sürekli güncellemek zorundadır. Bu kurum için teknoloji üreten olduğu gibi sermaye de üreten kurumlar olacaktır. Bunun bankacılık ile sağlanmasında rahatsızlık verici bir şey yoktur. Kaçakçılık ile sağlamıyor ya… Güneydoğu da sınırdan kimi rütbelilerin kaçak koridoruna göz yumduğu, bu sayede kârlı bir gelir kapısı oluşturduğu doğrudur. Bu hadiseler münferit kalmakta ve asla kurumları yıpratmakta kullanılamamaktadır. Düşünün, kim şikâyet edecek bundan? Orda halen onlarca köyden, yüzlerce insanın sakat kalma pahasına kaçağa gittiği ve bölgede muteber nispette bir kayıt dışı ekonomi pazarı yaratıldığı aşikârdır.

    Sahte çürük raporu sağlayan şebekelerin içerisinde PKK yandaşı olmak ve yataklık etmekten sabıkası bulunan şahısların olması ve bunlarla çalışan rütbeli askerlerin varlığı da biliniyor. Daha geçen 500 kişiye sahte rapor sağlayarak aralarında PKK yandaşı olanlarında bulunduğu karaktersizlere çürük raporu temin eden bir şebeke yakalandı. İçlerinde Albay emeklisi olduğu iddia edilen birisi de vardı. Emniyet içinde de sürdürülen birçok operasyonla çökertilen şebekelerin bünyesinde eski yeni emniyetçileri de görmek pek âlâ mümkün. Bozulan siyaset ile birlikte ardı sıra gelen bozulan kurumlar tekrar bizi başa götürerek, günden güne siyaset küskünleri saflarını artırmakta hız kesmemektedir. Bu anlamda sizin yaptığınız türden genellemelere girişmeden evvel düşünmekte fayda var.

    Amerika da askeri teknolojisini MIT gibi kurumlarda üretmekte. Üretilen mâmulün de küresel ekonomiye kazandırılmasında gecikilmemektedir. Amerikan askeriyesinin harcamalarını bizdeki gibi denetleyen Sayıştay da yoktur. Bunlar elbette ki tabiî hadiseler…

    Türk Silahlı Kuvvetleri’ne görevini hatırlatmanıza gerek yok… İnanın görevini fazlasıyla îfa ediyor, hem öyle ki asıl vazifesi savunma olmasına rağmen, güvenlik sorumluluğunu da üzerine alarak, müdahale alanını daha da genişletiyor. Bu eleştirilerin haklı tarafları olduğu gibi, savunmanın da haklı tarafları vardır. Öyle ya sizin dediğinize göre, madem bunca asker şuncacık teröristi bertaraf edememiş o halde savunma ve güvenlik birlikteliğine daha da önem vermesi gerekiyor. Faşist İtalya Libya’da 1920 ‘ler de daha henüz BM İnsan Hakları Bildirgesi ve bu hakların gözlemcileri olmadan muazzam kara ordusu ile bunu başarmakta zorlandı. Fransa, Cezayir de ardında yüzlerce katliam görüntüsü ve bir harabe bırakarak çıktı. Etiyopya bugün Somali gibi fukara bir coğrafyada direnişi bastıramıyor. Vietnam da süper güce karşı bambu ağaçları ve yeraltı koridorları ile Vi-et lilerin yaptıklarını düşünün. Ya da bugün Irak da olanları…

    Ne yapalım istersiniz? Latin Amerika’daki gibi Mayalardan kalma alışkanlıgı sürdürenler gibi kelle mi dizelim? Ya da İngilizler gibi güvenlikle çözemediğimiz bir meseleyi: “Bizim iktidarımızda üç ay sonunda terör artık konuşulmayacak” diyenler gibi siyasetle mi çözelim?

    Velhasıl, hadiseleri genelleme ve tek taraflı görüşler cihetiyle: “Bana ne ya! ister olsun ister olmasın sıkıldım ben, sevmiyorum seni işte” türü histerik vurgular ile çözümden uzaklaştırmaya gerek yok…

    Osman Pamukoğlu’nun Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok isimli kitabını tavsiye ederim. Safınızı belirlemenizde fayda sağlar. Şu linkten de aksi bir durumda nelerin söylendiğini ve içinde kullanılan alçakça yakıştırmalar nedeniyle bizlere nelere sahip çıkılması gerektiği hususunda yol gösterdiğini görebilirsiniz.

    http://www.rizgari.com/modules.php?name=Rizgari_Niviskar&cmd=read&id=523

    Teşekkürler…

    Ve sâir

  10. Yazan:Haydar Tarih: Haz 21, 2007 | Reply

    OYAK Sumerbank’i 50 bin YTL ye almis.
    Ankarada 50 bin YTL ye daire varmi?

    Bu hazine banada bi banka versede bende bankaciliga baslasam… vergiden muaf tutmasa bile raziyim.

    http://www.stargazete.com/index.asp?haberID=124091
    OYAK HAKKINDA BILMEK ISTEDIKLERINIZI buradan okuyabilirsiniz.

  11. Yazan:Hilmi Kaya Tarih: Haz 21, 2007 | Reply

    OYAK hakkında bütün bilmek istedikleriniz
    Soru 1 -OYAK: sivil mi asker mi?

    ‘OYAK, 27 Mayıs darbesinin ardından, Milli Birlik Komitesi’nin çıkardığı 205 sayılı yasa ile kurulmuştur…

    Yani varlığını olağandışı bir dönemin yasama faaliyetine borçludur. OYAK nedir sorusu akla hemen OYAK sivil bir kuruluş mu askeri bir kuruluş mu sorusunu getirmekte. Kurumun üyelerine ve idari yapısına bakıldığında askerlerin hakimiyeti açık. Kurumun daimi üyeleri Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) kadrolarında görevli subay, askeri memur ve astsubaylardır. Bunların üyelikleri mecburidir.

    Mevcut idari yapısına bakıldığında Temsilciler Kurulu tamamen askerlerden oluşmakta, 40 kişilik Genel Kurul’da 9 sivil üye bulunmaktadır.’

    ***
    Soru 2 -OYAK’ın faaliyetleri: Yardımlaşma Kurumu mu ‘Holding’ mi?

    ‘OYAK aynı anda hem bir ek sosyal güvenlik kuruluşu hem de bir ‘holding’ olsa da kuruma rengini veren şey, sermaye birikim sürecinin her uğrağında (üretim, ticaret, finans) yürüttüğü kár amaçlı faaliyetleridir. Bu faaliyetlerin ana hedefi ordu mensuplarının üst orta sınıflara denk bir refah düzeyine sahip olmalarıdır. Zaten maaşlarıyla memur kesim içinde farklı bir konumda olan askeri bürokrasi, OYAK sayesinde de ayrıcalıklı kılınmaktadır. Bu noktada hemen şunu belirtmek gerekir ki kurum gelirlerinin ancak belirli bir kısmı sosyal yardım ve hizmetlere ayrılmakta, büyük çoğunluğu ise yeniden yatırıma yönlendirilmektedir.

    OYAK’ın bir sermaye grubu olarak yapılanması daha kuruluş aşamasında öngörülmüştür. Emekli Sandığı, SSK, Bağ-Kur gibi diğer sosyal güvenlik kuruluşlarının yatırım faaliyetlerine yasa ile sınır getirilmiş olmakla birlikte, OYAK herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmamıştır.. 2000 yılı toplam ciroları üzerinden bakıldığında OYAK, Koç ve Sabancı’nın ardından üçüncü büyük holdingdir.’

    ***
    Soru 3- OYAK ‘Mucize’sinin Sırrı Nedir ?

    ‘1970’lerin başında İşçi Yardımlaşma Kurumu (İYAK), Memur Yardımlaşma Kurumu (MEYAK) gibi girişimler başarısız olurken, OYAK’ın, güzide Türk basınına göre ‘örnek alınacak’ ‘mucizevi’ başarısının ardında yatan nedir? OYAK genel müdürü tarafından dile getirilen ve çeşitli çevrelerde çok tutulan, ‘binlerce yıl kanla sınanan askeri prensiplerin iş hayatına uygulanması’nın bir sonucu mudur?

    Herşeyden önce özel yasasındaki bazı hükümlerin sağladığı ayrıcalıklardan bahsetmek gerekir. Bunların başında OYAK’ın sahip olduğu vergi muafiyetleri gelmektedir.

    Yine özel yasası sayesinde OYAK hem özel hukukun hem kamu hukukunun nimetlerinden faydalanmaktadır.

    Üçüncü bir unsur ise, özellikle siyasal iktidarlara yakın duran belirli sermaye gruplarının desteklenmesi olgusudur. Ordunun elinde bulundurduğu siyasal gücü bu anlamda da iktisadi bir güce tahvil ettiği rahatlıkla söylenebilir. Akla hemen batık şirketlerin kamuya devredilmesi (1984’te otomotiv şirketleri TOE ve MAT’ın Ziraat Bankası’na devri) veya kamu iktisadi teşekkülleriyle ortaklığa gidilmesi (1985’te inşaat sektöründeki Oyak-Kutlutaş’a bağlı dört şirkete Emlak Kredi Bankasının ortak olması) gelmektedir. Oyakbank’ın, mali çizelgeleri çok kötü olmasına rağmen kurtarılması, ardından OYAK yönetim kurulu başkanının kendi ifadesine göre ‘4.5 aylık faaliyetle 25 şirketinkine denk kâr bırakacak olan’ Sümerbank’ın ‘sembolik bir para karşılığı satın alınması’ gibi yöntemler bahsedilen mucizenin sırları arasındadır.

    TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu kısa bir süre önce yayınladığı raporunda Sümerbank’ın OYAK’a satılma sürecine geniş yer ayırmıştı’

    ***
    Soru-cevap haline getirdiğim yukardaki yazıya internetteki taramada rastladım.Yazı akademisyen İsmet Akçay’a ait.

    Hakkında çok fazla konuşulmayan OYAK gündemde olduğu için, bu araştırmayı da sizlerle paylaşmak istedim.

  12. Yazan:Pinar Tarih: Haz 22, 2007 | Reply

    Mirsair Bey,

    çaldiran’a kadar gitmeyin, ben bugünleri yakistiramiyorum kendime, 2007’nin TSK’si ile 1500lerin ordusu arasinda ne iliski var? Güney dogu bir düsman topragi degil ki , neden fetih yapmak için kurulmus bir osmanli ordusuyla karsilastirdiniz?

    Hem o zaman pasalar namaz kilabiliyormus. Simdi ordudan atiliyor.

    Amaci disinda kullanilan kurumlar rezil olmaya mahkumdur. Insaatlari ordu yapsin, yanginlari ordu söndürsün, çocuklara ordu asi yapsin derseniz topyekun savas için formatlanmis bu ordu yipranir, yozlasir.

    iç guvenlik de TSK’nin isi degildir. Ingiliz ordusu IRA ile mucadele ederken nasil yiprandiysa TSK da PKK ile ugrasirken yipraniyor. Bu isin uzman polislere birakilmasi gerek, istihbarata. Tabi uzun vadede adaletin bolgeye geri gelmesi sart, asker degil savci ve hakimlerin çozecegi bir mesele bu.

    Saygilarimla

  13. Yazan:mr^sair Tarih: Haz 23, 2007 | Reply

    Merhaba Pınar Hanım;

    İlkin rumuzumu belirterek başlayayım: mr^sair… Başındaki “mr” kısmının İngilizcedeki “mistı..” ile ilgisi yok. Sanal dünyada sıkça özenti ile birlikte bürünmek istenilen kahramanvâri kisvelerden olan; Mir, Kahraman, Askerî rütbeler gibi unvanlara atıfta bulunmanıza ve bu doğrultuda evvel emirde sizi rahatsız etmesine izin verdiğiniz taklidî fraksiyonlar ile de alakasını kurmanıza inanın gerek yoktu. Ama bunu ben söyleyene kadar bilemezdiniz öyle değil mi?

    Devam edelim… Konuya girerken verdiğim tarih hatırlatmalarımı, günümüz modern Türk Silahlı Kuvvetleri ile Gazâ (fetih değil) ruhuna bağlı diğer Türk ve Anadolu Devletleri gibi Devlet-i ‘Aliyye-i Osmaniye ‘yi kıyaslamak için değil; tarih boyunca olduğu gibi, halen de askeriyesine velev ki gaza maksadıyla olmasa da gönül vermiş bulunan ve bunu da en ücra topraklara savaş ve barış niyetiyle gönderdiği evlatları ile ayan beyan gösteren Anadolu insanını ve onun en haysiyetli tarafını dile getirmek gayesiyle verdim.

    Yanı sıra sizin düşüncenizin aksine mağlup ve mahzun bir askeriyemizin olmadığını belirttiğim de söylenebilir.

    Güney dogu bir düsman topragi degil ki

    Ya zekâmı fazlaca hafife almışsınız yahut aklınıza gelen ilk şeyi bir anlık heyecan ve titreklikle yazmak istemişsiniz. Sanırım üzerine düşünerek daha özentili yazmakta fayda var.

    Amaci disinda kullanilan kurumlar rezil olmaya mahkumdur. Insaatlari ordu yapsin, yanginlari ordu söndürsün, çocuklara ordu asi yapsin derseniz topyekun savas için formatlanmis bu ordu yipranir, yozlasir.

    Askeriye müteahhitliği yapan inşaat firmaları ordunun bu anlamda tesis ve konut ihtiyacını karşılamakta, gıda ve lojistik anlamda da bu ihtiyaçlar için özel kuruluşlar kullanılmaktadır. Ordu her türlü ufak çapta tamirat ve bakım işini kendi askerleri vasıtasıyla yürütmektedir. Doğu ve Güneydoğu da açılan okullarda askerin defter kitap dağıtması, aşı kampanyaları ve milli-dinî bayramlarda halk içine karışmasında garip olan bir şey yoktur.

    Askeri siz zannedersem bir tek kara ordusu, onu da sadece piyadeden ibaret görüyorsunuz. Ordu; piyade, tank, topçu, hava savunma yanı sıra; ordu donatım, levazım, istihkâm, muhabere, sıhhiye ve maliye gibi birimleri de içerir. Bu yönüyle son derece disiplinli ve kontrollü bir hiyerarşik mekanizma örgüsünü haizdir. Doğu ve Güneydoğulu yardıma muhtaç çocuklarımızın tıpkı, Bosna, Prizren, Afganistan ve Lübnan’da ki yaşıtları gibi Türk Askeriyesince giydirilip başlarının sıvazlanmasında sanırım bir sakınca yoktur.

    Askeriye kendi içinde tamamlayıcı birimlere ayrıldığı gibi, idari yönden kayıtlı olduğu uygulama ve vazife bakımından farklı minvallerde de faaliyet göstermektedir. Bunlardan biri de idari yönden İç İşleri Bakanlığına bağlı olan Jandarma dır. Adlî ve mülkî yönden Vâli ve Kaymakamlar vazifelidir. İç işlerine bu saydığım kişiler Jandarma asayiş raporlarını kendi imzaları ile göndermekle sorumludur. Yetkisi ve görev alanı itibariyle savcıların talimatları doğrultusunda görev yapmaktadır. Anlayacağınız bir kolluk kuvvetidir ve bu anlamda askerî yönü geri plandadır. Jandarma size göre üzerine vazife olmayan işleri de yürütmektedir ama bunu kolluk gücü olarak yapmaktadır.

    1826 da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunun başına geçen Seraskerde önceden Yeniçeri ağasının elinde bulunan yetkileri de almış ve hem iç hem dış güvenlikten sorumlu bir yapıya bürünmüştür. Sonradan Fransız Polis Teşkilatının kanunnamesi bizde bir Nizamname olarak yayınlanmış ve birçok alanda olduğu gibi iç güvenlik anlamında da Fransız ekolü kaynak alınmıştır. Bizde sonradan Jandarma polis içinden ayrılarak kurumsallaşmıştır. Şuan Fransa da olduğu gibi polis ile Jandarma aynı şeyler değil. Türk insanının genel karakteri düşünüldüğünde bir olay yerine askerliğini Jandarma olarak yapmakta olan Mehmetçiği gönderdiğinizde vatandaş kendi askerine el kaldırmaktan imtina eder ve olayların çabucak yatışması bu sayede sağlanabilir. Böylelikle hem askerî hem de kolluk kuvveti olarak görülmesi pratikte kullanım alanını da genişletir. Bu onu görev yaptığı bu haliyle 2. Meşrutiyetten bu yana yozlaşmamış yıpratmamıştır.

    iç guvenlik de TSK’nin isi degildir. Ingiliz ordusu IRA ile mucadele ederken nasil yiprandiysa TSK da PKK ile ugrasirken yipraniyor. Bu isin uzman polislere birakilmasi gerek, istihbarata. Tabi uzun vadede adaletin bolgeye geri gelmesi sart, asker degil savci ve hakimlerin çozecegi bir mesele bu.

    Pınar Hanım bizlere PKK ile mücadelenin askerin değil; polis, hâkim ve savcıların işi olduğunu, aksi halde bunun askeri yozlaştıracağını söylüyor.

    Pınar Hanım siyasi ve idari tarih bilgilerinizi yoklarsanız “askerî devlet” diye bir ifadeye rastlayamazsınız. Ama, gestapo ve polis devlet ifadesine rastlamanız mümkündür.

    Dünyanın hiçbir yerinde terörle polis ve yalnız başına iç güvenlik mekanizmaları mücadele etmez. Bu topyekûn bir seferberlik ve gayreti zorunlu kılar. Ülkemizde de terör 95 yıllarında bu sayede bitirilmiştir. Sonradan örgüt mücadele şeklini değiştirmiş ve örgüt elemanı artırmak yerine elindekileri daha iyi organize etme ve komşu ülkelerde kaybettiği direnç ve kanı yeniden toparlamaya çalışmıştır.

    Burada dikkat edilmesi gereken bir başka husus da güvenlik kavramının tam olarak neyi karşıladığı… Siyasi bir güvenliği de mi içeriyor yoksa genel bir güvenliği mi? Sosyal, bireysel çalışabilme güvenliği mi, yoksa yaşam güvencesini mi? Ordu, yaşamsal bir öneme sahip ise savunma ve güvenlik önceliklerini de yürütebilir. Ama bunu ilkyazımda da ifade ettiğim gibi, siyasî bürokrasiyi küçümsemeden, süre gelen çekişmelerden sıyrılarak yapabilmelidir.

    Anlaşılan siz devlet memuru polislerimize 20 kg lık sırt çantalarını yükleyip, karşılarında ağır makineli tüfek ve roket atarları ile dağ kovuklarında bekleyen bölgenin coğrafya ve tipolojisine âşina teröristlerin karşısına göndereceksiniz. Polis ve Jandarma içindeki Özel Harekât Timleri, Bordo Bereliler zaten nokta operasyonları ile görevlerini lâyıkıyla sürdürmekte… Sınırda elbette ki asker nöbet tutacak ve operasyonlar ile bu illeti kurutmak için göğüs göğse muharebeyi sürdürecektir. Nasıl ki sokaklarda ağzı yüzü kapalı, ellerinde monotof kokteylleriyle gençler, adeta Filistin de işgalciye direnircesine emniyet güçlerine saldırıyor ve hala ezilen halklar, Kürt kardeşliği propagandası ile kandırılarak şehir de asayişi bozduklarında karşılarına panzerleri ile çevik kuvvet polisleri gönderiliyor ve asker dikilmiyorsa; dağda da adamların karşısına elinde biber gazıyla polis dikilemez.

    Terörle mücadele esnasında kaçırılan polislerimizden hiç haberiniz yoktur sizin… O esnada bir askerin kaçırılmasına ve şehit edilmesine verilebilecek tepki inanın verilmemişti. Polis dağda değil düzlükte bu işi kovalar ve istihbarat örgüsü ile Jandarma ile el ele suçu oluşmadan engellemeye çalışır. Şehre inen ya da zaten orda bulunan çapulcular, devlet binalarının tepesinden ordunun generaline ve askerine ateş açarken, askerlik şubelerini, karakollarını roketlerken elbette ki asker üzerine düşeni yapacaktır. Hâkimler vazifesini yapmış ve “bebek katili” Öcalan’ı idama mahkûm etmiştir. Bunun dışında bir suç duyurusu olmadan, kendilerini hukuk sosyolojisindeki Yorumcu Okul gibi anti-demokratik bir şekilde kanun koyucu yerine koyabilmesini arzuladığınız hâkim ve savcılarımız yasalar çerçevesinde tanınan yetki ve sorumlulukların dışına çıkamazlar. Terörle değil, terör neticesinde gerçekleşen kamusal ihlallerin ve hak aranışlarının takibinde sorumludurlar. Merak etmeyin bu konuda başörtüsü ve lâiklik konusu gibi değildir ve Türkiye insan hakları ihlâlleri hususunda bu noktada Avrupa Mahkemelerinde hep kaybeden taraftır. Nedense türban konusu hep Türkiye’nin tazminat ödemekten kurtulduğu ve haklı göründüğü tek konudur.

    Şemdinli Olaylarında bölge mahkemesinin verdiği karar sizde bölgedeki adaleti yansıtmıyor muydu? Hem ne demek bölgeye adalet gitmesi? Polis ve Jandarma mahkemeden arama izni çıkarmadan şüphelilerin üzerini zaten arayamıyor. Polisin bunca yetki kısıtlılığı varken neden terörle mücadelede tam yetkili olarak onu görüyor ve bu konuyu bir iç güvenlik malzemesi haline getiriyorsunuz? Polis ve istihbarat suçu oluşmadan ani baskınlarla kazımaya çalışmaktadır. Öcalan, Ankara Siyasal da okurken istihbaratımız bu konuda geç kalmasaydı acaba bu işi temizlemek askerimize kalır mıydı? Bunun bir görev paylaşımı olduğunu görmek bu sayede kamu düzenini sağlamayı hedeflemek bu işin olması gerekenidir. Bu arada bir hatırlatmada bulunursak Öcalan davasında ki yargıcın askerî statüde bulunması ise süreç içinde yapılmış hatalardan biri bence…

    IRA ile mücadele de İngiliz Ordusunun yıprandığından söz ediyorsunuz. Kesinlikle alakası yok. IRA daha çok bombalı eylemler ile saldırılar düzenleyen bir örgüt idi. Onunla sizin zannettiğinizin aksine asker değil polis ve güçlü İngiliz istihbaratı MI6 mücadele etti. İrlanda taş duvarlar ile kendi içinde bile ayrıştırılmış kuzey güney ayrılarak bütünlüklü bir direniş göstermesi engellenmiştir. İngiliz taraftarı olanlar daha refah içinde bırakılmış ve diğer taraf daha marjinal kalarak İrlanda’nın özgürlüğü ve özlemini duydukları hakları için mücadele etmişlerdir. Siyasî kanadı olduğu gibi askerî kanadı da bellidir. En önemlisi maddi desteğinin büyük bölümü Amerika’daki göçmen İrlandalılar ve etkin lobisi sayesinde temin edilmiştir. Amerika 11 Eylül den sonra teröre savaş(!) açınca IRA silah bırakmış, İspanya da ETA da ateşkes ilan etmiştir.

    IRA da ETA da halk desteğini kaybetmiştir. Belki dili, dini-mezhebi ve âidiyetlerini farklı görerek mücadele eden örgütler bunlar… PKK ise sizce Kürtlerin Türklerden nelerini farklı göstererek mücadele ediyor? Siyasî kanadı diye bir şey yok… Olsa, Öcalan’ın İmralı’dan bunca direktif verdiği iddia edilmez ve dün DEHAP da olduğu gibi bugün de DTP de ki isimler Öcalan’ın gölgesinde siyasete soyunmazlardı. PKK nın siyasi, dini bir gayesi ve utkusu yoktur. Federasyon talepleri ise sonradan AB ve ABD ile değişen diplomatik ilişkilerimiz ve Irak İşgali ile ortaya çıkmıştır. Marksist slogan ve dünya görüşü ve Zerdüşt ahlâkı ile Kürt vatandaşlarımız adına neyin mücadelesini veriyor da onunla siyasi uzlaşma arayalım? Terör örgütü uzlaşma arasa Irak ve Suriye ile zamanında Türkiye’yi diplomatik krizlerin eşiğine getirir mi, ya da buna göz yumar mıydı?

    IRA bile bomba yerleştirdiğinde önce gerekli mercileri arayarak sivillerin bölgeden uzaklaştırılmasını haber veriyordu. PKK ise ateşkes imzaladıktan sonra 33 silahsız ve kamuflajsız gencecik askerimizi olduğu gibi, onlarca köy baskını ile de Türk Kürt ayırt etmeksizin sivil vatandaşımızı katletmiştir. Öğretmen ve hemşire öldüren bir örgütün hangi sivil uzlaşılara kapı açacağını düşünüyorsunuz?

    El-Kaidesi Hizbullah’ı ve PKK sı ile Anadolu terör açısından çok zengin bir toprak merak etmeyin. Hizbullah daha çok Müslüman aydınları hedef almış, çoğunu domuz bağları ile olmak üzere daha çok kendi içinde idam gerçekleştirmiştir. İspanya’da bir El Kaide saldırısı ETA yı ve ayrılıkçı BASK sorununu bir çırpıda ortadan kaldırmıştır. Ama bunca farklı etnik ve dinî terör örgütünün olmasına rağmen, dün Bursa’da yakalanan 16 El Kaide militanından ve önceki İstanbul saldırılarından anlaşılacağı üzere bizim ülkemizde terör son bulmayacaktır.

    Siyaset kullanılmalı derken kast ettiğiniz sadece uzlaşı gibi görünüyor. Çünkü içi doldurulan pek bir şey söylenmiyor. Hâlbuki en baştan beri yapıla gelmiş siyasi hatalar, bölge ile ilgili her ne söylenirse söylenilsin bunun PKK yangınının söndürülmesi için olduğu, geliştirilen siyasi ve ekonomik çözüm paketlerinin bu doğrultuda hazırlandığı şeklindeki yanlış kamuoyu kanaatlerinin oluşmasına sebep olmuştur. İngiltere de zengin İrlandalı bulmanız çok zordur ama büyük çoğunluğu Türkiye’nin batısında yaşayan Kürt kökenliler arasında bulmanız zor değildir. Türkiye’de tüm etnisiteler birbiri içine geçmiş durumdadır. Bölgenin siyaset yolu ile ayrımlaştırıldığı doğrudur ama bu zihinlerde oluşan şekli ile mutlak bir ayrılık kopuş değildir, işte bunun düzeltilmesi gerekir. Bunun suçlusu asker demek abesle iştigaldir. Bu siyasi ve askeri tüm karar organlarının yükümlülüğüdür. Çevik Güç nasıl ki zamanın da asker ve sivil konsensüs ile istendi ise ve bunun vetirelerinden her iki kesim de nasibine düşen suçlamaları alacak ise PKK ile mücadelede de artık sağlam bir uzlaşı ve dik duruşun gösterilmesi gereklidir. Yoksa siyasi yaklaşım “Kürt Sorunu” tezi ile 20 yıldan bu yana haddinden fazla gösterilmiştir.

    Türkiye’nin siyaset gereği Kürtleri ezdiği Türkleri yücelttiği gibi bir düşünceniz olduğuna ihtimal vermek istemiyorum, her halükârda şunu bilin ki; yıllar yılı Irak’taki Türkmenlere yönelik faaliyetlerimiz genellikle eğitim ve kültürel alanlar ile gıda yardımları ile sınırlı kalmıştır. Ama şöyle bir bakarsak, bölgede gerek Arap yönetimlerinin gerekse hakim olan Kürt grupların Türkmenlere ilişkin politikaları asimile edilmeleri ve siyasi, sosyal varlıklarının yok edilmesi çerçevesinde gerçekleşmiştir. Türkmenlerin eşit kurucu statüde Irak yönetiminde yer alması isteği de savaşın başlamasıyla birlikte Kuzey Irağı cephe olarak açan Kürtlerin siyasetinde erimiştir. Düşünün nüfusun %15 ine yakın bir kısmını karşılayan Türkmenlerin varlığı da Kürtlerin verdikleri askeri destek neticesinde ABD nin Türkmenleri dışlamasına neden olmuş hatta bu yönde baskı kurmalarında da önemli dayanakları haline gelmiştir. Nasıl ki bugün pınar başlarını kapmış Kürt liderleri Irak’taki edinimlerini kaybetmek korkusu ile Türk askerini evvelden beri işgalci olarak değerlendiriyor ise kendilerini Anadolu toprağında parya dolayısıyla Türk devleti ve askerini de işgalci emperyalist güç olarak gören PKK sempatizanları da ellerinde Kürdistan filamaları dillerinde Apo tezahüratları ile aynı tepkiyi göstermektedir. Size ilkyazımda en sona iliştirdiğim linkte bu nedenle idi.

    Askeriye hakkında ki düşüncelerinizin bir küskünlük halinde kalmasını anlayabilir ve hak veririm. Ama bunun bir nefret ve haddini bildirmek şekline dönüşmesini onaylayamam. Sizin ailenizde de asker yakınlarınız varsa (benim yok) bu yakînlerinizi kaybedilmiş insanlar olarak mı görüyorsunuz? Askerliğim esnasında yemin törenime ben ve benim durumumda olan aynı dönem arkadaşlarımın başörtülü annelerinin gelip gelemeyeceğini komutanıma soran tek kişi bendim… Annem ve arkadaşlarımın anneleri evlatlarının en gurur verici gününde başörtüleri ile orada bulundular. Bir çok kışlada câmii bulunduğundan paşa (biz ona general diyelim) lar ile aynı safta bayram namazı kılmanız mümkündür. Cuma namazlarına asker, rütbeli er-erbaş herkes de katılır ve bir arada namazlar eda edilebilir. Bunun bazı fıkhi yönleri de var ama sanırım siz bu durumla ilgili değilsiniz.

    Evet, askeriyede çalışmak isteyip de eşine başını açtıran insanlar da vardır. Ama bu Türk Silahlı Kuvvetlerinin halk nazarında ki itibarını bir küskünlük yaratmasına rağmen yozlaştırmamış, hele hele kesinlikle “rezil” etmemiştir.

    Elbette ki askerî ve siyasî uygulamaların şeffaflığından (PKK-Hizbullah) söz edebilmek önemlidir. Siyasetimiz günü kurtaran yaklaşımlarla üst üste binen problemlere neden olurken, askerî tedbirlerde tasarruf ve güvenlik itiyadını aşabilmiştir. Siyasî ve askerî figüranları tüm bunlara rağmen tasfiye etmek mümkün olmuş ama yarattıkları çözümsüzlükleri bertaraf edebilmek henüz tam anlamıyla mümkün olmamıştır. Kim bilir belki bunun yolu 12 Eylül Anayasası ve Geçici maddeleri değiştirebilmekle mümkün olabilir. Meseleyi bilenler dediğimi anlayacaktır. Ama nihai mana da çözüm güven ve istikrardan geçmekte… Önce birbirimize güvenelim ve elimizdekileri bir anda nefret ve küfürle yırtıp atmayalım, bir çözüm varsa ve şimdiye dek yanlış çözmüşsek problemleri, doğruya yaklaşmışız demektir…

    Kendi cümlelerim ile saygılar sunar, teşekkür ederim…

    Ve sâir

  14. Yazan:selahattin Tarih: Haz 25, 2007 | Reply

    “Bir çok kışlada câmii bulunduğundan paşa (biz ona general diyelim) lar ile aynı safta bayram namazı kılmanız mümkündür. Cuma namazlarına asker, rütbeli er-erbaş herkes de katılır ve bir arada namazlar eda edilebilir. Bunun bazı fıkhi yönleri de var ama sanırım siz bu durumla ilgili değilsiniz. ” mr^sair

    Selam, yazınızda böyle bir bölüm var. İlgili değilsiniz dediğiniz bölümle müslümanlar direkt ilgilidir.
    Cuma namazlarının fıkhı durumunu açısından, adamlar tabiki izin verir cuma namazına… biraz düşünürseniz niye izin verdiklerini anlarsınız.
    Bayram namazı farz mı ki, yine aynı mantıkla düşünürseniz niye izin verdiklerini anlarsınız.
    Namaz ibadeti dinin bir bölümü değilmi? Yoksa tamamımı olduda bizim haberimiz mi yok
    Peygamberlerin neden gönderildiğini açıklayan ayete istinaden biz yanlış kurumlaramı itiraz ediyoruz, hatalarını söylüyoruz, veya yanlış mı inanıyoruz nasıl inanacağız.

    Ya madem bir şeyler açıklıyorsunuz, iyi yönlerini anlatıyorsunuz bari eksik hatalı yönlerinide anlatın ki insanlar düzeltmek için uğraşsınlar, yine kendi cümlelerinizle açıklayın ki hatalarını noksanlarını herkes kendine çeki düzen versin ve sizde vebal altında kalmayın.

    Savunduğunuz kurumun neyini savunuyorsunuz neyini savunmuyorsunuz? Neye göre savunuyorsunuz. Bilelim değilmi?

    Ya birde burda yanlış ve noksan açıklamalara arkadaş hatırına göz yuman abilerimiz var, mehmet bey veya suat bey hiç itiraz etmiyorlar
    sanki mr^sair otorite olmuş o okonuyu yürütür, biz karışmayalım.
    İşte görüyorsunuz noksan açıklamalarla insanları alıştırıyor, açığa çekiyor,
    ta ğ uta itiraz ettirmiyor, zamanlarından çalıyor, büyük vebali var bu işin ben den söylemesi.

    Sayın mr^sair Güvenirlilik veya itimatlık seviyenizi düşürmemek için cevap vermeye bilirsiniz. Belki daha akıllıcasıda budur.

  15. Yazan:Mehmet Yilmaz Tarih: Haz 25, 2007 | Reply

    Sayin Selahattin Bey,

    Elestirilerinize güzel baslamissiniz ama gerisini getirmemissiniz. Hem argümanlarinizi hem de referanslarinizi sunarsaniz taraftar ve karsi olanlar istifade ederler.

    Muhabbetle

  16. Yazan:mr^sair Tarih: Haz 26, 2007 | Reply

    Merhaba Selahattin Bey;

    İnsan, zamanla bilinç halini alan âdil ve anlamaya açık idrakinin, adalet tarafına; mevcut tutup mutlak gördüğü kendi doğruları (hakikat sandığı…) için sırtını döndüğünde, düşüncelerini de başıboş bırakıp, savunma içgüdüsü ile tekfir ediverme gafletine düşüyor ve artık anlaşılmaz bir hâl alıyor.

    mr^sair, dindarlık ve lâiklik ile ilgili sizin tasvip edeceğiniz sözler sıraladığında; eleştiri ile saygı arasındaki çizgiyi ihlâl ederek öfke ile hakarete sarılan birine, genç ve dinç bir sedâ ile seslendiğinde; dinî hüküm ve problemleri, tarafları uzlaştırıcı bir mahiyette toparlamaya giriştiğinde; velhâsıl sizin radarınızdan düşük hızda ve onayladığınız şekilde geçen yazılar serdettiğinde: i’timad (zaten ‘güven duyma’ demek) edilmeyi, başı sıvazlanıp, takdir ve tasdik görmeyi hak eder…

    Gel gelelim,

    Askeriye hakkında ki düşüncelerinizin bir küskünlük halinde kalmasını anlayabilir ve hak veririm. Ama bunun bir nefret ve haddini bildirmek şekline dönüşmesini onaylayamam.

    Türk Silahlı Kuvvetlerinin halk nazarında ki itibarı, bir küskünlük yaratmasına rağmen yozlaşmamış, hele hele kesinlikle ‘rezil olmuştur’ türünden ithamları hak edecek hale gelmemiştir.

    dediğinde, tüm güvenilirliğini yitirir ve yatıp kalkıp dua etmesi gereken arkadaşlık (!) hatırı da olmasa, alt üst edici eleştiri ve cevaplar ile ağzının payını alması gereken bir pozisyonda yalnız ve mahzun kala kalır, öyle mi?

    Kendi penceremizden dünya görüşümüzü şekillendiren, herkesin makbul görüp tâbi olmasını istediğimiz; pek çoğu, insanların maslahatlarına, toplumun (şuncacık derindüşünce ortamında bile) salahına, menfaatine hizmet edecek İslâm şeriati nezdinde meşru olan akli ilerlemeleri göz ardı eden şartlanmışlıklarımızın, adeta nefret hezeyanları şeklinde birilerini tefrik ve tekfir etme biçimini alması ne üzücü…

    Genellikle dinî ve dünyevî sahada gördüğümüz mefhumları daima birbirine uygun düşürmeye çalışırken acaba kalıplaşmış ve kendini tamamlamayı es geçen bir taassup içine mi düşüyoruz?

    Demek, sizi ve takip eden arkadaşları boşluğa iten ve tâğuta itaati özendiren bir anlayışla yazıyorum…

    Demek, başka adreslerde muhtelif zamanlarda yazdığımda çok daha ağır bir şekilde: Radikalize olmayı, dindar olmaya tercih edenlerce ‘tekfir’ ve ‘küfür’ ile suçlanmayı… Anti-Emperyalist ve ‘sol’ duruşu; mensubu olduğu kültürü inkâr ve Yaratıcıya götüren her yola isyan ile değişenlerce de ‘satılmış’ ya da ‘mürteci’ yaftaları ile suçlanmayı… Günümüzün en devâ bulmaz hastalığı olan, kategorize etme psikozundan kendi nâm-ı hesabına düşeni almayı hak ediyorum.

    Demek, söylem ve bakışları ile tahammül/hoşgörü i’tiyadını kaybetmiş, cepheleşme ile varlığını idame ettirmek isteyen arkadaşları, halen elimizde avucumuzda kalan az sayıdaki uzlaşı refleksini hatırlatmak ve bir fiske ile nefrete bürünmüş küskünlüklerimizin paranoyalarından ayıltmaya çalışmak, mutlaka açıklanması gereken, pek tekin görülmeyen, dolayısıyla ‘güvenilirliğini kaybetmiş’ bir tutum, öyle mi?

    Yazmak, ama neye… Suya mı… Özenerek, bir meram anlatma kaygısı ile yadırgadığı kadar da düzelten ve empati kurma çağrıları yapan bir üslup her zaman kazanmıyor.

    Devlet memurlarının muhakemat gereği ettikleri yeminlerinden ötürü küfre girdiklerini ve dahası birçok şer’i olmayan uygulamalara rıza gösterilmesi nedeni ile birçoğumuzun tekfir edilmesini elzem gören mutaassıp ithamlara ve…

    İslâm dinini, bir ‘toplumsal formasyon’, ‘cahiliyye sakatlığının devamı’ ve Peygamberini de, ‘şehvet düşkünü’(hâşâ) olarak nitelendiren hakaretlere aynı an da 15-20 sayfalık el emeği göz nuru cevap yazsanız da, kimseyi ikna etmeyi beceremiyor ve kategorize edilip çok basit yakıştırmalar ile anılmaktan kurtulamıyorsunuz.

    Belki de bu nedenle olsa gerek bu sitede bir yazımda önce kendi nefsime şöyle bir ikazım vardı:

    Herkesin, bir cesaretle herkese bir şekilde cevap vermesi gerekmiyor. Herkes mâ’rufu emredip, münkerden nehyetmek zorunda değil… Bunu daha mütevazı bir birikim sahibi insanların; hayırhahlık ve nasihat eder şekilde yapmaları üzerlerine borçtur.

    Burada kimse kimseyi doğru yola getirmeye çalışmıyor, çalışmamalı…

    Yine çenem fazlaca düştü sanırım…

    Selahattin Bey ile devam edelim:

    İlgili değilsiniz dediğiniz bölümle müslümanlar direkt ilgilidir.

    Pınar Hanım ‘ın askerlik vazifesi ile mükellef olmadığını, meselenin bu yönü ile ilgili olan fıkhî malumatı hâiz bulunmadığını düşünerek yazmıştım. Malumunuz, ibadetlerin azimet ve ruhsat ilişkisi açısından, şekil şartları ile ilgili olarak birçok tafsili durumun varlığı, teklif hükümleri açısından İslam ‘ın tanıdığı birçok ruhsatın yer aldığı ve nihayet, İslâm dininin rahmet ve kolaylık dini olmasının, Cenab-ı Allah ‘ın kulları için zorluk değil kolaylık dilemiş olmasının tabiî sonuçlarını kast etmiştim. Bu hadise ile ‘direkt ilgili’ olduğumu anladığınızı ve meseleyi fazla ayrıntı ile boğmama yol açmayacağınızı umarım…

    Cuma namazlarının fıkhı durumunu açısından, adamlar tabiki izin verir cuma namazına…biraz düşünürseniz niye izin verdiklerini anlarsınız. Bayram namazı farz mı ki, yine aynı mantıkla düşünürseniz niye izin verdiklerini anlarsınız.

    Anlamadım… Her hâlükârda bir noktaya işaret ederek geçeyim… Farz; kat’i bir delil ile sabit bir hükmü ifade eder. Vacip ise zannî delille sabit bir hükmü… Hanefilerde vacibin terki de farz kadar olmasa da, günah ve sorumluluğu gerektirir. Emin olun hiçbir garnizon komutanı ya da asgarî bölük komutanının, namazı askerlerine iç hizmet kanunu veya genel bağlayıcı bir emirnâme ile yasakladığı (münferit davranışlar hariç..) yoktur. Kaldı ki bu konuda namazlar arası vücub ve feraiz farkını gözeterek müsaade edildiğini söylemek abesle iştigaldir.

    Namaz ibadeti dinin bir bölümü değilmi? Yoksa tamamımı olduda bizim haberimiz mi yok

    Hayır, dinin bir bölümü değil, İslâm’ın bir şartı dolayısıyla dinin bir ibadeti… Tıpkı, başörtüsünün de olduğu gibi… O da tamamı değildir. Ayrıca; amel, imandan biz cüz olmadığından bu ifadeniz yanlış anlaşılmalara müsait görülebilir.

    Peygamberlerin neden gönderildiğini açıklayan ayete istinaden biz yanlış kurumlaramı itiraz ediyoruz, hatalarını söylüyoruz, veya yanlış mı inanıyoruz nasıl inanacağız.

    Mehmet Bey ‘in de belirttiği gibi tam olarak ne demek istediğinizi açıklamanız gerekiyor. Yoksa niyet okuyuculuğu halini alsın istemem…

    Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere…

    Analizlerde yapılan bir hata eylemlerin tek yönlü olduğunu düşünmek ve tek bir odağı sorumlu tutmaktır. Bazı kimseler zaten, herhangi bir analize gerek duymadan, önceden kararlaştırdıkları birini sorumlu sayıp ve yapılan her eylemi de onların hanesine yazabiliyor. İlk yazımda sivil ve askerî hataların altını çizmiş ve tek başına birinin yüceltilip diğerine buğz edilmesinin yanlışlığına ve karşılıklı güvenin geliştirilmesine temas etmiştim.

    Bu durum iyi-kötü algılamazı öylesine keskinleştiriyor ki, İslam ‘da zarar vermek ya da zarara zarar ile karşılık vermenin yasak olduğunu unuturcasına, bize maddi anlamda fiili zararı dokunmasa da, belki kendimizce kişilik haklarımıza ve değerlerimize ters gördüğümüz için iyi sayılabilecek özellikleri olmasına rağmen, büsbütün inkar ve nefretle reddedip, kötüler hale gelip ve bunu gündelik yaşamda en basit ilişkilerimizde dahi gösterdiğimiz değerlerimiz oluşuyor.

    Halbuki bir şey kötü/batıl olsa dahi onunla ilgili her şey böyle değerlendirilemez. Bu konuda en güzel örnekler her hadiseyi kendi içinde dengeli ve daha gerçekçi bir bakışla değerlendiren fıkıh da bulunmakta… Mesela, Cuma ezanı esnasında ticaret Kur’an ile memnu kılınmıştır. Fakat, bunun aksine olarak bu sırada yapılan bir akit gerekli şartları haiz olduğu müddetçe sahihtir. Yahut normalde şer’i ölçülerce kullanım hakkı olmayan bir su ile namaz abdesti almak doğru olmaz. Lâkin bu abdest ile kılınan namaz sahihtir. Aynı şekilde, bir kimse malının hepsini sıhhat halinde iken çocuğuna hibe ederse bu durum sahih olur. Ama diğer mirasçılar bundan mahrum kaldığı için söz konusu kişi günahkâr sayılır.

    Söylemeye çalışılan, hadiseleri kendi içinde ahval ve şerait dikkate alınarak incelemenin zorunlu olduğudur. Bir şeyi büsbütün genelleme ile reddetmek ve aksi halde çıkış yolu bulunamayacağını düşünmek yanlışa sürükler. Her konuda hakkı teslim etmek gereklidir. Faiz haram kılındı diye, enflasyondan doğan farkı da borçluya ödetirseniz işte bu haksızlık olur.

    Ülke savunmasında ve güvenliğinde dahası ilk yazımda da belirttiğim üzere Anadolu insanının gönlünde askerin yeri ve konumu dolayısıyla temin ettiği moral gücü görmez, bir takım sebeblerle topyekûn siler atarsanız bu size bir süreliğine huzur verse de akabinde pişmanlık olarak dönecektir.

    Vazgeçtiğimiz takdirde yerine ikame edebilecek herhangi bir şey (‘değer’ demiyorum, zira kendi hayatımız ve başkalarının ki için gaye olmasını istediklerimizi ifade ediyor olabilir) bulamayacaklarımızdan neden bu denli kolay sıyrılırız ?

    Selahattin Bey ‘in bu soruya cevabı şöyle: “Ben -Tağut-tan yüz çevirdim, değer olarak bana Allah yeter, siz ne diye uzatıyorsunuz, O’ndan gayrısından vazgeçerim.” olacaktır.

    Bu tağut kavramı ile ilgili bir tartışma için, dinî forumlardan birinde el emeği ile epey uzun bir yazı hazırlamış ve göndermiştim. Söz konusu adresteki dindar arkadaşların çoğu söylediklerimi desteklemiş ve onlarda topyekûn tekfir etmekten imtina ile kaçınmış daha kabul edilebilir bir tutum sergilemişlerdi. Belki Selahattin Bey ‘de o tartışmada yer aldı.

    Tağut denilerek reddedilen şeylerin ne olduğunu düşünecek olursak: Allah’a karşı isyan eden, zor kullanılarak kendisine tapılıp mabud tutulan, put, şeytan, insan vs… Bu yönüyle her şeyi içine alması muhtemel bir kavram… Ama temelinde ortak bir nokta var ki o da; isyan, azgınlıktır… Bu, kendi din anlayışımıza uymayan bir inancın ve o inancın sahiplerinin hemen tekfir edilivermesi, dolayısıyla Müslümanların birbirlerini usulüne göre tenkid ve düzeltme yapamadan parçalanması halini alabilir. Öyle ya, bazılarının yaşantısı sana göre küfrü gerektiriyor diye onların küfre girdiğini ve İslam dairesinden çıktığını düşünmek, dahası Tağut ile iş birliği içinde olarak İslâm ‘ın zararına çalıştığını, böyle bir hedefi olduğunu düşünmek de kolaylaşmaz mı?

    Her ne şekilde olursa olsun, ilahi rızanın aksine yüceltilip tapınılan şeylerin Tağut zümresinden olduğunu düşünmek doğru mudur? İsyan etmeyen, şirke rıza göstermesinden aklî ve âdil yaklaşımlarca söz edilemeyecek olan, buna rağmen birilerinin kalkıp da maksadını aşarak ilah edindiği şeyler hakkında ne diyeceğiz? Yine o her ne ise onu Tağut olmakla mı suçlayacağız? O zaman iradeleriyle defaatle kavimlerini uyarmalarına rağmen, ilah edinilen Hz. İsa (a.s) ve Uzeyr ‘i ne yapacağız?

    Tağutun inkarı bir diğer manası ile kelime-i tevhidin kabulüdür. Çünkü tağutu inkar ile Allah’a iman kastedilir. Aslında suç ve ceza tanımlamasında Hegel ‘in yaptığı gibi, ‘inkarın inkarı’ diyebiliriz. Tevhid içinde Tağut’u yani, Allah ‘ı inkarı inkar etme… Açıkça küfr göstermemiş, bunu dili ile beyan etmemiş herhangi birini, sırf kişisel ve manevi duyarlılıklarımızı incittiği için tekfir edemez, İslâm dairesinden dışlayamaz ve ‘benim inancım böyle gerektiriyor, bitti…’ diyemeyiz.

    Buraya kadar işlemeye çalıştığım mevzunun hitap ettiği arkadaştan ‘gassal elinde meyyit gibi’ ensesine vur lokmasını al tarzında olmasını bekleyen de yok. Ama şartların, halen içinde yaşadığımız gerçekliğini an be an idrak ettiğimiz sûrette, içinde yaşadığımız gerçeklerle değerlendirilmesi ve konuştuklarımızla düşündüklerimizin karıştırılacak kadar yalnızlaşmaktan kurtulmanın ümit edilmesi zorunludur. Aksi halde, ’onlar ve biz’ ayrımı ile ikiye çatlatılmış bir dünya tasavvuru geliştirir ve hayata karşı çatık kaşlı bir ifade takınırsınız. Unutmamalı ki kestirmeden verdiğimiz/vardığımız hükümlerde kendimizi kandırıp, içinde yaşadığımız topluma haksızlık etme olasılığı vardır.

    Çeşitlilikten söz ediyorsak bu tahammülü gerektirdiği gibi toplumun bir kesiminin de –‘resmi ideoloji ve sivil Kemalist kesim’- diğer kesimini durdurulması gereken ‘sakıncalı olanlar’ şeklinde değerlendirip, kendileri gibi vergisini verip evladını kınalayıp rütbelerin en makbulü şehitlik için gönderenleri, Silahlı Kuvvetlerini yönlendirip kullanarak tefrik etmemelidir. Bu konuda MGK da 28 Şubat’ta dayatılmak üzere sivil dolduruşlara gelerek hazırlanan ve her haliyle dindarlaşmayı hedef aldığı izlenimi uyandıran 18 maddelik önlem ve mücadele belgesi hatırlanabilir.

    Yalnızca kötüleme ve reddediş sarkacında asılı kalan eleştirilerinde ‘boş tükkana kira vermek’ ten farkı kalmayacağı ve ‘onlara ait-bize ait’ ayrımlarının şu zamana kadar tecrübe edilenlerden anlaşıldığı üzere Milli birlik ve dirliğimiz adına talihimizi açmayacağı da aşikârdır.

    Ucuz ideolojik hükümlerin, komplocu basit açıklamaların Türkiye ‘de 1970’lerden bu yana sorunlarımızın hakkından gelemediği ve üstteki yazımda belirttiğim üzere figüranların tasfiye edilebilmesine rağmen yanlış siyasi icraatların sonuçlarının henüz silistre edilip temizlenmiş bir zeminde tartışılamadığı bugün en büyük şikayetlerimizden birini teşkil etmekte.

    Anarşi yıllarına belki yetişemedim ama terör yıllarını uzunca bir zamandan beri dünya gözü ile takip etmekteyim. Bu süreçte Devlet Baba (müesses nizam) kendi müesseselerini de hırpalamıştır. Ceza veremeyen, verdiği cezayı infaz edemeyen, yakaladığı suçluları sık sık affeden, hapishanelerde muhafaza edemeyip kaçıran bir devletin zaaf içinde kaldığı ve bunların da halk nezdinde bir yılgınlığa (kimileri için nefret ve ‘vicdâni redde’) dönüştüğü söylenebilir.

    Lâkin bu durum; hiçbir konuda suçu kendimizde bulmayacağımız, hep kendi elimizde olmayan nedenlerin mağduru ve mazlumu olduğumuz düşüncesi ile şikâyet edeceğimiz anlamına gelmemelidir.

    Şimdilik suya sabuna fazla dokunmadan burada bırakalım, imgesel ve üstü kapalı konuştuğumda söylenemez ama daha sâkin ve tutarlı yazdığımı düşünüyorum, satır aralarında zihin kurcalamayan sorulara, kafa kaşındıran cevaplar bulmak mümkün olabilir sanırım. Hem konuşuruz daha acelemiz yok, evvelinde birbirimize güvenelim hele…

    Ya birde burda yanlış ve noksan açıklamalara arkadaş hatırına göz yuman abilerimiz var, mehmet bey veya suat bey hiç itiraz etmiyorlar

    Bu bizi zanda bırakır, sizi de bu meseleden sıyırmaz. Eminim onlarda bu çıkışınıza ‘argüman ve referans’ beklentisi ile birlikte bir cevap verecektir. Şu kadarını söyleyeyim: Düşünceyi akıl ve tenkit süzgecinden geçirebilen; yazdıkları ile yaşantısı arasında paralellik arz eden, ve samimiyetle eleştirirken, hataları örtmeyi düstur edinen, insanlar karsısında, altta kalmaktan onur duyarım

    sanki mr^sair otorite olmuş o okonuyu yürütür, biz karışmayalım.
    İşte görüyorsunuz noksan açıklamalarla insanları alıştırıyor, açığa çekiyor,
    ta ğ uta itiraz ettirmiyor, zamanlarından çalıyor, büyük vebali var bu işin ben den söylemesi.

    Bu cümleyi ne kadar iyi niyetle anlamaya çalışsam da bir soru işareti kalıyor. Bu acaba şahsi bir diş bileme, veya punduna getirme arayışı mı diye soruyorum, kendi kendime… Gerçek hayatta dahi görüş farklılıkları bu derece farklı, kardeş kardeşine bu derece hasmane bakabiliyor iken… Kimliğinizi belli etmenizin zorunlu olmadığı, bir “tıkla” kaybolabileceğiniz bir yerde görüş ayrılığı olması pek tabii, değil mi?

    Son olarak Oscar Wilde ‘ın bir sözünü hatırlatmak isterim: “Yerinde sayanlar, yürüyenlerden daha çok gürültü ederler.”

    Belki de yürümek tahkir ve tezyiften uzak bir dil kazanmaktır. Belki, perdeyi çekip oturmak değildir, anlamaya çalışmak hiç değil ise silip atmamaktır. Belki de, en akıllıcası budur…

    Teşekkür eder, saygılar sunarım…

    Ve sâir

  17. Yazan:selahattin / baybars Tarih: Haz 26, 2007 | Reply

    Selam;

    Nasıl kelimeler bugün nötr değilse arka planı varsa, insanlar o kelimeleri kullanırken arka planındaki açıklamalar doğrultusunda o kelimeleri kabul edip yavaş yavaş ona inanmaya başlıyorlarsa bugün görüntüsü iyilik olan hizmetlerin arka planında gizlenen bir çok başka amaç var yani hizmetlerde nötr değil. Kelimelerin veya hizmetlerin arka planındaki amaçları her kes anlayamaz. Bu amaçları insanlara günümüz sistemini veya literatürünü kullanarak anlattığımızda yalın kalır onun için noksan anlatma tehlikesiyle karşı karşıya kalmayalım diye Allah’ın ölçütlerine göre anlatmamız gerekir düşüncesiyle yazdım.

    Benim söylemek istediğim bazı hizmetler görüntüsü doğrultusunda hizmet etmezler, sadece aslına hizmet etmezler, aslında biraz iyilik vardır ama siyasi amacı arka planı farklı olabilir asıl önem verdikleri de son zamanlarda siyasi menfaatidir, arka planıdır. Değerlendirirken ona göre değerlendirelim demek istedim.

    Allah’ın ölçüsü ile yapılmayan, insanlık-toplum yararı aranmayan, Allah rızası aranmayan işlemlere ne ölçüde doğru itikat, doğru uygulamalar, salih ameller diye biliriz noktasına getirmek istedim, din ilah rab ibadet gibi konularda nasıl güvene biliriz noktasına getirmek istedim.

    İnsanların Bir kuruma garezi kimine göre hem günümüz sistemine uyumsuz olmalarından kimine göre de Allah’ın ölçütlerine uyumsuz olmalarından kaynaklanmaktadır. Müslüman ikinci şıkka göre değerlendirir.

    Belli başlı somut olaylardan bahsedersem yukarda anlattığım arka plan tehlikesini daha iyi anlayacaksınız, mesela halen devam eden sözde irtica sorunu, ulusalcılık, kapitalizm tehlikesi, emperyalizm tehlikesi gibi sorunlara nasıl hizmet edildiğini yazılarımızla sözlerimizle kendi kazdığımız kuyuya düştüğümüzü göreceksiniz ve bu hizmet bitmeyecek çünkü arka planı bir birimize ders vereceğiz diye es geçiyoruz. Demek istedim. Bilmem anlata bildim mi?

  18. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Haz 26, 2007 | Reply

    Her tartışmaya müdahale etmek gibi bir huyum; evet önceden vardı ama artık epey törpülendi. 🙂

    Yoğun günler geçiriyorum; lain şunu belirtmeden geçemeyeceğim.

    Sevgili Sair ile ordu konusunda epey farklı düşünüyoruz.

    Sair’in nerede askerlik yaptığını bilmiyorum ama kendim nöbetçi kolluğu tutarken Tugay Nöb. amirinin baskısıyla ve onunla birlikte -bırakın sahur yemeği verilmesini- gece koğuşları gezer gizlice yemek yiyen varsa yakalamaya çalışırdık. Koca tugayda camii olmadığı gibi -var ama depğo idi- Cuma ve bayram namazı kılmak gibi birşey de mümkün değildi.

    Tabi tam aksi yönde olan yerler de olabilir. Nitekim şu an kardeşimin askerlik yaptığı yerde Ramazan ayında sahur yemeği verildiğini biliyorum.

    Demek ki kişilere göre bir değişkenlik arzeden husus var.

    Ama… sayısal çoğunluğa bakacaksak elbette erat sayısı çok fazladır ve bu haliyle ordumuz halkın inanç ve değerleriyle muttasıldır diyebiliriz.

    Peki ya komuta kademesi olarak? Özellikle kurmay takım? Ve ordunun politikalarını, stratejilerini belirleyen, kurumsal duruşunu şekillendiren kimdir?

    Bu konuda içaçıcı bir tablo yok maalesef. Yakın zamana kadar şehit cenazelerine katılıp namaza durmayarak kenarda bekleyen üst komuta kademesi subaylarımız vardı. Çok tepki olduğu için şu anda katılıyorlar.

    28 Şubat döneminde İslam’a, Allah’a ve onun aziz Peygamberine (s) akla hayale gelmeyen isnadlarda bulunan bir resmi yazı (iç yazışma) yayınlanmış sonradan gelen tepkiler sonrasında (yaklaşık 10 gün sonra) yalanlanma cihetine gidilmişti.

    Halen subay ve astsubay okullarına alımlar sırasında annesi başörtülü olan adayların arşiv araştırmasıyla baştan elendiği, seçmelerde alevi vatandaşlarımızın özellikle tercih sebebi olduğu bir realitedir. (yaşadığım şehirde bir alevi köyünden başvuran 30 kişinin 27 si okula kabul edildi. Komple şehirden ve toplam diğer köylerden kabul sayısı 60) Yine kurmay sınavlarında alevi kökenlki olmanın başlıca kıstas haline geldiği de bir gerçekliktir. Tabii ki bu tercih sebebinin otomatik CHP’lilik ve sekülerlik olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.

    Eşinin başörtülü olan bir sunayın, astsubayın -eğer gizli gizli takmıyorsa- orduda barınabilmesi mümkün değidir. Bu yazılı olmayan bir kural haline gelmiştir.

    Hal bu iken toplum değerleri ile ordu arasında paralellikten bahsetmek anlamsızdır. İttihatçı zihniyetinin sivil kanadını CHP ve şürekası temsil ediyorsa militarist kanatını da kimin temsil ettiği aşikardır. Bu zihniyettir 100 yıldır tepeden inme dönüşüm projeleri dayatan ve toplumumun mevcut şizofren hali almasına neden olan. Demokratik süreçlerimize her onyılda bir müdahale eden ve bizleri güdük bir demokrasi anlayışına mahkum eden Yunan ordusu değildi herhalde?

    Bütün bunların toplum değerleriyle onyıllardır süren cidalleşmenin münferit olduğunu iddia etmek ve kurumsal olmadığını savunmak, eğer cehalet değilse safdilliktir kanaatindeyim.

    Şu iki ayda yaşanlarda ordunun nasıl etkin rol oynadığı sürece nasıl müdahale ettiği ve sivil siyasetin önünü tıkayarak adeta istediği şekillendirmeyi yaptığı açıktır.

    Bu tarihsel oligarşik durumun ve toplum değerlerinin dışlanmasının da ötesinde bugün demokratik bir devlette ordunun kutsal olmasına, en güvenilir kurum olmasına gerek yoktur. İstenen sadece anayasal bir kurum olması ve sadece kendi alanında yani “ülkeyi korumada” görev alması ve bunu yaparken de siyasi iradeye tam anlamıyla bağlı olmasıdır.

    Türkiye’de bu durumdan oldukça uzağız, fakat ulaşmamız gereken nokta budur.

    Dolayısıyla Sevgili Sair’in düşüncelerinde kutsallaştırılmış bir militarist düşünceye rastladığımı ve bu düşünceye bütünüyle karşı olduğu belirtmek isterim.

    Terör ve tağut konularına hiç girmedim. Terör konusunda da ordumuzu -maalesef- başarılı bulmadığım gibi bu konua dair aklımda pekçok şüphenin dolaştığını da iktifa edeyim kaçayım..

    Selam ve sevgiler.

  19. Yazan:Pinar Tarih: Tem 10, 2007 | Reply

    Bu yazinin degindigi konu ne yazik ki daha uzun süre gündemde kalacak gibi.

    Yerli Düsünce Teröristleri ile ilgili güzel bir yazi da DUMANLI’dan :

    http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/yazar.do?yazino=561755

  20. Yazan:erman Tarih: Tem 17, 2007 | Reply

    Sayın Mehmet Bey emeğinize , bilginize sağlık.
    Suan yazılarınız ile yeni tanıştım yorum yapan değerli arkadaşlar ile birlikte güzel bir paylaşım imkanını yakalamış bulunmaktayım.çok sağolun ..

  21. Yazan:MY Tarih: Ağu 24, 2007 | Reply

    Ilginç bir dügün haberi

    Zeyno Baran ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Matthew Bryza ile evlenmis :

    http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=579633

    Belki artik evinin kadini olur, zeytinyagli dolma filan yapar 🙂

  1. 4 Trackback(s)

  2. Eki 17, 2007: Kuzey Irak’a girelim mi? : Derin Düşünce
  3. Nis 17, 2008: Küresel ısınma bitti… İkinci dalga geliyor! : Derin Düşünce
  4. Eki 1, 2008: Bayram Hatırası : Derin Düşünce
  5. Eki 17, 2008: Kuzey Irak’a girelim mi? : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin