RSS Feed for This Post

İmamlar Greve Giderse

Günlerdir evlerde, iş yerlerinde, internet sayfalarında seçimden başka şey konuşulmaz, tartışılmaz olmuştu, derken, pek fazla kimsenin dikkatini çekmeyen, açıkçası dinlerken de hafiften tebessüm ettiren, sonrasında ise derin derin düşündüren, bir haber çıktı ortaya..

Sözkonusu tv haberi ,İmamların mevcut koşullarının iyileştirilmesi adına, hükümete sundukları taleple alakalıydı .. Ve eğer talepleri yerine getirilmezse, son çare olarak, “namazı yavaş kıldırma eylemi” yoluna gidebileceklerini söylüyorlardı. din_bahis.jpg

Meseleyi, imamların 657 ye tâbi devlet memurları ve bu taleplerinin de doğal olduğu şeklinde sığ bakarak, geçiştirmek mümkün. Fakat, işin içerisinde, bu dünyadan ziyade, öbür dünya olunca, mevzu işte bu noktada sıradanlığını yitiriyor ve açıkçası biraz da ironikleşiyor.. İmamlar, kuruluşu 1 Temmuz 2005 de tamamlananDİVA-SEN adında bir sendika kurmuşlar.. Bu sendika Diyanet İşleri Başkanlığı merkez ve taşra teşkilatlarındaki imamından, müezzin kayyımına, Kur’an Kursu öğretmeninden, şoförüne,kalorifercisine, ahçısına, bahçıvanına, hatta cenaze yıkayıcısına kadar bütün personelini kapsamakta..Kuruluş amaçlarının neler olduğunu , kendi sitelerinden okumak mümkün.. Özellikle şu bölüm okunduğunda, sendikanın asli amacının ne olduğu gayet net anlaşılıyor:

A-HÜKÜMET NEZDİNDE ÇÖZÜMLENECEK PROBLEMLER: 1-Bu güne kadar birçok kere gündeme gelmesine rağmen, çıkarılamayan Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanununun en kısa zamanda çıkarılması için çalışacağız. Yasanın çıkması Kurum içindeki problemlerin ve birçok boşluğun ortadan kalkmasına yardımcı olacağı gibi keyfi uygulamalara da son verecektir. 2-Yeni Vakıflar Yasasının, Vakıflar Çalışanlarının ekonomik ve sosyal haklarını en iyi şekilde düzenleyen maddelerini de içine alacak şekilde en kısa sürede çıkarılması için çalışacağız. 3- Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilatı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü Çalışanlarının maaş yetersizliği, sosyal haklar konusundaki mağduriyetlerinin acilen giderilmesi şarttır. Çünkü Diyanet ve Vakıf Çalışanları, çocuğunun okul masraflarını karşılayamadığı gibi meslek haysiyetine yaraşır, bir hayat imkânı dahi bulamamaktadır. Bu durum Diyanet ve Vakıf Çalışanlarının itibarını, diğer Kamu çalışanları ile toplum yanında rencide etmektedir. Bu sıkıntıyı aşmak DİVA-SEN’in olmazsa olmazlarındandır. 4-Devletimizin bütçesinden diğer kurumlara yapılan sosyal tesislerden Diyanet ve Vakıf Çalışanlarının da yaralanacağı, her ilde bir sosyal tesisin mutlaka yapılması için çalışacağız. 5- Diğer kurumlarda olduğu gibi, Din Görevlilerine de resmi tatillerde ve mesai haricinde yaptıkları görev nedeniyle fazla mesai ücretinin verilmesi adil ücret dağılımının sağlanmasına vesile olacaktır. DİVA-SEN’in bir diğer olmazsa olmazıdır.

İslami perspektiften bakılırsa, bir insanın para karşılığı ezan okuması, yada namaz kıldırması, bu görevlerine karşılık bedel biçerek, ücretini az bulması, ne derece doğrudur tartışılabilir..

Yada bu işlerin, meslek ve geçim kaynağı olması Allah katında ne derece makbuldür, bilemeyiz. Fakat şu bir realite ki, eğer DİVA-SEN üyeleri, grev haklarını kullanmaya kalkarlarsa, cenazelerimizi kendimiz yıkamak, ezanlarımızı kendimiz okumak, cuma namazlarını kendimiz kıldırmak vs gibi daha önce pek rastlanmayan durumlarla karşılaşmak işten değil..

Hele hele şimdilik şakayla karışık dile getirilen, namaz yavaşlatma eylemi gibi bir eylemi, icra ederlerse, cemaatin hanesine sevap mı yazılır, yoksa içlerinden küfreden olursa, hiç yoktan günaha mı sokarlar bilinmez.

[Şeytanın sürekli mesaide olduğu düşünülürse, yasin suresi ile kılınacak bir Cuma namazından sonra, camiye uğrayan kişi sayısında gözle görülür bir azalma olacağı kesin ] Dolayısıyla, hükümetin, din görevlilerine istediklerini vermekten başka çaresi yok gibi görünüyor..

Bu cephede işler arapsaçı iken, mevcut duruma, bir de laik cepheden bakarsak, durumun vehametini daha net görmemiz mümkün..

Özellikleri anayasa tarafından belirlenmiş, yüceler yücesi, ulu ve dahi laik devletimizin, din işlerine bu kadar bütçe ayırıp, ücretli ve mesaili eleman çalıştırması, kendisiyle ne kadar çelişir, üzerine çok fazla konuşmaya gerek yok.. Kestiği kurbanların derilerine kadar sahip çıkan ve üzerine dindar halkından bu kadar korkan bir devletin, “Ben size güveniyorum, bu konuda özgürsünüz, namazınızı nasıl kılarsanız kılın, imamınızı, müezzininizi kendi aranızdan seçip, kendiniz finanse edin”demeye pek niyeti olmadığı ortada..

Çünkü bizim devletimiz korkuyor!

Evet, kurulduğu günden bu yana, suni irtica evhamlarıyla, dini müesseselerini kontrol altında tutmaya çalışan bir sistemle ayakta duruyor.. Devlet bu korkularından kurtulamadığı, halkının içinde yaşayan dini cemaatlerle barışmadığı sürece, bu çelişkili durumların son bulması mümkün görünmüyor..

İşte bu yüzden, imamlarıyla 300 YTL nin pazarlığını yapmak zorunda !!

 

 Derin Düşünce nedir?

Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir?  Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır :)

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 91 Yorum

  2. Yazan:blue Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Ramazan’a yaklaştığımız şu günlerde imamların bu eylemini dehşetle izliyorum. Teravih namazlarında da namaz yavaşlatma uygulayacaklarını düşünmek bile istemiyorum !
    Bence devlet imam kadrosunu daraltıp bu şekilde imamlık maaşını arttırabilir. Tabi, imamlığın para karşılığında yapılması ayrı bir garabet, ondan hiç bahsetmeyeyim. Ama aşağıdaki şekillerde de bir çözüme gidilebilir:
    Seyyar imamlar !
    Bu imamların bütün görevi günde 5 defa maksimum toplam 1 saatlik bir namaz kıldırma ve varsa 1-2 cenaze namazı kıldırma mıdır? Her camiye bir imama ne gerek var, her mahalleye bir imam tayin edilsin. Namaz, ezan okunur okunmaz kılınacak diye bir şey yok ki. Bu imamlara birer araba tahsis edilsin, cami cami dolaşıp 3-5 dakika rötarlarla cemaatin namazını eda etsinler.
    Bir başka çözüm:RING SERVISI
    Camilerde vakit namazını kılanlar 80′nin üzerinde yaşlı beyamcalardır. Bir ring servisi oluşturulup sabah bunlar evlerinden alınarak tek bir camiye getirilir ve hem daha kalabalık bir cemaat oluştuğu için sevap katsayısı artar, hem de onlarca imama karşılık, bir imam ve minibüs ile iş görülür. Namaz bitişinde de cemaat evlerine bırakılır…
    Bir başka çözüm: ONLINE imamet.
    Dedelerimiz, ninelerimizden vardır bilirsiniz, televizyon karşısında mukabele okurlar, Allah kabul etsin. Aynı sistem namazlarda da kullanılabilir. Herkes evinde TV’yi kıbleye yerleştirir, geçer arkasına, “niyet ettim Allah rızası için haazır olan ekrandaki imama” diye niyet eder ve namazını eda eder.
    Bir başka çözüm: Namazlar tek bir vakite alınarak toplu halde bir seferde kılınabilir. Dinimizde iki namazı birleştirme caizdir, birleştirilmiş iki namazı da tekrar birleştirirsiniz, böylece tek namaz olur. Namazı bir seferde kılan cemaat ve kıldıran imam ayrılır ve herkes işine gücüne bakar.
    Daha kreatif çözümler de üretilebilir tabi. Fatih bey İzlenimler’de robot imam önermişti örneğin 🙂

  3. Yazan:Hasan C Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Şimdi senin yazdıklarını okuyunca bir fikir üretiverdim. Madem Türkiye’de ultra laiklik adı verilen bir sistem uygulanıyor ve de namaz kıldırma memurlarına maaş veriliyor o zaman cemaate de bir miktar ödeme yapılması gereklidir.
    Örneğin Sabah Namazları 10 Euro, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazları 3 Euro, bayram ve cuma namazları 5 Euro olabilir. Teravih namazında ise imamın hızına bağlı olarak süre başına bir rakam tespiti yapılması adil olacaktır.
    Hatta din işleriyle kumar işlerini aynı çatı altında toplayan devletimiz her ayın dokuz, ondokuz ve yirmi dokuzunda bedava mevlüt çekilişleri dahi yapabilir…

  4. Yazan:BetüL Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Devlet diyanetten elini ceksin diyoruz. Istiyoruz. Fakat buna ne kadar haziriz? Yarin diyanet ozellestirilirse sudan cikmis baliga donmeyecek miyiz? Devletin diyanetiyle cemaatlerinki birbirine girecek ve bir karmasa cikmayacak mi? Bunlari konusmak icin bile belki cok erken. Yakin zamanda diyanetin devlet gudumunden cikmasini beklemiyorum.

    Imamlar hakkinda uzun zamandir dusunuyorum, tipki polis asker ogretmen gibi ulkenin en ucra koselerindeler, belki polisten askerden ogretmenden daha cok ulkenin her noktasindalar. Peki boyle bir guc kullaniliyor mu? Hayir.

    Benim simdi asil istedigim, imamlarin egitilmesi. Camilerin sadece 5 vakit namaz kilinan yerler olmaktan cikarilmasi. Kliselerin durumu gorunce insanin ici aciyor. Pek cok kilisede spor salonundan internetcafesinden toplanti salonundan, oturma salonuna bir cocugun gencin ya da yetiskinin isteyebilecegi her sey var. insanlari kiliseye pazar gunu ahricinde de getirebilmek icin ellerinden geleni yapiyorlar. Ev ev dolasip dinlerini anlatiyorlar.
    Bizim camilerimizde ise cocuklar biraz kosusturup ses yaptiklarinda azarlaniyor. Bence imamlar, imam hatip bitirmis namaz kildirmasini ve hutbe okumasini bilen kisiler degil, en az ilahiyat mezunu, psikolojiden egitimden anlayan insanlar olmali. Imamlik disinda herhangi bir isle ugrasmalari yasaklanmali, sadece namaz vakitleri sirasinda degil butun gun camide olmalilar ve maaslari da buna gore artirilmali. Cemaatlerinden alinan geri donume basarilarina gore odullendirilmeliler. Insanlari hem din hem baska sekillerde egitebilecek yeterlilikte olmalilar. Mesela burda bazi rahipler evlilik danismanligi bile yapiyor.

  5. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Betül Hanım,

    İzlenimlerde söylediklerimi tekrar edeyim.

    Sistem tamamen din algısını kontrol etmeye yönelik.

    Bu tekel “laikçilik” ile direk alakalı. Laik bir sistemde diyanet işleri diye bir kurum olmaz, camilerin imamına müezzinine, bakım onarımına devlet karışmaz.

    Devlet bu işten elini çekse de hiçbir camii imamsız, bakımsız, sahipsiz kalmaz. Çok daha verimli, öğretici, hayatın gerçekleriyle uyumlu bir imam-cemaat ilişkisi çıkar ortaya. Cemaat içinden seçtiği ama sonradan beğenmediği imamı değiştirir beğendiği birisine imamlık teklif eder, camiide tutmak için ekstra gayret sarfeder, rekabet olur kalite gelir.

    Buna izin verirler mi? Elbette ki vermezler. Çünkü bu aynı zamanda sosyal bir olgu olan “cemaatlerin” camileri işgali olarak görülecektir.

    Oysa bunu yapsalar yeraltına inmek zorunda bırakılan cemaatler hem fiziksel hem ruhsal olarak gettolaşma halinden kurtulur, toplumla kaynaşır.

    Özetle din eğitimi ve öğretimi ile alakalı olarak özel teşkilatlanmalara izin verilmeli. ve devlet bu işten elini çekmeli.

    Bu olsa bizde de kilise vb gibi devletten bağımsız organizasyonlar olur, okulları, sağlık, rehabilitasyon merkezleri, danışmanlık hizmetleri, eğitim-öğretim faaliyetleri vb. faaliyetler yürütürler. İnananların yardımları ile finanse edilirler devletle bir bağları da olmaz. Devlet sadece denetlemesini yapar, o kadar.

    Dileyen çocuğunu din okuluna gönderir dileyen laik okula.

    Ama bunu yapacaklarını sanmıyorum. Bu haliyle bir iyileştirme de yapacaklarını sanmam.

    Nerede devlet memurluğu vardır orada aksama olur. Bu iş gönül işidir, maaşla -hele garanti iş ile- olacak şey değil–bence..

    Selamlarımla.

  6. Yazan:BetüL Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Suat bey tamamina katiliyorum. Bir itirazim yok. Soyledigim buna su an hazir olmadigimiz. Istiyoruz, ama simdi hadi bakalim buyrun derseler sudan cikmis balik gibi ortada kalacagiz. Isterken bir hazirlik yapmaya da baslamali.

    Ama soylediginiz gibi bunun yakin zamanda olacagini dusunmuyorum. Hic degilse bir iyilestirme yapilsin diyorum.

    Selamalar.

  7. Yazan:blue Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Ece hanım,

    Bu arada yandaki karikatürde hocamızın el hareketini yakıştıramadığımı da ifade edeyim 😛

  8. Yazan:ljl Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    İslami perspektiften bakılırsa, bir insanın para karşılığı ezan okuması, yada namaz kıldırması, bu görevlerine karşılık bedel biçerek, ücretini az bulması, ne derece doğrudur tartışılabilir..

    Bence çok tartışılacak birşey yok. Gayet faydalı bir uygulama hatta. İmamlara ilk maaş bağlayan Hz. Ömer’di bildiğim kadarıyla. Yeni icat edilmedi.
    “Bu göreve karşılık bedel biçme” haklı bir ifade değil. Farklı bir işte çalışma bağımsızlığı olmayan ve ev geçindirmek zorunda olan insanlar bunlar.

    Bu iş gönül işidir, maaşla -hele garanti iş ile- olacak şey değil–bence..

    @Suat Bey
    Bana daha çok gönül işlerinde aksama oluyor gibi geliyor. Maaş ödenmesi de ayrıca bir işi gönül işi olmaktan tamamen çıkarmıyor; aksine gönüllülerin mağduriyetini önlemek anlamına geliyor. Sonuçta sizin önerdiğiniz sistemde de maaş uygulaması var… Sadece maaşın kaynağı farklı.

    Laik bir sistemde diyanet işleri diye bir kurum olmaz, camilerin imamına müezzinine, bakım onarımına devlet karışmaz.

    Karışıyor da kötü mü oluyor? Yok itirazınız başka birşeye karışması ise o kısmını nazara verin. Devletin imamlara maaş vermesinin eleştirilecek hiçbir yanı yoktur benim gözümde. Uygulamayı başlatanların niyeti de temizse sevapları büyük yazılıyordur diye düşünüyorum. (bu bize has bir deyim galiba: sevabın büyük yazılması)

    Hatta daha fazlasını söyleyeyim, Türkiye’de devletin camiler üzerindeki bu kontrolü basit cemaat çekişmelerinin cami düzeyine taşınmasına engel olan şer zannedilen görünmez bir hayırdır. Almanya’daki gibi bir adım ötede Süleymancı camisi, iki adım ötede Milli Görüşçü camisi olsaydı daha mı iyiydi?

    Diyanet çalışanlarının talepleri hakkında yorumum yok, namaz yavaşlatma türünden ifadeleri de saçma buluyorum ama ezbere konuşmaktan da kurtulmak lazım. Yoksa basit ve sıradan olayları bile içimizde kalan argümanları ortaya çıkarma aracı gibi görürüz…

  9. Yazan:Ece Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Sevgili Betül,

    Benim simdi asil istedigim, imamlarin egitilmesi. Camilerin sadece 5 vakit namaz kilinan yerler olmaktan cikarilmasi. Kliselerin durumu gorunce insanin ici aciyor. Pek cok kilisede spor salonundan internetcafesinden toplanti salonundan, oturma salonuna bir cocugun gencin ya da yetiskinin isteyebilecegi her sey var. insanlari kiliseye pazar gunu ahricinde de getirebilmek icin ellerinden geleni yapiyorlar. Ev ev dolasip dinlerini anlatiyorlar.
    Bizim camilerimizde ise cocuklar biraz kosusturup ses yaptiklarinda azarlaniyor

    Çok güzel öneriler..
    Ama, devlet bunlara da müsade etmiyor ki !
    Türkiye de camiler, genelde cuma günleri kullanılan mekanlar olduğu halde, korkuluyor..
    Gençler okulda namaz kıldılar diye kıyametler koparılıyor..
    Namaza teşvik için, ev ev imamlarının dolaşmasını teşvik eder mi sence?

    Bence imamlar, imam hatip bitirmis namaz kildirmasini ve hutbe okumasini bilen kisiler degil, en az ilahiyat mezunu, psikolojiden egitimden anlayan insanlar olmali. Imamlik disinda herhangi bir isle ugrasmalari yasaklanmali, sadece namaz vakitleri sirasinda degil butun gun camide olmalilar ve maaslari da buna gore artirilmali. Cemaatlerinden alinan geri donume basarilarina gore odullendirilmeliler. Insanlari hem din hem baska sekillerde egitebilecek yeterlilikte olmalilar. Mesela burda bazi rahipler evlilik danismanligi bile yapiyor

    Bu söylediklerin çok güzel, ama bizim devletimiz için tehdit biliyorsun ki:)

    sevgiler..

  10. Yazan:Ece Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Blue bey,
    DİVA SEN e mail attım, burayı okuyun dedim..
    Ama, şimdi de, sizi tenhalarda kıstıran olursa diye vicdan azabı çekiyorum:))

    ***
    Karikatürü, editör büyüklerim onayladılar:)
    Orada rahibin gökyüzüne bakışına dikkat lütfen!!

    sayg.

  11. Yazan:Ece Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    ljl bey,

    Bence çok tartışılacak birşey yok. Gayet faydalı bir uygulama hatta. İmamlara ilk maaş bağlayan Hz. Ömer’di bildiğim kadarıyla. Yeni icat edilmedi.
    “Bu göreve karşılık bedel biçme” haklı bir ifade değil. Farklı bir işte çalışma bağımsızlığı olmayan ve ev geçindirmek zorunda olan insanlar bunlar.

    İmamlar, 100 ‘c de ramözlerin[fırınların] karşısında, 8 saat pişen tekstil işçilerinden çok daha fazla ücret alıyorlar..
    Yaptıkları iş nedir peki?
    İnsan eğitmek mi?
    Betül hanımın idealindeki gibi, psikolojik destekte bulunmak mı?

    Cemaati kalabalık değilse, ezan da merkezi sistemle okunuyorsa, tek yaptığı şey, üç beş insanın önüne geçip, zaten yapması üzerine farz olan ibadetini eda etmek, bunu yaparken de ücret almak..Üzerine yatsı ve sabah namazları için 300 ytl ek ücret talep etmek!
    Neden?
    Çünkü kendini devlet memuru olarak görüyor ve bu iki namaz vakti, normal 8:00 -17:00 mesaisinin dışında kalıyor!

    Kulağa hoş geliyor mu sizce?

    Dvelet babamız, insanları manen doyurabilseydi [ki üzerine vazife değil zaten..]yani bu imamlar işe yarıyor olsaydı, şu anda bu kadar tarikat ve cemaatin esamesi olmazdı..
    Demek ki , formalite icabı yürüyen, israf edilen bir düzendir bu..

    saygılar

  12. Yazan:Ece Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Hasan hocam,

    Madem Türkiye’de ultra laiklik adı verilen bir sistem uygulanıyor ve de namaz kıldırma memurlarına maaş veriliyor o zaman cemaate de bir miktar ödeme yapılması gereklidir.
    Örneğin Sabah Namazları 10 Euro, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazları 3 Euro, bayram ve cuma namazları 5 Euro olabilir. Teravih namazında ise imamın hızına bağlı olarak süre başına bir rakam tespiti yapılması adil olacaktır.

    NAMAZ yaz, 3545 e yolla, kılmadığınız namazlarınızı, sizin için kılalım:))

    Hatta din işleriyle kumar işlerini aynı çatı altında toplayan devletimiz her ayın dokuz, ondokuz ve yirmi dokuzunda bedava mevlüt çekilişleri dahi yapabilir

    Doğru ya! Bunu nasıl da unuttum ben!
    Aynı devlet, milli piyango adı altında kumar da oynatıyor..
    Ört ki ölem:)

    sevgi ve saygılarımla

  13. Yazan:Hatice Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Sevgili Ece,

    Tartışılabilir olduğunu düşündüğün mevzunun tartışılmaz olduğunu düşünüyorum. 9-6 çalışılan bir işten bahsetmiyoruz ya da haftasonları gönüllü olunan bir sosyal faaliyetten de. Günün beş vaktinde -ki bunlardan kışın ikisi yazın üçü mesai saatlerinin dışındadır, görev yapmak mecburiyetleri olan, senelik izin kullanma konusunda bile sıkıntı çeken imamların ne şekilde geçinecekleri konusunda bir alternatif üretirsen, maaşlı olmaları konusunu da tartışılabilir sahaya çekme şansın olur. (Yukarıda konuyla ilgili yaptığın yorumu sonra okudum ama yine aynı fikirdeyim çünkü) :

    Beş-on camiden bahsetmiyoruz ki bir gönüllülük sözkonusu olsun. Yetmiş binden fazla camiden ve her birinde günde beş vakit ifa edilmesi gereken bir görevden bahsediyoruz. Bak mesela Ramazan ayında İstanbul’daki bazı camilerde bazı hafızlar gönüllü olarak teravih namazı kıldırıyorlar. Ama bunun bile sayısı çok çok az ki sadece bir aylık bir iş.

    Ayrıca ben birtakım sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olarak çalıştım ve maaşsız yapılan bu işlerde üyelerin devamlılık oranının çok düşük olduğunu gözlemledim. Yapılan hayır işi olmasına rağmen sadece ücretsiz çalıştıkları için bu insanlarla istediğiniz verimi elde etmeniz çok zor. Bir şeylerin doğru yapılmasını teklif ettiğinizde bile aldığınız tepki “ben gönüllü çalışıyorum senin maaşlı elemanın değilim” oluyor ki sorumlularla arasında problem varsa bilinç düzeyi yüksek kişiler bile aynı şeyi söyleyebiliyorlar. Bir de sen binlerce camide namaz niyazın gönüllü elemanların gönlüne kaldığını düşün. Bu durumda Allah Hz. Ömer’den razı olsun, makamını yüceltsin demeli..

    Aynı zamanda imamların devlet memuru olmaları yaptığı iş hakkında bilgisi olan insanların camilerde bulunması demektir, çünkü imam olmak için belli bir eğitim almaları gerekli. İşe sadece namaz kılmak olarak bakılmamalı. Herkesin arkasında namaz kılmam ben, neden? Bir imam namaza niyet ederken kadınlara kıldırmayı da niyetine eklemediyse onun arkasında namaz kılan kadınların namazı olmaz. Diyelim ki benim dayım gitti bir camide gönüllü oldu ve geçen akşam namazında benim namazımı batıl yapan bu hatayı orada kıldırdığı namazlarda da yaptı. Ne olacak?

    Ya da bizim gönüllü imam şafii mezhebinde, namaz kıldırırken burnu kanadı ama onun mezhebinde kan abdesti bozmadıgı icin namaza devam etti. Arkasında yüzlerce hanefi var ve fıkha göre onların namazı bu durumda gider. Ne olacak?

    Ya da İstanbul’da yaşayan bir yolcu arabayla Karadeniz turu yaparken yolu bir camiye düştü, baktı imam da yok, geçti gönüllü imam oldu. Tuş.. Arkasında duran bütün mukimlerin namazı iptal..

    Peki ya cuma hutbesi ne olacak? Milyonlarca müslümandan kaçı hutbe verecek bilgiye sahip. Gerçi onu da merkezi yapmışlar ama hutbeden sonra konuyla ilgili soru geldiğini düşün. O da yaptım bir hayır bari tamamlayayım deyip kendince mantıklı bir cevap verse, ama cevap sahih olmasa.. Cevabı alan zat da ona gore davransa bundan sonra.. Durum ne kadar vahimleşti.. Gerçekmiş gibi korktum yazarken 🙂

    Olaya sadece duygusal açıdan bakarsak imamların maaş almasını yadırgamak kolay, ne de olsa milyonlarca müslüman var ortada. Ama benim namazımın sıhhati için devletin o imama para ödemesi bence çok çok daha akıllıca bir şey.

    Ben sabah namazını maksimum on dakikada kılıyorum abdestle tesbihle beraber. Sonra doğru sıcak yatağa. Ya imamlar? Millet toplanacak, yerleşecek, namaz kılınacak.. eve dönülecek derken ne kadar vakit geçer. 300’e bütçe yetmez ama gene bir ek ücret verseler fena olmaz bu fedakarlık için.

    İşin bir de fıkhi açıdan tartışılabilirliği var ki fıkhen tartışılabilir bir konu olsa bile bu bizim işimiz değil. Hz. Ömer bu işi başlattığına göre ve hiçbirimiz fıkıhta ondan iyi açılımlar getiremeyeceğimize göre biraz tevazu sahibi olmanın zararı olmasa gerek..

    Laik devletin dini faaliyetleri kontrol altında tutmayı istemesini ise yadırgamıyorum ben. Zira bazılarınca laiklik kaygan bir zeminde duruyor. Devlete bağlı diyanet de o kadar olumsuz bir şey değil. En azından Özbekistan’dan farklı olarak -kalitesi istenildiği gibi olmasa da- bir dini hizmet veriyor devlet.

    Bardağın dolu tarafını görme günümdeyim 🙂

    Ama bununla beraber dini cemaatlerin faaliyetlerine izin verse de onları denetleyerek korkularından arınsa bu da güzel bir şey olurdu.

    Ama böyle bir şeyin olabileceğini sanmıyorum. Hazırdaki İmam Hatiplerin bile boğazını kesmişken..

    Yazı için teşekkür ederiz Ece..

    Sevgiler,

  14. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Hatice Hanım,

    Sizinle ilk kez, evet ilk kez yüzde yüze yakın oranda farklı düşünüyorum.

    Devletin imamlar vasıtası ile verdiği din hizmetini öyle bir anlatmişsiniz ki neredeyse yaşadığım ülkeyi, camiileri ve imamlarını tanımadığımı düşünecektim. 🙂

    Din hizmeti konusunda “illegal” yollarla İslam’a hizmet gayesi ile canhıraş çalışan pek çok cemaat, kuruluş tanıyorum ve kesinlikle iddia ederim ki verdikleri hizmetler, -şahsi gayretleriyle birşey yapmaya çalışan imam kardeşlerimizi tenzih ederim- diyanet hizmetinden 4-5 gömlek üstündür.

    Yurtdışında kiliselerin nasıl çalıştığını, böyle serbest ülkelerde gönüllü İslamî kuruluşların nasıl organize olup güzel hizmetler ettiklerini bildiğim için; benzeri bir yapılanmanın laik devlet olduğunu iddia eden ülkemizde de hem tutarlılık açısından hem de hizmetlerin kalitesi açısından gerekli olduğunu düşünüyorum.

    “Merkez”in istediği dışında hutbe vermenin soruşturma ve işten atılma nedeni olduğu bir ülkeden söz ediyoruz. Nasıl hizmet verecekler? Ne anlatıyorlar hutbede? Evet güzel hizmetleri var, karalamıyorum da ama metazori etliye sütlüye karışamayan, bazı dönemlerde yapılan zorbalıklara meşruiyet kılıfı sağlayan bir kuruluş için (Bkn. Kenan Evren, darbe ve ulul emre itaat ayeti) nasıl bir kaliteden ve imkanlarını maksimum kullanan bir “güzel hizmet”ten sözedilebiliriz?

    İmamların güvenilirliliği?

    Bu konuda diyanet görevlilerini ekstra temiz tutan nedir?

    Benim islami hassasiyetime göre.. İmamlığı “para karşılığı yapılan iş” olarak gören birisinin ardında namaz kılmak, mezhepsel farklılıklardan ya da seferilik sırasında olabilecek ama “ameller niyetlere göredir”in toleransına girmesi muhtemel hatalardan çok çok daha ciddi mahzurlar içermektedir. Elbette cemaat tarafından finanse edilme imkanı olanlar bile ücret almasınlar gibi birşey demiyorum. Sadece kirliliğe, ya da namazı sakatlayacak muhtemel şeylere verilecek örneğin çok olduğunu söylüyorum.

    Yukarıda da söylediğim gibi, Devlet bu işten elini çekse de hiçbir camii imamsız, bakımsız, sahipsiz kalmaz. Çok daha verimli, öğretici, hayatın gerçekleriyle uyumlu bir imam-cemaat ilişkisi çıkar ortaya.

    Özetle.. Diyanet işleri islami hareketi-cemaatleri engellemek, bastırmak ya da en azından kontrol altında tutmak için, laik olduğunu iddia eden bir devletin felsefesine aykırı bir biçimde kurulmuştur. Bunda da kısmen başarılı olmuştur. Halen bu ülkede cemaatler, gerek fikren gerek mekan olarak gettolaşmışsa, toplumla yeterli kaynaşmaları yoksa, gerek cemaatler arası ihtilaf ve çatışmaların gerekse tüm diyanet camiası ile cemaatler arasındaki çatışmlar devam ediyorsa bunun sebebinin “kontrol altında tutma” olgusu olduğu aşikardır.

    Din sosyal bir olgudur, bunun ritüellerinin uygulanış biçimi tahakküm kabul etmez, hele ki bizimki gibi bir pozitivist ülkede. Bu sosyal açılım spontone gelişime bırakılmaldır. Ve devlet bu işten elini tamamen çekmelidir.

    Son olarak. Özbekistan konusu tamamen farklıdır. Türkiye’deki gibi kitabına uydurulmuş illegallikle de olsa özel hiçbir eğitime müsade etmiyor devlet. Orada devlet çok daha ceberruuttur, o örneği vermek ölümü görüp sıtmaya razı olmak gibi geliyor bana..

    Selamlar.

  15. Yazan:faruk Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    imamları bu eylemlerinden ötürü kutluyorum. haklı da bulup destekliyorum.

    genel olarak hepimizde, özelde ise bende “empati” dedikleri olay pek gelişmemiş. Ece Hanım, haftanın 6 günü çalıştığınızı düşünün. sabah güneş 5.50 civarında doğuyor. 20 dakka öncesinden en azından namaza başlandığını varsayalım, hazırlığı vs için de bir yirmi dakika daha verelim. neredeyse bu imamlar her sabah 5’de uyanıyorlar. sonra gelip yatıyordır, ayrı. her sabah 5 gibi uyandığımızı düşünelim. sonra bir sürü insanla uğraştığınızı. cemaatle uğraşmak, hele ki küçük camilerde hiç kolay değildir. sigara içseniz olay olur 🙂

    yatsı ezanı 22.10 gibi okunuyor. yatsı uzun sürer. 22.30 da bu işin bittiğini düşünelim. yani mesainiz bu saatte bitiyor. imam namaz biter bitmez ilkokul çoçuklarının bayrak törenini koşarak terkettikleri gibi camiyi terkederse tabi 🙂

    ne yani taş mı taşıyorlar sırtlarında diyenler olabilir, imam onlar, bu görevleri vs diyenlerde.

    şurdan yaklaşalım, 30’lu yaşların hemen ortasındasınız, arkadaşınız telefon ediyor, “akşam 9 da arkadaşlar iş çıkışı çengelköyde çay içelim diyorlar, gelir misin?” diye soruyor. gidemiyorsun. evli isen eşin hiç bir komşuya oturmaya gidemediğinden, aysellerin daha geçen hafta yine sizi çağırdığından yine senin işin yüzünden gidemediklerinden dert yanıyor. hanım kısmısı dikkat eder böle ev gezmelerine, bilirsiniz.

    sonuç olarak, biraz dağınık da olsa demek istediğim şu: hiç bir müezzin Bilal-i Habeşi değil. onlardan bu tavrı beklemek safdillik olur. Hiç bir imam da ehl-i Beyt’ten değil. ve her erkek biraz kılıbık biraz da hovardadır. ve akşam 6 dan sonra her dakka mesaiye girer!

    bir daha kendi yerinize koyun, sadece 5 kere gidiyor olsanız bile camiye, yakın mesefelere gidip geri dönseniz de uzakdaki arkadaşlarınıza, biraz da trafiğe biraz da diğer ulaşımların zorluklarına güvenmediğinizden gidemiyorsunuz. sabah 5’den akşam on buçuğa kadar o camiye bağlı kalıyorsunuz.

    laik, hukuk bıdı bıdı devletiyse Türkiye, imamların görevlerini bir “din” görevi gibi yargılamak zaten baştan yanlış. Allah’dan bu kısma çok değinmemişsiniz.

    velhasıl, derin düşüneceğiz derken empatiyi elden bırakmayalım. burada imamları eleştiren kaç arkadaş imamlık yapmış merak ediyorum 🙂 savunan arkadaş yapmış ondan savunuyor diye düşünün hadi siz 🙂

    ece hanım, yazınızın sadece bir kaç paragrafına dair karşı çıkmadır bu yorum. yorumlarınızdaki felaket cevaplarınıza ise hiç değinmek niyetinde değilim 🙂

    son olarak dediğiniz gibi “Meseleyi, imamların 657 ye tâbi devlet memurları ve bu taleplerinin de doğal olduğu şeklinde sığ bakarak, geçiştirmek mümkün. ” ben derin düşünemedim, sığ kaldım affedin 🙂

  16. Yazan:Ece Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Hatice ciğim,
    Osmanlı da bu işler nasıl yürüyormuş diye, biraz taradım, karşıma “vakıf sistemi” çıktı..
    Bu sistem hayata geçirilebilir..
    Yeter ki, devlet sivil toplum kuruluşlarına güvensin..
    Şu anda bile, “camileri devrediyoruz” dese, kesinlikle hiç bir cami sahipsiz kalmaz!
    Bunu sen de ben de biliyoruz:)

    sevgilerimle..

  17. Yazan:Hatice Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Suat Bey,

    Bugünü bir yere not edelim öyleyse 🙂 Yüzde yüze yakın oran hakikaten unutulmamalı. Şaka bir yana ben aslında kendimce ehven-i şer olanı savundum. Bu konuda babamla da konuştum ve o da sizinle hemen hemen aynı fikirde fakat ben cemaatlerin seksen bin camiyi nasıl bölüşecekleri konusunda soru işaretlerine sahibim.

    Ayrıca yanlış yorumlanan cemaat anlayışı ile şu caminin imamı falancı, ben oraya gitmemli cümleleri duymak işten bile olmazdı gibime geliyor.

    Peki ya cemaatlerin hutbede yer alacak fetva-takva arasında geniş bir yelpazede seyreden farklı açıklamaları halkın kafasını karıştırmayacak mı?

    Hali hazırda hutbelerin merkezi olması hoş değil bahsettiğiniz açıdan. Ama işte cemaatler burada açığı kapatıcı sayılmaz mı?

    Gruplar dini eğitimden sağlık hizmetlerine kadar zaten faaliyetteler. Legal olsalar daha da iyisini çıkaracaklarını sanmıyorum. Hizmet verdikleri kitle biraz büyür ve kılıfına uydurma sorunundan beraat ederler. Hali hazırda harika çalışıyorlar.

    Aslında benim savunduğum şey imamların maaş almasının yadırganmaması gerektiği idi. İslam ülkelerinde hiç yadırganmaz zaten, laik devlette bir takım sakıncaları var oldugunu kabul ediyorum. Ülke şartlarında uygulanabilir ve daha az zararlı bir alternatif sunulduğunda fikrimden feragat ederim 🙂

    Selamlar,

  18. Yazan:Ece Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Faruk bey,
    Hoşgeldiniz efendim:)
    Her ne kadar farklı düşünsek de, değerli yorumunuz için çok teşekkürler..
    Derin Düşünce ailesi katkılarınızı devamını diler..

    saygılar, selamlar..

  19. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Faruk bey,

    Öyle mi anlatmışsınız ki imam olacağım geldi:-)

    Yakın çevremde tanıdığım sohbet ettiğim imamlar var, pek çoğu merkezi ezana geçildikten sonra sabah namazını, namaza gelen yarım saf cemaatle aralarında bölüşmüşler.

    Bir tanıdığım imam ve galericilik yapıyor, bir diğeri kabzımallık yapıyor. Özellikle köy imamları cuma ve bayram namazları hariç hemen her namaz vaktinde işleri olduğunda yerlerini cemaatten birisine bırakabilir.

    Yani öyle şehirler hariç “çay içmeye gelemem kusura kalma” denecek bir durum yok.

    Arkadaslarla birlikte balık tutmaya gittiğimiz bir grupta bir de imam vardı, muhabbet uzayınca telefonla vekil atadı kardeşimiz.

    Hele bir de müezzin kadrosu varsa -ki pek çok merkezi camiide var bildiğim kadarı ile- değmeyin keyfe. Sırayla görevi ifa ediyorlar.

    Ya da lütfen gidemesin bir yere yani, siz çalışma saatlerinizde çok mu rahat hareket ediyorsunuz?

    Salt 657 bıdı bıdıya göre bakarsak da iş saati olarak hiç de 8 saati dolduruyorlar gibi gelmiyor bana.

    Sabah 5’te kalkıp 6’ta yatıyorsa beyimiz, benim popomdan ter akarken o da öğleye kadar yatıyor ya hu..

    Hasılı empati yapıyorum yapıyorum hiçbir yönden imamların talebini haklı göremiyorum.

    Selamlar.

  20. Yazan:faruk Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    poponuzun teri bir kenara Suat bey, biz yönetmeliklerden bahsediyoruz. bir imam, görevini cemaatten devredip balık tutmaya gidiyorsa bırakın mesai istemeyi aldığı maaşı bile cemaatle bölüşmek zorundadır ve bu da ekstrem bir durumdur. biz sanırım burada kaytaran imamcıkları değil, kaytaramadığı için diğer kaçak imamlara kıl olan ve haklı bir şekilde mesai isteyen imamlardan bahsediyoruz.

    evet imamlardan galerileri olan da vardır gayrımenkulleri de. bu adamlarda zaten 300 YTL’nin peşine düşmezler. mesai isteyenlerin büyük bir çoğunluğu sadece imamlık yapanlar diğer kısmı da sabahları “para para” diye uyananlardır muhtemelen.

    ben çalışma saatimde çok rahatım. inanmayacaksınız ama işim masa başında oturmamı değil dışarıda gezip tozmamı gerektiriyor. pazarlamacı değilim, bir şey satmıyoruz. aylak değilim maaş alıyorum. bu sebepten ötürü beni bir kenara bırakın. popomdan akan terde kilolu olmamdan dolayı, bu sıcaktan dolayı hiç ayağa kalkmasam bile akıyor.

    verdiğiniz örnekler doğrultusunda düşünürsek, yarın polisler zam istediğinde “kardeşim trafikçileriniz rüşvet alıyor, narkotikçileriniz mal satıyor, ahlak masası vizite kesiyor, organize suçlar da zaten mafya olmuş. hepiniz köşesiniz maaş almasanızda olur” mu diyeceksiniz. geçen arkadaş gurubumla balık tutmaya gittik, trafikçi arif komiser yatıyla geldi o halde zam mam yok bunlara diye de “reel” örnekler verirsiniz belki…

    çok afedersiniz ama yine poponuza döneceğim. sizinki terlerken imam efendi öğleye kadar uyuyormuş. bunu da haksızlık olarak görüyorsunuz. birincisi sizin de şartlarını yerine getirerek imam olma hakkınız var. altınız böylece kuru kalır, kim bilir belki de mutlu bile olursunuz. ikincisi, iş hayatında ben daha çok çalışıyorum, daha ağır işler yapıyorum berikinden daha fazla kazanmam lazım diye bir mantık güdülemez. bu komik bir şey olurdu. aynı işi yaptığınız bir arkadaşınız; bu, çok rahat olarak nitelediğiniz imamlığı yapmaktansa mevcut işinde çalışmayı yeğleyebilir. aslolan yaptığımız işi sevmektir değil mi? meslek seçimi de böyle bir şey olsa gerek zaten. ya da, ki bu da üç oluyor, inşaatta demir bağlayan ve güneşten çoğumuzun “amele yanığı” dediği ten bronzlaşmasından vucudu siyah-beyaz olmuş muhtemelen doğulu abimiz, roberto carlos’a sırf tuğla bile taşımadan milyon yuroları götürdüğü için gıcık olabilir. “ulan yaptığı iş meşin yuvarlağın peşinden koşturmak. ama dünya para alıyor. biz akşamları kalfalarla bu işi beleşe yapıyoruz” diye de hayıflanır mesela. hatta taşıdığı tuğlaların 5. kata çıkarılmasını sol kanattan etkili bir atak geliştirmekten daha zor kabul edip “benim burada popom terlerken adam orada keyf ediyor paşalar gibi” diyerek kadere bir sitem gönderebilir.

    hadi hepsi bir yana, bir beste yapmak ne kadar zor olabilir. insan banka memurları bankonun arkasında her gün yüzlerce müşteriye hizmet verirken terlediği kadar terler mi bir bestekar? muhtemelen meyve yada alkol kokteyli sehpasının üzerine, daha bir önceki gece çeşit çeşit milletten kızlarla sabaha kadar eğlenmiş Serdar Ortaç sizin patronunuzdan bile fazla kazanıyordur. hem de bir kaç bestesini satarak. ne yani “şarkı yapmakta ne var, ben de yaparım mı” diyeceğiz. böyle bile desek, biz bu şekilde isyan ederken o bengü’ye sattığı şarkının parasının bilmem hangi barda çatır çatır yiyor olacaktır 🙂 ben serdar ortaç dedim, siz yesari asım arsoy diyin. bana farketmez 🙂

    velhasıl Suat Bey, cin başka peri başka 🙂 önce meselenin terle felan alakalı olmadığı konusunda anlaşalım sonra diyanetin problemlerini çözeriz, dert değil 🙂

    ece hanım, derin düşünce ailesini sığ düşüncelerimle şenlendirmek benim de hoşuma gitti. umarım bu tartışmalar kişisel komplekslere bulaşmadan keyifle devam eder. he bir de camiler sahipsiz kalmaz demişsiniz ya işte asıl problem bu 🙂 herşeye herkesin sahip çıkması!

  21. Yazan:Talha Can Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Arkadaşlar(Özellikle Suat Bey size sesleniyorum:)
    Bu konuda yazamam çünkü çok çetrefilli düşünceler içerisinde olduğum için sabaha kadar yazmak durumunda kalırım. Konuşmak daha iç açıcı olur benim için(derindüşünceye böyle bir yenilik getirsek olmaz mı ya:) Ben de evvelde Suat Bey gibi düşünürdüm bu konuda. Özellikle Suat Bey’in belirttiği önemli noktalar var, -en basitinden laik bir memlekette ne işi var diyanetin, kuruluş amacı da belli iken- pakvizyon’u ilk kurduğumuz sıralar bu konuda bir akademisyenle konuşmuştum, benim düşüncelerim iyiden iyiye netleşmişti, öyle düşünüyordum. Hatta yazı filan yazacaktım pakvizyona, hazırlığını da yapmıştım, hatta derinsular’da o sıra bununla ilgili de bir yazı yazılacaktı, o da kalmıştı. Neyse ben bu düşüncelerle bir gün bir imamla bu konuda konuşmaya başladım. Adam harbi çetin çıktı, beni evirdi çevirdi, öptü… Düyanetin haç hizmetlerinden girdi, camilerin zaten devlet değil halk tarafından yapıldığına getirildi, bu hizmetleri diğer müslüman ülkelerinkiyle karşılaştırdı. Benim pestilimi çıkardı. Ben de evirdim, devşirdim. Düşüncelerim şu an Betül Hanım’ın yorumlarıyla parelellik gösteriyor. Nedir bu? Devletin Türkiye’deki diyanet hizmetlerinden elini çekmesine ne kadar hazırız? Bu tartışmaya katılmak isterim ama böyle kendi aramızda çalıp oynamakla olmaz. Getirin birkaç tane imam, müftü, vaiz o zaman tartışma yön bulacaktır.
    İmamların grevi hakkında da şunu düşünüyorum, “imamın sarığı beyazdır, leke götürmez.” Madem imamlar memur, hatta son yıllara kadar nüfus müdürleriyle birlikte en az maaş alan memurlardı, hakları olduğunu düşünüyorum. Diğer konularda da Betül Hanımın görüşlerini yerinde buldum. Hedef ise Suat Bey’in savunduklarıdır.
    Muhabbetle…

  22. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Faruk bey,

    Uzun uzun yazmışsınız ama hiçbir şey söylememişsiniz. Elmalar armutlar üzümler hepsi birbirine karışmış.

    Benim gibi serbest piyasacı iktisatçıya emek-değer ücret kıyasları yapmanız da nasıl desem.. hımm.. evet biraz komik olmuş gibi..

    Ben imamlar adına sizin yaptığınız ajitasyona cevap verdim ve taleplerinin hiç de haklı olmadığını örneklerle gösterdim.

    Cevap diye yazdıklarınıza bakıyorum iki yanlıştan bir doğru çıkartmaya çalışmışsınız ama, olmamış.

    Hasılı.. İmamların talepleri yersizdir, aldıkları ücret de yaptıkları iş ve TR şartları ücret kıyasına göre gayet makuldur. (Sazan gibi atlanma ihtimaline karşılık not: TR şartları işgücü-emek ve ücret kıyası dedim, dikkat)

    Daha bütün bakarsak devletin din işlerine karışmaması gerekir eğer laiklik gibi bir ilke anayasanın değiştirilemez maddesi olarak ortada salına salına duruyorsa..

    Selamlar.

  23. Yazan:faruk Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    işte kişisel kompleks derken bundan bahsediyordum. cinlerin kaçtığı ortamda haklılığınızı mesleğinizi belirterek kanıtlamaya çalışmasaydınız keşke. şimdi ben de tüketiciler birliği başkanıyım diyerek mi haklı çıkmaya çalışayım.

    velhasıl Suat Bey, ajitasyon, komik ve iktisadı benden iyi bildiğiniz ima etmeniz benim adıma sizinle olan keyifli muhabbete nokta koymuştur. halbuki daha hakkımda hiç bir şey bilmeden, mesleğim konusunda fikriniz olmadan hatta iktisat mezunu olup olmadığıma dair elinizde belge olmadan buraya yazmadığım tali konuları eleştirmeseydiniz belki de daha sağlıklı olabilirdi. nasıl ajitasyon ama, iyice acındırdım mı kendimi 🙂

  24. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Faruk Bey,

    Eyvallah, ben yazı ile konuşurum, cevabımı verirken de “yazılanlara” göre veririm.

    Devam etmek ve argümanlarla cevap vermek isterseniz buralarda olacağım.

    Saygılar.

  25. Yazan:faruk Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    başka zaman inşallah. diğer arkadaşların yazdıklarım hakkında bir diyeceği olursa, bu tartışmayı onlarla devam ettirmek niyetindeyim.

  26. Yazan:T. Suat Demren Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Talha kardeşim,

    Bu konuda -ya da başka hiçbir konuda- fikrim sabit değildir, ikna olursam düşüncelerimi değiştiririm.

    Benim düşüncelerim yazdığım gibi, senin rastladığın imam gibisine rastlarsam belki değişebilir. 🙂

    Şaka bir yana..

    Öncelikle savunduğumuz şeylerde tutarlı olmak zorundayız. Eğer demokrasi, din ve vicdan özgürlüğü yanında bir de “laiklik” diyorsak bu tartışma başlamadan biter, bitmelidir. Çünkü laik sistemde devlet din ile ilgilenmez, bununla ilgili olarak personel istihdam edemez.

    Burada devletin siyasi projesinin tuzağına düşülüyor. Devlet tavuk veriyor ama kazı götürüyor.

    Devlet bu din öğretimi, imam istihdamı vs sevdasından vazgeçtiğinde ne olur?

    İşte o zaman devlet özel din eğitimine, din görevlisi eğitimine izin vermek zorunda kalır. Bu da tevhid-i tedrisatin kaldirilmasi demek. Ve gercek laikliğe gecmek demek. Bunu yaparlar mı, hiç sanmam.

    Bu sebeple bu bir proje olarak, yürütülüyor, daha doğrusu öyle tasarlanmış ve işlevini yerine getiriyor.

    İslamı ve buna bağlı hassasiyetleri engelleyemeyecekerini bildikleri için çok akıllıca bir taktikle kontrol altına tutuyorlar, bunda da epey başarılı oldular.

    Diğer İslam coğrafyası ile kıyaslamak da yanlış olacaktır. Çünkü ülkelerin şartları birbirinden çok farklıdır. Birçoğu sömürge olan ve savaşlardan vaşını kaldıramayan ülkeler ile Osmanlı’nın devamı olan Türkiye’yi kıyaslamak hakkaniyetli değil. Ama illa kıyaslanacaksa mesela Endonezya’dan çok olumlu bir örnek verebilirim.(*)

    Peki bu “özele devre” hazır mıyız?

    Bu çok önemli değil. Bir geçiş dönemi olabilir, 5 yıl, 10 yıl gibi.

    Hele ki elimizde, genel olarak bazı asli işlevleri hariç devletin burnunu soktuğu her işi verimsizleştirdiği gibi kanıtlanmış bir veri varken bu konuda devletçi yaklaşımlarda bulunmak sağlıklı değil gibime geliyor.

    Bu iş özel sektöre devredilebilir, belki başlangıçta bazı sıkıntılar olur ama zamanla bu spontone işleyiş kendi aksaklıklarını giderir ve herşeyde olduğu gibi burada da “piyasa” mekanizması en iyi biçimde işler ve kaliteyi getirir.. diye düşünüyorum.

    Selamlar.

    (*) 3980 anaokulu ve kreş, 6728 ilkokul, 3279 ortaokul, 2776 lise ve meslek lisesi, 101 meslek yüksek okulu, 13 öğretmen yüksek okulu, 32 ilahiyat fakültesi, 166 üniversite. 47 tam teşekküllü hastane, 217 poliklinik, 161 aile eğitimi ve danışmanlık merkezi, 13 büyük şirket, 5 İslami usulle çalışan kredi bankası, 81 mikro kredi enstitüsü, 15000 cami ve mescid, 30 milyon hektar vakıf arazisi…

    Bu rakamları Sami Hocaoğlu’nun birkaç ay önceki bir yazısından almıştım.

    Sadece bu rakamları duyanlar büyük ihtimalle Hocaoğlu’nun da dediği gibi bir devletten bahsedildiğini sanabilir.

    Ama hayır; bunlar bir cemaate ait kuruluşlar. Endonezya’da 30 milyon müntesibi bulunan büyük bir cemaat bu; adı da “Muhammediyye.”

    Yazının devamı:

    http://www.dusunceler.org/toplum/2006/11/13/muhammediyye-cemaati/

  27. Yazan:faruk Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    bir düzeltme ve özür.

    bir önceki yorumum T.Suat Demren’e hitaben idi.

    Suat Öztürk’e hiteben yazdıldığı için T.Suat Demren ve Suat Öztürk’den özür diliyorum. İsimlerin aynı olmasından dolayı karıştırdım sanırım. dalgınlığımı mazur görün lütfen.

  28. Yazan:T.Suat Demren Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Faruk Bey,

    Özüre gerek yok, iki isim de bana ait.

    Birisi müstear diğeri gerçek. Bir süre önce müsteara geçtim, ama sistem bazen eski ismimi tanıyor ve yorum yazarken otomatik ekliyor, bu da benim gözümden kaçabiliyor.

    Gerekli düzenlmeyi yaptım,

    saygılar.

  29. Yazan:Mehmet Edebali Tarih: Tem 31, 2007 | Reply

    Ece Hanım elinize sağlık.

    Arkadaşlar, Yorumların hepsini dikkatlice okudum.
    Benim bu konudaki görüşlerim Suat Bey’le paralellik arz ediyor.
    Diyanet Özelleştirilsin:)
    Hatta aman dikkat edelim gavuru, hollandalısı yahudisi filan gelir alır, mümkünse ihaleyi de OYAK alsın:)

    “Devletin altın yumurtlayan diyanetini gavura yahudiye peşkeş çektiler! Uyan uyan!… (Emin Çölaşan)

    Suat Bey’in belirttiği üzere Diyanet maceramız, gizli iktidarın tıpkı imam hatip liseleri örneğinde olduğu gibi bizlere sunduğu binbir illüzyondan biridir.
    Betül Hanım ve Talha Bey’in söylediği sudan çıkmış balık haline ve hac vb hizmetlerle ilgili imamın yorumlarına gelince,
    Bu konularda endişeniz olmasın, kısa zaman içinde hepsi belli bir düzen içine girer.
    Bu millet camisine, imamına sahip çıkar.
    Haccına gider.
    İmamı parasız, camiyi cemaatsiz bırakmaz.
    Muhabbetle…

  30. Yazan:Haydar Tarih: Ağu 1, 2007 | Reply

    ABD de birkac turlu vergi verirler… gelir vergisi, satis vergisi, eyalet gelir vergisi vs. Bunlardan tek kurus bile Kiliselere, Camilere, Sinagoglara vs ye gitmez. Vakif olduklari icin vergiden muafdirlar ve sadece bagis vs ile varliklarini surdururler. Cemaati olmayan kilise kapanir hatta ev arsa gibi satilir.

    Kapanma olasiligina karsi orada burada minik minik ibadethaneler yerine neredeyse spor salonu buyuklugunde yerler yaparlar. Cemaat zaman zaman azalsada kapanmaz. Kapanma duygusunun getirdigi utanctan dolayi cemaat en iyi yetismis, alim din adamini orada gormek ister. Bu nedenle Masteri, Doktorasi hatta Profesorlugu olan binlerce din adami vardir.
    Hitabettigi cemaat de neyin ne oldugunu bilen insanlardir. Din ve siyaseti birarada gormeyi isteyeni cok azdir.
    ***

    Turkiyede ise; oligarsinin Diyanet eliyle onyillardir surekli vesayet altinda tuttugu kurumsal olgunlasma yeterli olamamistir. Diyanet rijid, sert-bukulmez, sablondan cikmis bir hizmet gotururken; kendi toplumunun icinden cikan imamlar cemaatini battaniye gibi sarabilme, nabzini anlama becerisine sahiptirler.
    Ayrica, Diyanet memuru olan imamin memuriyetini devam ettirme, dolayisi ile Ankaraya uyma celiskisi vardir.
    Bunlar “kalite” faktorleridir.
    ***

    Surekli kuculen dunyada bizim imamlarimizla Avrupali din adamlari bu veya su nedenle daha sık karsilasiyorlar. Gerek Turkiyeye yerlesen yabancilar, gerekse Avrupaya yerlesen Turkler icice yasar duruma geliyorlar…

    …ve ister istemez bizim kasaba imamlarimiz ile doktorasi olan yabanci kasaba din adamlari birbirinin alimligini tartar olacaklar. Diyanet sisteminin darasinin yeterli oldugundan emin degilim.

  31. Yazan:ljl Tarih: Ağu 1, 2007 | Reply

    Ece Hanım,

    Sadece diyanet yapisi ve maas uygulamasinin dogru olup olmadigi ile alakali dusuncelerimi ifade etmek istedim.
    Yoksa istedikleri para dediginiz gibi haddinden fazla olabilir. Isin o kismiyla ilgili pek yorum yapmak istemiyorum.

    Selamlar…

  32. Yazan:zihni Tarih: Ağu 1, 2007 | Reply

    Sevgili Ece,
    her zamanki içtenliğinle döktürdüğün konu yine reytingi en yüksek konuların başında gelmekte. Bu senin suçun değil elbette. Var olan bir olguyu sorguluyorsun haklı olarak.

    Bir zamanlar Mısırda gelenekçilere karşı darbe yapan Abudulnasır (tam yazabildi mi bilmiyorum adını) bir duruma el koyar. Darbeden önce ülkede yıllardır tartışılan bir konu varmış, KURAN HALUK MUDUR, MAHLUK MUDUR? tartışması. Halk ikiye bölünmüş (3. taraf izleyici). Bir kısmı haluk, diğerleri de “mahluk”tur dermiş. Devlet darileri, üniversiteler, sokaklar, kahvehaneler… her yarde bu konu tartışılırmış.
    Abulnasır BEY, danışmanlarıyla karar alarak bu işe bir son vermek amacıyla, ülkenin düşünür geçinenlerini toplamış bir yere.
    Kuran “haluktur” diyenler şu tarafa, “mahluktur” diyenler bu tarafa toplansın demiş. Soracağım, yanlış söyleyenin kafasını uçurturum demiş.
    Toplanmışlar.
    Danışmanlardan biri, “komutanım, falan yazar burada yok, onu da getirelim” demiş. Jandarma zoruyla getirmişler.
    Komutan diğerlerini bırakmış, bu “kaçak yazar” ile ilgilenmeye başlamış.
    -Söle bakalım kuran haluk mudur, mahluk mudur yazar efendi? demiş.
    (Mısırın sanki Aziz nesini gibi biriymiş O)
    -Yazar efendi kadar taş düşsün başına e mi komutan” demiş.
    Allah allah! bak şu cesarete!
    devam etmş, ey sersem herif, ülkemizde açlık, yoksulluk, eğitimsizlik, ve hayata dair bir sürü birinci sorunlar dururken, bu konuları tartışıp ta insanları meşgul etmeini yararını sen söyle” demiş.
    Abdulnasır,
    -tamam ben danışmanımı buldum” demiş. Diğerlerini zindana attırmış, bu tartışmaya son vermiş.
    Öykü bu ya, hisse ve kıssa varsa buyurun. yoksa, yazımamış sayın.
    sevgiler.

  33. Yazan:zihni Tarih: Ağu 1, 2007 | Reply

    Bir de,
    kadınlar ve ateistler camilere gitmediğine göre, imamlar ömür boyu grev yapabilirler, sakıncası yok. Ama, vergilerin o tarafa kayan kısmını sorgulamak gerek:)) Hizmet almadığın bir şeye vergi vermek caiz midir?

  34. Yazan:Talha Can Tarih: Ağu 1, 2007 | Reply

    Suat Bey, Mehmet Bey,
    ilk yorumunda da belittiğim gibi söylediklerinize katılıyorum ama hedef olarak görüyorum Yani alınması gereken yol var, buna geçiş dönemi diyebilirsiniz? Diğer İslam ülkeleriyle karşılaştırmayı haç hizmetleri babında kasdetmiştim. Bunun için objektif bir deneye ihtiyacımız var. Hacca bir özel şirketle gidin, bir de Diyanet’le. aradaki farkı görürsünüz. Üstelik özel sektör şuan en iyi halini almış olsa dahi. Diğer ülkelerin bu servisleri ile diyanet karşılaştırılamaz bile. Haç mevsimi veya haricinde Mekke’de ve Medine’de servis sunan en iyi kurum diyanettir. Özel sektörle giden tanıdıklarım var, bin rezil olmuşlar. Diyanetin kuruluş misyonunu da izlediği yoluda biliyorum. Başından şimdiye kadar kimlerin geçtiği de ortada. Tabi şimdikini ve daha önceleri birkaçını hariç tutuyorum. Ama benim vurgulamak istediğim, ne kadar önünde statik bir engel olmasına rağman diyanetin ülkemizde olumlu hizmetlere imza attığı ve bahsedilen geçiş için tam uygun bir ortamın olmadığı. Türkiye’de toplumsal ayarını tutturamamış cemaatler var. Durumun iktidar kavgasına, hasede, nifaka dönüşmesi hiç iyi olmaz. Toplumda bu tür olaylar toplum mühendislerine de, gizli iktidara da fazlasıyla malzeme çıkararır. Siyasal tarafsızlığı hep savunmuşumdur. Bu anlayışıma göre Diyanet kurumunun varlığı zaten aklıma yatmaz. ama şuan buna böyle bir geçiş sadan çıkmış balığa döndürür. Zamana, yani önce bir oluşum ve birikime ihtiyaç var.

  35. Yazan:Talha Can Tarih: Ağu 1, 2007 | Reply

    Zihin Bey,
    son yorumunuz hoş olmuş:)

  36. Yazan:freedom Tarih: Ağu 1, 2007 | Reply

    Ben verdiğim verginin din adamlarına maaş, camilere elektrik, su, gaz olarak gitmesini istemiyorum.

    Sabahın köründe arapça gürültülerle veya davul sesleriyle uyanmak istemiyorum.

  37. Yazan:Mehmet Edebali Tarih: Ağu 1, 2007 | Reply

    Talha Bey,
    Tamam ben de sizi anlıyorum.
    Ama şu örneklerde behsettiğiniz örneğe kısmen benzer:
    Rakının en iyisini devlet yapıyor, TEKEL özeleşmesin.
    Özel sektör piyango işini çeviremez, MİLLİ PİYANGO özelleşmesin.
    vb…

  38. Yazan:Aydın Vatandaş Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Ben imamlara zam (pardon ek tazminat) verilebileceği görüşündeyim. Ama ön şartn olarak cenaze, mevlit, hatim vs gibi bilimum “ekstre” lerden elde ettikleri ücret, komisyon, bahşiş (artık her ne ise) gibi gelirleri makbuz karşılığı gerçekleştirmeleri ve bunları maliyeye beyan etmeleri koşuluyla. Günde (en iyi ihtimalle) en fazla 3-4 saat çalışıp denk kadro derecedeki memurla aynı ücreti alıp bir de yok şudur yok budur diye şikayet etmek ne ahlaka, ne dine, ne de insanlığa sığar diye düşünüyorum.

    Bu memlekette imamlardan daha az para alan ve bunun karşılığında 8 saat mesaiyi tamamlayan pek çok memur var bu unutulmaya.

    Ha bu arada devletin namaz kıldırmak için 657 ye tabi bir “ordu” bulundurmasının laiklik ilkesi ile ne kadar bağdaştığına ilişkin tartışma apayrı bir konu. Ama vakıf sistemi ile bu işlerin finanse edilmesinin en büyük sakıncası ise bu görevleri yerine getiren kişilerin sicil amirlerinin sadece ve sadece kendi vicdanları ve vakfın mütevelli heyeti olacak olmasıdır. Yani bir nevi siyasi otorite karşısında bağımsız bir ruhban sınıfına (Osmanlı örneğinde olduğu gibi) izin veriyor olmasıdır. Mazallah rejim tehlikeye düşer müşer….

    Neyse bu sığ düşüncelerimle umarım okuyucuları fazla sıkmamışımdır.

  39. Yazan:ljl Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    freedom
    ben de Pazartesi sabahlari yan taraftaki okuldan gelen istiklal marsi “gurultusu” ile uyanmak istemiyordum okul zamanlari ama ne yaparsin…
    bu ulkede yasamanin bir bedeli var! kendimi buna saygi duymak zorunda hissediyorum…

  40. Yazan:ljl Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    okul zamanlari derken: okullar tatil olmadan once yani…

  41. Yazan:blue Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    kadınlar ve ateistler camilere gitmediğine göre, imamlar ömür boyu grev yapabilirler, sakıncası yok. Ama, vergilerin o tarafa kayan kısmını sorgulamak gerek:)) Hizmet almadığın bir şeye vergi vermek caiz midir?

    Bu, hiçbir zaman hizmet almayacaksınız demek değil. Zaten vatandaş olarak payınıza düşen ancak cenaze namazınızı karşılıyor. Hem, nasıl çalışanlar cebinden devlet işsizlik maaşı veriyorsa; ki bir gün siz de işsiz olabilirsiniz; ateistlerin de potansiyel birer dindar olabileceklerini unutmayalım. Ayrıca ateistin tanrıya inanmaması bir şey değiştirmiyor. İçtiğiniz su, yediğiniz yemek, soluduğunuz hava içinde o camilerde iki büklüm el açıp dua eden ihtiyarların ve ona namaz kıldıranların payı olduğunu düşünüyorum.
    Kadınlar konusunda: Kadınların camileri kullanmadığını nereden çıkarıyorsunuz?

  42. Yazan:zihni örer Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Sn. blue,
    kadınlar ve ateistler camilere gitmediğine göre, imamlar ömür boyu grev yapabilirler, sakıncası yok. Ama, vergilerin o tarafa kayan kısmını sorgulamak gerek:)) Hizmet almadığın bir şeye vergi vermek caiz midir?
    Bu, hiçbir zaman hizmet almayacaksınız demek değil. Zaten vatandaş olarak payınıza düşen ancak cenaze namazınızı karşılıyor.
    Maliye memuru bir gün kapıma dayanır “Yat vergisini vereceksiniz” diye.
    -Ama benim yatım yoook!
    -Olsuun, bir gün olmayacak demek değildir ki.
    Hem, nasıl çalışanlar cebinden devlet işsizlik maaşı veriyorsa; ki bir gün siz de işsiz olabilirsiniz; ateistlerin de potansiyel birer dindar olabileceklerini unutmayalım.
    Burayı hiç anlamadım, aşırı sıcaklardan olabilir efendim. Lütfen, özne-yüklem ve konuyla ilgisini yeniden, daha anlaşılır yazabilir misiniz?
    Ayrıca ateistin tanrıya inanmaması bir şey değiştirmiyor.
    Bir üniversiteye gitMeyenin harç parası ödeMesi gibi bir şey mi? Ya da hıristiyanların bu işteki sorumluluğu?
    İçtiğiniz su, yediğiniz yemek, soluduğunuz hava içinde o camilerde iki büklüm el açıp dua eden ihtiyarların ve ona namaz kıldıranların payı olduğunu düşünüyorum.
    Ben de sizin gibi düşünebilsem keşke, ya da bütün bilim dünyası…, o zaman, imam maaşlarındaki sorun hallolurdu gibime geliyor:)
    Kadınlar konusunda: Kadınların camileri kullanmadığını nereden çıkarıyorsunuz?
    Kullanıyorlar mı gerçekten? Neden gerek duyuyorlar ki? Çok da bilgim yok bu konuda doğrusu.

  43. Yazan:zihni örer Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    not:bir üstteki yazıda aşağıya aldığım cümle bana aittir, koyu renk düşmüş, mümkünse arada düzeltilebilir mi?

    “Ben de sizin gibi düşünebilsem keşke, ya da bütün bilim dünyası…, o zaman, imam maaşlarındaki sorun hallolurdu gibime geliyor:)”

     Editörün notu : isteginiz üzere düzeltme yapildi.

  44. Yazan:ljl Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Blue bey / hanim hakli.
    Mesela ben kimsesiz olarak buyumedim. Dolayisiyla cocuk esirgeme kurumunun hizmetlerinden faydalanmadim. Artik kartlastigimdan bundan sonra faydalanma ihtimalim de yok. İlerde huzurevinde belki..
    Ayrica sakat da degilim. Devletin sakatlar icin sundugu hizmetlerden de faydalanmiyorum.
    Evime cok sukur pek hirsiz girmedigi icin polisiye hizmetlerden de bir turlu faydalanma imkanim olamadi.
    Savas filan da cikmiyor ki devlet beni korusun; military hizmetinden faydalanayim.

    Vergi neden alinir sorusuna tarihte cok cevap aranmis; degisik teoriler var…
    Su anda kabul goren -yanlisim varsa duzeltin lutfen- verginin toplanma sebebi devletin sundugu hizmet ya da vatandasin aldigi hizmet degil; bir vatandaslik borcu olmasi. Devlet vergi toplamak icin sebep gostermez. Sunun icin topluyorum demez…
    Dolayisiyla “ben bu hizmeti almiyorum; neden vergi odeyeyim” turunden yaklasimlar gecersizdir. Devlet hizmetleri satmiyor cunku, sosyal sorumluluk ilkesi geregince yapiyor. İstemese yapmaz ve ayni vergiyi almaya devam eder.
    Devletimiz buyuktur. Koruyalim, kollayalim. (mesaj vermeden bitiremezdim.)

  45. Yazan:ljl Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Maliye memuru bir gün kapıma dayanır “Yat vergisini vereceksiniz” diye.
    -Ama benim yatım yoook!
    -Olsuun, bir gün olmayacak demek değildir ki.

    Zihni Bey,
    Bunlar özel tüketimden alınan vergiler. Alaka kurmak pek doğru değil. Diyanet hizmetlerinden faydalanma vergisi gibi bir vergi de yok zaten değil mi?
    Eriklerle şeftalileri karıştırmayalım lütfen!

  46. Yazan:ljl Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Maliye memuru bir gün kapıma dayanır “Yat vergisini vereceksiniz” diye.
    -Ama benim yatım yoook!
    -Olsuun, bir gün olmayacak demek değildir ki.

    Zihni Bey,
    Bunlar özel tüketimden alınan vergiler. Alaka kurmak pek doğru değil. Diyanet hizmetlerinden faydalanma vergisi gibi herkesten zorla toplanmakta olan bir vergi de yok zaten değil mi?
    Eriklerle şeftalileri karıştırmayalım lütfen!
    (editore not: onceki msji onaylamaniza gerek yok, bu onun modifiye edilmis halidir.)

  47. Yazan:blue Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    zihni bey,

    Maliye memuru bir gün kapıma dayanır “Yat vergisini vereceksiniz” diye.
    -Ama benim yatım yoook!
    -Olsuun, bir gün olmayacak demek değildir ki.

    Bu benzetmede yat=din’e mi tekabül ediyor. Umarım bir gün yatınız olur 🙂

    Burayı hiç anlamadım, aşırı sıcaklardan olabilir efendim. Lütfen, özne-yüklem ve konuyla ilgisini yeniden, daha anlaşılır yazabilir misiniz?

    Ateistler toplumun çok küçük bir bölümüne tekabül ediyor. Verdiğiniz vergilerden 3-5 kuruş diyanete gidiyor. Diğer tarafta “benim de dine 3 kuruş katkım oldu” deme fırsatınızı da tepiyorsunuz. Hem dediğim gibi cenazenizin yıkanıp kefenlenmesi, namazınızın kılınması hizmeti zaten verdiğiniz vergiyi aşıyor. Söylenmeye hakkınız yok diyorum. Hem ekseriyetle insanlar ateist ölmüyorlar. Hasta olunca, ölüm döşeğinde “yandım Allaaaah !” diye bağırıyorlar. Mantık olarak da her ihtimale karşı kapıyı hafif aralamakta fayda var 🙂

    Ben de sizin gibi düşünebilsem keşke, ya da bütün bilim dünyası…, o zaman, imam maaşlarındaki sorun hallolurdu gibime geliyor:)

    Bilim dünyası benim gibi düşünmeye başladı bile. 50 sene önce bilim madde ezelidir diyordu. “Bilim ‘madde ezelidir’ diyor, hey ahmak dinciler” diyenlerin şimdi yanıldığını anlıyoruz. 50 sene önce bilim maddeden başka bir şey yok da diyordu. Şimdi kuantumdan bahsediyor, aslında herşey bizim algımızla şekilleniyor, elektronlar bir kaybolup bir ortaya çıkıyorlar, paralel evrenler var, filan demeye başladılar. Ateizmi desteklemek için bilime sarılanlar, ne yazık ki son gelişmelerden sonra bu desteklerini büyük ölçüde yitirdiler. Bu yüzden her vesileyle “bilim” demeyin bence. O artık bizim safımızda 🙂

    Kullanıyorlar mı gerçekten? Neden gerek duyuyorlar ki? Çok da bilgim yok bu konuda doğrusu.

    Şu kitabı okumakla başlayabilirsiniz:
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=94029&sa=25756219&session=17927233962244225218&LogID=

  48. Yazan:zihni örer Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Sn. IjI,

    Zihni Bey,
    Bunlar özel tüketimden alınan vergiler. Alaka kurmak pek doğru değil. Diyanet hizmetlerinden faydalanma vergisi gibi zb>herkesten zorla toplanmakta
    olan bir vergi de yok zaten değil mi?
    Eriklerle şeftalileri karıştırmayalım lütfen! diyorsunuz.

    Vergilerin kamu zoruyla toplandığını sanıyordum, gönüllü değil.

    Diyanet bütçesi 37 kurumu solladı 24 Ekim 2006 – Diyanet İşleri Başkanlığı, 2007 için ayrılan 1 milyar 638 milyon 383 bin YTL’lik bütçesiyle kamu idaresindeki genel bütçeli 50 idare içerisinde 13’ncü sıraya yerleşti.

    Personel giderleri açısından bakıldığında ise Diyanet, personeline ayırdığı 1.326 milyar YTL’le, sırasıyla MEB, MSB, Sağlık Bakanlığı, EGM, Jandarma Genel Komutanlığı ve Adalet Bakanlığından sonra bütçede yedinci sırada bulunuyor.

    DİYANETİN BÜTÇESİ, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı gibi icracı bakanlıkların bütçesini dahi 2 ila 4 katına ulaşmış durumda.

    Gerçekten de diyanet bütçesi diye bir şey yokmuş:) Yani, adı “diyanet bütçesi” olmayınca, yok sayılıyormuş.

    Ve

    Kamu ihtiyacı (gereksinimi) ile kamu gideri arasında bir “sebep-sonuç” ilişkisi vardır. Gerisini siz anlarsınız:)
    Ve bilgi olsun diye ordan-burdan derledim:
    İmam-hatip Okullarının ve liselerinin zaman içinde verdikleri toplam mezun sayısı 2 milyon civarındadır. Türkiye’deki cami sayısı 75 bin civarındadır. Bu duruma göre, Diyanet İşleri Başkanlığının, diğer hizmet alanlarıyla ‘İmamlık, Hatiplik ve Kur’an Kursu Öğreticiliği’ gibi görev yerlerine eleman bulmakta güçlük çekmemesi gerekir.

    Türkiye�de nüfusun %10’nun sakat olduğu söylenirken bu kitle, ulusal gelirin sadece on binde dördünden yararlanabilmektedir. Eğitim çağındaki sakatların sadece %2, 57’si eğitilebilmekte, çalışma yaşındakilerin ise sadece %1’e yakını istihdam edilebilmektedir.

  49. Yazan:zihni örer Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Sn.blue,

    Bu benzetmede yat=din’e mi tekabül ediyor. Umarım bir gün yatınız olur 🙂
    İçtiğiniz su, yediğiniz yemek, soluduğunuz hava içinde o camilerde iki büklüm el açıp dua eden ihtiyarların ve ona namaz kıldıranların payı olduğunu düşünüyorum.

    Bu benim için olumlu bir dua o zaman:) İçtiğim su, yediğim yemek kadar gerçek (somut) bir beklenti öyleyse. Bir yatım olursa eğer bu duadan sonra (ömrümün sonuna kadar, söz veriyorum, tamamını din kurumlarına bağışlayacağım:) ve hemen selevat getireceğim (bunu her zaman yapabilirm de).

    Verdiğiniz vergilerden 3-5 kuruş diyanete gidiyor. Diğer tarafta “benim de dine 3 kuruş katkım oldu” deme fırsatınızı da tepiyorsunuz.

    DİYANETİN BÜTÇESİ, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı gibi icracı bakanlıkların bütçesini dahi 2 ila 4 katına ulaşmış durumda.

    Gerçekten de 3-5 kuruş gibi görünüyormuş:)

    Hem dediğim gibi cenazenizin yıkanıp kefenlenmesi,…

    Bir cenaze için miydi bütün bunlar? Değmez bence. Topu topu 3 saatlik bir hizmet için bu kadar vergi hangi adalette vardır acep?

    Hem ekseriyetle insanlar ateist ölmüyorlar. Hasta olunca, ölüm döşeğinde “yandım Allaaaah !” diye bağırıyorlar.

    Hiç rastlamadım öylesine; gerçekten var mıdır böyle bağıran? Bildiğim kadarıyla, “korku dini” bağırtır böyle ancak. Bir de, yaşarken insanlığı ve doğayı ve evreni sömürme eylemini gerçekleştirip de, bütün biriktirdiklerini bu dünyaya terk etmek zorunda kalan doyumsuzlar bağırabilir diye düşünmekteyim.

    Bilim dünyası benim gibi düşünmeye başladı bile.

    Ooo! Dize getirdiniz yani bilim dünyasını:) Oydsa sizin, bilim dünyası gibi düşünmeniz yakışırdı.

    50 sene önce bilim maddeden başka bir şey yok da diyordu.
    “Şimdilik yok” diyebilir bilim ancak. Varsayımlarını altında değil, olanaksızlıkların altında ezilir bilim ancak.
    Şimdi kuantumdan bahsediyor,
    Kim bahsediyor kuantumdan? Din mi?
    aslında herşey bizim algımızla şekilleniyor,
    Nei di o hristiyan filozof papazın adı? Ha hatırladım, Berkeley’di sanırım. Onun görüşüdür bu. Ama sadece görüşü… bizim İslamcılarımız ciddiye alıyor ancak.

    elektronlar bir kaybolup bir ortaya çıkıyorlar, paralel evrenler var, filan demeye başladılar.

    evet desinler, neyi kanıtlar bu sizce? Sonra bir kaybolup bir ortaya çıkanların quarklar olduğunu sanıyordum. Bir daha bakınız lütfen zamanınız varsa tabi.

    Ateizmi desteklemek için bilime sarılanlar, ne yazık ki son gelişmelerden sonra bu desteklerini büyük ölçüde yitirdiler. Bu yüzden her vesileyle “bilim” demeyin bence. O artık bizim safımızda 🙂

    Eyvaaahh:) tekrar geriye sardık asırları desenize?
    Yani, siz Nevton’da kalmışsınız sanırım. Oysa, Newton, hem parçacıkların, hem de çekim gücünün Tanrı tarafından yaratıldığını kabul etti ve böylece daha ileri çözümlemelere gitmekten kurtuldu (batı düşüncesinde dönüm noktası/f.capra-s:77)
    Ama quantum Newton gibi pes etmemiş. Buna ne diyorsunuz?
    Selam ve sevgiler

  50. Yazan:ljl Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Zihni Bey,
    Diyanet bütçesi yok demedim ki.
    Diyanet vergisi yok dedim. Bunu da devletin vatandaşlarına sunduğu bir sosyal hizmet olduğunu vurgulama amacıyla söyledim. Devletin vergi toplamak için sebep gösterme ihtiyacı olmadığını da ifade ettim. Yani tabii ki zorla toplanıyor vergi.

    Anlatmak istediğimi farklı bir şekilde tekrar edeyim:
    Sosyal hizmetler özel hizmet gibi fiyatlandırılan şeyler değildir. (yat vergisi de özel hizmet nedeniyle alınmıyor ya, neyse…) Vatandaş olmamız devletin bizden vergi alması için yeterli bir sebeptir. Daha fazla sebep aramak gereksizdir. Ben şu hizmetten faydalanmıyorum, bunun bütçedeki oranına göre benim vergimden kısıntı yapılsın demenin bir mantığı olamaz. Benim de faydalanmadığım ama devletin vermek zorunda olduğu birsürü hizmet var. Önceki mesajımda da yazmıştım. Bunları öne sürüp vergimden düşürmek isteyebilir miyim? Hayır.
    “Bütçeden bu hizmete bu kadar para harcanmasın” ya da “Bu hizmeti devlet yürütmesin” demek ise apayrı birşeydir. O tartışılır, gereği var mıdır yok mudur diye.

    Ama “bu sosyal hizmetten ben faydalanmıyorum ve vergimin ona düşen payı beni rahatsız ediyor” diyecek olursanız, insanlar çıkar biz de şunlardan şunlardan faydalanmıyoruz ama paşa paşa vergisini ödüyoruz diyebilirler. Haklıdırlar da..

  51. Yazan:freedom Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    ljl bey/hanım,

    freedom
    ben de Pazartesi sabahlari yan taraftaki okuldan gelen istiklal marsi “gurultusu” ile uyanmak istemiyordum okul zamanlari ama ne yaparsin…
    bu ulkede yasamanin bir bedeli var! kendimi buna saygi duymak zorunda hissediyorum…

    İstiklal Marşı bu ülkenin milli marşıdır. Ona saygı duymak zorundasınız. Kaldı ki kimse gecenin 5’inde kalkıp insanları rahatsız edecek şekilde söylemiyor. Ezan ise uyuyan insanları uyandırmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Namazını kılacak insan zaten saatini kurar uyanır. Hangi devirde yaşıyoruz? Davul mevzusu da tamamen aynı. Saçmalıktan başka birşey değil.

    Sabaha doğru okunan ezan ve ramazan davulları resmen insan hakları ihlalidir.

    Diyanete isteyen istediği katkıyı yapsın. Ben yapmak istemiyorum. Cenaze namazım da kılınmayacak. İmamın karşısına da gitmeyeceğim. Niçin imamlar için para vereyim. İsteyen istediği kadar versin.

  52. Yazan:ljl Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    freedom

    İstiklal Marşı bu ülkenin milli marşıdır. Ona saygı duymak zorundasınız. Kaldı ki kimse gecenin 5′inde kalkıp insanları rahatsız edecek şekilde söylemiyor.

    o marşta şu dizeler de var canım benim:

    o ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
    ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli

    çok saygı duyuyorsan iyice oku on kıtasını da!
    gözlerinden öperim…

  53. Yazan:blue Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Zihni bey,

    Double-slit deneyini atomlarla da, elektronlarla da, fotonlarla da yapabilirsiniz. Sonuç aynı… Onları madde olarak algılatan gözlemleyici. Bu dinsel bir ayin filan değil, fiziğin ta kendisi… Ama kuantum felsefesi derseniz, evet bu felsefelerin ne kadar doğru olup olmadığını zaman gösterecek. Ama tutup da “her şey maddeden ibarettir” diyemez kuantumu bilen adam. Önce bir destur çekmesi lazım.
    Newton mekaniği günümüz dünyasında geçerliliğini yitirmiştir. Newton’ın ne dediğini bilmiyorum ama İslam dini bize “sürekli müdahale eden” bir tanrıdan bahsediyor. Bu yüzden ben Newton’dan çok kaos teorisine yakınım. Materyalistlerin dem vurduğu determinizm de ancak eşik noktalarından sonra vardır. Bize okullarda öğretilen sürtünmeyi de ihmal et canım, hadi deney normal şartlar altında olsun, kaplar ideal farzedilecektir gibi nüansların pek de nüans olmadığını öğrenmiş bulunuyoruz. Meğer bir kelebeğin kanat çırpışı da tayfunları doğurabiliyormuş. Bu kadar kompleks bir kararsızlık içinde her şeyin düzenli olması konusunda ne düşünüyorsunuz?
    Sözün özü: Bilim, ateistlerin beklediği gibi din’i ortadan kaldırmadı, kabul edilmesi acı biliyorum ama din’e yönlendirdi insanları. Ne Newton’cu determinist dünya kaldı, ne ezeli madde tasavvuru, ne herşey maddeden ibarettir heyulaları… Bu yüzden yüksek perdeden bilimi yanınıza alarak konuşurken dikkatli olun. Ben, bilimi en son 10 sene önce üniversitede bıraktım ama bu sitede bu işi iyi bilen insanlar var, zor durumda kalabilirsiniz, benden söylemesi…
    Diyanet’in bütçesi konusunda haklısınız. Bence de bu kadar yüksek bütçesi olmamalı. Ama devlet laik kalmayı reddettikçe, buna katlanmak durumundayız. Bu işin çözümü belli: bu iş cemaat ve vakıflara bırakılmalı, devlet elini din işlerinden çekmeli. Kimse buna razı olmadıktan sonra ben ateistim neden benden para alıyorlar diye şikayet etme hakkımız yok bence. Şikayet: “Bu devlet dine müdahale etmeyi bıraksın” şeklinde olursa daha olumlu bir sonuç çıkabilir ortaya…

  54. Yazan:blue Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    sayın freedom,

    Davul konusunda size katılıyorum. Ezan konusunda da kısmen katılıyorum. İnsan sesiyle minareden okunmalı ezan. Ve güzel sesli müezzinler okumalı. Bizim camilerdeki ezanlar fecaat arzediyor. Ama şunu temin ederim ki güzel ve makamında okunan bir sabah ezanını bir kere dinledim, tüylerim diken diken oldu. Böyle güzel bir musiki olamaz.
    İngiliz bir arkadaşım da Türkiye’ye ilk geldiği zaman bana hayret içinde “sabah çok güzel bir müzik geliyordu dışarıdan, Pakistan’lı arkadaşıma sordum ezan’mış, ne güzel !” diyordu. Ezana şaşırması beni de şaşırttı. Bunlar çok güzel şeyler, içinde yaşadığımız için bazı şeylerin kıymetini bilmiyoruz. Ezan da bizim, istiklal marşı da… Biraz kendimizi sevelim artık, biz buyuz çünkü. Kendi özümüzü reddederek, beğenmeyerek ancak kendimize zarar veririz.

  55. Yazan:zihni örer Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Sn.IjI,
    Vatandaş olmamız devletin bizden vergi alması için yeterli bir sebeptir. Daha fazla sebep aramak gereksizdir.
    Evet, birinci cümleniz devletçi bir bakış açısı. İkincisinde ise, burjuva devleti uygulamasını tarif ediyorsunuz sanki. Çünkü, devletin topladığı vergilerden en çok yararlananlar, vatandaşın sorgulamasını yadırgarlar, hatta suçlayanlar olur.

    Ben şu hizmetten faydalanmıyorum, bunun bütçedeki oranına göre benim vergimden kısıntı yapılsın demenin bir mantığı olamaz.
    Örneğin, tatil için bir ada satın almış olan bir vatandaşın adasına havalanı yapaımna ödenek ayıran bir devleti sorgulayamaz mısınız?
    Ya da, ülkemizdeki kürt vatandaşların sünni mezhebine harcanan bu diyanet bütçesini sorgulama hkları yok mu?

    Benim de faydalanmadığım ama devletin vermek zorunda olduğu birsürü hizmet var.
    Evet, olabilir, bunun kabul edilebilir ölçüleri var, kabul edilemezleri var. Anlıyorum, kollektif yaşamda paylaşımların ve zorunlulukların ayrıntısına girilmeyebilir. Birilerinin cennet hayaline ben emek harcamak zorunda mıyım? Bu dünya için kurulmuş siztemlerin içinde ayırımcılık elbette olamaz.

  56. Yazan:emito Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Faruk Bey,
    Muhteşemsin ,ne güzel yorumlar yapmışsın.Helal olsun sana…

  57. Yazan:emito Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Ece hanım,
    Bir şıkkı unutmuşsunuz,
    Tüm namaz kılacakları Adana-İmamoğlunda toplasak.Orada imam ve imamoğlu çok var daha iyi olmaz mı?…

  58. Yazan:zihni örer Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Sn. blue,
    Bu noktada, evrim teorisinin klasik tartışma(!) noktasına sürüklenmiş oluyoruz. Havanda su dövmek gibi geliyor bana işin bu noktası.
    Konumuz din adamlarıyken, quantum, maxwell, newton , determinizm, young deneyi derken… harun yahya’ya kadar uzanacak biliyorum.

    Belli ki, dünyada din egemenleri, bilimin erişemediği noktadan yola çıkarak, kendilerine pay arama çabasındalar. Bu gün, quarkların hareketindeki kararsızlığın anlaşılamamış olması, dindarların inançlarının alt yapısı olabilir mi? Hem de yaklaşık her 50 yılda değişen, yenilenen teorilerle, desteklenen bilimin “aciz” noktalarından din üretmek ya da gerçekliğin kanıtı yerine oturtmak “haksız rekabet” suçuna girmiyor mu?

    Hem aramızda sn. FREEDOM var iken, bendeniz bu konuda bir şey söyleme hakkını kendimde görmüyorum. Her platformda buna dikkat etmişim. Sizin de belki meslek alanınıza girebilir.
    Elbette bu konuda da söyleyecek epeyce sözlerim vardır ama, şimdilik haddimi bilmek istiyorum.

  59. Yazan:freedom Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    ljl bey,

    o marşta şu dizeler de var canım benim:

    o ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
    ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli

    çok saygı duyuyorsan iyice oku on kıtasını da!
    gözlerinden öperim…

    Gerçekten mi? İyi oldu söylediğiniz, hiç haberim yoktu.

    Ben İstiklal Marşının sembolik değeri için saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum. İçindeki herşeyi kabul edeiyorum veya beğeniyorum diye birşey yok.

    Ben Türkiye’nin geleneksel değerlerinin ve müslüman çoğunluğunun da farkındayım. Ama bu devirde bu tip şeylere yer yok. Bunlar açık insan hakları ihlalleridir. Sebebi ne olursa olsun kabul edilemez. Dinmiş şuymuş buymuş hiç önemli değil. Anayasada belirtildiği gibi insan haklarına saygılı sosyal bir devletse burası bu tip şeyler olmamalı.

  60. Yazan:mr^sair Tarih: Ağu 2, 2007 | Reply

    Merhaba freedom;

    Fikrinizi gayet dar bir çerçeve dâhilinde dolaştırdığınız için, etken sebep ve âmillerden gaflette kalmışa benziyorsunuz.

    Size kendinizi tam mânâsı ile, dilediğiniz tüm nazariye ve doktrinlerden esinlenerek açıklama imkânı verildiğinde neler karalayabileceğinizi merak ediyorum.

    Sadece merak ettiğim için…

    Hayat tasavvurunuz nedir?

  61. Yazan:freedom Tarih: Ağu 3, 2007 | Reply

    Sizinkinin tam tersi Sair bey. Heralde yeterince açıklayıcı olmuştur.

  62. Yazan:blue Tarih: Ağu 3, 2007 | Reply

    Zihni bey,

    Her 50 yılda bir yenilenen bir bilimi sabit bir gerçek gibi kabul etmektir asıl haksız rekabeti doğuran. Big bang de, quarkların kararsızlıkları da, determinizmin bazı noktalarda tıkanıp kalması da, indirgenemez kompleks yapılar ve biyokimyasal düzelemden astronomiye kadar tüm yeni bulgular “din”‘in bin yıllardır söyledikleriyle örtüşmeye başlamışsa bırakın da “acaba din’in söyledikleri gerçek olabilir mi?” sorusunu sorabilsin insanlar… Bırakın bilim bizi nereye götürüyorsa oraya gidelim. Bundan neden rahatsızlık duyulsun ki? Ya hiçbir şey tesadüf değilse, sorusunu siz de cesaretle sorabilmelisiniz…

  63. Yazan:blue Tarih: Ağu 3, 2007 | Reply

    Ben Türkiye’nin geleneksel değerlerinin ve müslüman çoğunluğunun da farkındayım. Ama bu devirde bu tip şeylere yer yok. Bunlar açık insan hakları ihlalleridir. Sebebi ne olursa olsun kabul edilemez. Dinmiş şuymuş buymuş hiç önemli değil. Anayasada belirtildiği gibi insan haklarına saygılı sosyal bir devletse burası bu tip şeyler olmamalı.

    Sayın freedom,

    Bu toplumun bir değeri olan dini bir ritüeli insan haklarına aykırı bulurken ljl bey’in okuldan gelen marş seslerinden rahatsız olmasını kınamanız çelişki değil mi? Gürültüyse ikisi de gürültü. Toplumsal değerse ikisi de öyle. Ben, dünyanın en çok korna kullanılan, en fazla yüksek sesle cıstak müzik dinlenip (!) arabayla hava atılan memleketinde ezandan rahatsız olmayı kasıtlı buluyorum. Evim camiye çok yakın olduğu halde ezanın sesini işitmiyorum bile. Kızımın da bebekliğinden beri ezan sesiyle beraber uyandığı bir zamanı hatırlamıyorum. Ama yanımızdaki okuldan gelen “andımız” ile her sabah uyanıyor, 5 yıldır… Asıl sosyal devlette küçücük çocuklara her sabah yemin ettirilmez, yaz kış demeden ayakta dikip bağırttırılmaz. Bu uygulama bizden başka bir Kuzey Kore’de, bir de Kamboçya’da var bildiğim kadarıyla.
    Ezan’dan rahatsız olmanızın sosyal devlet olmak ve insan haklarıyla uyumlu bir devlet olmamızla bir ilişkisi olduğuna inanmıyorum. Samimiyetinize inansaydım size destek olurdum, nitekim yukarıda oldum. Ama “nefret” saikiyle karşı çıkmak ayrıdır. Durum böyle olunca keşke hoperlörlerin sesini biraz daha açsalar diyesim geliyor. Bunu dedirtmemelisiniz.

  64. Yazan:freedom Tarih: Ağu 3, 2007 | Reply

    blue bey,

    Ezan dini ritüel midir? Ezanın insanlara namaz vaktinin geldiğini haber vermek için değil midir?

    Evinizin yakınında cami olduğunu ama sabah ezanını ne sizin ne de kızınızın duyduğunu söylüyorsunuz. Bir zamanlar benim evimin de hemen yanında cami vardı. Oraya ilk taşındığım zamanlar nasıl korku ile uyandığımıçok iyi hatırlıyorum. Ama daha sonradan insan alışınca duymuyor bile. O zaman insanlar belli bir süre sonra duymamaya başlıyorsa bu ezan denilen şey aslında yapması amaçlanan şeyi yapmıyor demektir. Bu konuda sizin düşüncenizi öğrenmek isterim. Yarın sabah namazı kılmak isteseniz ezanın sizi uyandıracağını düşünerek mi uyursunuz yoksa bir saat kurarak mı?

    Ayrıca laik bir devletin kurumları (camiler devletindir) nasıl olur da insanların tamamını dini ritüele davet eder. Bu daveti o dine mensup olmayanları açıkça rahatsız ederek yapması sizce bir hak mıdır?

    Mesela Hristiyanların da böyle bir ibadeti olduğunu ve gece 03:00’de yapılması gerektiğini düşünün. Kilise sayısı az olduğu için sesini duyurmak için çok daha gürültülü bir şekilde çağrı yapılsın. Etraftaki bütün insanları uyandırsın. Belli bir süre sonra insanlar buna alışacak ve duymayacak diyelim. Böyle bir durumu kabul eder misiniz?

    Aynı şekilde Musevilerin de buna benzer bir ibadeti olsa ve benzer şeyler yapılsa bunu da kabul edecek misiniz?

    Andımız konusunda size katılıyorum. Tamamen gereksiz bir uygulama. Ama hafta başlangıcında ve bitişinde okullarda İstiklal Marşı okunmasında bir sakınca görmüyorum.

  65. Yazan:zihni örer Tarih: Ağu 3, 2007 | Reply

    tüm yeni bulgular “din”‘in bin yıllardır söyledikleriyle örtüşmeye başlamışsa…
    Bilim öyle demiyor ama, “gölge etme başka ihsan istemez” diyor.
    …bırakın da “acaba din’in söyledikleri gerçek olabilir mi?” sorusunu sorabilsin insanlar…
    Keser sapını yontmaya kalkışırsa ne olacak? Bence kendi düşünce açınızdan risk alıyorsunuz. Çünkü, sorgulayan insan tipi dinin içeriğini de özgürce sorgulamaya kalkarsa, evdeki bulgurdan olabilirsiniz:))
    Bırakın bilim bizi nereye götürüyorsa oraya gidelim. Bundan neden rahatsızlık duyulsun ki?
    Bu teklifinizi sanırım bilim karşıtlarına söylüyorsunu? Duymuşlardır umarım.

    Ya hiçbir şey tesadüf değilse, sorusunu siz de cesaretle sorabilmelisiniz…

    Soru sormada oldukça cesuruz, merak etmeyin:)
    Öyle cesuruz ki, bu cesaretimiz tabulara kadar ulşaır, sınır tanımayız.
    Ve buna, “Ya hiçbir şey tesadüf değilse..” sorusu da dahildir.

  66. Yazan:blue Tarih: Ağu 3, 2007 | Reply

    sayın freedom,

    Ezan insanlara namaz vaktini bildirmek görevi olan bir dini ritüeldir. Dini ritüel olmasaydı kalk borusuyla veya gayda çalarak da olurdu.
    Kulak alışması konusuna siz de katılmışsınız. Yalnız kulak alışırsa ezan işlevini yitiriyor değildir. Bir atasözü var: Aklı namazda değil ki, kulağı ezanda olsun diye… Annanem onca TV gürültüsü ve çocuk gürültüsü arasından ezan sesini seçebiliyor, çünkü namazını hep vaktinde kılar, dakika geçirmez. Bizlerin kulağımızın alışması, namaz kılanların da alışmaması sorunu çözüyor sanırım. Sorun hala çözülmediyse camiden biraz uzakta bir yere taşınmayı seçebilirsiniz veya sabah ezanlarında mikrofonun sesinin kısılması konusundaki talebinizi Diyanet’e ve yakınınızdaki cami imamına iletebilirsiniz. Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış. Eminim en azından bir cevap vereceklerdir. Ama maksat bağcıyı dövmekse, dinden nefretini ezan sesine muhalefet şeklinde tezahür ettirmek ne kadar doğru bilmiyorum. Bu, sadece sizin psikolojinize zarar verir.

  67. Yazan:blue Tarih: Ağu 3, 2007 | Reply

    zihni bey,

    Bilim öyle demiyor ama, “gölge etme başka ihsan istemez” diyor.

    Ben bilimden bahsetmiyorum, bilimsel buluşların sizin, benim üzerimdeki etkisinden bahsediyorum. Bilim adamının tarafsız olması gerekliliği tartışılabilir, ama ben bilim adamı değilim, tarafsız olmak durumunda da değilim. Tabi ki bilim benim için amaç değil, hayatı anlamlandırmama yarayan bir araçtır. Herkes bilimi kullanarak kendi hayat felsefesini oluşturur. Bu yaklaşım bilimsel değil diye terkedecek değiliz. Hayat bilimden ibaret değildir.

    Keser sapını yontmaya kalkışırsa ne olacak? Bence kendi düşünce açınızdan risk alıyorsunuz. Çünkü, sorgulayan insan tipi dinin içeriğini de özgürce sorgulamaya kalkarsa, evdeki bulgurdan olabilirsiniz:))

    Kendimi de, tüm tanıdıklarımı da sonuna kadar sorgulamaya ve sorulardan kaçmamaya çağırırım hep. 10 senedir evdeki bulgurdan olmadım ama kendine soru sormak yerine “tesadüf, doğal seçim, kendi kendine oluyor, her şeyin bir sebebi var” kelimeleri etrafında kendine soru sormaktan kaçan çok tanıdığım oldu. Sorular iyidir, gerçek ancak soruların üzerine gidilerek aydınlanabilir. Soru sormakta cesur olduğunuza sevindim. Umarım cevabı bulmak için aklınızı serbest bırakır ve gerçeği en yakın zamanda bulursunuz. Çünkü çok fazla vakit yok.

  68. Yazan:zihni örer Tarih: Ağu 3, 2007 | Reply

    Sn. blue,
    rastlantı bu ya, geldiğimiz noktayı en net anlatan bir makale okudum, bir parçasını paylaşmak istedim.
    Tamamını, buradan
    okuyabilirsiniz.

    “Bilinen bilinmezlikler” olarak da tanımlayabiliriz tabuları. Bilinmezin tüm ayrıntılarını bilmesek de sezebiliyoruz sanki ama öğretilmiş korkularımız engelliyor daha ileri gitmemizi, merakımızı koşuşturamıyoruz özgürce. Tabular da zaten öyle birden devrilebilecek olgular hiç değiller, süreç içinde yaratıldıkları için de ancak süreç içinde yıkılabiliyorlar. De-ğiniyormuş gibi yapıyoruz ilkin, ürkütmeme-cesine. Kenarından kenarından hafiften gagalıyoruz ancak. İhtimal ki bu tutumumuzla, bir süre için tabulara bir nebze de biz bağışıklık kazandırıyoruz. Bağışıklık kazanmış tabular ise iktidar odaklarınca daha meşru bir sermaye olarak kullanılabiliyor pekala. Ama işte her tabunun yıkılış süreci de bu aleniyetiyle ve pervasızca kullanımıyla başlıyor.

    “Ve yılan kadına dedi; meyveden yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak ve iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız.” Adam ve kadın meyveyi yediler ve Tanrı tarafından ölümlülükle cezalandırıldılar. Tanrı bilmeyi ölümle eşleştirdi. Meyve ağacında simgelenen bilgiyi tabulaştırdı. Meyveyi yiyen insan bildi. Ama bildiği için kendisi de öldü.

    Tabu, bilgi ve ölüm… İşte bilgi çağının karmaşık denklemi. Şu bir gerçek ki ama, tabuları bilgisi ile yıkan insan ancak bir gün ölümü de bilgisiyle yenmekten söz edebilecek.

  69. Yazan:amarat Tarih: Ağu 3, 2007 | Reply

    öncelikle devlet denen erkin diyanet gibi bir kurumu içinde barındırmasının nedenini şahsen pek anlayabilmiş değilim , en azından anladığım sebeplerin laik bir devletin ki başta olan kimi insanların laiklik elden gidecek diye cumhuriyet elden gidecek diye , altı ok elimizden gidecek diye nice zamandır mitinglerin yapıldıgı bir ülkede diyanet işleri başkanlıgı gibi bir kurumun ülkemizde olması son derece yanlış bir durumdur, 2007 yılı diyanet işleri başkanlıgının bütçesinin 70 milyona bölünmesi ile kişi başına 25 ytl eğitim bakanlıgının ise kişi başına düşen tutarı 325 ytl oluyor.Şimdi bunu 70 milyona böldügümüz için buralardan yararlanmayan kişilere bu tutarlar geri verilecek mi ? misal ateist birisi ben bu 25 ytl yi geri istiyorum diyebiliyor mu hayır ? neden devlet çeşitli yollardan kendisinde gördügü güç sayesinde herkesten vergi kesip bunu çeşitli yollarla kimi zaman hakiki ihtiyaçlardan dolayı kimi zaman ise popülist politikalar yüzünden hazineyi boşaltmaktadır.Devletin diyanet işleri gibi bir kurumunun olması çok saçmadır ayrıca burada hangi dinler temsil ediliyor ? zira diyanet işleri başkanlıgı adında diyanet var islam dini olarak geçmiyor , bu ülkedeki farklı inançların ihtiyaçlarını karşılayabilmiş mi ? devlet çok az da olsa sanırım camiler yaptırmıştır ki çogu osmanlı zamanından kalma ve vakıf ayrıca şahısların kendi mali gücü ile yapılmış camilerimiz var , peki diyanet işleri başkanlıgı kaç tane kilise yapmış kaç tane başka bir dine ait ibadethane açmış ? sanıyorum ki bu sorunun cevabı sıfırdır.ayrıca bir yanlışlıkta bu sene , 2007 , mart ayı civarında olması lazım , diyanet işleri başkanlıgı yurtdışına alevi dedelerini yollamış ve bunun parası diyanetten karşılanmış , alevilik bir din midir ? bir mezhep midir ? bu alevi dedelerinin yeterliliği nedir ? bunalr nasıl ölçülmüştür , ki bunalr şahsi fikrim olarak çokta önemli değildir önemli olan bir din , bir mezhep adına devletin çalışmasıdır , bir din için yapılan hizmetleri ancak din devletleri yapar , o zaman din devleti olalım ? kaldı ki kimlik kartlarımızda din haneis gibi bir bölüm var kime ne gerekecek se ? sadece ölüm anında kimse bizi tanıyamaz ve kimligimiz olursa o zaman bizi en azından beni bir müslüman olarka gömmelerine yarar saglayacak başka bir yararı oldugunu düşünmüyorum.
    bir de şu şekilde düşünelim , ben amarar diye bir din kursam ve buna bir ibadethane açsam ve kendime inanan 100 kişi bulsam diyanet işleri başkanlıgından kendi dinim adına para talebinde bulunabilir miyim ? bunun ihtimaller dahilinde olacağına pek inanmıyorum .Peki öyleyse bir dinin din sayılıp diyanetten o dinin görevlileri için maaş talep edebilmek için kaç tane o dine inana kişi olmalı ? bir , on , yüz, birmilyon, onmilyon,yüzmilyon ? Tabi bunda da yegane sebep Cumhuriyet sisteminde herşeyi yapan devletin kendi dini olan “Türkiye müslümanlığı” nı kurmak istemesinden dolayıdır.birileri müslümanlıgın evrensel bir din olup herhangi bir zümre ya da sınıfa ait çeşitli ögelerle ve desteklerle beslenmemesi gerektigini söylemeli ve islamı kurtarmaya çalışmamalı zira konya menşeli inciler mail grubunun alt imzası olarak söylenen sözü burada anmak lazım;
    islami kurtarmaya değil , islamla kurtulmaya çalışmalı , mealinde bir söz aklıma geldi.

    İslamı kurtarmaya değil;İslamla kurtulmaya çalışalım..

    (İsmail ÇETİN Rahimehullah)

  70. Yazan:Birdost Tarih: Ağu 3, 2007 | Reply

    Ezan sesinden rahatsız olanlar ve laik devlette bunun ne işi var diyenler avrupada her saat başı kiliselerden yükselen çan sesine ne derler? Yoksa oralarda kimse saat taşımaz mı? “Bu devirde böyle şeyler olmaz…açık insan hakları ihlali” (Freedom) ???

  71. Yazan:amarat Tarih: Ağu 4, 2007 | Reply

    öncelikle ezan sesinden rahatsız olanlar bu fikirleri söylemiyor sadece , ezanı muhammediyenin dünyanın her yerinde görmek isteyen , duymak isteyen kişilerden de , misal ben , bu fikirler çıkıyor , zaten olaya din eksenli bakarsanız laik bir devlet yerine şeriatın uygulandıgı bir devlet sisteminde yaşamamaız lazım değil mi ? o zaman ne demek miş ? bazı olaylara bakarken dünya perspektifi açısından bakınca bu şekilde sonuçlar ortaya çıkıyor , ayrıca avrupa ülkelerinin laik olduğunu kim söylüyor ki ? laiklik , laiklik diye dünyada direten iki ülke var , birincisi fransa diğeri ise ondan alıp daha fazla laik olmak isteyen türkiye.
    laiklik konusuna bu yazıda girmeyelim , yoksa laikligin berbat bir hede olduğunu esasında seküler sistemin gelmeis gerektigini , devlet gibi güçlü bir sistemin dinden korkmasının gereksiz oldugunu esasında devlet gibi dünyevi yaptırımları olan bir gücün esasında bir dini istese nasıl yok edebileceginden dem vurup korunması gerkenein devlet değil din olması gerektigini söylerdim ama söylemiyorum.

  72. Yazan:İ. Kızılsağ Tarih: Ağu 4, 2007 | Reply

    Öncelikle sitedeki herkese selamlar.

    Anladığım kadarıyla, Ece Hanım bu yazısında, imamları değil, mevcut sistemi iğnelemeye çalışmış. Deveye sormuşlar, neren eğri, nerem doğru ki demiş. Bizim devletimiz de, deveden beter bir durumda. Burnunu soktuğu her işi, eline yüzüne bulaştıran, bu hantal yapının yerine yepyeni bir sistem koymadan da, ekli yamalarla düzelmesi ihtimali pek yok desek, abartı olmaz.
    çünkü , din işlerine varana kadar, aksayan o kadar önemli ve hayati hizmetler var ki, neresinden tutsak elimizde kalıyor.

    Örneğin kamu memuru olan doktorlar üzerine, bu yazıdan daha uzun, daha ciddi ve belgeli, delilli yazılar yazmak hiç de zor değil.
    Devlet hastanesinde, sabahtan kuyruğa girip, saatlerce bekledikten sonra, odasına girebildiğiniz, asık suratlı meymenetsiz doktor, değil karnınıza, yüzünüze bile bakmadan, şikayetlerinizi dinleyip, ezberlediği ilaçları yazıp sıranızı savar, veyahut, orada teknik anlamda yetersiz olan cihazların, kendi özel muayenhanesinde olduğunu söyler ve size kartını verir. Devletin hastanesi onun için, müşteri kapısıdır. Hastalar, insan değil, müşteridir.

    Dveletin okuluna gidersiniz, öğretmeni canından bezmiş bir halde, masada oturarak, mesai doldurur, evine giderek, saatine ödeyeceğiniz dövizlerle, okulda ağzında kerpetenle alamadığınız, bilgileri, bülbül gibi dökmeye başlar. Okul, onun için müşteri kapısıdır.

    Din işlerindeki durum da bundan farklı değildir.
    Kimse, ilkokulda sorulduğunda, büyüyünce imam olacağım demez. Herkes, futbolcu, pilot, doktor olmak istemektedir.Kader bir şekilde, imamhatibe sürükleri öss sınavını kazanamaz. İşsiz kalmaktansa, imam olup sırtını devlet babaya dayamak ister. Yoksa, insanlara islamı anlatayım, ahlaki anlamda yardımcı olayım gibi, ideallerle çıkılmamıştır yola.

    O yüzden Ece hanım, bu sistem, en başta anayasasından başlanarak, kökünden değiştirilmelidir.

  73. Yazan:mr^sair Tarih: Ağu 4, 2007 | Reply

    Merhaba

    Halka nasihat vermek âdetim değildir. Hatta söyleyeceğim sözlere muhtaç bir kimse bile tasavvur etmem. Ancak dikkat ediyorum da: ‘ateist hayat tasavvuru’ olan büyüklerimiz bulundukları yeri kutsayarak, kendilerini herkesten yüksek bir seviyede göstermek, bu suretle hem taklit ettikleri düşüncelere hem de kendilerine adeta ulvî bir yolun mümtaz revânı gibi şöhret kazandırmak için dinsiz olduklarını ilan etme peşindeler. Şahsî kanaatime göre bu tutum gösterişten, ya da halk arasındaki söylenişi ile: ‘Hacı hacı olmaz gitmekle Mekke’ye, dede dede olmaz gitmekle tekkeye’ atasözüne geçerlik sağlamaktan başka bir işe yaramamaktadır.

    Söylediğiniz her sözü; nesneleri yeni yeni tanıyan bir çocuğun, bunları icat ettiğini düşünmesi gibi fikrî temayüllerinizin müdafaası olarak sarf ediyorsunuz değil mi? Size cevap vermeye çalışan büyüklerimizde bir ihtiyat tedbiri, bir önleyici çare geliştirme kaygısında öyle mi?

    Sanırım ‘Ay’ ı yeniden keşfedeceksiniz!.. Modern dönemin ateist düşünürleri gibi dini bir fenomen olarak ele alarak indirgemeci bir yaklaşımla onu tanımlamaya koyulup, özünde; itikadı, tasdik ve îmanı gerektiren her ne varsa top yekûn bilimsel bir obje gibi ele alarak tek bir ilkeden –mutlak akıl(ama hangi akıl?) ve kutsal pozitivizm- hareketle izah etme yoluna gideceksiniz…

    Akabinde Tanrı inancının zaten şuradan ya da buradan kaynaklandığını söyleyerek, zihinlerinizdeki bu kavrama Tanrı ismini vermekten kaçınacaksınız.Belki, evrende bir kaos olduğunu, kâinatın düzensiz bir kütle yığını olduğunu tekrarlayıp yahut Çetin Altan gibi ‘kozmoz’ dan nağmelerle diyalektik felsefeye kadar getireceksiniz. Tanrı inancını psikolojik tahlillerle açıklayacak din duygusunu insanlığın en eski, en güçlü ve en kaçınılmaz arzusu olarak değerlendirip, bunu da çocuksu yanılgılar olarak ifade edecek; Tanrı inancını, çocuktaki baba imajının bir yansıması olarak gören bir psikanaliste eşlik edeceksiniz.

    Buradan Hristiyanlığın Tanrı anlayışını şiddetle eleştiren bir ilhamla İslam’ın tevhid akidesini ‘gagalıyacak’ Tanrı inancını içeren bütün gelenek ve değerlere şüpheci bir yaklaşımla Tanrı’yı inanılmaya değer bir varlık olarak görmeyeceksiniz. Kim bilir, ‘Tanrı öldü. Onu biz öldürdük.’ Diyecek kadar cüretkâr ve toy sloganları da iliştireceksiniz söylemlerinizin arasına… Bakın, ‘toy’ dedim, kızmayın, aşağıda buna değineceğim.

    Belki daha varoluşçu seslere kulak vereceksiniz. İnsanın özgürlüğe mahkum olduğunu iddia edenler gibi Tanrı fikrinin insanın kendini tanrılaştırma ve kendini Tanrı olarak görme arzusunun bir sonucu olarak, varlığı özünden evvel gelen tek canlı olarak gördüğünüz insanı yapmacık bir hümanizmin için de pazarlayacaksınız. Öyle ya, özgürlüğünüz için O var olmamalı…

    İnsanlığın gelişimini ‘3 hal yasa’ ları ile izaha kalkışıp insanlığın bugün ki halini de
    ’tarihi evrimin’ bir sonucu olarak görecek, son evriminde bilim sayesinde dîni bir kenara bırakacağını düşüneceksiniz. Hukuk sosyolojisi derslerinde halen okutulan ve peşinden sürüklediği kalabalıkların ardlarında bıraktığı bu ideali sorgulamasına imkan veren konular. Sorgulamak çünkü, Tanrı inancının bugün tüm gücü ile halen ayakta olduğunu ve her şeye rağmen dünyanın pek çok yerinde dini inançların hayatiyetlerini sürdürdüklerini gördüğünüzde başka bir çıkar yol yok gibi…

    Ya da antropolojik bir yaklaşımla ateizminize ‘gerçek bir hümanizm’ tanımını katacaksınız. Tanrı kavramını da insanın doğasını dışarı yansıtması olarak ifade edeceksiniz. Çünkü, Tanrı’yı kabul etmek, kendi varlığınızı hafife almak, kendi benliğinizi yalanlamak, özünüze yabancılaşmak olacak değil mi?

    Belki de bu son düşüncenin kaynaklık ettiği bir başka ideale sıçrayacak burjuvazi ve kapitalizmin egemen olduğu toplumlarda dinin rolünden söz etmeye başlayacaksınız. Sonra böyle bir toplumda dinin, kilisenin, câmiinin, ezanın vs.. insanı etkisiz hale getirerek uyuşturduğunu söyleyeceksiniz. Herhangi bir toplumun, herhangi bir dönemindeki üretim araçlarının, o toplumun ulaştığı gelişme düzeyi ve sınıfların formasyonunu belirleyeceğini söyleyecek, bulunduğunuz toplumda ‘sınıf’ tesisini umarak bunların devrimine özlem duyacaksınız, ama; İngiltere’de sanayi, işçi sınıfı da vardı devrim mi oldu soruları karşısında da suyu kesik musluk(kuraklık maalesef, ama bu toprak kuraklığı değil, vicdan muhasebesi kuraklığı) gibi ahenkli ‘tıs’ –lamalar besteleyeceksiniz.

    Velhasıl, mutlak, teorik, ideolojik, ilgisiz denilebilecek birkaç ateist formdan enstantaneler sunacak, daha işin başında inancın mahiyetini yanlış anlayacak ve dini seleflerin yaptığı gibi dar bir çerçeveye oturtacaksınız. Tek bir ilkenin ya da dar bir çerçevenin dini ve Tanrı inancını bütün boyutlarıyla izah etmesinin mümkün olmadığını birileri söylediğinde ise, bunu basit ve ilkel düşünceler olarak göreceksiniz.

    Tabuları yıkmak, devrim yaratmak, sorulamayacağını düşündüğünüz soruları sormak… Sözleriniz arasında cilalı ama çürük bir baston gibi dayandığınız literatür kalıntıları bunlar değil mi? Bu terminoloji demirbaşlarını literatürünüze kattığınızda fazilet nâmına benliğinizde hüküm süren tüm yüksek (!) duyguları kendi içtihadlarınızın mahsülü olarak lanse edecek ve ‘yelin kayadan kopardığı ancak tozdur’ darb-ı meselini unutarak, tevhidî mukavemetten ne kadar et koparabilirimin kaygısını güdeceksiniz öyle mi? Hem de; kendinizin, çevrenizin, adetlerin, ilk aldığınız terbiyenin etkisi altında olduğunuzu unutarak… Ağaca sormuşlar: “Baltanın sana olan bu hıncı nedir?”… “Sapı bizden de onun için…” demiş.

    Sepet gibi düşünün… Suyun içine atılmış bir sepet gibi, içine biriken az miktarda suyu kendi malı zannedip; sudan çıkarılınca durumun zannettiğinin aksi olduğunu anlamak gibi…

    Herkes bulunduğu açıdan gerçeği görmeye çalışmış, ama birçoğu da ancak belirli fonksiyonlar ile aydınlatmaya çalışmış. Felsefeci dini sadece teorik bir problem olarak ele almış tartışmaya çalışmış. Psikolog onu sadece duygu ile alakalı bir şey olarak görmüş, buna göre tahlil etmiş. Sosyolog ise onu toplumsal bir olay gibi düşünmüş fonksiyonunu yorumlamaya çalışmış… Ekonomistler kalkmış dini, iktisadi bir yaşamın gölgesinde görmeye çalışmış, antropologlarda geri kalmış yörelerdeki ilkel insan yaşamlarını model alarak yorumlamış… 20.yy bu dar çerçeveli din tanımlamaları ve güya çürütmeleri ile geçmiş.

    Bunları okumalarımız esnasında hepimiz fark ediyor olmalıyız. Ama, fark edemediğimiz bir şey varsa, o da, dünyanın bir çok yerinde bu tartışmalar stabil bir zeminde yapılırken, bizde konunun götürdüğü eleştirileri ideoloji haline getirenler çoğalmıştır. Durum böyle olunca, ya eleştirileri yüceltmişler ya da eleştirileni… Biz de bir başka sorun da, sanki kendi söylediklerimiz, ilk defa söyleniyor, bizden evvel bunu aklının ucundan kimse geçirmemiş, ve ‘benimle birlikte ezberler bozulacak’ türünden saplantılar olması. Bu durum ekseriyetle ateistler arasında yaygın.

    Adeta kendileri dünyadaki ilk ateistlermiş gibi fikir serdederek, varlıklarını, karşılarında muhalif gördükleri dindarlar üzerinden açıklamaya çalışmışlardır. Ellerine biri ‘tabu yıkıcılığı’ bir diğeri de, ‘sorulamayan soru yoktur’ dediğim boks eldivenlerini geçirip, Eski Hint’te Vişnu, Antik Yunan da Desten, Stoacılarda hürriyet ve insan iradesi tartışmalarından bu yana söylenegelenlerden habersiz olduklarından tüy siklet kaldıkları bir ringde, yüz yılların dîni birikimini karşılarına dikerek, ağır siklet maçına çıkmak istemektelerdir.

    Ateizm adına pek çok şey söylenmiş, konuşulmuş, yazılmış, çizilmiş… Elbette bunların içerisinde çok ciddi problemleri gündeme getiren ve tartışan değerli fikirlerde bulunmaktadır. Bunlara da herhangi bir felsefe eserinde rastlamak ve keyifle okumak mümkün… Ancak bu münazara cazibesi maalesef, ateizm adına yapılan şeylerin çoğunluğunun tutarlı ve insaflı fikrî tartışmalar olmak yerine, birer ateizm retoriği haline gelen ideolojik söylemler halini almış bununla da daha ziyade ideolojik bilin, ideolojik felsefe, ideolojik ateizm şeklini almış durumda. Neden böyle diyorum? Baksanıza sorduğum bir soruya freedom nasıl yanıt veriyor:

    Mr^sair:

    Fikrinizi gayet dar bir çerçeve dâhilinde dolaştırdığınız için, etken sebep ve âmillerden gaflette kalmışa benziyorsunuz. Size kendinizi tam mânâsı ile, dilediğiniz tüm nazariye ve doktrinlerden esinlenerek açıklama imkânı verildiğinde neler karalayabileceğinizi merak ediyorum. Hayat tasavvurunuz nedir?

    Freedom:

    Sizinkinin tam tersi Sair bey. Heralde yeterince açıklayıcı olmuştur.

    Kendilerini ateist olarak tanımlayan insanların çoğunluğu yukarda yazdığım ama müelliflerini belirtmediğim düşünürlerin fikirleriyle kendilerini ispatlamaya, temellendirmeye çalışmakta. Yine pek çok ateist dinle ilgili eleştirisini bu kişilerin fikirlerinden hareketle ortaya koymaya gayret ediyor. İşin daha çarpıcı tarafı, bu düşünürlerin dünyasından olmayan ve aynı kültürde yaşamayan kişilerin dahi onların fikirlerini sahiplenmesi ve savunmasıdır. Sakın ha kalkıp da: “Ama sizde Arapların din bilgisine itibar ediyorsunuz, hadi bakalım” demeyin. (Her ihtimale karşılık hatırlatayım: İslâm’da edile-i şeriyye(dîni deliller) Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas.. diye gider. Bu sıralama takip edilen yöntem açısından önemlidir ve alimler bundan sapmaz. Bu konulardaki ihtilaflar ise füruya aittir, cüz’idir.) Zira, freedom arkadaşımızın ezanı vaktin değil namazın şartı sayan ve herkesi namaza davet ettiği gerekçesi ile insan haklarına aykırı bulan yaklaşımına düşmeniz işten bile değildir.

    Kendine hitap eden bir şey bulunmadığı gibi kendi kültüründe de o düşünürlerin takılacağı bir problem bulunmamasına rağmen, kendi içimizden çıkan ateist büyüklerimiz maalesef evlerinde kaybettikleri anahtarlarını sokak da aramaya koyuluyorlar. Kendisini tanımlayan yegane sözü; “senin tamamen zıttınım” olan birinin bu halet-i ruhiye ile ancak peşinen reddetmesi beklenirdi.

    Marx, Freud, Nietzche, Satre, Comte, Feuerbach,Epikur dan yazdıklarıma sizin de ekleyecekleriniz eminim vardır. Ama, şuana kadar işaret ettiğim gibi, ateizmi bir ‘endişe bozukluğu’ şeklinde ‘toy’ bir insancıllıkla manipüle etmenizden başka bir şeye şahid olamadık. Neymiş efendim: “Sabah ezanından nasıl da korkarak uyandığımı bilirim” 🙂

    Bu duruma ‘endişe bozukluğu’ diyorlar. Panik atak ve anksiyete çerçevesinde değerlendirilen bir rahatsızlık. Açıklayacak olursak, yaşamınızla ilgili bağlantı kurduğunuz farklı çağrışımlarla bilinçaltı bu korkularınızı işlemeye ve her şeyin bundan gerçekleştiği vehmine kapılmanızı sağlar.

    Bu durumda olan biri genelleme yapar. Merak etmeyin ‘genelleme’ semptomuna dindar arkadaşlar arasında da rastlıyorum. Önce imkansız olarak gördüğünüz şeyleri mümkün görebilmelisiniz. Yani kendi kültürünüzle barışmaya çalışmalısınız. Çocugunuz, nesliniz, akrabalarınız… İster çok para kazanmak ister doktora yapmak için kopun toprağınızdan, ama ayak bastığınız en samimi toprağın, sizi ta çocukluğunuzdan beri çepeçevre içine alan, ciğerlerinize çektiğiniz hava, damarlarınızda dolanan kan gibi saran vatanınız ve kültürünüz olduğunu unutmayın. ‘Civilisation’(kültür) 1760 lar da türetilmiş, ama arkaik dönemden bu yana bir insan-medeniyet-kültür faktörü var. Ülkeler medeniyet icat etmeye, kendilerine tarih yaratmaya çalışırken, gelin asıl siz ‘evdeki bulgur’ dan olmayın.

    Bu korkularınızdan da sıyrılmanın, üstesinden gelmenin yolu denge geliştirmektir. Yoksa her yaşta yakanızı yapışır. ‘Aman düşersin dur’ diyerek büyüdük, ama kimilerimiz aklını devşirdi ve düşmenin, ölmenin yok oluş olmadığını kavradı. Hem öyle olsa, bir yok oluş olsa bile acaba böylesi bir yaşamı seçmemiz kaçımızı mahrum eder? Ya, değilse? Ya sınıfta pişkince soru sorarak gövde gösterisi yapan çocuk, sınava geldiğinde soru sormaktan esasında konunun mânâsını gözden kaçırdığını anlarsa? Ya bütünlemesi de yoksa?

    Sakın yine korkuttuğumu söylemeyin. Bu, eleştirilme, hata yapma, bayılma, kanser olma, topluluk önünde konuşamama korkusu değil… Bu hüznü ve sevinci de barındıran bir korku, bir tercih… Yoksa açık alanda da korkanı çıkar, kapalı alanda da… Merak etmeyin, nasıl ki çağdaş hukukumuzda (Tabii Hukuk tartışmasına girsek ne hoş olur) ibâhe asılsa, korktuğunuzda da asıl mübah kılmadır, suçlama değil aklamadır.

    Sakın kendinizden uzağa düşmeyin olur mu? Size ait olan sizi var kılan bir kültürün yabancısı olmak, ondan uzak durmak zorunda kalmak, nasıl bir çiledir bu? Modern insanın sorularla oluşturulmuş bir zihin yapısına sahip olması şaşılacak bir şey değil. O nedenle çok soru sordukça ustalığınızın artacağını düşünmeyin. Topraklarında yoğrulduğunuz kültürün kendi rengini size ve çevrenizdeki insanlara vermesine izin verin. Kendi kültür köklerinizle ilgili yaptığınız her kazı çalışması sizi yakın döneme kadar götürüp bırakmasın. Ötesine geçebilmek için yapmanız gereken yalnızca önyargılarınızdan sıyrılmanızdır. Atın üzerinizde ki şu şartlanmışlıgı. Bırakın seneler nasıl geçmişse geçmiş. Siz bundan sonrasına bakın. Bu ülkede sizi yoğuran kültürün ne kadar uzağına düşerseniz düşün, yolunuz yine aynı yerden geçecektir. Mevlana hikayesindeki gibi bir şey. Hani Simyacı’da da anlatılan. Uzaklarda aradığımız hazine aslında hemen yanı başımızda. Ve bizim içimizde. Bunu fark edebilmek mümkün…

    Bu arada daha önce bu tip tartışmaları ortak bir platformda internet marifeti ile yürütebilir miyiz sorusunu Suat Bey ile aramızda mütalaa ettik. Kendimce geliştirdiğim ‘sanal münazara’ kurallarım var. Bunları ülkemizde de üniversite çatısında uygulanan münazara(debate) meşgalesinden esinlenerek hazırladım. Sıcağı sıcağına münazara yapmak, bekleme yapmadan, heyecan katmak ve belki de takım oyunu şeklinde sürdürebilmek için ilgilenip ilgilenmeyeceğinizi merak ediyorum. Bir ortam da hep beraber toplanmışız, ve belirlenen kişiler kendi arasında münazara ediyorlar, bu takımlaşarak da olabilir. Jüri var takip eden… Alıntı yok, muhatabın cümlelerini kopyalayıp ardına devşirilmiş bir cümle ile cevap iliştirmek yok. Dileyen de izliyor. İşte, sanal olarak telakki ettigimiz ama yaşamın tüm gerçekliklerinden belirli ölçeklerde barındıran platformda da, bu kavrama hayatiyet kazandırmak istiyorum. Sizi bilmem ama forumlar artık bana soğuk gelmeye başladı, bir süre sonra ahbap-çavuş ilişkisine dönüyor. Yazı yazmak yerine diyalog kurmak istiyor insan. Bilmem ateist büyüklerimiz ne der…

    Not: Bu arada yukarda sözü edilmiş: son nefesinde ‘aman Ya Rabbi’ diyenlere rastlamamış sanırım Zihni Bey, o nedenle hatırlatmak isterim. Fransız düşünürü Litré ölüm döşeğinde bir Katolik papaz getirterek kendisini vaftiz ettirmiştir. Bundan bir sonuç çıkmaz elbette, sadece anekdot kabîlinden…

    Devam edelim olur mu? Tesekkürler…

    Ve sâir

  74. Yazan:Ece Arı Tarih: Ağu 5, 2007 | Reply

    Arkadaşlar,
    değerli katkılarınız için çok teşekkürler..

    saygılar

  75. Yazan:flea Tarih: Ağu 5, 2007 | Reply

    Freedom kardeşe tavsiyeler:
    1)Ev alırken, emlakçıya camiye uzak bir ev istediğini belirteceksin.

    2)Kiralık ev ararken, camilere uzak bir mekan tercih edeceksin.

    3)Biz sabah namazına saat kurup, zor kalkıyoruz, sende nasıl bir kulak olduğunu, bir doktora sorup teşhis ettireceksin.

    4)Daha da olmazsa, iskandinav ülkelerine taşınacaksın, çünkü bu topraklarda ezan ebediyyen susmayacak.

  76. Yazan:freedom Tarih: Ağu 5, 2007 | Reply

    Birdost

    Ezan sesinden rahatsız olanlar ve laik devlette bunun ne işi var diyenler avrupada her saat başı kiliselerden yükselen çan sesine ne derler? Yoksa oralarda kimse saat taşımaz mı? “Bu devirde böyle şeyler olmaz…açık insan hakları ihlali” (Freedom) ???

    Kiliselerde her saat başı çan çalma gibi birşey ne Avrupada ne Amerikada vardır. Anlaşılan sizi fena kandırmışlar. Ayırca Avrupada iki adımda bir kilise bulabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Türkiyedeki cami inşaatları gibi 2 dakikada bir yeni kilise inşaatı başlıyor mu sanıyorsunuz Avrupa ülkelerinde?

    flea

    Freedom kardeşe tavsiyeler:
    1)Ev alırken, emlakçıya camiye uzak bir ev istediğini belirteceksin.

    2)Kiralık ev ararken, camilere uzak bir mekan tercih edeceksin.

    3)Biz sabah namazına saat kurup, zor kalkıyoruz, sende nasıl bir kulak olduğunu, bir doktora sorup teşhis ettireceksin.

    4)Daha da olmazsa, iskandinav ülkelerine taşınacaksın, çünkü bu topraklarda ezan ebediyyen susmayacak.

    1-2) Var mı öyle bir yer? Camiden uzak bir yer bulmak mümkün mü 🙂
    3) Saat kuduğunuz halde uyanamıyorsanız sanırım asıl doktora gitmesi gereken kişi sizsiniz.
    4) O kadar emin olma. Zamanın ne göstereceğini bilemezsiniz.

  77. Yazan:blue Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    Sayın Mr.sair,

    Enfes yorumunuzdan çok istifade ettim, teşekkür ederim. “Debate” tarzı bir tartışma ortamı fikri de çok güzel. Mustafa Akyol ile Matzke’nin şu tartışması gibi bir şeyi kastediyorsunuz sanırım. Bu tip münazara ortamının derin düşüncede de yer alması çok hoş olabilir. Site yöneticisi arkadaşların bu öneriyi dikkate alacağını düşünüyorum.

    Selamlar,
    blue

  78. Yazan:MY Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    Sayin Freedom,

    Söyle bir soru sormussunuz :
    “Kiliselerde her saat başı çan çalma gibi birşey ne Avrupada ne Amerikada vardır. Anlaşılan sizi fena kandırmışlar. Ayırca Avrupada iki adımda bir kilise bulabileceğinizi mi sanıyorsunuz?”

    Hayatimin son 17 senesini ABD, Kanada, Ingiltere ve Fransa’da geçirdim. Evet, her iki adimda bir kilise var bu ülkelerde. Evet, saat basi çan çalar. Mesela ögleden sonra üç ise 15 defa “çaaan” diye vurur.

    Bu ise beni bir müslüman olarak rahatsiz etmez. Su anda yasadigim Fransa’nin en azindan bu konuda laiklikten ödün verdigini düsünmüyorum. Katoliklik din olmakla beraber bu ülkenin kültürünün de bir parçasi. Fransiz dili Incil’e referans yapan deyimlerle dolu ki dinsiz/agnostik fransizlarla beraber ben de bunlari kullaniyorum.

    Bana güvenerek vatandasligini da vermis olan bu ülkenin insanlarini daha iyi anlamak için yillardir Incil okuyorum. WEB üzerinden Katolik ve Protestan din adamlariyla Eski Ahit’in (eski ibranice-eski yunanca) çevirileri üzerine tartisiyorum.

    Hristiyanligi anlamaya çalismak beni Kötü-Müslüman yapmayacagi gibi Islam’i ve müslümanlari anlamak da sizi kötü-Ate yapmaz.

    Farkinda olmasaniz ve/veya istemeseniz de Islâm gemisindesiniz. Türkiye ve Islam Dünyasi daha iyiye giderse bunun meyvalarini yiyeceksiniz. Basimiza gelen kötülüklerden ise kaçma imkaniniz yok. Yurt disinda yasamaya baslasaniz bile hem bürokratik olarak hem de kültürel olarak geçmisiniz sizi takip edecektir.

    Hal böyle iken basta kendiniz sonra ülkeniz için bu reaksiyonerligi bir kenara birakin, Islam’in özünü, müslümanlari ve Türkiye’de Islam’in kavrani-yasanis seklini anlamaya çalisin.

    Anlamak sevmenin ilk adimidir.

    Muhabbetle

  79. Yazan:Birdost Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    Kilise ve çan konusunda benim birşey dememe gerek kalmamış, teşekkürler MY.

    Ah Freedom ah, hem bilmezsin hem de cahil cahil konuşursup kendini rezil edersin.

  80. Yazan:freedom Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    MY ve birdost bey,

    Avrupada iki adımda bir kilise var demişsiniz. Türkiye’de yaklaşık 90 bin cami var. Mesela İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da veya İspanya’da buna benzer bir sayı vererek tezinizi güçlendirebilir misiniz? Ayrıca kiliselerde her saat başı çan çalmaz. Bazı kiliseler böyle birşey uyguluyor olabilir ama bunun dini bir anlamı yoktur. Normalde düğünlerde, cenazelrde bazı bazı dini olaylarda çalınır. Ayrıca her saat başı çalınır diyorsunuz. Yani iddianıza göre gece 1’de de 3’de de çalınıyor. İddianız bu. Bunun her kilisede olduğunu da iddia ediyorsunuz. İddianızı ispata davet ediyorum sizi. Kanıtınızı görmek için sabırsızlanıyorum.

    …sizi kötü-Ate yapmaz.

    Ate? Bu ne böyle? Benim şimdi size müslo diye mi hitap etmem gerekiyor?

    Ah Freedom ah, hem bilmezsin hem de cahil cahil konuşursup kendini rezil edersin.

    Kim cahil kim değil onu gerçekler gösterir.

    Tüm bunları bir kenara koysak bile. Yani Avrupa’da her saat başı iki adımda bir bulunan kilise ve katedrallerde çok gürültülü bir şekilde çan çalınıyor diye kabul edelim. Bu ne anlama gelir? Türkiye’deki uygulamanın kabul edilmesi gerektiğini mi gösterir? Sabahın 5’inde arapça gürültü ile uyandırılmayı meşru hale mi getirir? Hayır. Hiçbir şey bu olayı meşrulaştıramaz.

  81. Yazan:Birdost Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    Freedom sen ne dediğinin farkında mısın? neyini ispatlayacak buraya bir kilise mi getirecek? hayatında kilise görmemişsin atıp sıkılıyorsun burada. Dur bir kilisenin yanında da gör bakalım gunde kaç kez çan çalıyor. Bu tartışma avrupada da bir ara liberaller eliyle yapıldı, bu çanlar olmaz falan diye, sonra lafı ağızlarına tıkıverdiler “kültürel doku” diye, o gün bugün ses yok.

     Sair’in yorumu da sana yazıldı bana değil. Cevap bekler adam.. Cevap versene aynı perdeden?

     

  82. Yazan:MY Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    farkli görüslerde olmamiz nezaketi elden birakmamizi gerektirmez. “cahil” vb sifatlarin kullanilmasi tartismaya bir sey getirmedigi gibi kalp kirar.

    Sayin Freedom,

    Pazardan pazara kiliseye giden bir halk ile günde 5 defa camiye giden bir halk arasinda ibadethane kullanimi ayni yogunlukta olamaz elbette. Kisi basina düsen cami sayisinin bizde fazla olmasi normal.

    Ayrica söylediklerime inanmamak sizin en dogal hakkiniz 🙂

    Size neyi ispat edeyim? Goggle Earth’den gidin bakin.

    Kisa yürüyüsler yaptigim 1.5 kmlik caddede belki 3-4 tane kilise var. Hastahane ve okullara hizmet veren küçük kiliseleri ve ara sokaklardakileri saymiyorum.

    çan çaldiklarini nasil ispat edeyim? WebCam mi koyayim? o zaman da “montaj yaptin” dersiniz 🙂

    Paris’e yolunuz düserse kendiniz dinleyin.

    iyi haftalar

  83. Yazan:zihni Tarih: Ağu 6, 2007 | Reply

    Sn.mr. sair,

    Öyle bir makale döşemişsiniz ki, adeta Çin Seddi gibi, uzaydan balkınca da şekli belli olan, ama günümüz teknolojisinde aşılamayacak da değil:) (bunu kıskançlık belirtisi sayabilirsiniz):))
    Yazınızın iyi bir kompozisyon örneği olduğunu itiraf ediyorum. Arada katılabileceğimiz tespitler olsa da, yazının içeriği, ateistlerin düşünme ve davranma biçimini özetlemekten öte bir öneri de içermediğini görüyorum.
    Eleştiri boyutunda olabilecek birkaç noktayı analiz etmeye çalışalım.
    Halka nasihat vermek âdetim değildir. Hatta söyleyeceğim sözlere muhtaç bir kimse bile tasavvur etmem.
    Bu “mütevazilik” belirtecinizin ardından,
    Ancak dikkat ediyorum da: ‘ateist hayat tasavvuru’ olan büyüklerimiz bulundukları yeri kutsayarak, kendilerini herkesten yüksek bir seviyede göstermek, bu suretle..
    Diye devam eden bu sözlerinizle de adeta pekiştiriyorsunuz.
    Bir din dersi öğretmenimin bir sözü vardı, “aşırı (abartılı) tevazu, aşırı kibirden ileri gelir”.
    hem taklit ettikleri düşüncelere hem de kendilerine adeta ulvî bir yolun mümtaz revânı gibi şöhret kazandırmak için dinsiz olduklarını ilan etme peşindeler.
    Taklit? Şu insanlık aleminde kaç çeşit ana düşünce kategorisi vardır sizce? Bence topu topu dört. 6 milyar insan, bu dört düşünceden birini benimsemek (sizin deyiminizle taklit etmek) zorunda değil mi? 6 milyar farklı düşüncenin olması mı gerekiyor sizce?
    Birilerinin “dindar insan olduklarını” ispat etmek kadar, bunun tersi de hak olamaz mı? Bunu kınarken dahi baskı içeriğine sığındığınızın farkındasınız sanırım.
    Bir taraf tebliğin her türlü yoluna başvururken, diğer tarafın düşüncesini ifade etmesi neden “şöhret için dinsizlik”ilanı olsun ki? Diyelim ki, dinsizliğini ilan etti, “şeytan bunun neresinde?”:)
    Şahsî kanaatime göre bu tutum gösterişten, …başka bir işe yaramamaktadır.
    İşe yaramasaydı, size bu kadar emekle bir makale yazdırmayı gerektirir miydi?
    Gösteriş için yaşamını (katlivacip fetvasıyla) riske atmayı göze almıyorlar sanırım.
    Akabinde Tanrı inancının zaten şuradan ya da buradan kaynaklandığını söyleyerek, zihinlerinizdeki bu kavrama Tanrı ismini vermekten kaçınacaksınız.
    Değişebilirlik-değiştirilebilirlik, sorgulanabilirlik ile, doğma kalıpların kökenini nasıl aynı “Tanrı” kavramıyla eşleştirebilirsiniz?
    Tanrı inancını psikolojik tahlillerle açıklayacak din duygusunu insanlığın en eski, en güçlü ve en kaçınılmaz arzusu olarak değerlendirip, bunu da çocuksu yanılgılar olarak ifade edecek; Tanrı inancını, çocuktaki baba imajının bir yansıması olarak gören bir psikanaliste eşlik edeceksiniz.
    Tanrı inancını, bir insanın kavrayabileceği kapasitede hangi “somut” tahlillerle açıklayabilirsiniz? Sonuçta 5 duyu organından sonra, 6. duyu dediğimiz, güvenilirliği en zayıf his-sezgi gücüne hitabetmeyecek misiniz? Yoksa, bir yığın korku mesajlarıyla son noktayı koymayacak mısınız?
    Tabuları yıkmak, devrim yaratmak, sorulamayacağını düşündüğünüz soruları sormak… Sözleriniz arasında cilalı ama çürük bir baston gibi dayandığınız literatür kalıntıları bunlar değil mi?
    Birinci cümlenizde üstü örtülü sopa seziliyor. Her soruyu soramazsınız” demeye mi getiriyorsunuz? Yoksa, devamında “cilalı ama çürük bir baston gibi dayandığınız literatür kalıntıları”nın asıl mimarları Tarihin varisleri olan kapitalizm-din ortaklığı olan egemenlik değil midir? Bunları ben de sizin gibi REDdediyorum.
    Felsefeci dini sadece teorik bir problem olarak ele almış tartışmaya çalışmış. Psikolog onu sadece duygu ile alakalı bir şey olarak görmüş, buna göre tahlil etmiş. Sosyolog ise onu toplumsal bir olay gibi düşünmüş fonksiyonunu yorumlamaya çalışmış… Ekonomistler kalkmış dini, iktisadi bir yaşamın gölgesinde görmeye çalışmış, antropologlarda geri kalmış yörelerdeki ilkel insan yaşamlarını model alarak yorumlamış… 20.yy bu dar çerçeveli din tanımlamaları ve güya çürütmeleri ile geçmiş.
    Bu saydıklarınızın tamamı hayatın ta kendisi değil midir? Ve insanın öğrenme-anlama yeteneğinin araçlarına hitabeden bu alanlardan başka neye güvenebilir insan? Eğer, dinin bu kapsamda tanımlanamayacağını düşünüyorsanız, insana nasıl adapte etmeyi düşünüyorsunuz? Yoksa, kestirmeden “iman etsinler yeter” mi diyorsunuz?
    Adeta kendileri dünyadaki ilk ateistlermiş gibi fikir serdederek, varlıklarını, karşılarında muhalif gördükleri dindarlar üzerinden açıklamaya çalışmışlardır.
    Bu tür değerlendirmelerinizde pek bir mesaj göremiyorum doğrusu, genellikle diğerleri de buna benzer yargılama biçimi.
    Nasıl bir fikir “serdetmesini” beklersiniz?.Dindarlığın tamamı, özgür yaşamın önemli bir bölümü taklit değil midir zaten. İnsanlığın öncüleri, ürettikleri yenilikleri insanlığın hizmetine sunacak, insanlık ta ondan yararlanacaktır tabi.
    Sonra, dindar tebliğcilerin hedef kitlesi kimlerdir? Sorgulama cesareti bulamayanlardır mıdır daha çok?
    Sakın kendinizden uzağa düşmeyin olur mu?
    Yani?
    Size ait olan sizi var kılan bir kültürün yabancısı olmak, ondan uzak durmak zorunda kalmak, nasıl bir çiledir bu?
    “Bize ait olan (aslı Araplara ya siz de vurguladınız bir yerde, hadi öyle olsun) ama, bizi tamamen hiçe sayan, (kadınları ve inanmyanları daha fazla) bu dünyada cehennemi yaşatan, bizi özgür birey olmaktan, “tanrı kulu” kapsamında, tanrının temsilcilerine kul eden, öğretinin ayrıntılarına “sorgulamacı dalmayı” adeta yasaklayan, onu tekelleştiren-özelleştiren bir anlayışın çilesinden daha fazla çile düşünülebilir mi?

    Modern insanın sorularla oluşturulmuş bir zihin yapısına sahip olması şaşılacak bir şey değil. O nedenle çok soru sordukça ustalığınızın artacağını düşünmeyin.
    Tamam, ustalığımızın artacağını düşünmeyelim, söz:) amaaa, sorular sorulmaktan huylanan bir yaşam kalıbının korkusu nedir? Bunun tek açıklaması olabilir, o da de-şifre edilmesi endişesi. Ancak, buna bulunacak bahaneler de hazırdır. “Ehil olmayan soramaz”?
    Sormayı yasaklamak, önce soranın, sonra da dinleyenlerin işin aslını anlamalarını önlemek gibidir. Sadece, verilmek istenenle yetinilmesini empoze etmek, kişiyi hiçe saymak değil de nedir?
    Topraklarında yoğrulduğunuz kültürün kendi rengini size ve çevrenizdeki insanlara vermesine izin verin
    Topraklarında yoğrulduğumuz, hem de hamur-çamur gibi şekillendirildiğimiz kültürün, bir başka yerde tartışırken EVRENSEL olduğunu iddia etmeyeceğinizden emin değilim. Oysa burada millileştirerek, makaleye biraz da yerel tepkisellikten güç kattınız(!).
    Not: Bu arada yukarda sözü edilmiş: son nefesinde ‘aman Ya Rabbi’ diyenlere rastlamamış sanırım Zihni Bey, o nedenle hatırlatmak isterim. Fransız düşünürü Litré ölüm döşeğinde bir Katolik papaz getirterek kendisini vaftiz ettirmiştir. Bundan bir sonuç çıkmaz elbette, sadece anekdot kabîlinden…
    Cevabı içinde olduğunu göre, istisnai bir örnek olarak kalsın:)
    Devam edelim olur mu? Tesekkürler…
    Kış aylarında belki de, yazın pek mümkün görülmüyor, soğuduktan sonra da işe yaramıyor.

  84. Yazan:freedom Tarih: Ağu 7, 2007 | Reply

    MY bey,

    Bildiğim kadarıyla İslamda 5 vakit namazın camide kılınması gibi bir zorunluluk yok. Yani namaz kılmak için camiye gitmek gerekmiyor.

    Çan konusunda hayretler içindeyim. Ciddi ciddi tüm kiliselerde gecenin 11’inde 23 kere, sabahın 5’inde 5 kere çan çalıyor diyorsunuz. İddianız bu değil mi?

    Tabi bunun ardın da Avrupada böyle oluyorsa Türkiye’de davul ve arapça normaldir diyorsunuz.

    Bunun insan hakları ihlali olmadığını göstermek için vereceğiniz cevap bu mu yani?

  85. Yazan:mr^sair Tarih: Ağu 8, 2007 | Reply

    Merhaba Zihni Bey;

    İlkin ‘gönülsüz’ beğeniniz için teşekkür ederim. Bir kişinin bildiğini, faydasına inandığını söylemesi hem hakkı hem de vazifesidir diye düşünüyorum. O nedenle yaklaşımımı ‘kibir’, ‘ukalâlık’ olarak değerlendirmenin haksızlık olacağı kanaatindeyim. Bunun için de mucit olmaya lüzum olmasa gerek… Âmiyane tabiri ile kimi hanım köşe yazarlarının birbirlerini yermek için kullandığı, ‘döşemek’, ‘laf koymak’ vs.. türü argo ifadeleri, seçtiğim nitelikli üslup(bu ukalâlık değil) ve başvurduğum nesnelliği sıfatlamak için kullanmanızı yadırgıyorum.

    Bu başlık altında fayda vermeyeceğine inandığım münakaşa kapısını açan ne yazık ki freedom rumuzlu yorumcunun; yer aldığınız platformda düşünce beyan eden ekseriyetin, mukaddes ve muazzez gördüğü bir takım değerlere karşı serdettiği kakofonik tümcelerdir. Bu durum bana ya da takip edenlere, takdir edersiniz ki ‘laf döşemek’ amacındaki münakaşa değil; bilakis, meşru müdafaa yolu açmıştır. Bu bağlamda Çin Seddi benzetmenizi bir yere oturtmak mümkün olabilir. Uzaydan görülüp görülmediği tartışmalı olsa da, bir konuda kesinlik var: Bir dünya mirasıdır; tıpkı başvurduğum mânâ gibi… Hayranlık uyandıran ve asırlara meydan okurcasına emek ile sağlamlığı birleştiren, pörsümemiş bir mânâ…

    Konuşma ve yazma hususunda sanat adamlığı pâyesini almış olan edip ve düşünürler, düşündüklerinin hepsini söylememişlerdir. Ama, söylediklerini düşünerek yazmışlardır. Gerek felsefede gerek bilim de ilk başlarda sorulan sorulara cevap aranmıştır. Sorular doğru sıra ile sorulmuştur. Varlık felsefesini, Bilim felsefesini düşünün, hepsi soruları var olanın reddi için değil, daha da anlaşılabilmesi için sormuşlardır. Sıraları şaşırdığınızda felsefe yapamazsınız. Tarih boyunca zannettiğinizin aksine soru soranlar değil, cevap bulanlar yargılanmış ve hiçbir eleştirmenin de anıtı dikilmemiştir. Siz soruları eleştiri için vazgeçilmez görüyor olmalısınız, ama o kadar da çakılı kalıyorsunuz. Çünkü cevaba sıra geldiğinde ifade ettiğim gibi taklîde sarılıyorsunuz.

    İlk yazılarınızı bir kenara bırakırsak, son yazınızda dahi tam tamına 24 soru cümlesi var. Geri kalan 8 tanesinde ise ne bir yargı, ne bir hüküm tahlili, ne bir reçete, ne de bir tanım yapabilmişsiniz. Size soruların sayısını artırmanın, ustalığı artırmadığını söylediğimde, korku ile bu savunuyu yaptığımı düşünmüşsünüz. ‘Deşifre edilmek’ korkusu… Aslında korktuğunuz şey, karşılaştığınızda içinizde oluşacak duygudur. İnsan korkularından ayrılmaktan da korkar, ama burada ümit devreye girer. Bizim duruşumuz korku ve ümit arasında olduğundan korkularımızdan sizin yaptığınız gibi onları kötüleyerek kaçmayız. Korkumuz ümidimizi kaybetmektir, mahçup olmaktır; ümidimiz ise korkularımıza yenilmemektir. İkisi arasında bir tutum… Bizim korkumuz bize isnad edenlerdeki gibi kaybetme korkusu değil ki… Ancak korkularında ümit olmayanlar, belirlediği yaşamının ayaklarının altından kayacağını, inandıkları hayatlarının boşalacağını düşünür. Varın siz Albert Camus gibi korkularınıza karşı yumruğunuzu kaldırıp şöyle haykırın: ‘başkaldırıyorum, öyleyse varım’ 🙂

    Deşifre edilmesinden korkulduğunu düşündüğünüz ‘din’ ise, büyük bir yanılgı içerisindesiniz. Bir defa din şifreli değildir, sunduğu hakikatler ışığında açık ve sâdedir. Büyük dinler ve tebliğ ile vazifelendirilen Peygamberler bilinmeyeni, yeni diye getirmemiştir ki… Onlar zaten asırlardır belki de kâlu belâ dan bu yana bilineni, gerçeği kendilerinden önce gelenleri tasdik etmek üzere getirmişlerdir. İşte bu gerçek aynıdır ve ilginç değildir.

    Düşünün sadece İslâm özelinde düşünelim, apaçık Kur’ân, Sünnet, bunları açıklayan tefsir, siyer, müctehid, fakih… Kelâm Tarihi boyunca, Antik Yunan’ı deşifre eden ve korku hezeyanları içersindeki Rönesans’ın sancılarını duyan Grek-Latin durağanlığına bırakılan miras… ibn-Sinâ’dan, Kindî’ye, Gazali ye kadar alimlerin kozmolojik delillerinden esinlenen Lange Craig’e pek tabii ‘büyük patlama’ ya kadar… Deşifre edilmesinden korkulan nedir söyler misiniz? Kelâm Tarihi’nde ehl-i sünnet içinden kopan Aristo temelli felsefî ekolleri, insana cebri, fiillerinin yaratılışını, kudret ve irade tartışmalarını düşünüyorum da acaba bunlardan hiç mi haberiniz yok? Korku gönüllerde değil, esas korku akıllarda!.. Akıl kendini güvende hissetmediğinde, etrafından kendisine zarar gelebileceğini düşünerek psiko-nevrotik bir hale sürüklendiğinde korkuyu eline aldığı çamur gibi etrafına saçıp savuruyor ki bundan anksiyetik davranışlar diyerek yukarda söz ettim. Bunca soru bir güvensizliğin ifadesi mi, yoksa yalnızlıktan kurtulabilmenin tek çaresi mi? Unutmayın, aklın kendini güvende hissetmesi için îmanın, tasdik edeceği hakikatler bulması ve emin olarak huzur duyması gerekir. Bu olmadığında, hayatın dâimi bir azaptan ibaret olduğunu, umumun alem hakkındaki fikrinin onu kötülemekten başka bir şey olmadığını düşünen Şopenhavır (Schopenhauer) ve benzeri pesimistlerin saflarına katılırsınız. Çünkü çirkinliğe tahammülünüz kalmaz. Oysa ki iman dünyada mahiyetleri itibariyle tayin bakımından güzellik gibi çirkinliğin de gerekli olduğunu öğretir.

    Bir Yaratıcı olmadığını, varsa bile âdil ve hesaplı yaratamadığını söyleyerek dinini eleştiriyor ve Yaratıcının kudretindekini kemal noksanlığı şeklinde ifade edemeseniz de aklınızdan böyle geçiriyorsunuz. Oysa ki iman, bu durumda toptan reddetme ve korku vehmetmekle uğraşmaz, her şeyin yaratılışında insan aklının kavrayamayacağı bir çok gizli hikmetlerin bulunduğunu kabul eder ve alem de hiçbir şeyin saçma olmadığına kanaat getirir.

    Sorulardan önce bir takım cevaplara ne kadar vâkıf olduğunuz mühimdir. Çünkü, kendinize bir soru sorarak başlamanız icap eder: Neyi cevap olarak kabul edebilirim, gerçekten cevap arıyor muyum? Sorularla sıcak yemek öncesi ordövr alır gibi iştahınızı açmanız güzel, ama bu sizin açlığınızı doyurmaz. Kendinizi her cümleden bir soru çıkarabilecek algı boyutunda tutmanız, hayata karşı mutasyonist bir huzursuzluk ile, muhalif gördüklerinize karşı da mandepsiye bastırma tarzı bir tabiat ile olduğunuz yerde spin atmanıza sebebiyet verebilir.

    Felsefede doğru soru ile başlamak esas olduğu gibi, soruların sayısını değil cevapların sayısını artırmak elzemdir. Bilgi felsefesinde hiçbir ekol; rasyonalizm, ampirizm, sansualizm, entüisyonizm vs.. bilginin kaynağı olarak soruları işaret etmez. O nedenle bilen varlık süje (insan) olarak, bilinmeye açık olan obje hakkında kendinizi cevap bulmaya sevk etmenizde fayda var.

    Sözlerinize başlarken taklitten söz etmişsiniz. Herkesin ana düşünce geliştiremeyeceği dolayısı ile taklidin zorunlu olduğuna şöyle değinmişsiniz:

    6 milyar farklı düşüncenin olması mı gerekiyor sizce?

    Birilerinin “dindar insan olduklarını” ispat etmek kadar, bunun tersi de hak olamaz mı?

    Dindarlığın tamamı, özgür yaşamın önemli bir bölümü taklit değil midir zaten

    Taklit, aslına benzetme, başkalarına bakarak onun (her ne ise) örneğini çıkarmaktır. Ya da evsafında olmayan özelliklere sahipmiş gibi göstermektir. Bu denli fazla düşünceye değil, bilakis tasdik ve marifet bulmuş; güvenilir, vicdanî bilgiye ihtiyacımız var. Bu noktada sakın pozitivist müspet bilgi ile yetinebileceğinizden söz etmeyin. Hemen hatırlatayım ki bu pozitivizmin savunduğu bir şey değildir. Pozitivizm tüm bilgi ve bilim şartlanmışlığına rağmen, bilimin çözemeyeceği hiçbir olayın olamaycağını da söylemez. Hatta, felsefenin en önemli sorunlarının kimilerini de bilimin asla çözemeyeceğini söyler. Sizin materyalizminiz düşünceden önce maddeyi öne çıkarır, yani düşüncenin maddeye bağımlı ve ikincil olduğunu savunur. Ama pozitivizm de bu konuda tarafsızlığını korur. Çünkü bu konunun doğrulanamaz ve ‘yanlışlanamaz’ olduğunu söyler. Bununla da kalmaz, bu konunun bilimin alanına girmediğini ve bilimin asla bu sorunsallığı aşamayacağını belirtir.

    Popper’in eleştirilerinde olduğu gibi, bilim ile bilim olmayan arasında bir ayrımın yapılması gerekir. Bu noktada siz, gözlem ve duyumlarla desteklenebilir şekilde formule edilen şeylerin doğrulanabilirliğinde ısrar ederek, gözlerimle görüp, bilim de kanıtlamadıkça inanmam diyebilirsiniz. Böyle yaparak da bilimin kanıtladığını anlamlı, kanıtlamadığını da anlamsız diye nitelendirebilirsiniz ki zaten mantığınız böyle işliyor. Böyle yaptığınızda ise af buyurun ama, ‘kör kuyularda merdivensiz’ kalabilirsiniz. Popper, doğrulanabilirlik yerine, yanlışlaşabilirliği koyarak, bu ölçütün, anlamlı olanla anlamlı olmayanı değil; bilimsel olanla olmayanı ayırt etmek için geçerli olduğunu savunmuştur. Çünkü yalnızca anlamlılık ve anlamsızlık ikilemi içerisinde incelenmesini yanlış görmüş, anlamlılığın yalnızca bilimsel bilgiye verilmesine karşı çıkmıştır. Ona göre metafizik olmak anlamsız olmak değildir.

    Dindarlığın tamamının taklit olduğu iddianız ile de kavranılmayan/buna değer görülmeyenin reddi ile sıyrılmaya mı çalışıyorsunuz. Açıklamama izin verin… Dinde taklit değil, yukarda da yazdığım gibi tasdik esastır. Bırakınız dindarı, herhangi bir kimse bir hükmün, bir haberin veya bir söz ve hüküm sahibinin doğruluğunu itiraf ve kabul ile kalben emin olarak, “bu söz veya hüküm doğrudur, bunu kabul ettim” diye söylediğinde, o hükmü, o haberi veya bunların sahibini tasdik etmiş olur. İşte bu kalp ile tasdiktir. Bu tasdikte kalpten ve kendi seçimi ve isteği ile söyleme vardır. Tıpkı sizin kendi seçiminizle ‘Tanrıya gerek yok’ dediğiniz gibi…

    Aslında sizin durumunuz yalnızca taklitte değil, eskilerin değimi ile bir nebze de taklîl yani; eksiltme… Çünkü hiçbir taklit aslı karşılamaz, bilakis eksiltir. Aslın bir yanını eksik bırakır. Belki bu asıl denilebilecek bir hakikat karşılığı sağlam bir paradigma bulamamanızdandır. Neden biliyor musunuz? Hani öncüleri takip edeceğinizi söylemiştiniz ya, yani taklit… İşte bunu yaparken boşluk bıraktığınızı fark edemiyorsunuz. Mesela; elle dokunabildiğimiz, gözle gördüğümüz nesnelerin dışındakileri bilemeyeceğimizi savunurken; olayları, tekrar olaylarla açıklamak yoluna gidilerek, pozitivizmin temelleri atılmıştı. Ogüst Kont’un temellendirdiği bu örgüde bile ‘insan sevgisi’ ve ‘başkaları uğruna yaşama tutkusu’ vardı. Akla yol ararken esinlenilen hasletlere dikkat edin, fark ettiniz mi? Ya da bilmem tanıdık gelir mi, Maugham’ı düşünün… Sizin fikir örgünüze en yakın isimler, pozitivistler… Yepyeni bir Tanrı’yı bulduklarını, bunun da ‘bilim’ olduğunu söyler. Her pozitivist gibi ‘sabit’ kalan hiçbir şeyi –tabii ki dinin tevhidini, vahyini- kabul etmez, ondan iğrenir. Bilim, dün inkar ettiğini bugün ispat eder. Ve bu gün ispat ettiğini yarın da inkar edecektir der. Ve ekler: “İşte bu sebepten dolayı bilimin kullarını, istikrar ve sükundan mahrum daimi bir ızdırap ve gönül darlığı içinde bulursun”

    Kimi zaman da göremediğiniz tarafların haricinde, görmek istemediğiniz taklit zorluklarınızda vardır. Marx’ın geçerlileri olduğu gibi geçersizleşen teorileri gibi… Bilimsel sosyalizm, diyalektik materyalizm, teleolojik metod ve üretim güçleri ilişkilerini bağladığı mülkiyet ilişkilerinin üretim güçlerini geliştirme veya engelleme eğilimine girmelerine bağlı olarak değiştiği fikri gibi…

    İlk yazımda ideoloji halini alan, dar bakış açılarının oluşturduğu kısmi gerçeklik ile kavramları teşkil eden ve inceleyen bilim dallarından söz etmiştim. Bunların siyasi, sosyal bir doktrin meydana getiren ideolog, siyaset, sosyal sınıf her ne ise hareketine yön veren bir düşünce örgüsü halinde konumlandırılmasının sakıncalı olduğunda iddialıyım. Dinlerin sunduklarını eleştirirken, ‘hesap’ bilincinden uzak ideolojilerinde her soruya bir cevaplarının olduğunu unutuyorsunuz. Dinler, ideolojiler kadar sorgulamaya izin vermediği için mi halen ayakta olduğunu sanıyorsunuz? Hayır!.. Kâinatı, onda ki yenilikleri ve bu yeniliklerin tarihi tekamülünü, getireceği sosyal, iktisadi ve fikri inkılapların neticelerini, insan yaratılışı ile hesap eden ve bunu herkesten iyi bilen Allah tarafından tesis edilmiştir din. İdeolojilerde din kadar yönlendirici olabilmek adına meydana çıkarken, söylemleri ile pratiğe olan ihtiyacı ne kadar kapattı, söylemin içinden pratiği ne kadar çıkartabildi ki, dinin; çaba ve emek ile bezenmiş yüksek ‘beklenti’sine hücum ediyorsunuz? Sorun muhataplarını dünya ve ahiret saadetine özlem duymaya sevk eden dinin, imana bağlı olmasında ve sizin de bundan nefret etmenizde değil mi? Bu kabulleniş zor ise, ya dünyada iken vaad ettikleri ile cenneti dünyaya getiren ideolojilere ne demeli? Eleştirinizi hakkaniyet ölçüsü ile yapmaya çalışmalısınız. Yoksa, bilim taassubuna düşmeniz çok kolay.

    Tasdik ile devam edelim: Kalp ile tasdikten sonra söz ile ve fiili olarak tasdik gelir. Bunların hepsinde de bilgi yeterli değildir. Kalp ile tasdik şarttır. Peygamberimizin peygamberliğini bildikleri halde bir kısım kâfire (bu sözü itici buluyor olabilirsiniz, kelimenin terminolojik değil de, kendi öz anlamı açısından kabul edin, yani ‘örten’, ‘reddeden’) kalplerinde tasdik bulunmaması nedeniyle mümin (tasdik eden) denilmemiştir. Ya da ehl-i kitabın durumunda olduğu gibi bilgi vardır ama tasdik yoktur.

    Esas olması gereken taklid; bir tipleme için, benzemek ve aynileşme esas alınması için olmamalıdır kanaatimce. Kastedilen örnek alma, müşkülü çözme, kusurları örtmek ve içtihadi farklılıklar ile, ‘mekan ve zaman’ a uygun problemleri aşmak için olmalıdır. Mezhepler arası taklit zorunlu olmadığı gibi gerekte yoktur. Mezheplerin farklılığı dahi Kur’an ve Sünnet gibi nazari esaslar temelinde, parça ve ayrıntının, esas usul ve kaideye irca edilebilmesi ve kolaylıklar sağlaması bakımından ne kadar anlamlıdır. Bu nedenle bilginin üstüne karbon kağıdı koyup çoğaltmak değil, ona kudret nispetinde fonksiyonellik, belki formellik kazandırmak mümkün olur.

    Bilginin anlamlı-anlamsız ayrımının yanlış olduğunu, imani bilginin taklide değil tasdiğe dayandığını açıklayabildiğimi sanıyorum. Ha siz günümüz pratiği ile ‘her İslamı, iman’ olarak görebilir ve diğer ilgili konu başlığında oldugu gibi kapitalist tüketim savrukluğunu ‘İslâmî sosyete’ nin örnek alıp taklit ettiğini söyleyip bunu da, dinin vâzettiğine inandığınız köle-efendi problemine bağlayabilirsiniz.

    Zihni Bey, kendimizi anlatırken neye âidiyet kurduğumuz, neye referans verdiğimiz belli iken, ve siz halen fikir ve yaşantınızı ilişkilendirdiğiniz referansları sunamamışken bizi mi taklit ile suçlayacaksınız? Ateizm felsefesi üzerine özet yaptığımı söylüyorsunuz, bunu sizce neden yapmış olabilirim? Kendinizi açıklamanız için soru sorduğumuzda, sorularla karşılık vermekle yetindiğiniz için olmasın?

    Elbette ki dünyadaki ilk ateistler sizler değilsiniz, sonuncusu da olmayacaksınız. Zaten ilk yazımda bunun üzerinde durmuş ve ilan edebilmek için kendinize biçtiğiniz ‘hamâsi insanlık vazifesi’ elbisesinin taklit ve şöhret arayışı olduğunu belirtmiştim. Günümüz dünyasında kitleler üzerinde en çok etkili olan ve ateizmi teoriden çıkartıp pratik yaşama dönüştürenlerin sözünü ettiğim kişiler olduğunu ve sizlerinde onların itirazlarını ve savunularını taklid ettiğinizi kabul etmeniz gerekiyor.

    Ben fikrini üstün tutan biri değilim. Asıl yobazlık budur. İnsanın karşısındaki ile paylaşımda bulunabilmesi için, öncelikle muhatabı tarafından ne inancına ne de varlığına bir tehlike unsuru olmaması gerekir. İnancım üzerine konuşabiliriz elbette, hatta bunu tartışabiliriz de, ama burada sözü edilen inancı düşünceden ayıran uygulanabilirlik üzerine bir tartışmadır. Her düşünce uygulanamaz ve ona asallık atfedilemez.. Ama inançlar, yaşam felsefelerimizi belirleyen esasları teşkil eder. Bu esaslar belirlendikten sonra, insanın dünyevi uygulanabilirlik üzerine bilgi merkezli tartışmasında hiçbir sakınca yoktur. Yeter ki; inancın iyiliği-kötülüğü saplantısına sokulmasın. Tam da burada, yaşadıklarımızın ve sahip olduklarımızın “bilmek” konusunda yeterli olmadığını söylemek gerekir. Benim tek taraflı bir dünya görüşüne sahip olmadığımı, yukarda ki yazılarımda, sizin fikri eğilimlerinizi temellendirmede esas aldığınız felsefe ve düşünürlerini araştırmamdan anlamanız gerekirdi. Ben okumalarımı bu nedenle çapraz kılabiliyorum. Ki böylelikle benim inançlarımı temellendirdiğim kaynakları reddeden insanların, tek sığınağı olan düşünceleri de tanıyor, onları sizin dine ve dindarlara yaptığınız gibi sadece önyargıların körlüğü ile eleştirmiyorum.

    İşe yaramasaydı, size bu kadar emekle bir makale yazdırmayı gerektirir miydi?
    Gösteriş için yaşamını (katlivacip fetvasıyla) riske atmayı göze almıyorlar sanırım

    Gerek bu sitede olsun gerekse diğer adreslerde olsun, tüm yazılarımı özenle ve titizlikle yazarım. Şuana kadar ateist câmiadan münazara fırsatı bulduğum arkadaşlardan hiçbiri, sizin yaptığınız gibi kendisini önemsediğim için şaşırmamıştı. Elbette ki yazdıklarınızı dikkate alacak ve cümlelerimi soru cümlelerinden çok, analiz ve murakabe cümleleri şeklinde, cevap niteliği ön planda olacak sûrette yazacağım, bunda şaşılacak bir şey olmamalı.

    Açıkcası sayın freedom’a nazaran daha ekstravert (dışa dönük) bir kişilik yapınızın olduğunu fark ettim. Bu durum sizi fazla ümitlendirmesin çünkü, kronik bir zamanda yaşadığınızın farkına varamamanız ve tüm özgünlüğü ile zamana mahsus icat ve inşa da bulunamadığınız; dünya tasavvurunuz, insan-eşya-Tanrı anlayışınızın zamana ait söylemlerinizin sloganik olması hasebiyle anokreksiya nevrozuna benzer bir fikrî iştahsızlık içinde sezgi dünyanızın moralsiz ve târumar olduğunu düşünmekten beni ala koymayacak.

    Bu arada ‘katli vacip’ olmak ile kendi durumunuzu mu kastettiğinizi bilemiyorum. Ama, eğer öyle ise bu durumu kısaca açıklamak isterim. Dinden dönen kişinin cezası ölüm değildir. Esasen iman, aklın hükmü, gönlün rızası ve vicdanın kanaat getirmesi ile olur. Yukarda tasdik ile buna değinmiştim. Bir kimseye baskı uygulanır ve bu yoldan “inandım” demesi sağlanırsa, o kimse inanmış olmaz, takiye yapmış, münafıklık etmiş olur. İslam böyle bir iki yüzlülüğe meydan vermez. Aralarında savaş hali bulunan iki gruptan bir tarafta din değiştirmesi vuku bulduğunda, doğal olarak karşı tarafa geçmek savaşa razı olmak, savaş açmak manasına gelir. Cezalandırılma sebebi din değiştirmesi değil, militanlaşması ve evvelinde bulunduğu ilişkiler ve edindiği stratejik malümat sebebi ile ajanlık ederek, Müslümanların açığını bildirerek dolap çevirmesi nedeniyledir. Rasulullah döneminde de bu şekilde tatbik edilmiştir. Bugün İngiltere’nin terörle mücadelesinde aldığı ve uyguladığı olağanüstü emniyet kurallarına dikkat edin. Terörist olduğu zannı ile öldürülen masumları ve 11 Eylül’den sonra %2000 oranında Müslümanlara karşı artan nefret suçlarını düşünün. Bir insanın katli için polise cevaz vermek, masumların gözden çıkarılması için askerini yargının ihâtasından muaf tutmak, kendi vatandaşlarının birilerini tefrik etmesinin gözlendiği günümüzde sizin bu denli dinî bir korkuya düşmeniz yersizdir.

    Sezgiye mi dayanacağımızı sormuşsunuz, dinin neye dayandığını temel prensiplerine atfen belirttiğimi düşünüyorum. Kısaca hatırlatmak gerekirse eğer, bilginin sezgiden kaynaklandığını iddia eden bilgi felsefesi dalı ‘entüisyonizm’ dir, temsilcisi de Bergson… Sözünü ettiklerim ile onun sözünü ettiği bir çeşit içgüdünün ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Zaten bunu düşünerek yazmadınız değil mi?

    Şöyle demişsiniz bir yerde:

    bizi tamamen hiçe sayan, (kadınları ve inanmyanları daha fazla) bu dünyada cehennemi yaşatan, bizi özgür birey olmaktan, “tanrı kulu” kapsamında, tanrının temsilcilerine kul eden, öğretinin ayrıntılarına “sorgulamacı dalmayı” adeta yasaklayan, onu tekelleştiren-özelleştiren bir anlayışın çilesinden daha fazla çile düşünülebilir mi?

    Bu düşünceniz ile ne demeye çalıştığınızı anlıyorum. Duruşunuzun hilelerini de ifşa eden sözler. Size sormak gerek: Sonsuz evrenler dizisine inanmayı sonsuz bir Tanrı’ya inanmaktan daha kolay bulabiliyorsunuz; fakat böyle bir şeyin de, gözlemden ziyade inanca dayandığını ve ister istemez bir inanca tâbi olduğunuzu neden gözden kaçırıyorsunuz?

    Belirli bir şeyin herhangi bir neden olmaksızın gerçekten vücud bulmaya başladığına inanmak zordur. Hume gibi septikler bile amaçsız ‘varlığa çıkış’ tan şüphe etmekte güçlük çekmişler… Hâl böyleyken gelin de sorgulamanızdaki bu şüpheciliği ve ön yargıyı bir kenara bırakın ve mecalsiz sebebsizlik yerine, bir sebep için var olduğunuzu kavrayın diyoruz, ama kulak veriyor musunuz?

    Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmak onu inanç olmaktan çıkarır. O’nun varlığı mantıksal spekülasyonlar ve deneysel yöntemlerle kanıtlanamaz ve sırf bunu yapamadığınız için de akıl dürbünü ile yetinmekten vazgeçip; pozitivizminizi, Popper in eleştirilerine kulak kabartıp hiç değilse, kavrayamadıklarınızı anlamsız kılmak için araç kılmayın diyoruz, ama sesimiz işitiliyor mu?

    Batı dünyasında insanların çoğunlukla bir şekilde dine inandıkları, en azından karşı çıkmadıkları görülmekte. Hatta bireysel olarak ateist olan kişilerin dahi bazan kültürel açıdan dine (hristiyanlık) sahip çıktıkları ya da politik gerekçelerle o dinin menfaatlerini savunduğu bilinmektedir. Kimi çıkışlarınızda ‘bu çağda bu kabul edilebilir birşey değildir’ türü yakınmalarınız oluyor. Bununla Batı ve Doğu sınıflaması yapanların -ki içlerinde sizin can düşmanınız emperyalistlerde var- oyunlarına eşlik ederek, kendinizi şark kültürünün bir parçası olmanız hasebiyle adeta ayıbını gizleyen bir çocuk pozisyonunda tutuyorsunuz.

    Üzerinizden islâm ve doğu hırkasını attığınızda, Batının gardrobuna sığınıyorsunuz. Ezanı ve bilumum İslâmi motifleri cüretkâr bir şekilde insan haklarına aykırı bulduğunuzda, Batı nın insan hakları tanımlamasının içinde yer aradığınızı ve onun sunduğu kavramlar arasından insanı çıkardığınızı anlıyoruz. Kasdınız da zaten bu… Böyle olunca kendinizi yabancı gibi hissetmemek için de ülkemizde ya da gelişmekte olan diğer bölgelerde bazı çevrelerce dile getirilen, ‘Batı dünyasının dinsiz olduğu ve Tanrı’ya inanmadığı’ şeklindeki söylemlerin gündeme taşınmasından ve safınızı belirlemekten hoşnutluk duyuyorsunuz.

    Aslında bunu söyleyenler iki kısım: Birincisi Batılı olmayı amaçlayan, kendi kültüründen ve dininden uzaklaşan hatta kendi insanından utanan ve değişim isteyen kişiler. Kısaca, Batı’da cereyan eden reform ve Rönesans hareketlerinin, dinsizlik ile sonuçlandığını ve bizlerinde gelişmesi için bu yolu takip etmemiz gerektiğini söylemeye çalışanlar… Size tanıdık geliyor mu?

    İkincisi de; kendilerinden başka herkesi din dışı kabul eden katı muhafazakâr cenah… Bu ikisi ile de gerek bu sitede gerek başka platformlarda münazaralarım sürüyor. Kendi zaaf ve problemlerini unutturmak için hedef saptırmakta ve ayırım yapmadan eleştiri oklarını karşı tarafa göndermektedir bu son zümre. Aslında birincisi de dahil, çünkü ne bulunduğu toprağı, ne ailesini, ne dinini kendisi seçmediği halde, bu çevrede doğup büyüyüp, yetişmesine rağmen, ve dinin de tasvip etmediği pek çok töreye rağmen, varlığının sorumlusu olarak dinî ve cemiyeti gören zihniyet ile yöntem benzerliği var gibi… Ama bu son kesimi, modernliğin meydan okuyuşuna karşılık vermek üzere dönüşüm geçiren gelenekselciler olarak düşünebiliriz. Sosyalist cephenin çökmesi ile birlikte İslam’ı emperyalizm karşıtı mücadelenin temel direği ve toplumların değişim gücünün -ya da isyana zorlayan sebeplere direncin- gücü haline getirdi. Ne yazık ki Müslümanın harekete geçip ödevini yapması gerekirken, nefret ve imrenme bu gücü zayıflatmış durumda. Şimdi devşirme bir demokrasi(!) ile mağlup edilmeye çalışılan rakip gibi. İnsanların ancak kendi var oluşlarını, fikirlerini, farklılıklarını muhafaza edebildikleri bir vasatta demokrasiden söz edilebilir.

    Bir de kadınların din tarafından ezildiğini söylüyorsunuz öyle değil mi? Bu sloganlar demokrasi tacirliği yapan hegemonik güçlerin de savunusu. Kadınları ve azınlıkları kurtarmaya geliyorlar hep. Sizin de taklîdi lafızlarınızla ağızlarına mikrofon tuttuğunuz opurtunist münevverlerde (bunda emin olun kıskançlık olamaz) surların kapısını açıyor. Mevcut mantığınızdaki kadınların şöyle bir sloganı vardı: Haydi kadınları örgütleyelim… Bu kadın hareketleri üniversite kapısında bekleyen kızların eğitim haklarından yoksun bırakılmalarına sessiz kaldığı sürece, elde batılı kadın prototipi ile dolaşılıp; Anadolu kadını inancından, kültüründen dolayı aşağılandığı müddetçe bu ülkede elindekine sahip olan kadın sayısı artacak ve geniş tabanlı bir kadın hareketi de çıkmayacaktır.

    Hâlâ sokakta TV de mütedeyyin bir başörtülü kadın gördüğünde içi sıkılanlardan mısınız? Böylesi bir an da ne yaptığınızı merak ediyorum. Acaba bunu bir mahçubiyet, bir ezilmişllik olarak mı görmeyi isterdiniz? Entelektüel birikiminiz bu durumda yekdiğerini çarçabuk sınıfsal bir hiyerarşi üzerinden algılamayı ve kategorize etmeyi mi gerektiriyor?

    Çok sık üzerinde durduğunuz özgürlük kavramının İslam da nasıl anlaşıldığından kabaca bilgim dahilinde söz etmek isterim. 1789 Fransız, İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesinin 4. maddesi hürriyeti, ‘başkalarına zarar vermeyen her şeyi yapmak’ şeklinde tanımlıyor. Ejder Yılmaz’ın hukuk sözlüğünde de aynı tanımı bulabilirsiniz. Montesquieu nun fikirlerinden mülhem bir anlayış… İslam hukukunda ise fark vardır. İçki içmek, uyuşturucu madde kullanmak bedenine veya ruhuna eziyet etmek gibi lâik kanunların suç kabul ettikleri veya etmedikleri fiillerin hepsi insana zarar verdiği için hürriyetin himayesine giremez.

    İslam’da mutlak hürriyette yoktur. Müslüman her aklına geleni yapamaz ve bunu da hürriyetten sayamaz. Hürriyetler sınırlıdır ve sınırlanabilir. Marx kapitalizmi , kapitalist toplumda yaşayan insanlar özgür olmadıkları için mahkum ediyordu. Dilerseniz Marx ın özgürlük nosyonunun temel noktalarına değiniriz daha sonra, zira satır aralarınızda onu referans alan söylemler görebiliyorum. Ama siz ikrar etmedikçe bu konuda münazaraya yol arayacak değilim.

    Hürriyet, İslam toplumunun kaçınılmaz bir özelliğidir. Bir çok ibadetin vücup şartı olarak, ondan da önce mükellefiyet için hür olmak şarttır. Şimdi diyebilirsiniz ki: “gördünüz mü sürekli hür olmanın gerekliliği üzerinde duran ve köleliği kaldırmayan bir dinden söz ediyorsunuz”… Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannamesi nin 4. maddesi de, “hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz..” deyerek, hür olmanın lüzumuna işaret ederken zannettiğiniz gibi bir maksat güdüyordu, ha? Kuran ve Sünnette insanlar arasındaki kardeşliğe, karşılıklı yardımlaşmaya ilme ve cehaletten kurtarmaya ve aramızda adaleti tesis etmeye teşvik ederken kölelik gibi hürriyet tanımıyan bir rejimi ihdas etmesi düşünülemez. Takva dışında hiçbir farkın olmadığını telkin eden bir din, mevcut düzeni ve yaygın(o çağda bir çok kültürde olduğu gibi) bir âdeti bir an da yasaklayıp kaldırmak yerine, diğer pek çok Cahiliye adetinde olduğu gibi, onların düzeltici ve zamanla ortadan kaldırıcı bir hüküm ve düzenleme getirmiştir. Bu geniş bir konu olarak köşede dursun, sonra yine değinebiliriz, ama yazı çok uzuyor.

    Tıpkı modern hukukumuzda olduğu gibi, İslam da da hürriyet, şahsa bağlı olduğuından, başkasına devredilemez ve vazgeçilemezdir… Kötüye kullanılmasına da müsaade edilemez elbette. Hürriyet nasıl ki sınırlı ise, onun kötüye kullanılması halinde tedbir alınmasıda normaldir. Bu hak mahrumiyeti olarak da gerçekleşebilir. Modern Hukuk tartışmaları yapılırken, hürriyeti kısıtlandırmanın bir ceza teşkil etmediği üzerine bir inanış vardı, ve bu tartışmalar üzerine suç ile birlikte ceza da hapsetme, yani hürriyeti kısıtlama şeklinde biçim kazandı. Bu çok daha önceleri İslam da Kuran ve Sünnet yolu ile bilinen bir hürriyet tedbiridir zaten.

    Tanrı inancının ‘özgürlüğü’ kaldırdığı sözünüz bence, bunca mevcut bilgi ışığında muhal görünüyor. Bir defa özgürlük(ben hürriyet kavramını tercih ederim) fiilen yaşanan bir olgu. Özgürlüğün tanımı itibariyle pratikte tutmak istediğimiz bir tartışmayı aleyhinize olarak teoriye de taşıyorsunuz. Gelin özgürlük yerine şu kavramdan söz edelim: ‘insan hakları’

    Hem, insanlığın büyük çogunlugunun özgürlüğü haklarla değil; ekmek, tatil ve dinlenme, hatta güvenlikle ölçtüğünü düşünürsek özgürlüğe düz ve kestirme bir yol sunacağınızı zannetmiyorum.

    Evet, insan hakları diyelim. Çünkü böyle yaparsak ne olduğu konusunda hangimizin ne düşündüğünün tam kestirilemeyeceği bir koridorada girmemiş oluruz. Çünkü Bana göre hürriyet olan, size göre özgürlüğün kısıtlanması… İnsan Haklarını da, insanın sahip olduğu özgürlüklerin belirgin ve kullanılabilir hale gelmesi olarak tanımlayalım. Bu durum da bile izafi kalıyor. Çünkü insanlar farklı dinlere, kültür ve geleneklere toplumsal yapı ve siyasi rejimlere sahip. İnsan hakları doktrini bu farklılıklara bakılmaksızın, herkesin sahip olduğunu var saydığı bazı haklardan yola çıktığı düşünüldüğünde, yazınızın sonunda büyük harfle yazdığınız, ‘evsensel’ standardlar getirmeye çalıştığı için belli bir ortak anlayışı ve tanıtımı da kaçınılmaz kılıyor.

    Ta 1215 Magna Carta dan, 1948 BM Beyannamesine kadar atılan adımları düşünürsek, insana tanıdığı bedensel ve ruhsal hakları kapsadığı, onun varlığının vazgeçilmez sayılabilecek yönleri ile ilgili haklara nüfuz ettiğinide göz önüne alırsak ikimizi ortak payda da buluşturabileceğine inandığım yegane ‘değer’ i bulmuş oluruz.

    Dersin ortasında, kendi kendinize dalıp gittiğinizi düşünün. O anda Hocanın; “bunu bilseniz yeter” sözünü işitirsiniz hani… İş işten geçmiştir. Ne yapacaksınız, yanınızda ki arkadasınıza mı soracaksınız? Sormayasınız diye bildiğimiz kadarı ile izah ederek, hiç değilse en başta da belirttiğim gibi meşru müdafaa hakkımızı kullanıyoruz : )

    Zihni Bey, sizden ricam; sorularla birlikte, izaha da girişin, analiz ve murakabe hususunda daha istekli olmanızı temenni ediyorum. Yoksa, ‘insanların ifadesini alan’ bir tavır ile her cümlemi tekrar devşirip, altına sorular ekleyerek bir yere varmak güç. Ama, bu yazıdan sonra daha farklı olacağına inanıyor ve sizin yaklaşımınızda animasyondan arınarak zihin yorucu yorumlar ‘serdetme’ yoluna tevessül edeceğinizi düşünüyorum.

    Patlayan borular, sıcağın depreştirdiği isteksizlik, astigmatizmin bitkin düşürdüğü göz ağrısı ve yorgun zihin ile emeği harmanladığım yazının rahatsız edici bulunmamasını dilerim.

    Katkınız için teşekkür eder, saygılar sunarım…

    Not:’Şeytan bunun neresinde’ şeklinde bir sorunuz vardı. Şeytan işte tam da burada… Müziğe dikkat…

    ve sâir…

  86. Yazan:zihni örer Tarih: Ağu 14, 2007 | Reply

    Sn. ya da (bey/bayan) mr^sair,
    Yazınızı keyifle okudum. Yorumlanacak yerleri epeyce var. Zevkle tarışmak isterdim bunları sizinle.

    Malumunuz, bir önceki mazeretim:). Zaman!!
    Böylece kalsın şimdilik, nezaketen ilgilendğimi belirtmek için tekrar uğradım buraya.
    Belki, bolca bir zamanda karşılaşmak umuduyla…
    teşekkürlerimi ve selamlarımı iletiyorum.

  87. Yazan:toroslu Tarih: Şub 17, 2008 | Reply

    Turkiyemiz de din artik sadece oy almak ve isini bitirmek icin kullaniliyor…birde komur makarna alabilmek icin.

    Siz konusn , dunya donuyor.

    Kimseye namaz kilma , camii ye gitme denilmiyor.

    Ama hala turban, imama hatip ugrasiyoruz.

    ANlayana saz, sivirisinek…

    IYi aksamlar.

  88. Yazan:deli yürek Tarih: Şub 26, 2008 | Reply

    bu sitede istediğim şeyi bulamıyom anladınız mı

  89. Yazan:dilan Tarih: Mar 11, 2009 | Reply

    bence çok saçma çok günah dinle resmen dalga geçiyorsunuz:(

  90. Yazan:mr^sair Tarih: Ağu 2, 2009 | Reply

    Merhaba,

    Son tartışmamızın üzerinden bir hayli zaman geçmiş ama umarım Zihni Bey bu adrese uğruyordur. Yazın pek fırsat bulamayacağını belirtmişti, halen zaman darlığı yaşıyor mu bilemiyorm.

    Kendisine selamlarımı gönderiyor, iki kış geçmesine rağmen değerli muarızımı yeniden aramızda görmeyi ümit ediyorum.

    Saygılar sunarım.

    ve sâir…

  91. Yazan:mr^sair Tarih: Kas 14, 2011 | Reply

    Merhaba,

    Uzun bir aradan sonra herkese selamlar…

    D.D.’nin hayatiyetini sürdürmesi ve bu paylaşımları koruyarak araştıranların dimağını beslemesi önemli. Bu sanal kumbarada bizim de meteliğimiz varsa ne mutlu.

    Eski günlerin hararetli münazaralarını aramıyor da değilim hani…

    Saygılarımla.

    ve sâir.

  92. Yazan:Tarih Tarih: Şub 19, 2017 | Reply

    Mesele ayrımcılık yapmakta değil birleştirebilmekte. Süleymancı değil Süleyman Efendi Cemaati veya Nurcu değil Said Nursi efendi cemaati şimdi bir olma iri olma diri olma vaktidir.

    Bir imam hayal ediyorum mahallesinde beş vakit namaz kılmayan kim varsa onları yakinen tanısın selam verip alsın namaza teşvik etmek için gayret etsin
    Bir imam hayal ediyorum mahallesinde fakir, yetim, öksüz kim varsa gerek bütçesinden gerek cuma ve cami cemaatinden yardım toplayarak ihtiyaç sahiplerini ihtiyaçsın bırakmasın
    Bir imam hayal ediyorum mahallesinde beş vakit namaz kılan herkesin halini hatrını sorup hangi cemaatten olursa olsun kucaklasın.
    Bir imam hayal ediyorum mahallesindeki çocukların namaza alışabilmesi için ödüllü(kırtasiye, oyuncak, kitap, tablet vs) hediyeli namaza başlama yarışmaları düzenlesin.(40 gün sonra alışacaklar ve zaten cemaati, namazı bırakmayacaklar)
    Bir imam hayal ediyorum mahallesindeki camiye gelip arka safta koşuşturan, oynayan çocuklara kızmasın
    Bir imam hayal ediyorum mahallesinin camisinde misafirhanesinden, internet hizmetine, oyun sahalarından, kitap okuma bölümlerine kadar güllük gülistanlık hale getirsin
    Bir imam hayal ediyorum mahallesindeki gençlerle birlikte halı saha maçı yapıp kitap okuma günleri sohbet günleri düzenleyen. Onları içkiden, kumardan, zinadan ve haramlardan uzak tutabilen.
    Bir imam hayal ediyorum mahallesinde yaşlı, genç, erkek, bayan herkese kur’anı kerim ve temel ilmihal bilgilerini öğretmiş olan.

  1. 2 Trackback(s)

  2. Ağu 6, 2007: Düşünceler.. » İmam, Devlet ve Laiklik
  3. Ara 12, 2008: En çok “sevilen” yazılar… : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin