RSS Feed for This Post

Sivil Toplum

Alperen Gürbüzer

Sivil toplum, örgütlü toplum demektir. Daha açık ifadeyle; toplumun bütün kesimlerinin, çeşitli branşlarda bir araya gelerek, organize bir şekilde teşkilatlanması demektir. Bir toplumun bütün unsurlarını tanımak için sivil toplulukları incelemek yeterlidir. Farklı kültür ve etnik unsurlar, dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, cemaatler, partiler toplum yapısının gerçeğini gösteren unsurlardır.

Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin gibi totaliter şefler, sivil toplum düşmanı olmuşlardır. Bunun yanında sivil inisiyatif öncüsü olmuş Nelson Mandela, Mahatma Ghandi ve Malcolm X gibi örnekler de bulunmaktadır. Din liderleri ve büyükleri de sivil inisiyatifin temsilcisi olmuşlardır. Resulüllah (S.A.V.) sadece ilahi vahyi tebliğ etmekle kalmamış aynı zamanda kitlelerle beraber hareket etmiş, Ashâbı ile doğrudan doğruya ünsiyet kurarak istişareye önem vermiş olan en büyük toplum rehberidir. Bireyciliğin ve demokrasinin çok geliştiği 21. yüzyılda, en büyük güç sivil topluluklardır. Bunun yanında halen dünün totaliter şefleri ve dayatmanın doruğuna ulaşan zihniyetler başka ad ve şekiller altında kolları sıvamış halde beklemektedir. Bunu rağmen artık tepeden yönlendirmeler eskisi kadar etkili olamıyor, hızını kaybetmiş görünüyor, üniversitelerde, toplumun tüm katmanlarında, aydınlar arasında, ve siyasi partilerin bir bölümünde “sivil toplum”, “sivil katılım”, “sivil inisiyatif” gibi kavramların tartışılır olması bu hareketin giderek daha da güçlendiğini gösteriyor.

Eski kuşak, tek partili “milli şef” döneminin zihniyetini sürdürmek konusunda dünyaya rağmen hevesini yitirmemiş olsa da, yeni kuşakta çoğulculuğu simgeleyen sivil toplum modelleri çerçevesinde hareketme konusunda ilgiyi ve heyecanı görmemek mümkün değil. Dünyayı ekonomik bunalımın eşiğine getiren, 40 milyon insanın işsiz kalmasına sebep olan 1929 bunalımı adıyla anılan ekonomik kasırga, Amerika’da farklı bir tip “toplumculuğun” gelişmesi, İngiltere’de işçi hareketinin örgütlenmesi, Fransa’da Leon Blum’ün sol cephe (Halk cephesi)’ni oluşturması, Almanya’da ise en şiddetli ve en radikal olan Nazi hareketinin meydana gelmesiyle sonuçlanmıştı.

Gerçekten de 1929 yılı dünyada ciddi manada ekonomik çalkantıların yaşandığı önemli bir tarihtir. Keynes modeli ise bu bunalımı ve ekonomik dalgalanmaların meydana getirdiği ekonomik krizi bir nebze olsun dindirmeyi başarabilmiştir. Fakat Keynes modeli, işlerliğini yitirmeye başlayınca ve miadını doldurunca, farklı bunalımlar ortaya çıkmaya başladı.

Çarlığın yanlış uygulamaları ve kitleleri canından bezdirmesi Lenin için bir fırsattı. Toplumun nabzını büyük bir maharetle istismar etmesini becerebilecek zeka kıvraklığına sahip olan Lenin, böylece Bolşevizmi gerçekleştirebilmiştir. Nitekim Versay zincirinin gurur kırıcı şartları da Adolf Hitlerin önünü açmış ve Almanya’da Nazizm’i zafere taşımıştır. Bu gerçeklerden hareketle şu teşhise varabiliriz: Dünün yetkilerini elinde tutan otoriterler, ortamı istismar eden güçlerin hakim olmasına yardımcı olarak “yeni otoriterler” türemesine zemin hazırlayabilmektedir. Zamanın otoriteleri, bunalımları çözmede en etkili yöntemin, toplumun istek ve taleplerine olumlu cevap vermek olduğunu görememişlerdir. Toplumla diyaloğa girmeyi, kitleleri yönlendirmeyi başaramamışlardır ve bedelini ağır bir şekilde ödemek durumunda kalmışlardır. İlelebet kalacaklarını düşündükleri makamlarından olmuşlar, veya perişan bir vaziyette tahtlarını başkalarına bırakmak zorunda bırakılmışlardır. Saltanatlarını terkederken de, geriye bir sürü göz yaşı, kan, kin ve nefret tohumları ekmeyi de ihmal etmemişlerdir..

İşte Bolşevizmin de, Nazizmin de kitleleri kandırarak taraftar toplaması bu noktalarda düğümlüdür. Aristo’nun “Tabiat boşluğu sevmez” sözü ne kadar da doğru. Topluma, koyun muamelesi yapanların, eninde sonunda koltuklarını terketmesi tabiidir. Sivil toplum gerçeği gözardı edilince ister istemez çok daha ağır baskıcı rejimlerin işbaşına gelmesi kaçınılmazdır. Nitekim de hep öyle olmuştur. Lenin iyi bir teorisyen değildi, ama iyi bir stratejiciydi. Mevcut şartları, lehine çevirecek kadar usta bir deha idi. Akıl dolusu, sinsi ve kıvrak manevralarla kitleleri ayağa kaldırabilmiş, nihayetinde bolşevik ihtilalini yapabilmiştir. İhtilal öncesi kitlelere verilen vaadler, iş başına gelince unutulmuş, yerine komünist partinin programları uygulamaya konmuştur. Lenin’den sonra Stalin gelmiş, o da Çar’lara rahmet okutacak şekilde kan dökmüş, topluma adeta koyun muamelesi yapmıştır. Totaliter uygulamaların koyu olduğu ortamların, bireysel girişimin önünde en büyük engel olması dolayısıyla sivil toplum olgusunun çok kere nüksetmesine imkan verilmez. Sivil toplum şuurunun yerleştiği toplumlarda ise fertler çok daha girişimci olabilmekte, şahsiyetler daha hızlı gelişebilmektedir.

Sivil toplum şuurundan yoksun fertler totaliter ortamlarda, tek tek beyin yıkamaya müsait halde olurlar, idarecilerin “okul yapacağız”, “il yapacağız”, “şunu yapacağız, bunu edeceğiz” gibi vaadlerine kolayca kanabilirler de. Çünkü bireysellikten çok toplumcudur ve sürü psikolojisiyle hareket etmektedir. Ülkemizde, henüz sivil toplum örgütlerinin kolayca örgütlenmesini sağlayacak kanuni düzenlemeler tam manasıyla uygulamaya geçemediği için, sivil inisiyatifini ortaya koyacak fertler de bir türlü ortaya çıkamıyor. Mevcut durum “bireysiz toplum” doğurmaktadır. Beyin yıkama makinası, işlerliğini hala devam ettiriyor. Gurup şuuru, katılımcılık şuuru yönünden gelişmelere şahit olsak da, henüz istenilen seviyeye gelinemediği açıktır. Fertler, grup olarak tavırlarını ortaya koyarak, netice aldıklarını gördükçe, sivil toplum anlayışı daha da büyüme eğilimi gösterecektir elbette. Zamanla kitleler, içinde bulunduğu olumsuz şartları örgütlü bir şekilde lehine çevirecek “sivil inisiyatif”i ortaya koyma cesaretini kazanacağına olan inancımız tamdır. Çünkü Türkiye eski Türkiye olmadığı gibi, tek partili dönemin Milli şef uygulamalarının baskıcı ve dayatmacı şartlarından bugüne gelene dek toplumumuz sivil tavır almak yolunda bir hayli mesafe kat ettiği bir gerçektir.

Malum olduğu üzere Türk halkı ilk tepkisini 1950 seçimlerinde DP’yi işbaşına getirmekle ortaya koymuştur. 1950 öncesi, tek parti uygulamaları, toplumu canından bezdirmiş olacak ki, çok partili hayata geçer geçmez, büyük bir oy potansiyeli ile Milli şef uygulamalarına son verilmiştir. Çok partili hayata geçiş “sivil toplum” olma yolunda ilk kıvılcımdır aynı zamanda. O yıllarda kitleler, içinde bulundukları şartlardan hızla kaçış eğilimi göstererek, teşkilatlanmaya doğru gidecek ilk adımı 1950 yılında atmıştır. Demek ki; ne kadar baskıcı ve dayatmacı bir yol izlenirse izlensin, sonunda kazanan “sivil toplum” olmaktadır, olacaktır. “Sivil toplum” olgusu tarihi geleneğimizle de örtüşen bir değerdir. Tarihimiz kendi haşmetini “reaya”nın (halkın) saadetinde arayan bir Osmanlı örneğine sahiptir çünkü. Osmanlı, kendi çağında sivil toplum şuurunun öncüsü olmuştur. Daha ilk kuruluşunda Osman Gazi’nin etrafında ahiler, gaziler, alperenlerin oluşturduğu bir dizi toplum örgütleri vardı. Söğüt’te atılan ilk hamur ve maya bu duygu seli etrafında gelişti. Osmanlı bu oluşumlarla beraber hareket ederek, üç kıtada hükmeden cihanşümul bir devlet haline gelebilmiştir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman; “Reaya (halk), gerçek efendidir” diyerek sivil toplum gerçeğini ortaya koymuştur. Osmanlı’da bir diğer örgütlenme örneği de devlet loncalarıdır, ki bu loncalar sayesinde tüccarların tekelci davranışlarına karşı önlem alınabilmiştir.

Loncalarda ayrıca toplumun bütün kesimlerini kapsayacak iş bölümü de bulunmaktaydı. Genelde halk üretim ve vergi faaliyeti ile ağırlığını ortaya koyuyordu. Ulema ise, din, yargı ve eğitim ile ilgili alanda yer alıyordu. Naima’nın teşhislerinden de anlaşılacağı üzere Devlet-i Âliyye’de örgüt ağında yer alan unsurlar şunlardı: 1. Ulema. 2. Asker. 3. Tüccar. 4. Reaya (Halk). Bu dört unsurun uyumlu olması demek devletin güçlü olması demekti. Bu uyum yükseliş dönemi sonuna kadar sürmüştür.

Tarihi gerçeklerden hareketle sivil toplum yapısının, birey-toplum-devlet dengesini yansıttığını ifade edebiliriz. Organizasyon, örgütlenme ve halk-devlet uyumluluğu, sivil toplum için vazgeçilmez olgulardır. Sivil toplum birimleri, milletin tam kendisi olmasa da, onu yansıtan bir parçasıdır. Tarım sürecinden sanayi sürecine, oradan da bilgi toplumuna yol almakta olan Türkiye, gerek ekonomik yapıda gerekse sosyal alanda müthiş bir değişim sürecine girmiştir. Çünkü sanayileşme ve bilgi çağı hem ekonomik, hem de sosyal vetireyi değiştirmektedir. Dünyadaki bu gelişmelerin ışığında Türkiye, ister istemez kendi toprağında ilk defa derinden sivil toplumun güçlü sesine ve kuvvetine şahit olmaktadır. Sendikal haklar, asgari ücret, sosyal güvenlik, kâra ve yönetime katılma gibi konular, tarım toplumunun meselesi değildir, artık bilgi çağı yolunda olan “sivil toplum”un konusudur. Bu durum politik ve ideolojik hayata da yansıyıp, siyasi değer olarak geçmektedir. Böylece sivil toplumla birlikte ücretliler meselesi siyasi partilerin gündeminde yer alabiliyor. Sosyal adalet uygulamalarının bir an evvel pratiğe geçirilmesi, sivil toplum örgütlerinin bir numaralı talebidir. Eğit-Sen, Kamu-Sen, Sağlık-Sen, Hak-iş, Türk-iş gibi sivil toplum kuruluşları bu maksatla kurulmuş örgütlerdir. Sendikal örgütler ve daha başka sivil toplum örgütleri her geçen gün gündemde yerlerini almaktadırlar. Sivil toplum için Sosyal adalet, önemli bir realitedir. Çünkü, kentleşme, sanayileşme ve bilgi çağının gerçekleri kendiliğinden bu meseleyi doğurmaktadır.

Bu demektir ki sivil toplumcu bir şuur ile ancak sosyal adaletsizlikler önlenebilir. Yapılacak en mühim faaliyetlerden biri de, kitlelerin ekonomik katılımının yanısıra, girişimciliğin önündeki bütün barikatların kaldırılarak toplumsal kalkınmayı gerçekleştirebilmektir. Toplumun iç dinamiklerindeki gerginlikler bu tür uygulamalarla giderilebilir, başka yolu da yok zaten. İnsanlar tavandan yönledirmelerden ziyade tabandan gelecek değişikliklere itibar etmektedirler. Senelerdir demoklesin kılıcı üzerlerinde sallandırılarak bezgin hale gelen kitleler, yeni yollar arayışında ümit tazelemekteler, kendilerine ışık aramaktalar adeta. Hedef belli, o halde İstikamet “sivil toplum” demeli, kurtuluşumuz sivilleşmekte gözüküyor diyebiliriz. Üstten dayatmalar, yönlendirmeler artık çok gerilerde kaldı. Her geçen gün gözü açılan insanımız, milli gelirin paylaşılması, sosyal adalet gibi konuları tartışabiliyor ve gerektiğinde idare edenlere, karşı demokratik tepkilerini ortaya koyabiliyorlar. Bütün bu olumlu gelişmeler üstelik “tabandan” geliyor, tavandan değil.. Türk insanı aslında en güzel günlere layık, üzerindeki kabuğu yırttığında daha da parlak çağların kapısını açacak duruma gelecektir elbet.

Aydınlık Türkiyenin doğmasına ümitvarız vesselam..

 

 Derin Düşünce nedir?

Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir?  Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır :)

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:Ecenaze Tarih: Haz 22, 2007 | Reply

    Fethullah Gülen liderliğindeki hareket de, bir sivil toplum hareketidir diyebilir miyiz?
    saygılar

  3. Yazan:Tansel Güçlü Tarih: Haz 22, 2007 | Reply

    Baştan sona katılmadığım bir yazı. Tutar bir tarafı da yok. Tanımlamaların hemen hemen tümü sakat. Çarlığın yanlış uygulamaları ne demek? Doğru uygulamaları olur mu? Otoritelerin toplumla diyaloga girmesi ne demektir? Hepsi havada bunların. Adına yazdığınız sivil toplumun bile ne olduğu yazmıyor burada. Hani “sınıflar” hani devlet, bu sivil toplum ne menem birşeydir.

    Bu yazı birşey demediği gibi de asılsız bir sürü iddia öne sürmüş. Pek bir kıymeti harbiyesi olduğunu söyleyemeyeceğim malesef. Özür dilerim.

  4. Yazan:İzzet Kütükoğlu Tarih: Eyl 26, 2007 | Reply

    Bu yazının yazarı bir şeyler yazmak istemiş, lakin ne yazmak istediğini ortaya koyamamış. bu yazı bu haliyle kimseye birşey anlatabilecek nitelikte değil…
    Oysa, konu gerçekten önemlidir. bu konuda yazılması, söylenmesi gereken çok şey var. fakat yazar, ülkedeki sivil toplum açmazlarını yazmak, örgütlenmenin sağlıksız gelişmesine neden olan yanlışları ortaya koymak dururken çarlık rusyası gibi konulara girmiş.
    Kardeşim Türkiye de bu konuda yazacak o kadar şey varken ne işin var senin rusyada?…

  5. Yazan:alperen gürbüzer Tarih: Kas 19, 2007 | Reply

    SİVİL İNİSİYATİF ve
    katılım
    ALPEREN GÜRBÜZER

    Liberalizmin babası Adam Smith’dir. O, ekonomik hayatın sürekli devlet tarafından yönlendirilmesine devam ettiği bir süreçte gündeme giren bir ideolog.
    Amerikan ihtilali, Fransız ihtilali ve buhar makinasının keşfi derken, sanayi inkılabı baş göstermişti o yıllar. Bilindiği gibi İngiltere’de ekonomi o sıralar devlet kontrolündeydi.
    Asiller, o dönemlerde yönetimi ellerinde tutuyordu, ama bu arada sanayinin gelişmesiyle birlikte sanayici ve tüccarlardan ibaret yeni bir zümre de oluşmaya başlamıştı ki, İşte bu arada alışılmışın dışında bir söylemle tüm ekonomik alanla ilgili ezberleri yerle bir edecek fikirleri ileri sürmesiyle dikkatleri üzerinde toplayacak bir adam gündeme girer, bu insan Adam Smith’ten başkası değildi. O ekonomik çağının ortaya koyduğu bir dizi problemleri fırsat bilip, şu sözleriyle hür teşebbüsün sesi olmaya başlayacaktır: ‘’Bir milletin zenginliğini sağlamanın en iyi yolu her insanı serbest bırakmaktır.’’
    İşte bu sözler liberalizmin genel çerçevesini oluşturur. Yani ‘’bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar mantığının özetidir bu ifadeler.
    Felsefi tartışmalar devam ederken halk da, iyi bir hayat standardına kavuşmak adına sürekli ekonomik mücadele içinde didinip durmakta. Aralarında konuştukları tek konu ise şüphesiz hayat pahalılığı ve enflasyonun dayanılmaz boyutlarda açtığı onarılmaz yaralardır. Bu konular ardı ardına konuşuldukça ister istemez kitlelerin devlete karşı olan güveni git gide azalacaktır. Güven bunalımı yaşayan kitleler ister istemez kurtuluşu ideolojilerde arayacak ve Adam Smith’in önerileri ilaç gibi gelecektir kimilerine.
    Kominizm ve liberalizm kriz ortamlarının ürettiği ideolojileri olup, biri yoksulların feryatlarından hareket eden akım, diğeri ise zenginlerin soluğundan yola koyulmuş bir yol, ama metodları aynı. Sonuçta her ikisi de sanayi çağının ortaya koyduğu sıkıntıların çocuğudur. Şartlar, olaylar her ikisini de meşhur etmiştir. Yine her ikisinin de ortak paydası kitlelerin günlük ihtiyaçlarını istismar etmeye yönelik strateji izlemeleridir. K. Marx, yoksulları istismar etmiş, Adam Smith ise zenginleri. İkisi de bütüncül değil,sınıfcı. Zaten toplumu sınıf sınıf ayırmak Avrupa’nın öteden beri içine düştüğü foseptik çukur,isteselerde bu çukurdan çıkamazlar, genlerine işlenmiş kalıtsal hastalık misali nesilden nesile taşınıyor adeta. Bizim kültürümüzde ise sınıf anlayışına yer yok, bu yüzden sınıflaşma bize yabancı kavram. Nitekim Osmanlı incelendiğinde sınıflar tezatının olmadığı görülecektir. Halk içerisinde sosyal bütünleşme vardır. Toplum tabakalarında ayırıma yol açan kalın çizgilere rastlanılmaz bu yüzden. Derebeylik, Feodalite yapısının izlerini bulamazsınız bizim toprağımızda. Çünkü merkeziyetçi yapımız sınıflaşmaya geçit vermediği gibi aynı zamanda merkeziyetçi yapı içinde demokratik anlayışa sahip bir nizam sözkonusu idi. Padişahların “astığım astık, kestiğim kestik’’ şeklinde aktarılan sözler tamamen bir iftiradır. Oysa tarih şöyle bir göz attığımızda padişahların tek başına karar mercii olmadıkları görülecektir.
    Şurası bir gerçek, Adam Smith’in açtığı çığır, Avrupa’da yankı bularak Onun önderliğinde ferdiyetçilik tek birim, tek değer kabul edilmişti. Şirketleşmeler, tekeller, tröstler ve monopollerin oluşmasının temelinde Adam Smith’in tetiklediği fikirler vardır. Bireysel çıkarların ön plana alındığı bir sistemin adıdır kapitalizm. Dolayısıyla insanlar arasındaki dayanışmacılığın rafa kaldırılması vahşi kapitalizm sayesinde gerçekleşmiştir. İnsanın insana üstünlüğünü ilke edinen bu ruh bugünde dünyayı sarmış durumda. Türkiyede ki vahşi kapitalizmin savunucuları, efendilerinden de daha keskin kapitalist dersek masadımızı aşmış sayılmayız. Hatta bazıları batıdakilere taş çıkartıcasına bu ideolojinin yılmaz müdafacıları olmuşlar adeta. Ve tavaf ettikleri tek mabed ise batı dır diyebiliriz. Batı’nın eğrisiyle doğrusuyla ne var ne yok hepsini ithale memurlarıdırlar onlar. Getirecekleri reçetelerin muhtevasının ne olduğunu bile tam etüd etmeden toplumumuzun yapısına tatbik etmek sevdasına kapılmışlardır hep. Şu basit kuralı dahi bilmezler; Bir fikir ne kadar güçlü olursa olsun, eğer o fikir uygulayacağınız toplumun dinamikleriyle bağdaşmıyorsa o sistemin başarılı olması mümkün değildir. Onların anladıkları tek kural; uşaklık ve efendilerine kayıtsız, şartsız sonsuz itaat olsa gerek. Tanzimat bu yolu açmış ve ülkemiz için liberalizmin giriş kapısı rolünü üstlenmiştir. Abdülhamithan hürriyet, eşitlik, adalet gibi güzel kavramlarının bir kılıf olduğunu sezip, bütün bu bağrışmaların ardından koca imparatorluğun elden gidebileceğini önceden kestiren bir dehaydı. Zaman, tarih onu çoktan haklı çıkarmıştı, ama iş işten geçmişti. Tanzimat,I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet vs. derken I. Cihan savaşı’na itildik ve az kalsın Anadolumuzda elimizden gidiyordu. İşte İttihatçıların başımıza ördüğü çorap buydu. Nasıl ki, liberalizm Tanzimat dönemiyle başlayan bir moda akım idi ise, 1970 yıllarında da sosyalizm moda olmuştu. Liberalizmden umduğunu bulamayan sözde kimliksiz aydınlarımız, bu seferde sosyalizim’in tek kurtuluş şarkısını çalmaya başlamışlardı. Neyse ki bu sevda da uzun sürmedi. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte Sosyalizm de tüm dünyada çökme sürecine girdi ve kominizm yıkılmaya başlayınca yeni arayışlar içine girildi ister istemez. Belli ki kimlik arayışlarının sonu gelmeyecekti. Bu sıralarda aydınımıza yeni bir kartvizite ihtiyacı vardı,o da dünyada esen rüzgarlara göre misyon yüklenmekti, onlarda öyle yaptı, öyle de oldu.
    Thoreau’da, “en iyi hükümet hiç hükümet etmeyendir” diyerek vahşi kapitalizmden farklı bir çizgi çiziyordu.
    Hanrey David Thoreau, “Sivil itaatsizlik” eseriyle yeni bir anlayış getirdi insanlığa. O, bir eserinde: “en iyi hükümet, işte insanları en çok kendi başına bırakandır. Önce insan, sonra bir devletin tebaası olmalıyız. Kanuna saygıdan daha çok haklara saygıyı geliştirmeye çalışmalıyız’’ beyanlarıyla ‘’sivil inisiyatif’’ yaklaşımının öncüsü olur adeta. Ayrıca O; ‘’Bütün seçimler, tıpkı satrançtır, doğru ve yanlışla ahlâki meselelerle oynanan bir oyun. İnsan yığınlarının eylemlerinde pek az faaliyet mevcuttur. Eğer hükümet sizi başkasına haksızlık yapmaya alet ediyorsa yapılması gereken şey alet olmamandır’’ diyor. Ve ekliyor ‘’Mutlakiyetçi monarşiden sınırlı bir monarşiye, sınırlı bir monarşiden de demokrasiye doğru ilerleme insana karşı hakiki saygı yönünde bir ilerleme demektir. Devlet ferdi tanımadıkça, otoritesini ondan almadıkça aydınlık bir ülkeden hiçbir zaman söz edemeyiz’’ ifadeleriyle fertlerin devlet için değil, devletin fertler için var olduğu, insanın vicdanı daima devletin en yüce rehberi olmalıdır şeklinde fikir serdeder. Liberal mantığın öznesi ‘’ego’’, yani bireysel çıkar ilişkisine dayanır. Thoreau’nun açtığı bu düşünce, liberal mantıktan çok farklıdır. Hatta Osmanlı’nın anlayışına çok yakın. Çünkü Osmanlı padişahları kendi efendiliğini tebanın huzurlu olmasında buluyordu. Tebaanın mutsuzluğundan kendilerini köle hissediyorlardı. Hatta Kanun-i Sultan Süleyman: ‘’Bir memleketin hakiki efendisi reaya (halk)dır’’ diyerek bu fikri keşfetmemizi sağlar yeniden bizlere. Osmanlı anlayışına göre iktidar ile servet orantılıdır. Ferdin mevkii yükseldikçe zenginlik artar çünkü. Osmanlı’da ulemanın görevi din, yargı ve eğitim, reaya’nın ise üretim faaliyeti ve vergi ödemektir. Aynı zamanda Osmanlı sistemi içinde mevcut olan esnaf loncaları tüccarların tekelleşme eğilimlerine geçit vermeyecek tarzda organize olup, kapitalist oligarşinin doğmasına engel olmayı başarmışlardır.
    Gandhi ‘’sivil itaatsizlik’’ tabirini benimsemişti. Sivil itaatsizlik Mahatma Ghandhi’nin elinde ‘’Pasif direnmenin kutsal kitabı’’ haline geldi zamanla. Gandhi 1914 boyunca G.Afrika’da kaldı. Ömür boyunca Genaral Jan Smuths yönetimine karşı mücadele verdi. Sivil itaatsizlik proğramları ülke genelinde uygulandıkça yıldızı parladı, şöyle ki; Başbakan Smuths ile hükümeti, Hintlilerin haklı taleplerini kabul etmek zorunda kalmıştı. Nitekim, 1914’de Gandhi Hindistan’a döndü. Orada 1948’de ta ki bir Hintli suikastçi tarafından öldürülünceye kadar, Hindistan ve Pakistan’a özgürlük kazandıracak olan tüm sivil kuvvetleri idare etti. O yıllarda sivil itaatsizlik metodu sık sık kullanılmıştı. Öyle ki Gandhi sivil inisiyatif bayrağını çok tesirli bir silah haline getirmişti. O’nun başlattığı ‘’sivil itaatsizlik’’ prensibi dünyada yıllardır yöneticilerin baskısı altında inim inim inleyen halkların zihninde ‘’Sivil inisiyatif’’ şuurunun kapısının aralamasına yol açmış ve bundan böyle insanlar tepkilerini demokratik yollardan dile getirebilme cesaretini kendilerinde görebilmişlerdir. Gandhi, bu noktada bütün totaliter ve dikta zihniyetlerinin tersidir diyebiliriz. Dolayısıyla Smuths, sivil itaatsizlik teknikleri karşısında pes edip, en sonunda Hintliler’in isteklerini kabul etmek zorunda kalacaktır.
    Mahatma Gandhi; ‘’En despot idare bile çok defa despot tarafından zor kullanılarak, halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığı anda onun kuvveti gitmiş demektir.’’ diyor. Şüphesiz ‘’sivil itaatsizlik’’ Thoreau tarafından ortaya atılmış, Gandhi tarafından mükemmelleştirilmiştir. O’nun sivil itaatsizlik proğramı şu esasları kapsar: ‘’Dilekçe ile müracaat, uzlaşma, hakem koyma vs’’ gibi barışçı yollar.. Şayet bu yöntemlerle neticeye varılmazsa bu seferde grev, işe engel koyma, genel grev, ticari boykot, oturma eylemi, grev vs. tedbirlerin yanısıra gerekirse vergileri ödememeye başvurulması gibi teknikler devreye girmeliydi, öyle de oldu.
    Dünyanın her yerinde ezilen halklar gücünü, bu tür demokratik kanalları kullanarak sesini duyurabiliyorlar ancak. Ghandi bu konuda sosyal adaletsizliğe uğrayan kitlelerin rehberi olmuştur bu yüzden. Nitekim Gandhi’nin başlattığı özgürlük mücadelesinde alınacak çok dersler var. Bizim müstağrib aydınlarımız ne kadar batılıysa, biz de Gandhi gibi mazlumlardan yana olan liderle beraber bu manada doğuluyuz. Sivil itaatsizlik sözle değil uygulamayla anlaşılabilen bir olay. Sivil inisiyatif hareketi her türlü opürtünist ve militarist uygulamalara tepki olarak ülkemizde de yer yer görülmeye başlanması ümitlerimizi tazeliyor bu konuda .
    Sivil inisiyatif öncüleri ‘’Liderlik Sultası’’ eğilimlerini reddedip, yerine hukuk kuralları çerçevesinde ‘’sivil itaatsizlik’’ anlayışının kitlelere yayılmasınını sağladılar. Sivil inisiyatif anlayışında ‘’milletin efendisi’’ diye bir çağrıya yer yoktur. Milletin efendisi milletin ta kendisidir. Milletle jandarma dipçiği vasıtasıyla ilişki kurulduğu devirler artık gerilerde kaldığı gibi toplum daha çok tabandan başlayacak gelişmelere kulak vermektedir. Tepeden idare etme, dayatmacı proğramlardan bıkmıştır. Şimdiye kadar Türkiye’de her yenilik tavandan estirilmek istenmiştir. Oysa tepeden yönlendirmelerle, halkın sivil inisiyatifi elinden alınmış, beyinlere ipotek konulmuştur adeta . Tavandan yapılacak reformlar, hiçbir zaman topluma mal olamaz, ancak ve ancak bu tür uygulamalar milletin tamamına değil bir kaç şahsın çıkarlarına hizmet etmekten öte bir anlam taşımaz.
    Toplumun, geleneksel normlarında değişiklik yapmak sûretiyle, yeni normları benimsenmesi sivil inisiyatif proğramlarının en iyi şekilde kullanılmasına bağlıdır. Bu yüzden kitle iletişim araçları, köy-şehir ilişkileri ve eğitim seviyesi toplumun sivil inisiyatifini olumlu yolda etkiliyen önemli kaynaklardır. Ülkemizde televizyon kanallarının çoğalmasıyla insanımız ‘’tek sesli’’ yönlendirmelerden kurtulmuştur nihayet. Çok seslilik sayesinde insanımızın bütün gelişmelerden haberdar olduğu gibi sivil inisiyatifini de ortaya koyabiliyor.
    Sivil inisiyatif, aslında insanın kalkınmasına yönelik hamledir. Kapalı toplumlarda fertler, geleneksel inanç ve değerler sisteminin kıskacından kurtulamadığı için yeniliğe karşı duyarsız kalmışlardır. Açık toplumlarda ise gazete, kitap, radyo, televizyon vs. tüm kitle iletişim araçları bir anlam ifade eder ki, bunların toplumun sivil inisiyatifini geliştirici yönde olumlu etkiler meydana getireceği muhakkak. Ki; toplumsal faaliyetler, bireye ‘’sivil inisiyatif’’ kimlik kazandırmaktadır.
    Sivil inisiyatif dinamizminden yoksun toplumlar, yalnızlık duygusu içinde olup, ancak birbirleriyle temas sağlamak sûretiyle psikolojik baskıları bir nebzede olsa dindirebiliyorlar.
    Dayanışmanın güçlü olduğu küçük toplum tipinden, ferdi yalnız bırakan ve herşeyi paraya göre değerlendiren büyük topluma geçişte yaşanacak kültürel yozlaşmalar sivil inisiyatifi olumsuz yönde etkileyeceği bir vaka. Önemli olan geçiş sürecini kültürel politikalarla destekleyerek sancısız geçirebilmektir. Her şeyin paraya göre değerlendirildiği ortamlarda insanlıktan bahsetmek adeta suç telakki ediliyor sanki. Oysa manevi değerlerimize sadakatle bağlı olsak para bizi esir alamaz. Bakın Buharalı alim bir zat olan Bahaüddin Nakşibendi (K.S.) ne diyor: ‘’Bir gün Mina pazarında gördüğüm bir gencin davranışını unutamam. Gence şöyle bir baktım, bir yandan altın satıyor, diğer yandan da paraları sayıyor. Kendi kendime dedim ki:
    “- Şu genç ne kadar dünyaya dalmış’’ diye. Sonra o gencin kalbine nazar ettim, birde ne göreyim, kalbi ‘’Allah’’, ‘’Allah’’ diyor ve düşündüm kendi kendime:
    “- Maşallah el kâr’da gönül yâr’da” dedim.
    İşte O Allah dostu bu ifadeleriyle, bütün insanlığı aydınlatıyor. İnsan dünya işleriyle meşgul olsa dahi insanı Allah’ın zikrinde alıkoymamalı. Buharalı alim zat’tan alabileceğimiz en büyük ders; her türlü inisiyatifimizi hem maddi alanda hem de manevi alanda kullanabilmektir.
    Otoriter sistemlerde karar fonksiyonu Führer, yani liderdir. Herşey liderin iki dudağı arasından çıkacak cümlelerde gizlidir. Liberalizmde karar fonsiyonu girişkin fertler yani patronlardır. Sermayenin tabana yayıldığı, tekelleşmeye geçit vermeyen modellerde ise, sivil katılımcılık ve sivil inisiyatif proğramları esastır. Çağdaş toplum; işbirliği ile rekabet, dayanışma ile çatışma arasında bocalamaktadır sürekli. Toplum imajı yerine, kişi imajı yer alıyor her geçen gün. Dolayısıyla Sivil toplum öncüleri karar fonksiyonun grubun bütünü olduğunu ilan ederek, yani tabanın geniş katılımı için çaba sarfederek geleceği kurtarmanın savaşını verirler adeta. Komünizm böyle değil, ferdin inisiyatifini elinden alan bir sistemin adı o, kapitalizm ise grubun bütününü değil de bir kaç kişinin menfaatini gözeten bir sistem. Her iki sistem de milli yapımıza ters. Toplum olarak hürriyeti ve bağımsız yaşamayı sevdiğimiz için sosyalizm bize yabancıdır. Sosyal adaleti ve fırsat eşitliğinden yana olduğumuz için kapitalizm de toplum dinamiklerimizle pek bağdaşmaz. Hem hürriyetçi hem de sosyal adelet ve fırsat eşitliğini sağlayan sistemden yana tavır alan bir yapımız var. Bunun adı olsa olsa dayanışmacılık, sivil inisiyatif, sivil katılım ve sivil toplum modeli olsa gerek.
    Sivil inisiyatifte toplum yönetimi önemli yer tutar. Herkese işinde, yönetiminde söz sahibi imkanı verdiği gibi fırsat eşitliğini de öngörür. Yöneticilerle yönetilenler arasında karşılıklı kontrol esastır bu modelde.. Yani aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya bir sirkülasyon söz konusudur. Bu durum karşılıklı güvenle etkili kılınır. Liberalizmde karşılıklı kontrol müessesesi yoktur, ‘’bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’’ tarzında başıboşluk hakimdir. Sivil inisiyatif proğramlarında başıboşluğu ve kaosa yol açacak uygulamalara yer verilmez. Hz. Ömer (R.A.) tebaasını adaletle yönetebildiği takdirde ashab O’na ‘’biat” ediyordu. Adaletten kıl payı ayrıldığında ise ‘’kılıcımızla düzeltiriz” diyebilecek kadar da şuur sahibi idiler. İşte karşılıklı kontrol müessesesesinden kastımız budur.
    Osmanlı’nın sosyal yapısı fert-toplum dengesini yansıtıyordu. Öyle ki Naima; ‘’Erkan-ı Erbaa; ulema, asker, tüccar, reaye (halk) bu dört unsur uyumlu olursa sıhhat bulur’’ diyordu. Naima, bu dört unsurun uyumluluğunu esas tutuyordu. Bir başka şahsiyet, Osmanlı düzeni içinde yetişmiş ve cihan şumul zeka sahibi Ahmed Mithat’da; doğuştan statü yerine başarıya dayanan statüye önem verir. Ahmet Mithat; herkesin memur olmak hevesiyle devlet hazinesini yağma edeceğine, üretici duruma gececek, hazineyi güçlendirmek hizmet olacaktır’’ sözleriyle tebaanın (reaya) aktivitesine önem vermiştir.
    Osmanlı’da mesleki örgütler ile dini hayat iç içedir. Osmanlı’nın kuruluşunda Osman Gazi’nin etrafında şeçkinler (yöneticiler), gaziler, ahiler ve dervişlerin olması toplumun sivil inisiyatifini kullanmasına izin verdiğinin isbatıdır.
    Kur’an-ı Kerim’de Allahü Teala: ‘’Yoksa onlar Rabbinin rahmetini mi paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini biz paylaştırdık. Birbirlerine iş görmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.’’ (Zuhruf Sûresi Ayet 32)buyurmakta. Ayettende anlaşıldığı üzere dinimizde mesleki tabakalaşmanın varlığı kabul edilir. Allah (C.C.) farklı işlere farklı kabiliyet ve istidatlara haiz insanlar yaratmıştır. Rızık farklılığı bir elin farklı büyüklükteki parmakları gibidir. Dolayısıyla normal bir durumdur,insanlar arasında farklı statülerin olması. Sosyalistlerin eşitlik teraneleri eşyanın tabiatına aykırıdır. Kur’an’ın bu açık buyruğunu Batı 1968’de gündeme getirebilmiş ancak. Fransız İhtilali’nden sonra Fransız sağı, farklılık ve eşitsizliğin özgürlük olduğunu ileri sürmüştür. Özdeşliğin yani eşitliğin, ‘’totelitarizm’’ olduğu fikri, eski anlayışları yıkmıştır. ‘’Herkesin efendi olduğu yerde herkes köle, efendinin olmadığı yerde herkes efendidir’’ sözü anarşinin ve kargaşalığın tanımıdır. Rızık farklılığın ve mesleki farklılıkların olabileceğini Kur’an-ı Kerim ta 1400 yıl aşkın öncesinden haber vermiştir.
    Liberalizmin insanlık için öngördüğü sistem seçkin insanlar zümresidir. Bizim anlayışımıza uygun meramımızı Ahmed Mithat şöyle dile getiriyor: ‘’Hiç insanın büyüğü, küçüğü, eşrefi, ednası olur mu? Bu fikir cühelaya aittir. Asilzadelerin kanı mukaddes de pes-payelerin (ayak takımı) çürük müdür? Bir adam nam ve ünvanı ile iftihar etmeli..’’ diyor. Evet bir insan işçi olsun, memur olsun, doktor olsun ve ne olursa olsun, nam ve ünvanından çekinmemeli, ya da gurura kapılıpda üstünlük taslamamalı. Üstünlüğün takvada olduğunu idrak etmek zorundayız. Ahmed Mithat’ın bu sözleri gerek kapitalizm gerekse komünizmden farklı tablo çiziyor.
    İslâm’ın zekât, helal kazanç, israf yasağı gibi fıkıh hükümleri aynı zamanda büyük servet birikimine engel sübaplardır. Kur’an-ı Kerim: ‘’Ta ki o mal, sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın’’ (Haşr Sûresi, ayet 7) uyarısını yapmıştır.
    Panait İsrati; ‘’dünyanın en hür diyarı Osmanlı ülkesidir. Tanrıya ve padişaha çatmadıkça orada herşey yapmak serbestir’’ ifadesiyle toplumun hür iradesiyle serbestçe ‘’inisiyatifi’’ ortaya koyabileceğini vurgulamıştır. İnsan yalnız İslâmiyette ‘’eşref-i mahlukat’’tır.
    İslâmiyette kul Mü’min olunca hukuki bir hüviyet kazanıyor, yani dilenciyi halifeye eşit kılan bir kimlik elde ediliyor böylece. Ul-ülemr Allah’ın aletidir sadece, servet ve makam ayırmaz insanları. Herkes inisiyatif sahibidir dinimiz sayesinde.
    Kur’an’ın muhatabı bütün insanlık. Sivil inisiyatifimizi İslâm’ın ışığında kullandığımız zaman ‘’insan’’ olduğumuzu anlamış olacağız elbette.Sivil katılım felsefesi, insanın kalkınmasının ilkesine dayanır. İnsan sermayesi, gelişmiş ülkenin en büyük yatırımıdır çünkü. Bizde eğitime ya da insan kalkınmasına bütçeden ayrılan payın çok düşük rakamlarda olması düşüncürüdür.
    Sivil toplumda, cemaat, sendikalar, dernekler, vakıflar, partiler, basın vs. önemli unsurlardır. Bu bakımdan kalkınmanın esas birimi, sivil toplum elemanlarının ve sivil katılımın gerçekleşmesine bağlıdır.
    Sivil katılım halkın kendi meselelerini demokratik kitle teşkilatları ile birlikte ortaklaşa çözmeleri ilkesine dayanır. Sivil katılımın ruhunu ‘’Şura’’ oluşturur. Alınacak kararlar istişare heyetinin ‘’Şura teşkilatı”yla gerçekleştirilir. Hiçbir sivil katılım projesi, istişareyi gözardı edip yahut bir tarafa itip, meselelerin üstesinden gelemez. Çünkü istişare, sosyal hayatın en önemli unsurudur. Üstelik Dinimiz, müslümanların dünyevi işlerini yaparken istişare yapmalarını tavsiye ediyor.
    Devletin sivil katılım projelerini uygulamaya koymada başlıca görevi; plan ve program hazırlanmasını temin etmek, sivil katılım şuralarını teşvik etmek, maddi ve manevi yardımlar yapmak gibi bir dizi kolaylaştırıcı icraatlerde bulunmaktır. Afrika’da bile sivil toplumun en önemli öğesi olan cemaatler aktif rol oynadığı gibi, cemaat kalkınmasında başarılı adımlar atmışlardır. İşte Nijerya, Uganda ve Gana bunun en tipik örnekleridir. Afrika’nın tek şanssızlığı sosyal aydın tabakasının olmaması.
    Sosyal değişim, sivil katılım modelinde önemli bir olgudur. Çünkü toplumdaki değişmelerin sebep ve neticeleri üzerinde çalışma yapmadan başarılı olmak mümkün değildir. Topluma model vermede ya da bilgilendirmede iletişim sağlayacak elemanlara herzaman ihtiyaç vardır. Bu iletişim elemanlarını ‘’değişim öncüleri’’ olarak adlandırabiliriz. Bunlar bir nevi ‘’gönüllü kalvuz’’lardır aynı zamanda. Dolayısıyla katalizör görevi yapacak bu gönüllü fedailerin, toplumun değerlerine yabancı olmayan elemanlardan seçilmesi icap ederki, bu çok mühim bir yer teşkil eder.
    Öncelikle halkın yaşayışıyla barışık değişim öncüleri sayesinde, toplumla çabucak iletişim sağlanabilecektir bu sayede. Böylece halkla aydın arasındaki yabancılaşma ortadan kalkmış olacaktır.
    Dünyada hızla gelişen teknik bilgilerin ve yeniliklerin toplumun her kesimine aktarılırken, bilgi tarsformasyonu uzman kadrolarla gerçekleştirilir hep. Devletler gerek ticari faaliyetlerini ve gerekse teknik bilgilerin aktarılmasını, ihtisas elemanları aracılığı ile gerçekleştirmenin yanısıra halkın sivil katılımınıda sağlayarak reformlarına hız verirler. Yeni buluşlar, yeni bilgiler toplum nezdinde hemen kabül görmez, bir anda değişime adapte olunamaz insan doğasının gereği.. Dolayısıyla her türlü yeniliği bir anda topluma kabullendirmek zordur. Daha düne kadar kimse ‘’sivil toplum’’ ve ‘’sivil katılım’’ kavramlarından söz etmiyordu. Bügün ise gelinen noktada partilerden-kurumlara ve sivil örgütlerden-toplumun bütün fertlerine kadar herkes bu konuyu konuşuyor ve tartışıyor. Sivil söylemler artık herkesin dilinden tane tane dökülmeye başladı bile. Az gittik uz gittik ama kısmende olsa mesafe alabiliyoruz demek ki.
    Sivil katılım faaliyetlerinde, eğitim görmüş, teknik bilgilerle donanmış değişim öncülerine çok iş düşmektedir. Sosyologlar bu yüzden; değişim öncülerine ‘’kalkınma ajanı”da diyorlar. Kalkınma ajanlarının en belirgin vasıfları şunlar:
    1. Teknik maharete haiz olmaları,
    2. Finalist olmaları (idealist karekterli.),
    3. Kültür şuuruna sahip olmaları,
    4. Siyaset bilimine vakıf olmaları,
    5. Teşkilatcı karekter kabiliyetlerine haiz vs. olmalarıdır.
    Toplumun bütün fonksiyonları göz önüne alınmadan toplum kalkınması faaliyetlerine girişmek abesle iştigaldir zaten.
    Sivil toplum unsurları, tertipli, düzenli ve hizmetkarlık şuuru, kendini feda etme gibi fonksiyonlara sahip olmakla sivil katılım yolunda öncüdürler, ama nasıl öncü derseniz, elbette ki; toplum kalkınmasında her gönüllü kendini hizmetkar olarak algılayarak öncü kuvvet olmalı. Ki; Yavuz Sultan Selim gibi dünyaya meydan okuyan bir padişah bile inandığı davasında kendini temsilci olarak görmemiş, sadece ‘’hizmetkar” olarak şahsını layık görmüştür. Mısır seferinden sonra kendisi için ‘’Hakimül Haremeyn’’ ünvanı öngörülmüştü, ama O yüce Padişah: ‘’Ben Hakimül Haremeyn ‘’ olamam, olsa olsa Hadimül Haremeyn’im diyerek hizmete talip olmuş, böylece efendiliğin hadimiyetten geçtiğinin mesajını vermiştir adeta.
    Sivil toplum unsurları, düzenli ve düzensiz şekilde örgütlenmiş olabilirler. Unutulmaması gereken düzensiz örgütlenmelerin anarşi doğurabileceği gerçeğidir. Zaten düzensiz organizasyonlar çok kere yığınları andırır.
    Artık çağımızda klasik anlayışların yerine, sanayii ve bilgi toplumu değerleri geçerken, sosyal yapıda birtakım gerginlikler, uyuşmazlıklarında nüksettiğini gözardı etmemek gerekiyor. İster istemez bu durum geçiş sürecinde yaşanan çözülme dediğimiz ‘’anomi’’ hal veya normsuzluk denilen sancılar meydana getirmektedir. Bu tip kaidesizliklere son vermenin yolu toplum öncülerinin, milli kültür şuuruna sahip olmaları ve kültür politikalarının aktif bir şekilde hayata geçirilmesiyle mümkün olsa gerek. Şayet sivil toplum modelinde sosyal dayanışma sağlanamazsa bir takım arızalar, sosyal dengesizlikler had safhaya ulaşacaktır ki, bu durum patolojik durumu ifade eder.O halde ne yapmalı? Sivil toplumu hem madden hemde ruhen donatmak gerkir.
    Şöyle ki; sivil inisiyatif proğramları iki ana unsurdan oluşur:
    1. Maddi kalkınma.
    2. Manevi kalkınma.
    Maddi kalkınma, sivil toplumun genelde ekonomik teşebbüslerini, manevi kalkınmada da toplumun tarih, din, folkloru vs. kısaca kültürünü kapsar. Maddi ve manevi kalkınmada takip edilecek yol ise: ‘’Metod, program, faaliyet ve devamlılık’’ ilkeleridir.
    Kalkınma ajanları, bu ilkeleri uygulamakla yükümlüdür. Sivil toplum unsurlarıyla iletişimde bu ajanların cemaatlerin yapısına ait hususlarda ön bilgiye sahip olması gerekir. Cemaatin yapısını tanımadan, toplumun aktif rol oynamasını beklemek hayaldir. Değişim öncüleri, umumiyetle yeniliklerin uygulamasını temin eder. Fakat, yeniliğin getirilmesinde takip edilecek metod önemlidir. Önce topluma verilmek istenen yeniliğin ‘’farkına” varılması sağlanır, sonra ‘’ilgilenmesi’’ beklenir. Daha sonra da toplumun yenilik hakkında ‘’kararlılığı ‘’sağlanıp, yeniliğin küçük bir ‘’uygulaması’’na geçilir. Netice itibariyle bu aşamalardan sonra görülecektir ki, değişim toplumca benimsenmiş olduğu görüleceği gibi kazananın statükoculuk değil değişim iksirinin olduğu birkez daha isbatlanmış olacaktır böylece.
    Toplum kalkınmasında, din alimi, pedogoji uzmanı, doktor, sosyolog, psikolog vs. çok iyi yetiştirilmeleri gerekiyor. Böylece bu ihtisas elemanları sayesinde sivil katılım gerçekleşmiş olacaktır.
    Din, ahlâk, maneviyat, hukuk, sosyal hayata renk kattığı gibi düzen getirir.. Cemaatle, küçük sosyal topluluklar olmasına rağmen, toplumun çekirdeğini oluşturur. Cemaatten cemiyete geçmenin yolu, küçük sosyal yapılarda olsa, onları dışlamayıp onların fikirlerine, görüşlerine başvurmaktan geçer.. Cemaatlerle varılacak diyalogla böylece cemiyete geçeriz, yani toplumlaşırız. Cemiyetteki sosyal aktivitelerin hız kazandırılmasıyla da daha geniş kavram olan ‘’millet’’ olma şuuruna varırız. Şu anda toplum olarak ‘’millet’’ kelimesi sadece dilimizde ve simgesel düzeyde, kalbe inememiş hala. Milletten kopuk insanların ‘’milli şuur’’a vardığı zaman sivil katılımın her tarafı bir ağ misali saracağını şahit olacağız demektir.
    Halkının teşkilatlanmasından, yönetime katılmasından ürken zihniyetin ağızlarından ikide bir düşürmedikleri ‘’demokrasi’’ lafı aslında, halkı dışlayıcı ideoljilerini ört-bas içindir. Birgün maskeleri düştüğünde ‘’milli şuur’’ dan ne kadar uzak oldukları görülecektir elbet. Bir ideoloji, halkın sonuna kadar ‘’hadimi’’ olarak ortaya çıktığı zaman toplum kalkınması da, o istikamette ilerler.
    Sivil katılım; geri kalmış toplumların sağlık, tarım, iktisadi, okul, dernek, sendika, vs. diğer toplumsal meselelerini halletmek için, topyekün bir maddi ve manevi kalkınma faaliyetidir. Teknolojik hamle ile maddi kalkınmamızı kültürümüzü yaşamakla da manevi kalkınmamızı gerçekleştirmiş olacağız. Sivil katılımcı anlayışında ‘’ben’’ şuurunun yerine ‘’biz’’ şuuru hakimdir, toplumun menfaatleri, şahsi çıkarlardan önce gelir. Toplum, gönüllü fedailerden yoksunsa her alanda menfaatçiliğin gırla kol gezdiğini söyleyebiliriz pekala. Hatta böyle bir toplumda sivil toplum yerine köşe dönmeciler, vurguncular asıl söz sahibi olur. Bu tür olgular sosyal sancılar doğuracağı muhakkak. O halde hem maddi hem de manevi kalkınma seferberliği başlatmak zarureti vardır.
    Gönüllü fedailer, tarihimizde ‘’Alperen’’ tipine tekabül eder. Nasıl ki Ahmed Yesevi’nin dergahına gelen ‘’Alp’’ler ‘’Eren’’lik vasfını kazanıp ‘’Alperen’’ oluyor ve topluma kazandrılınıyorsa bugün de pekâlâ bilgi çağın gereklerine adapte olmuş ‘’Alperen’’ tipi yetiştirmek mümkün,neden olmasın ki? Prof. Dr. Osman Turan; Türk’ün Alp’lerinin Pir-i Türkistan-ı Ahmed Yesevi’nin terbiyesiyle ‘’Erenlik’’ hususiyetini de alarak Alperen veya Gazi derviş olduklarını belirttikten sonra, bu yetişen ‘’Alperenler”in ileride Osmanlı İmparatorluğu’nun manevi temellerini oluşturduklarından uzun uzadıya bahseder. Zira Osmanlı’nın manevi temellerini oluşturan bu Alperenler sayesinde, devletin üst kademelerinde de canlılık meydana gelerek, üç kıtada hükmeden Cihan İmparatorluğunun doğmasına vesile olmuşlardır.
    Sivil katılım aslında insanın kalkınması yahut İnsanın şahsiyetini bulma davasıdır. Oysa Türkiye henüz teknolojisini tamamlayamadığından dolayı halkımızda ‘’avam kültürü’’ yaygındır. Yıllardır kapalı kutu içinde kalmaya mahkum edilen insanımız, aksiyonunu da yitirmiş maalesef. Tanzimattan beri uygulanan yanlış politikalar sonucu, toplumun teşkilatcılık özelliği körelmiş ve tarihi süreç içerisinde zamanla aktivitesini kaybetmiştir. Şimdilerde görülen manzaralarda pek içaçıcı değil, kahvehanelerde, birahanelerde parklarda, otellerde, sokaklarda ömrünü tüketen öbek öbek insan yığınlarını andırıyor sanki… Evet, yığından söz ediyoruz, bütün hataların sorumluluğunu İnsanımıza yüklemek de haksızlık olur elbet. Tamamen mesele, ülkemizi ehliyetsiz, halkla seçimden seçime iletişim kuran idarecilerin yüzünden ‘’yığın’’ haline geldik. Teşkilatlanmalarına izin verilmemiş, idari mekanizmlarda söz sahibi olmasına fırsat verilmeyerek katılımı sağlanmamış, sadece ‘’oy’’ verme işlemi için sınırlandırılarak, halkımızın sivil inisiyatifi elinden alınmıştır. Kitleler, yalnızlık psikozuna bu şekilde düşürülmüştür, oysa toplumun yönetenlerden beklentileri var. Belli başlı beklentileri sırasıyla şunlardır:
    – Mesleki bilgi edinmek,
    – Çocuklarını iyi bir gelecek kurmaları için eğitim imkanlarından sonuna kadar yararlanmak,
    – Kazançlarını artırmak,
    – Örgütlü ve teşkilatlı yaşamak,
    – Demokratik hayatta söz sahibi olmak vs. gibi temel gayelerdir.
    İdarecilerin topluma yabancılaşması, onarılmaz yaralar açmaktadır.. Halkla Erk arasında uyumsuzluk anlamına gelir ki, bu durum kaosa yol açar. Hatta bu alacakaranlık içerisinde halkın politikacılara, bürokrasiye ve yönetim kadrolarına güvensizliği her geçen gün artmasını doğurur. Onun için biran evvel milli birlik ve beraberlik yolunda hızlı adımlar atarak yarınlarımızın kurtarmanın yolunu aralamalı.
    Genellikle toplumumuz, İslâm’a olan bağlılığını, geleneksel yapı içerisinde kırsal alanlardan taşıyarak şehirlerde de sürdürmüşlerdir. Ancak çarpık şehirleşme kültürel yozlaşmayıda beraberinde getirmiştir. Sanayileşme ve bilgi çağı sürecine girdikçe ‘’norm’’lar bozulmaya yüz tutuyor ve ister istemez ferdi, yalnızlığa itmektedir. Bireyi, ruhi boşlukta yuvarlanmaktan kurtaran tek destek şüphesiz Allah’tır. Fakat bu güzel duygular çarpık sanayileşmenin getirdiği ‘’kültürel şok”la toplumdan siliniyor ve yerine ‘’ego’’nun menfeatleri yerleşiyor. Aristo, ‘’Tabiat boşluğu sevmez’’ derken belkide bu gerçeğe işaret etmiştir.. Ruhi boşluk dediğimiz ‘’Hiç’’lik bunalımıyla mücadelede eden insanları kültürel politikalarla destekleyip, moral motivasyon uygulamalarına geçilmezse toplum katmanlarında sosyal sancılar çıkacağı kaçınılmaz. O halde bireyi yalnızlıktan kurtaracak; ‘’manevi iklim”i oluşturmamız şart. O yüzden ‘’hiç’’liğe meydan vermeyecek yapılanmalara gitmek zurureti vardır. Evet! Aristo haklı; ‘tabiat boşluk tanımaz’ demekle.. Eğer halkı moral değerlerle beslemezseniz, haramiler halkın ruhunu çalmak için pusuya yatmış avını avlamak üzere heran hazır vaziyette..
    İslâmiyet’in doğmasıyla, Arap kabilelerin yani Bedevi toplum yapısında mevcut olan katılığın yerini merhamete bırakmış, madem yerine incelik, sevgi ve adalet gelmişse, toplumların da bügünkü yaşadığı ızdırapların yerine mutluluk ve refah gelmesi için yeniden İslâm’ın evrensel mesajına kulak vermek zorunluluğu vardır. Yeni bir ilham, yeni bir soluk dirişilimiz olacaktır elbet.
    Menzil, şehirlerden uzak bir köy olmasına rağmen, insanların huzur bulduğu bir belde. Katılımcılığın küçük bir örneğini orada bulmak mümkün. Dilleri, renkleri, ırkları ayrı olan insanların bir arada kardeşçe yaşanabileceğinin numunesi orada. Güneylisiyle, kuzeylisiyle, doğulusuyla, batılısıyla akın akın insanları bir arada katılımını sağlayan çekim alanı mevcut üstelik. Yani, akılla, kitapla anlatılacak gibi değil. Manevi çekim gücünün insanları birarada tutan bir havanın olduğu bir vaka. İşte bir kumarbazın ellerini yıkayıp abdest almaya başlaması, bir ateistin ‘’Allah’’ deyip yeni bir hayata adım atması, bir sarhoşun şişeyi taşa çalıp içkiye veda etmesi gibi örneklerin sürekli yaşandığı bir belde olması bakımdan dikkat çekiyor. Makam ve mevki insanları orada ayıramıyor, aksine bu makam ve mevkilerin geçici olduğunun farkına varıldığı bir yer olup, birtakım insanların kendilerinde önceden var olan kazanılmış statülerinin bir anda ‘’tevazu’’ya dönüşmesine şaşmamak elde değil. Aynı zamanda İlim sahibinin, asıl ilmin, ‘’Allah’a yakın ilim’’ olduğunun şuuruna varıldığı bir yerdir Menzil… Dedik ya sözle, kalemle izah edilemez, ancak yaşanarak anlaşılır…
    Orada ast, üst birbirine harman olmuş. Ast, üst aynı kazandan, aynı çanaktan çorba içiyor. Toplum katmanlarındaki hiyerarşi gururu silinmiş ve tek halkada birleşmiş, hepsinin dilinden sadece Allah anılıyor. Tek sermayeleri sevgi ve aşkdır dersek yeğdir. Anlaşılıyor ki; sevgiyle, aşkla fethedilemeyecek kale yoktur.
    Hz. Mevlânâ da ‘’Ne olursan ol yine gel’’ mesajıyla bir değişik katılımcılık örneği sergilimiştir. Hz. Yunus: ‘’Yaradılanı sev yaradandan ötürü’’ diyerek bütün insanlığa kucak açmış. Bizim kültürümüzün temelinde insan sevgisi yatar hep. Medeniyetimiz, insan yatırımına yönelik inşa edilmiş çünkü. Dünya bizim bu iksirimizle alem ‘’Nizâm-ı Alem’’ olmuştur. Davamız kuru bir cihangirlik davası olmayıp, İlay’ı Kelimetullah için ‘’Nizâm-ı Alem’’ davası olduğunu söyleyen bizatihi ‘’Ced’’lerimizdir.
    Osmanlı daha ilk kuruluşunda sivil katılım uygulamasına geçmiştir. Osman Gazi’’nin o günün toplum liderleriyle birlikte;
    – Gaziyan-ı Rûm
    – Ahıyan-ı Rûm
    – Bacıyan-ı Rûm
    Ve Derviş-Gaziler’in katılımıyla gerçekleşen konsensüsle üç kıtaya hükmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun doğmasına vesile oldular. Osmanlı bütün toplum kesimleriyle nasıl diyalog ve uzlaşma içerisinde bulunacağını ve nasıl tek yürek ve tek bilek olunacağının uygulanmasını gösteren belkide ilk imparatorluk..
    Bügünde Türk ve İslâm topluluklarının sanayi ve sanayi ötesine ya da bilgi çağının ötesine sıçramak gibi ulvi arzuları varsa, bunun yolu, tabandan tavana bir yapılanmaya doğru büyük bir katılım oluşturup, yeniden yeni ufuklara yönelmekle gerçekleşebilir ancak. Bilindiği gibi Japonya’yı ayağa kaldıran Japon ideali ve cemaat yapısıdır. Japonya, teknolojisi modern fakat sosyal kurumları feodal olan bir toplum. Pek bu hale nasıl geldiler? Şöyle ki; Mejii devrinin sloganları ile Tokugua devrinin sloganlarını sentezleyip birleştirmekle işe koyuldular ve bu sayede süper güç oldular. Bu sloganlardan biri uygarlık ve aydınlanmaya yönelikdi, diğeri de milli birlik ve beraberliğe, muhafazakarlık içeren düşüncelere vurgu yapıyordu. Kelimenin tam anlamıyla kültürlerinden taviz vermeden ilim ve teknolojik hamlelerini başlatıp süper devlet oldular. Türkiye’de mutlaka ve mutlaka kültürel kimliğinden taviz vermeden dünyaya açılan yeni bir model uygulamak zorundadır. İçe kapanık uygulamalarla, insanımızdan uzak uygulamalarla, bir yere varamayacağımızı anlamalıyız artık. O halde halkımızın ‘’sivil katılım”ını gerçekleştirip, modern dünyanın en üst seviyesine ulaşabilecek ruhu oluşturmalıyız. Nasıl ki Almanya, Japonya, II.Cihan Savaşı’nın haraberleri altında ‘’imkansızı’’ gerçekleştirdiler, biz neden süper ülke olmayalım ki?
    Bilge Kağan’ın deyimiyle ‘’Ey Türk titre ve kendine dön!’’ demenin zamanı geldi, geçti bile.
    Kendimize dönmek bügün değilse, ne zaman?

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin