Bu meclis bu sorunu çözebilir mi?
By Mehmet Yılmaz on Eki 26, 2007 in Makale
PKK terörü “bir anda” onlarca cana kıyınca Türkiye’nin gündemi değişti. Halkın oylarının %85’ini temsil eden TBMM ve %47’sinden güç alan AKP hükümeti yeni bir sınav geçiriyor.
Hükümet askerî çözümü dışlamadı ama ekonomik ve diplomatik cephelere birinci derecede önem verdiğini de gösterdi. Neredeyse aynı gün içinde Irak’tan Londra’ya, Brüksel’den Washington’a birçok hükümet üyesi bu ülkelerdeki muhataplarını yakın markaja aldılar.
Ekonomik önlemler ise akıllıca bir çerçevede dile geldi. Bütün Irak’a zarar verecek bir ambargo yerine Kuzey Irak’ı by-pass edecek yeni ticaret yolları konuşuldu.
Sevinmek için elbette çok erken. Uygulamadaki etkisini zaman gösterecek. Ancak PKK’ya karşı elde edilecek “zafer” henüz tarif edilmediği için bu mutlu günün gecikmesi söz konusu olabilir. Yani Üst düzey PKK’lıların yakalanmasıyla yetinecek miyiz? Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının bitirmediği bir sorun yeni yöneticilerin hapse girmesiyle biter mi?
PKK’ya terörist diyememek
DTP bazı bakımlardan CHP’yi andıran bir parti. Kendine oy veren halktan çok demokrasi dışı bazı güçlerin beğenisini toplamaya çalışıyor. Eğer DTP terör örgütü PKK ile arasına mesafe koyabilmiş olsa Kürt seçmenlerden daha çok oy alabilir.
Ama DTP tıpkı CHP gibi “halk için halka rağmen” siyaset yapıyor. DTP’li milletvekilleri PKK’yı açıkça kınayamadılar, PKK’ya terörist diyemediler. Doğal olarak büyük eleştiri topladılar. Bir grup aydın genel olarak Kürtlere “PKK ile aranıza mesafe koyun” çağrısı yaptı ki bu çağrıyı yerinde buluyoruz.
Ancak konması gereken başka mesafeler olması gerektiğine de inanıyoruz:
1) Devlet, derin devlet ile arasına mesafe koymalı,
2) Türkler, ulusalcılar ile aralarına mesafe koymalı,
3) TSK bazı hataları işleyen mensuplarıyla arasına mesafe koymalı.
Bizim gibi yurtdışında yaşayan Türklerin çok iyi bildiği ama Türkiye’de yaşayanların bir türlü anlamadıkları bir gerçek var :
Uluslararası ortamlarda Türkiye’yi haklı olduğu davalarda bile savunmak çok zor.
Zira Hırant Dink, Atilla Yayla veya Elif Şafak gibi insanların söyledikleri hatta söylemedikleri bir kelimeden dolayı mahkeme edilebildikleri bir ülkenin demokratik bir hukuk devleti olduğunu Avrupalılara veya Amerikalılara anlatmak deveye hendek atlatmaktan daha zor.
Gene ordu mensuplarının “halkı eğitmek için Hakkâri’de bomba attırdım, Şırnak’a günlerce havan ateşi yağdırdım” diye gazetelere demeç verebildiği ve bunun arkasından hapse girmediği bir ülkeye dünya kamuoyunun desteğini çekmek imkânsız.
Binlerce insanın öleceği bir savaşı engelleyebilecek son şans olan bir toplantıyı “Kürtlerle aynı masaya oturmam” diye boykot edenlerin barış istediğini gezegenimizde yaşayan hiç bir insana kabul ettirmek mümkün değil.
“Sözün bittiği yer” yok
Daha önce Kuzey Irak’a yapılacak bir harekâtın çözüm getirmeyeceğini, devletin kimliklerimizle uğraşmaması ve ulus-devlet modelinin sorgulanması gerektiğini, ve PKK’ya karşı mücadelenin gerektiği gibi yapılmadığını anlattık.
Bugün Türkiye’de moda olan slogan “sözün bittiği yer”. Oysa yüz milyona yakın insanın öldüğü II. Dünya Savaşı sırasında bile söz bitmemiş, diplomatik kapılar kapatılmamıştı. Savaşan taraflar milyonlarca ölümün ardından aynı masaya oturup diplomasi yapıyorlardı. Nitekim bütün savaşlar gibi bu savaş da söz ile, bir anlaşmayla sonuçlandı.
Kürt = PKK ne kadar yanlış ise Kürt=DTP demek de o derecede yanlış
Basında çok yer almayan ve yanlış olmasını umud ettiğimiz bazı haberler duyuluyor şimdi. Kendisini “ülkücü” olarak tarif eden bazı grupların Kürt kökenli insanları hedef alan saldırılarından bahsediliyor.
PKK’yı ve tüm Türkiye düşmanlarını memnun edecek bu girişimlerin hiç başlamamış olması duasıyla…
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:Haydar Tarih: Eki 30, 2007 | Reply
Star Gazete yazarlarindan Saadet Oruc makalesinde bir anisini anlatiyor…
Yazarimiz konuyu bilerekmi carpitmis yoksa yazdiginin farkinda degilmi diye dusundum.
Soyleki;
Hukumet temsilcisi ile DTP temsilcisi onemli bir konuda caba gosteriyor ve hersey gelip su noktaya dayaniyor “hükümetin bazı adımları atması durumunda, örgütün silah bırakacağı”.
Ve bu konusma “kurşun sesleri”nden once bir tarihte muhtemelen secim sonrasi oluyor.
Secim sonrasi ile “kurşun sesleri” arasindaki donemde yeni anayasa hazirlaniyor… can alici kisimlari kamuoyuna aciklaniyor. Icinde Kurt kelimesi olmasini birakin anadilde egitime bile dokunan birsey yok. Yani ayni tas ayni hamam.
Hani “hükümetin bazı adımları atması durumunda…” sozleri nerde?
DTP nasil PKK ya cagrida bulunup silahini birak desin?
***
Fakat yazarimiz konuya boyle bakmak yerine “Ama ne oldu? Ankara’nın sorunu çözme kararlılığına karşılık, çözmemekte kimin kararlı olduğu ortaya çıktı. Kürt çevrelerindeki güvercinler bir kez daha aynı çevrenin şahinlerine kurban gitti” diyerek sucu Kurtlere atiyor.
Birakin Saadet hanim, “Ankara’nın sorunu çözme kararlılığı” bir gorunse zaten Kurtler PKK yi ipi kopmus tesbih gibi dagitacak, yuzunu donecek.
Ama nerde bu hukumetteki o kararlilik!
Yazan:Haydar Tarih: Kas 7, 2007 | Reply
350 kadar şirket, büro, yayın organına sahip, 18 ülkede temsilciliği bulunan bir yapı…
Kimden bahsediyorum?
Sabanci Holding?
Koc Holding?
OYAK Holding?
…degil.
PKK bu.
***
80 senedir tedavi olmayi reddeden hasta vucudun sivilcesi bu kadar buyuk bir cerahat haline donustu.
Ve yara kabuk bagladikca birileri kavlatiyor, kanatiyor. Sonucta daha buyuyor.
Kalin kafaliligimiz nedeni ile bu yara bizi gotururse hic sasmam.
Tedavisi ise cok basit.
Senelerdir oylesine propaganda pompalanmiski belleklerimize, herkes icin basit olan tedaviden bile irkiliyoruz.
Avni Ozgurel Radikalde tedaviyi fazla ballandirmasina girmeden anlatmis.
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=238038
Bu meclisin bunu dusunme zamani coktan geldi.