RSS Feed for This Post

Arkadaşlarla yapılan eğlence gibi bir şey!

Malum, yaz ayları düğün aylarıdır. Yazın, nerede ise her hafta sonuna ya nikah ya düğün, olmadı bir kına gecesi denk gelir. Bu sene de öyle oldu. Bir çok hafta sonunu düğünden nikaha, oradan kına gecesine gitmekle geçirdik. Yuva kuran herkese mutluluklar diliyorum. Yuvaları huzurlu, evlilikleri ömür boyu olsun.

Bu kadar düğün dernek dolaşınca, düğünlerdeki ortak manzaralar dikkatimi çekti. Özellikle de kentte doğup büyümüş, az-çok okumuş, bir yerde çalışan, modern hayatın etkilerine karşı korunmasız büyümüş gençlerin evlilik törenlerinde. Nasıl manzaralar derseniz, anlatayım: Katıldığım tören nikah ise, evlenen çifti, takı töreni esnasında, arkadaşlarına şöyle birşey derken yakaladım çoğunlukla: “Bir yere kaybolmayın, nikahtan sonra yemege bir yere gidecegiz, eglence gibi bir şey yapacağız.” Bu konuşma esnasında gençlerin yanlarında duran anne-babaların yüzlerinden anlık bir hüzün görünüp kayboluyordu. Belli ki arkadaşlarla eglenilecekti. Anne-babalara, onların arkadaşlarına, komşularına ve 1. dereceden bile olsa, diğer akrabalara bu eglencede yer yoktu. En fazla yaşıt kuzenler katılabiliyordu bu “eğlence gibi bir şeye”. Ne de olsa nikah gençlerin “kendilerinin” nikahı idi, gün onların günü idi ve onların dediği olurdu. Bu konuşmadaki “eğlence gibi” vurgusu önemli. Eğlence gibi, çünkü gibisi olmasa, gerçek bir eğlence olsa, adına düğün denir. Bu kesinlikle düğün değil. Çünkü gençler düğünleri sevmiyor. Düğün olsa, herkesi davet etmek gerek. Annesinin komşuları, gün arkadaşları. Babasının iş arkadaşları, kahveden dostları. Sık görüşülmeyen akrabalar, eski dostlar. İyi de onlar herkesle paylaşmak istemiyorlardı mutluluklarını. Bu mutluluğu sadece kendilerine ait hissediyorlardı. Mutluluğun paylaşıldıkça çoğaldığını, sevincin, neşenin beraberken bereketlendiğini de henüz farketmemişlerdi büyük ihtimalle.

Diğer manzarada ise tam tersi bir durum söz konusu. Bu sefer anne ya da baba ağırlığını koymuş, ille de düğün diye tutturmuş. Anlaşılan çocuğun karşı çıkışları işe yaramamış. Düğün kurulmuş, davetlilerle buluşulmuş. Bu sefer de gelin ya da damadın yüzünde, o güne uymayan bir huzursuzluk, durumdan hoşlanmama okunuyordu. “Burada ne işim? Ben böyle birşey istemedim.” diyen bir yüz ifadesi ile elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen, ne yapacağına karar verememiş bir hal. Sanki bilinmez bir diyardan, hatta çok ileri vakalarda, sanki uzaydan aramıza yeni katılmış gibi. Hiç düğün görmemiş, hiç bizimle yaşamamış. “Bu yabancılaşma, birlikte yaşarken mi oldu gerçekten?”, diye insan hayrete düşüyor.

İkinci manzarada şöyle bir ayrıntı da gizli. Eğer anne-baba ile çocuk arasındaki düğün olsun-olmasın çekişmesi sırasında, çocuk düğün olsun ama yemekli olsun o zaman diye tutturmuşsa, bu sefer de aynı manzarada başka bir krizin izlerini de okumak mümkün. İstanbul şartlarında yemekli düğünlerde davetli sayısı maliyetler sebebi ile kısıtlı olabiliyor. 300, 200, hatta bazen 100 kişi. Bu talep, evlenecek gencin, istemediği davetlilileri düğününde görmemek ve hayalindeki törene ulaşmak için ikinci manevrası. Ebeveyn bunu kabul ederse, etmek zorunda kalırsa, davet etmek istedikleri kişiler arasında eleme yapmaları gerekiyor ki dünyanın en zor işlerinden biri. Bu işin sonunda davet edilmeyenlerin küsmeme, gönül koymama, kendini kenara itilmiş hissetmeme olasılığı sıfıra yakın. Bu şartlar altında, insanları bir araya getiren, birbirine yakınlaştıran düğün gibi bir adetimiz, dargınlıklara, kırk yıllık komşuların, eski dostların arasını açan bir etkinliğe dönüşüyor. Düğün kısa sürüyor ama kalplerin onarılması kısa sürmüyor. Hatta kalplerin üzerindeki kırıkların izleri hep görünür kalıyor. İşte bu son manevra, bütçe kısıtları olan ailelerde düğünün tadını tuzunu kaçırabiliyor.

Modern hayatın içinde yaşayan gençlerin kısacık nikah ya da düğün törenlerinde gördüklerim bunlar. Bir de evlilik merasiminin tüm aşamalarını uzaktan izleme şansımız olsa, kim bilir nelerle karşılacağız? İsteme kavramının kendisinden başlayan, evlilik merasiminin her aşamasına ve hatta evliliğin ülkemizdeki şekline, anlamına ayrı ayrı yabancılaşma söz konusu. Kına gecesindeki hüzün gelin olacaklara çok saçma geliyor. (Dizilerdeki kına geceleri bu alerjiyi bir miktar giderdi.) Kız isteme, söz, gelin alma damatlara zor ve manasız geliyor. Dünür olacakların hediyeleşmelerinin altındaki anlamı çözemiyorlar. Yüzük takmayı gereksiz bulanlar bile var. Neyse ki pırlanta takmak moda oldu da yüzükle yeniden barıştılar. Düğün zaten istenmiyor, “eğlence gibi bir şey” tercih ediliyor. Bu kadar yabancılaşmadan evliliğin kendisi de nasibini er ya da geç alıyor ama şimdilik o ayrıntılara girmeyelim. Yalnız modern hayatın etkilerine bu kadar maruz kalmamış olan gençler, hiçbir sıkıntı, yabancılaşma hissetmeden, hayatlarının en özel anlarını mutlu mutlu yaşıyarak evleniyorlar. Bu da çok rahat gözlemlenebiliyor.

Bu manzaraları nasıl okumak lazım? Bazı gençlerimiz toplumumuzun kodlarına, folklorüne neden bu kadar uzak hissediyorlar kendilerini? Neden bize ait olan törenlerde kendilerini yabancı gibi hissediyorlar? Neşe çoğaltacak merasimler kriz ve üzüntü çoğaltan merasimlere dönüşüyor?

Burada ilk farkedilen, bireyleşmenin, bu gençlerde gerçekleştiği. Bu elbette üzülecek birşey değil. Kendini ait olduğu toplumdan ayrı olarak da algılayan, hazır sunulanları koşulsuz kabul etmektense, iyi mi kötü mü diye irdeleyen, muhakeme yapan, kendi fikrini oluşturan insanlar yetiştirebiliyorsak, ne mutlu bize. Sonuçta kendi gelenek ve göreneklerimizde insanları zora sokan, mutsuz eden, saçma öğeler de olabilir, hatta var. Onları farkederler, iyileştirirler, güzelleştirirler diyebiliriz. Gelenekleri, adetleri tartışmasız şekilde idealize etmeye gerek yok. Ama bireyleşme, kendinden başkasını tanımama, kendi toplumuna ait olan herşeyi iyi-kötü diye düşünmeden reddetme noktasına gelirse, o zaman başka başka sorunlara doğru yol alıyoruz demektir. Buna bireyleşme demek de çok doğru olmaz aslında. Hatta birey değil de benci(l) olmuş bu gençler bile denebilir. Bu manzara, gençlerin üzerindeki değişik etkilerin varlığının, toplumuna yabacılaştığının bariz işareti.

Böyleler diye gençleri suçlamaya hakkımız yok. Suçlanacak kişiler onlar değil. Onları bize, kendilerine yabancılaştıran unsurlar, bu unsurları yaratanlar, destekleyenler, karşı çıkmayanlar. Kendi toplumunu, yaşayışını çocuğuna sevdiremeyenler. Aslında bu noktaya nasıl vardığımız bir sır değil. Bu gençleri, romantik komedi türünde bir Amerikan filmini, filmdeki düğün sahnelerini izlerken görseniz, yabancılaşmanın nasıl oluştuğunu çok rahat anlarsınız. Nasıl törenleri, nasıl hayatları izleyerek büyüdükleri, filmlerde, yabancı kökenli dizilerde saklı. İzledikleri hayatlar gibi hayatların, izledikleri törenler gibi törenlerin içinde olmayı hayal ediyorlar. Eminim hepsine kilise düğünleri ne kadar da romantik geliyordur ki haklılar, gerçekten de öyle görünüyor filmlerde. Gençlerimiz bedenen bizim yanımızda ama ruhları ve beyinleri görsel ve yazılı iletişim araçları ile bizden, kendilerinden uzaklaştırılıyor. Bunun sonucu keşke sadece düğün merasimlerimizin değişmesi olsaydı. Ama ne yazık ki öyle olmayacak. Bu kendine yabancılaşma, başkalaşma hayatın her alanına hızla yayılıyor. Kendine yabancılaşan insanların yaşayacakları kimlik bunalımları, hem onların hayatını hem de toplum hayatını, ve uzun vadede toplumun gelecegini kabusa çevirebilir. Hiç kimlik bunalımı yaşamazlarsa, yaşamıyorlarsa, o zaman aslinda bu toplumda bizlerle beraber yaşamıyorlar, toplum yavaş yavaş çözülüyor demektir.

 

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz. 

   Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları

Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne  kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor.  Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

Amerika Tedavi Edilebilir mi?

 Amerikalılar neden bu kadar gaddar? Dünyanın geri kalan kısmında yaşayan insanlara karşı niçin bu denli acımasız?
 Bayrak yakmanın ve Amerikan/İsrail mallarını protesto etmenin dışında bir şeyler yapmak gerektiğini düşünenler için yapılmış bu çalışmayı ilginize sunuyoruz. ABD desteği son bulmadan Ortadoğu’nun psikopatı İsrail’in saldırganlığı bitmeyecek ve Ortadoğu’ya huzur gelmeyecek gibi görünüyor. Vietnam’da ve Latin Amerika’da yaşanan katliamlar Ortadoğu’da devam ediyor.

 Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

 Bir pozitivizm eleştirisi

Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı”  karşılaştırdığımızda hiç  yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü.  Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak  çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor.  Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor.  Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.  

Trackback URL

  1. 9 Yorum

  2. Yazan:blue Tarih: Eyl 19, 2007 | Reply

    Aslında gelin-damata da hak vermek gerekiyor. Bizde düğünler onlar için değil, diğerleri için yapılıyor. Düğün denilen şey tam bir işkence. Damat o takım elbise içinde, boynu kravatla sıkılmış, muhtemelen ortamın socaklığıyla koltuk altları terlemede… Gelin makyaj küpü olmuş, her an bir falsom var mı diye tetikte. Aman makyajım bozulmasın, aman duvak bir yere takılmasın… Ve sürekli gülmek durumundalar. Yüz kasları iyice geriliyor, bir sürü insanın elini sıkıyorlar, fotoğraf çektirmeler, takı merasimleri. Düğün değil işkence…
    Ama bu onların düğünü olmalı, kendileri için bir şeyler yapmak istiyorlar. Bunun için işkencenin bir an önce bitmesini arzu ediyorlar. Ve gidecekleri yerde özgürlüğe kavuşacaklar, kendileri olarak eğlenebilecekler; ne göbek atarken fiskos yapan teyzeler, ne de folklör yaptığını zanneden göbekli amcalar olmayacak.
    Eşimle nikahtan sonra konvoyu atlatıp Bostancı’da dürümcüye çekmiştik gelin arabasını. Ve yağlarını akıta akıta iştahla yediğimiz o dürüm kadar lezzetlisini hatırlamıyorum.
    Düğünü gelin/damat için bir eğlence olmaktan çıkaran büyüklerin kabahatidir bu. Gençleri suçlamamak lazım. Ama bara gidip kafa çekmenin de nasıl bir eğlence olduğunu anlamıyorum. Genelde böyle yapıyorlar…

  3. Yazan:Bahar Pınar Tarih: Eyl 19, 2007 | Reply

    Merhaba Blue Bey,

    Yorumunuz için teşekkürler.

    Bence de gençleri suçlamamak lazım, aynı fikirdeyim. Yazımın sonunda da kendi yaşayışımızı sevdiremeyen büyüklere değinmiştim. Sevdiremeyen yerine sevilmesini imkansız kılanlar demek daha doğru sanırım. Düğünlerimizin, doğallıktan, samimiyetten, neşeden uzaklaşıp da sıkıcı törenlere dönüşmesi ne kadar kötü değil mi? Rahatsız kıyafetler yüzünden başlayan memnuniyetsizlik, çevresel faktörler ve zoraki samimiyet pozları yüzünden, saatler ilerledikçe işkenceye dönüşüyor. Bir süre sonra, düğün ne gelin ile damadın, ne de düğün sahibinin olabiliyor. Gelenleri memnun etmek de mesele. Ama böyle olmak zorunda değil. Hatta böyle olmaması gerekir. Öncelikle ebeveynler, sonrasında gelin ile damat, o günü güzelleştirmek için çaba harcayabilirler.

    Düğünlerin ismine uygun olarak samimi bir havada, sıcak ve neşeli geçmemesinde, şehir kültürüne uyum sağlama çabalarının, şehirlerin kısıtlı imkanlarının ve maliyetlerin yüksek olmasının da etkisi büyük. Eskiden şehir, köy, kasaba farketmez, bulunulan yerdeki genişçe bir meydanda ya da çay bahçesi gibi bir yerde kurulurmuş düğünler. (Belki şehirlerde salon düğünleri hep yapılıyordu, bilemiyorum.) Düğünün tatlı telaşı sabahtan başlarmış insanlar arasında, tüm ortama da yayılırmış. Mekan problemi yokmuş o zamanlar. Maliyetler de şimdiki gibi insanları zorlamıyordu belki. Gelin ile damadın tanımadığı, sadece isimlerini bildiği insanlar değil, bizzat tanıdıkları, büyürken iletişim içinde oldukları insanlar düğüne katılırmış. Bu da samimiyeti arttırıyordu besbelli. Zaman da kısıtlı değilmiş. Köylerde 3 gün süren düğünleri anlatırlar, bilmem hiç dinlediniz mi? Şimdiki koşturmaca da yokmuş o yüzden. Şu anda berberden, fotoğrafçıya, oradan salona koşturmak, salonda 4-5 saat ayaküstü olmak oldukça zor ve insan pek birşey anlamıyor yaşadıklarından. Hele ki zaten orada olmak istemiyorsa.

    Yine de, onca yorgunluğa ve zorluklara rağmen, bahsettiğim kendine yabancılaştıran etkilerin yarattığı alerji (bu vakada düğün alerjisi) aşılabilirse, gençler kendilerini ortama bu kadar yabancı hissetmezler, bu kadar mutsuz olmazlar fikrindeyim. Zorlukları, tatsızlıkları kabul ediyorum ama gençlerin durumunu sadece bunlarla açıklamayı çok gerçekçi bulmuyorum açıkcası. Ve dediğiniz gibi, alternatifin de düğün neşesini, mutluluğunu içerdiği pek söylenemez. Gibi olan hiçbirşey, gibi olmayan en kötüden daha güzel olamıyor. Tecrübe ettim, eglence gibi olan kutlamada, bir türlü tam bir neşe ve mutluluk oluşmuyor. Kısacası eglenilemiyor.

    Saygılarımla,

  4. Yazan:JaneDo Tarih: Eyl 21, 2007 | Reply

    Düğünde gelin ve damadın hissettiklerini, o günü yaşayan arkadaşlar yukarıda pek güzel anlatmışlar, benim bu konuda söyleyeceklerim tevatürden ibaret olacaktır :)). Bu yüzden konuya, geçmiş ve şimdi, köy ile kent arasında kıyasla bakarak değerlendirme yapmak istiyorum.

    Her şey gibi düğün kültürümüz de kabuk değiştiriyor ya da hadi gelin şuna değiştirdi diyelim. Şehirleşmenin getirdiği nimetlerle gelenekler entegre olmaya çalışırken ortaya böyle yarı modern yarı geleneksel düğün varyasyonları çıkıyor. Tam olarak nereye ait olduğunu bilememenin sıkışmışlığı ile, eskiden kimi yerlerde 7 gece 8 gün ama hiç bir zaman 3 günden az sürmeyen düğün merasimleri, şehirlerde düğün salonlarına veya lüks otellerin havuz başlarına taşınıp bir çırpıda yapılıveriyor. Geçmişte köylerde Pazartesi günü gelin çeyizini damat evine götürme ile başlayan düğün, neredeyse ertesi hafta pazartesi günü gelin mevlüdü ile sona eriyormuş. Bu sürede her gün farklı bir tanesi yerine getirilen, ki bunlar çeyiz serme, damat tıraşı, kız kınası, oğlan kınası, gelin alma, düğün yemeği ile son bulan (kimi yörelerde gelin mevlüdü ile tamamlanırmış) bu seramonilere tüm herkes davet edilirmiş. Bu süre zarfında davullar, zurnalar, bağlamalar, kemençeler, tulumlar hiç susmazmış ve her bir seramoninin ezgisi, ritmi, havası ayrı olurmuş. Tüm dostların imecesi ile hazırlanan yemekler gene hep birlikte yenirmiş. Güzel Anadolumuzun kimi yörelerinde bu gelenekler hala sürdürülmeye devam ediliyor.

    Kırsaldan şehre göç ederken bu seramonilerde şehre taşınmış. Zamanla zorlukların meydana getirdiği farklılıklarla biçim ve renk değiştirmişler. Günlerce süren eğlenceler bir iki güne indirilmiş. Evlerde çalışan sayısının artması ile hafta sonlarına sıkıştırılan ama bir türlü de feda edilemeyen törenler yapılmaya başlanmış.

    Artık neredeyse her arzu ve isteğe göre değişik şekillerde düğünler yapılıyor ama illaki de yapılıyor. Düğünü es geçip nikah ve küçük bir yemekle işi kotarmak seçimini yapanlar da mevcut, geçmişten gelen geleneğini kendi evlatlarında uygulamak için düğün salonlarında veya otellerde bunu yaşamak isteyenler de… Bu arada evleneceklerin fikri ne derece etkili oluyor o da ayrı mesele. Son bir iki sene öncesine kadar otel ve salonlardan kırlara yayılan törenler artık özel yatlarda, kotralarda da yapılmaya başlandı. İstisnai olsalar da nikahını deniz altında, balonla gökyüzünde veya uçakta kıydıranlar da cabası…

    Maddi durum ölçüsünde düğünler, nikahlar mutlaka gerçekleştiriliyor. Gerçekleştirilmekte zorlanılan şey sanırım işin eğlence kısmı. Bir düşünün, köy yerlerinde herkesin katıldığı halaylarda, oyunlarda yüzü gülmeyen kimse var mıdır? Tabi kırsalda eğlence araçlarının kısıtlı olması düğün kültürünü aynı zamanda tüm akraba ve dostların hep birlikte eğlendikleri fırsatlar olarak da zenginleştirmiş. Tıpkı bayramlar gibi kutlanmış evlilikler.

    Sizler de rastlamışsınızdır, lüks otellerin havuz başlarında yapılan görkemli düğünler ne kadar gösterişli olurlarsa olsunlar bir türlü coşkulu olmazlar, taki orkestra bir misafirin ısrarlı isteğini yerine getirerek çiftetelli, harmandalı ya da misketi çalana kadar. O dakikaya kadar ağır ve bir o kadar da havalı görünen misafirler hep birlikte oynamaya ve bir anda mutluluk enjekte edilmişcesine eğlenmeye başlarlar. Ve düğünlerin sonunda geceye ait hatırlanılan manzara da bundan ibarettir.

  5. Yazan:Ece Tarih: Eyl 22, 2007 | Reply

    Sevgili Bahar hanım,
    Ben de düğünleri hiç ama hiç sevmeyenlerdenim:)
    Hatır için katıldıklarım bile çoğu zaman, işkence gibi gelmiştir ruhuma..

    Son dönemlerde, oyunlu göbek atılan kına geceleri yerine, sohbetli, müziksiz birkaç kına gecesine tanık oldum..Fonda, ilahi değil ama, Sami Yusuf tarzı müziklerin, klasik türk müziği parçalarının eşlik ettiği, ev ortamlarındaydı..Bu kınalar, yazınızda bahsi geçen gençlerin aksine, dindar diyebileceğimiz, tahsilli gençlerin tercihiydi..
    Salon düğünü diye tabir edilen, gürültüden kimsenin ne dediğinin anlaşılmadığı, herkesin boya badana yapıp, takı gösterişinde yarıştığı düğünlerden çok farklı ve çok daha nezihti bence:)

    Folklörümüz, geleneklerimiz elbette çok güzel ama, kişisel tercihim sade bir nikahtan yana:)

    Düğün yemeği vermenin sünnet olduğunu biliyorum(?), o yüzden yine nezih bir ortamda, yemek verilebilir..
    Düğün için harcanacak parayı, gençlerin cebine koysunlar, onlar da bu parayla, Endülüs e, Umre ye filan uçsunlar diyorum ben..

    sevgilerimle..

  6. Yazan:JaneDo Tarih: Eyl 22, 2007 | Reply

    Balayında Umre’ye gitmek de yeni moda oldu. Maldivler’e, Paris’e, Roma’ya altarnetif bir tercih olarak sunulması beni rahatsız ediyor. Tur şirketleri evliliğinin ilk üç ayını doldurmamış çiftlere ekstra indirim ve çok seçenekli organizasyonlar sunuyorlar. İlk duyduğumda çok şaşırmış ve buna niyetlenen olur mu diye sormuştum kendime. Fakat hal bu ki oluyor. Ama diğer taraftan Umre gibi bir ibadetin teşvik ediliyor olması da gözden kaçırılmamalı. Bu da işin güzel yanı.

  7. Yazan:Ece Tarih: Eyl 22, 2007 | Reply

    Sevgili JaneDo,
    Sünnet Gölü de olabilir:)
    Yeter ki, cebimize düğün için harcayacakları parayı koysunlar:P
    Ve tabi ki, gönüller bir olsun:)

    sevgilerimle

  8. Yazan:JaneDo Tarih: Eyl 22, 2007 | Reply

    Ece Hanım,
    Sizi kıracak değilim ya, nasıl arzu ediyorsanız öyle olsun inşallah.

    Sevgiler bizden efendim…

  9. Yazan:Bahar Pınar Tarih: Eyl 22, 2007 | Reply

    Ece Hanım, yorumlarınız için teşekkür ederim. Sizin düğünleri sevmeyişiniz kendinize yabancılaşma, topluma tepeden bakma, kendinden başkasını düşünmeme, dışlama sebeplerinden dolayı değil. Açıklamalarınızdan anlaşılıyor. Siz, yazımda geçen, iyi-kötüyü ayırıp, hoş olmayanı plandan çıkarıp, kalan iyilerle kendi tercihini uygulayan, bunu da ailesini, çevresini de kırmadan gerçekleştirmek isteyenlerdensiniz sanırım. Benim bahsettiğim gençler ise, bu toplumdan kopma noktasına gelenler, topluma yabancılaşanlar. Aslına bakarsanız, konu düğünü sevmek ya da sevmemek değil.. Yoksa genç bir kız iken ben de düğünleri sevmezdim. Zorla götürürdü ailem. Çünkü Blue Bey’in ve benim yorumlarımda yazdığımız üzere, düğünlerimizde de, başka geleneklerimizde de sorun var. Kabul ediyorum. Ama çare, binlerce yıllık tecrübelerden süzülüp gelen geleneklerimizi şu anki uygulama sorunları, mordernleşme sakatlıkları yüzünden terk etmek olmamalı fikrindeyim. Neden böyle bir gelenek var diye üzerinde düşünmek, gerekiyorsa iyileştirmek gerek. Her bir geleneği sadece gelenek diye devam ettirelim demiyorum yoksa. Yanlış anlaşılmasın.

    Teşekkürler yeniden.
    Selamlar,

  10. Yazan:fikre mdönmez Tarih: Haz 29, 2008 | Reply

    slm.Düğünlerimiz hakkında yorum yapmak biraz kolay olmasa gerek,Büyük bir ülkeyiz,her yöremizin farklı kültür ve gelenekleri var…ama her gelenek bize özgü ve çokda güzel….yapılanların hepsini takdir ediyorum..ne mutlu ki karar verip evlenmeye karar vermişler ister kır düğünü ister salon düğünü , Fransa!da böyle Mısır’dada böyle..Bizler malesef iktidarlarımızın bizlere sunmuş olduğu kadarıyla gelişebilmemizi tamamlayamadığımız, Atatürkümüzün bize sundugu muassar medeniyetler içinde yer almamızı istediği halde oralara kadar ulaşamamış olmamız….yıpratılmış olmamız gelişmeyi ve gelişmeleri takip edememizin sonucu kültür devrimlerinde bile ağır kalmışız fakat bu ülkeden yinede umutluyuz..eğlenmeyi yavaşda olsa öğreniyoruz her türlü görsel basında çılgınca görüntüler abartılıda, olsa doğruyu kesin bulacağız görselde onları seyredip eleştiri içerisinde olan ve zorla dayatmalı görsellikten hoşlanmayan kabul etmeyen okadar modern medeni insanlara sahibizki..az değiller. düğün salonlarıda değişti hele istanbulda hızlı bir değişim var, kanaatı taşımaya başladım bile…insanlar inanın 1980..yılından sonramı ne o yıllardan önce hep mentalitelerinin farklılığından mı kavgasız düğünler düğünden sayılmaz, kavga çıkartmak özel bir durum sonradanda hatırla! nasılda birbirimize girmiştik…işte mehmet bıçağını şöyle , şevket abimizde silahına sarılmıştı diye bunları anlatmaktan müthiş zevk duyarlardı ama yanlış olanı bilip kendileri çağ atlamışcasına…..ben biraz veya fazlasıyla bu tip işlerle uğraşıp 30/35 sene izlenimim oldugu için semt semt de değişse…artık kavga etmiyoruz hatta bakın trafikte bile kazada tartışmasız bekliyoruz konuşuyoruz…toleransımız arttı neden 80.sonrası toleranslarımız arttı bilmiyorum ama insanlarda değişim daha hızlı olmaya başladı…iyiniyet gerçekten sanki daha da önceki annemiz babamızın o gençlik yıllarındaki zamanları kıskandıracak duruma geldi,geliyor..en azından ben böyle görüp yorumluyorum..düğünlerimizde değişti salonlar mekanlarını , hotelleri kıskandıracak şekilde değiştiriyorlar farklı hizmetler gelişti yeni teknik mlzm.saund..ses istediği kadar volumu yüksekde olsa rahatsız etmeyen aletler duvarlara monte edilen aygıtlar vs vs…genç kızlarımız korkmasınlar arkadaşları ile artık arştırabilmek için birsürü medya örneği mevcut , hele internet onlara bu gibi mekanları inceleyebilmek için çok yakın araştırsınlar en güzelini bulacaklar tüm mutluluklar onların hakkı onları kimse rahatsız etmesin mutluluklarını paylaşsınlar o geceyi hep beraber paylaşabilsinler….sevgiyle kalın…fikret dönmez

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin