Bayram Hediyesi
By Bahar Pinar on Eki 12, 2007 in Makale
Fatma K. Barbarosoğlu’nun Otobüsname isimli kitabında “Güzel İnsan Hikayeleri” (1) isimli bir hikaye okudum. Çok hoş, etkileyici bir hikaye idi. Kısaca bahsetmek isterim: “Güzellik niye maya tutmaz?” , “Dostluklar, arkadaşlıklar, komşuluklar neredeydi?” diye hayıflanan bir teyzeyi anlatır önce Fatma Hanım. Teyzemizi, vapura yetişmeye çalışırken, densizin biri, arabasıyla çamurlara bular. Teyze, çaresizce kalakalmışken, başka bir araba durur yanında ve yardım etmeyi, gideceği yere bırakmayı önerir. Teyzemiz biraz ürkse de kabul eder. Arabaya biner binmez de söylenmeye, kendisini ıslatan taksi şoförünü şikayet etmeye başlar. Teyzeye yardım eden genç adam, araya girer. “Hepsi kötü değil” der ve kendisine sadece Allah rızası için yardım etmiş bir şoförü anlatır. Sonra da şöyle der: “Efendim bendeniz avukatım. Her gün bir sürü yolunda gitmeyen işin takipçisiyizdir. Ma’lum, bize gelen saadetini anlatmak için gelmez. Mesleğe yeni başladığımızda bize anlatılanlardan ziyadesiyle etkilenirdik. İlk gelen dava bir boşanma davası idi, o davadan o kadar etkilendim ki, bir daha kolaylıkla boşanma davası al(a)madım. Sonunda birkaç arkadaş, baktık böyle olmuyor. Hayata karşı güvenimiz sarsılıyor, birbirimize sadece güzel insan hikayeleri anlatmaya karar verdik. Latife olsun diye bunu müesseseleştirdik kendi aramızda. Güzel İnsan Hikayeleri Vakfı. Ayda bir defa toplanırız, herkes kendi dağarcığındaki güzellikleri sunar.” (2)
Fatma Hanım’ın hikayesi gerçek bir hikaye imiş ve kahramanı son derece haklı. Hep kötü gidişlerden, vefasızlıktan, çürümüşlükten bahsetmek içimizi iyice karartıyor, ümidimizi kırıyor. Arada bir güzel hikayeler de duymak istiyor insan. Yarın bayram… : ) Bayramlarda da güzel şeylerden bahsetmeli. Dünyada sadece kötülüğün hüküm sürdüğü duygusu törpülenmeli. İyiliğin ve güzelliğin de yerküremizde var olduğu, ama kötülük ve çirkinlikler kadar ilgi çekemediği, haber değeri taşımadığı için fark edilmediği hatırlatılmalı… Hem kendimize hem de etrafımıza… Ben de, hem kendime, hem de sizlere hatırlatmak için, bir “güzel insan hikayesi” anlatmak istiyorum. Bayram hediyesi olarak kabul ederseniz ne mutlu bana. Güzel insan nasıl olur derseniz, varlığı ile içimizi ısıtan, bizi gülümseten, yaptıkları ile, etrafına yaydığı pozitif enerji ile dünyanın o kadar da kötü bir yer olmadığını düşündürten insandır diye tanımlayabilirim.
Bayram hediyesi niyetine sizlere anlatacağım “güzel insan hikayesine” gelince: Ben henüz ilkokuldaydım. Bir komşumuz vardı. Kazım Amca. Şair ruhlu bir adamdı. Gerçekten de şairdi. Babamda bir şiir kitabı vardı. Yazdığı şiirleri o yaşımda anlamasam da bir şair ile tanışıyor olmaktan hoşlanırdım. Haliç manzaralı evinde, manzaranın tamamını görmek için olsa gerek, perde yoktu. Benim için şaşırtıcı idi, o zaman herkesin perdeleri sıkı sıkıya kapalı olurdu. Önünde ev olmadığı için Haliç gerçekten de güzel görünürdü. Bu komşu amcamız Almanya’da çalışırdı, yazlarını da bizim karşımızdaki evinde geçirirdi. Her yıl, Almanya’dan geldiği günün sabahında, mahalledeki tüm çocukları erkenden uyandırır, sokağa çağırırdı. Biz çocuklar, henüz uyku mahmurluğu üzerimizde, gözlerimiz yarı açık yarı kapalı, ama olacakları bildiğimiz için sevinçli, pijamalarla sokağa inerdik. Koşardık diyemiyorum çünkü tam uyanmamış olurduk. Hepimizi sıraya sokar, her birimize hediyeler verirdi. Değişik değişik kalemler, boy boy defterler, kokulu silgiler, ufak tefek kırtasiye, balonlar, çikolatalar, şekerler vs. En çok kalemleri hatırlıyorum. Renkli renkli boya kalemleri, tükenmez kalemler, fosforlu yazan kalemler… Derslerinde başarılı olanlara, karnesi iyi olanlara, (Kazım Amca geldiğinde karneleri almış olurduk. ) biraz torpil geçerdi. Sanırım diğerlerini de özendirmek, başarıya zorlamak için. Şimdi hatırladım, bu merasime katılmak için elimizde karnelerle inerdik sokağa. Başarılı olanları yüksek sesle takdir ederdi. Çok parlak olmayanları ise aşağılamaz, bir dahaki yıl daha çok çalışmasını öğütlerdi. Aslında biraz ciddi bir havası vardı ama bizleri sevdiğini bilirdik. Bu merasim her yıl tekrarlanırdı. Tahmin ediyorum, mahalledeki bazı çocuklar sadece Kazım Amca’dan hediye alırlardı. Açıkcası onun gelişini iple çekerdik. Karne aldıktan sonra onu beklemeye başlardık. Tatlı bir bekleyişti. Kazım Amca rahmetli oldu, duyduğumda çok üzüldüm. O şimdi aramızda değil ama onun yaşattığı sevinç hala içimde taze… Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.
Şimdi düşünüyorum, Kazım Amca, çocukları sevindirerek, kısa bir süre de olsa, onlarla bizzat ilgilenerek, ne kadar insancıl, ne kadar sıcak bir şey yapıyormuş. Çocukların dünyasına yenilik, renk ve sevinç katmak… Onların yüzlerinde mutluluğun, sevincin yansımalarını görmek… Mahalleye bir bayram havası getirmek… Bunları yapmaya çalışan bir insanın varlığı… Sizce dünyanın o kadar da kötü bir yer olmadığına delil değil mi? Ben kendi adıma, Kazım Amca’yı her hatırladığımda, içim ısınır. Böyle insanların varlığına ve onlarla aynı zaman diliminde yaşamış olduğuma şükrederim.
Umarım sizin etrafınızda da, bayramları daha bir neşeli, coşkulu hale getiren, bayram olmayan zamanları da ansızın bayram sevinci ile süsleyen insanlar vardır. Varsa, hikayelerini paylaşırsanız ne kadar iyi olur. Bizlerin de içi ısınır. Belki de, siz de onlardan birisiniz. Yarın, çocukları güldürecek, büyükleri sevindireceksiniz. Kendi yaşıtlarınıza dostça sarılacak, onları özlediğinizi söyleyeceksiniz. Bayram neşesini etrafınızdaki hanelere siz götüreceksiniz. Bayramı bayram yapanlar da, böyle insanlar aslında. Fatma Hanım’ın hikayesi şu cümle ile bitiyor: “Dünyayı teoriler değil sadece güzel insanlar nurlandırır.” (2)
Hep güzel insanlarla karşılaşmanız dileği ile, neşeli, tatlı, hayırlı bayramlar…
1 – Otobüsname – Güzel İnsan Hikayeleri (s:45)
2 – Otobüsname – Güzel İnsan Hikayeleri (s:46)
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.