O’nu Donmadan Anmak!
By Kamer Yalcin on Kas 10, 2007 in Makale
Farkında değilim, bu gün 10 Kasım’mış. Tam manası ile kopmak bu olsa gerek. İçinde yaşadığın zamanın farkında olmamak, zamandan ayrı düşmek de böyle bir şey olmalı… Kabahat bende ki takvim kullanma alışkanlığım yok. Haftayı iş başı ve iş sonu olarak nitelendirip, takvimdeki tarihleri salt rakam ve gün adlarından ibaret saymamın bir neticesiyle özel günlerin farkında dahi olamıyorum.
Her şey gibi takvimdeki tarihlerin de anlamları değişiyor. Geçmişte “10 Kasım” acılı bir günümüzdü. Ülkemizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm günü yas günümüzdü. Neyse ki artık yas tutmak yerine onu yeniden ve farklı biçimlerde “keşfederek” anlamaya çalışmakla meşgulüz. Hem anlamaya çalışmak ve hem de çalışarak, üreterek geçmişten kopmadan ama daha iyi bir geleceği hedef alarak çalışmakla meşgulüz. 10 Kasım, hayatımızın “kara günü” olmaktan epey zaman önce çıktı. Topluca depresyona girdiğimiz 10 Kasım’lar artık daha bir farklı yaşanıyor. İyi ki de öyle yaşanıyor.
Yaşadığım 10 Kasım’lardan hafızamda kalanlar ne hikmetse hep okul yıllarıma ait. Özellikle ilkokul ve orta sınıflarda yaşadığım 10 Kasım’ları dün gibi hatırlıyorum. Ankara’nın Kasım ayının sabah ayazında, ikili sıra olarak okul bahçesinde disiplinle bekletilirdik. Nedendir bilinmez, bazen üzerimizdeki kabanlar dahi çıkarttırılırdı. Kara önlükler ve formalarla öylece titreye titreye o yas havasını daha da ağır biçimde yaşardık. Bildik nutuklar, bildik şiirler okunur, tam saat 09.05’de çalan sirenlerle başımız önümüzde hüzünle, hatta bazen kendimizi zorlayarak ağlamaklı bir hal ile saygı duruşunda bulunurduk. Her şey o anda donardı. Yoldan geçen arabalar, yürüyen insanlar. Bir anda “durdurma/pause” düğmesine basılmış bir film gibi her şey olduğu yerde donar kalırdı. Başımı kaldırmaya cesaret edip gökyüzüne baksam, kuşların bile gökyüzünde donup öylece kaldıklarını göreceğimi zannederdim. Fakat ne çare ki başımız önümüzden hiç kalkmazdı, kalkamazdı. Ellerimiz ceplerimizde olamazdı. Soğuktan kızaran hatta çatlayan ellerimiz, yüzlerimizle, ayazın yalayışı ile kavrulup sulanan gözlerimizle ızdıraplı dakikalar yaşardık. Çelimsiz ve zayıf bir çocuktum, bunun da etkisiyle soğuk iyice sallardı bedenimi. Sanki Ata’nın ölümünden dolayı cezalandırılıyormuşuz gibi hissederdim. Öyle ya, daha ilkokul çağındaki bütün çocukları o soğuk kış gününde böyle “dondurup” titretmenin başka ne gibi bir anlamı olabilirdi ki. O güne başka bir “anlam” veremezdim ne yazık ki. Bunları düşünürken de hep dua ederdim içimden “Allah’ım ne olur kar yağmasın”… Şimdi okullarda 10 Kasım’a dair durum nasıldır bilmiyorum, ama 80’lerde ve 90’ların başında ben böyle yaşadım o matem günlerini…
Gözlerimin önünde böyle geçmiş 10 Kasım’lar belirdi. Sonra birden “geçen sene 10 Kasım’da ne yapıyordum?” sorusu aklıma geldi ve bir sene geriye gittim. 10 Kasım 2006, Cuma. Bir işim nedeni ile erken saatte Ankara Emniyeti’ndeydim. Benim gibi işi nedeniyle orada bulunanların yanında görevli memurlarla birlikte bulunduğumuz mekan hayli kalabalıktı. Birden acı bir çığlıkla siren çalmaya başladı, herkes irkildi. Öyle kuvvetli ve öyle acı bir çalışla bu önemli an, 09.05, duyuruluyordu. Gözüm o anda çalışan memurlara takıldı. İşlerine devam ediyorlardı, bir kaç saniye gene devam ettiler. Sonra caddeden geçen araçların kornaları ile yeniden uyarıldık. Zaten ayakta olanlar yüzlerini caddeye çevirip beklemeye başladı. Bense hâlâ memurları izliyordum. Az ilerimdeki bankoda çalışan resmi kıyafetli iki bayan memur birbirlerine baktılar, sonra biri diğerini bir baş hareketi ile uyararak hayli mahmur bir biçimde ayağa, saygı duruşuna kalktılar. Bu arada o bir dakikalık saygı duruşu merasiminin yarısı bitmişti. Bu sefer başımı kaldırıp karşımdaki duvarda asılı duran saatin saniyelerine baktım, tik-tak-tik-tak… Mekânda her şey donmuştu, dışarıda her şey donmuştu, donmayan bir tek zamandı ve tıkır tıkır işliyordu, tik-tak-tik-tak-tik-tak… Nihayet merasim tamamlanınca herkes donduruldukları yerden yeniden harekete başladı. Geçen bir iki saniye sonrasında sanki hiç bir şey yaşanmamış gibi her şey kaldığı yerden devam etti. Kimse titremiyor, kimsenin gözü yaşarmıyor, kimse yas tutmuyordu. Yaptığımız şey, o an her şeye bir dakikalık ara vermekti. Tıpkı müzikteki gibi, günlük hayata bir “es” verilmişti.
Bu sabahta yollarda araçlar, yayalar durdu ve günlük hayat bir dakikalığına dondu. Kimimiz saygıyla, kimimiz özlemle, kimimiz vazife güdüsü ile ve kimimiz de alışılagelmiş merasimlerle Ata’yı andık. Gazi Mustafa Kemal, ben de seni saygı ve rahmetle anıyorum. 09.05’i, o donma noktasını bu kez kaçırmış olsam da hüzünlü değilim. Güneşli ve açık bu 10 Kasım sabahında içimden dua ediyorum “Allah’ım ne olur kar yağsın!.”
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
6 Yorum
Yazan:Tuncay Yılmazer Tarih: Kas 11, 2007 | Reply
Son zamanlarda okuduğum en güzel 10 Kasım yazısı. Beni de öğrencilik yıllarıma götürdü. 12 Eylül’ün ilk 10 Kasım’ydı galiba. Dondurucu bir hava… Hepimiz “hazırol” vaziyetindeyiz. İlkokul öğrencisi de olsak düzgün bir sıra halinde ve kıpırdamadan durmanın hep meziyet olduğu anlatılırdı bize. Bir öğretmenin günün anlam ve önemini belirten bir konuşmasından sonra sıra saygı duruşuna gelmişti. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Saygı duruşunun bitiminde bitiminde müdür bey beşinci sınıftan bir kız öğrenciyi “gülüyor bu! Utanmadan gülüyor!” diye kulağından çekip kürsünün yanına getirdi. Nasıl dövüyor Allah’ım! Zavallı kızcağız… Öğretmenler bile heykel kesilmiş vaziyette…Bizler de. En sonunda öğretmenlerden biri “müdür bey tamam çok sinirlisiniz” diyerek çocuğu elinden almış, saçı başı dağılmış, burnu kanayan öğrenci hüngür hüngür ağlayarak sırasına geçmişti. Hepimiz törene kaldığımız yerden devam etmiştik. Militarizmi içselleştirmiş öğretmenlerimiz bize günün anlam ve önemini belirten konuşmaları yapmaya devam ettiler. Ben göz ucuyla o kıza baktım. Kıpırdamadan da ağlanabileceğini ilk kez o zaman öğrendim.
Yazan:blue Tarih: Kas 12, 2007 | Reply
Hani Kuran Kursunda dayak yediği için dinden soğuyanlar vardır ya, aynı psikoloji 10 Kasım sireninde kendini tutamayıp koyverip dayak yiyenlerde de oluyor galiba.
Hala 1 dakika kazık gibi dikilmeler, acı siren seslerinde kahkahaları bastırmalar, bastıramayanlara tokatlar, sabahın ayazında küçücük çocuklara yemin ettirmeler, şiir ezberlettirmeler devam ediyor.
Geçen bir kanalda Atatürk’ün ölümsüzlüğünün 69.yılı yazıyordu. Bırakalım artık bu saçma duygusallıkları, Atatürk ölümsüz bir varlık değil, ilah değil, ülkenin kurtuluşunda önemli görevler yapmış bir asker ve devlet adamı. Etten, kemikten biri. Zaten kendisi de bunu söylemiş. Bana takılıp kalmayın diye uyarmış. Dinleyen kim? Eskisi gibi içe kapanık bir ülke de değiliz ki artık kendi gülmemiz ve tokatlarımızla kalsın. Artık elin gavuru gülüyor, ne kıymetli lideriniz varmış, nereye baksak onu görüyoruz diyor. İşin suyunu çıkartmayalım, bu saçma ritüellerden kurtulalım, çocuklarımıza ilah Atatürk’ü değil, insan Atatürk’ü öğretelim. 10 Kasım’da hayatın bir dakika durması absürd ve anlamsız bir ritüel. Saygıyla filan da bir alakası yok. Sadece 1 dakika hayatı donduruyorsun. Sonra hırsız çalmaya, üçkağıtçı dolandırmaya, kamyoncu burnunu karıştırmaya, mesela Bekir Coşkun kaşınmaya devam ediyor. Tabi, bugün Atan için ne yaptın diye kendini sorgulayanlar da vardır, onlara laf yok. Şu, totaliter askeri ritüellere artık bir son vermemiz, kutlamaları da, matemleri de çağdaş bir şekilde yapmamızın zamanı geldi.
Yazan:Arzu Tarih: Kas 12, 2007 | Reply
Bir arkadaşımın eşi İrlandalı. İstanbul’da yaşıyorlar. 10 Kasım’da evde uyumakta olan arkadaşımı arayan İrlandalı eş, tedirgin bir ses tonu ile;
– Arzu! Arzu! hemen uyan. Sirenler çalıyor, herkes saygı duruşunda sen uyuyorsun. Acele et uyan! (Arkadaşım şaşırıyor. Sonradan anlıyor ki, saygı duruşunda durmazsak başımıza bir şey geleceğini sanıyormuş eşi. Öyle bir izlenim vermişiz.)
Verdiğimiz izlenim ve bizim anılarımız yanyana gelince dünyaya nasıl görünüyoruz? Mustafa Kemal Atatürk’ün istediği muassır medeniyeti yakalamış izlenimi veriyor muyuzdur acaba?
Yazan:Bahar Pınar Tarih: Kas 12, 2007 | Reply
Kamer Hanım, elinize sağlık. Çok samimi bir yazı olmuş.
Atatürk’ü bir insan olarak sevmek çok daha sıcak ve güzelken, yaptıklarını öğrenince onu sevmemek zorken, neden böyle bir yol tutturmuş gidiyoruz anlamak mümkün değil. Ayrıca çocuklara eziyet etmeyi hangi sebep haklı çıkarabilir? Atatürk kendisi yüzünden çocukların gördüğü bu saçmasapan eziyetler sebebi ile mezarında huzur bulamadı belki de. Blue Bey haklı. Görünüşte andıktan, sonra her türlü ahlaksızlığa devam ettikten sonra, çocuklara eziyet ettikten sonra, Atatürk’ün ülke için hayal ettiklerini yapmış mı oluyoruz? Kimi kandırıyoruz? Tabii ki kendimizi.
Engin Ardıç İş Bankası’nın 10 Kasım için hazırladığı reklamla ilgili çok güzel bir yazı yazmış. Okumanızı tavsiye ederim:
“İşte yetmiş yıldır o reklam filmindeki çocuk gibi davrandınız hepiniz…
Aaa, senin eline de diken batar mıydı Atam? Aaa, senin parmağın da kanar mıydı Atam?
Aaa, sen de üşür müydün Atam? Sen de yorulur, sen de acıkır mıydın Atam?
Sen de âşık olur, sen de rakı içer miydin Atam?
Sen de sever, kızar, kavga eder, üzülür müydün Atam?
/…/
Pardon, seni reklam filminde “kullanmak” da suç değil miydi Atam?
Seni bize Tanrı gibi öğrettiler Atam.
/…/
Yakın zamana kadar, tıpkı Hazret-i Muhammed gibi, sahnede ya da perdede seni “canlandırmak”, oynamak da yasaktı Atam.
Seni bizlere nasıl yanlış tanıttıklarının, birçok genci senden uzaklaştırdıklarının, soğuttuklarının acaba farkında mıydılar? Bunu kötülükten mi yapıyorlardı, ahmaklıktan mı Atam?
Şimdi de, senin ölümünden elli yıl sonra doğanlar seni “özlemişler” Atam.
Ben seni özlemedim, fakat araştırıp öğrenince, tanıyınca çok sevdim Atam.
Başardıkların ve başaramadıkların, zaafların, yanlışların, çevreni çepeçevre sarıp sarmalamış birsürü namussuzun ortasında kalmış muhteşem yalnızlığınla çok sevdim Atam.”
Ardıç’ın yazısının tamamı için: http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=98142,10,2
Teşekkürler Kamer Hanım.
Selam ve sevgiler,
Yazan:Filiz Tarih: Kas 13, 2007 | Reply
Kamer Hanım,
Benim de sizler gibi öğrencilik yıllarımdan kalma içimi sızlatan anılarım var. Ancak beni daha fazla üzen aradan geçen bunca yıla rağmen kızımın da bu özensiz törenlere yoklama korkusuyla katılıyor olması. Öyle törenler izledim ki gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Aynı şiirin dört farklı öğrenci tarafından okunduğu ( bir kere okunsa anlamayacağız ya da şiir sıkıntısı çekiyoruz), Nisan ayının serinliğinden ve yağmur yağma ihtimalinden (neredeyse her 23 Nisan da yağmur yağar) habersiz yetkililerin seçtiği, incecik kumaşlardan dikilmiş, kısa kollu kıyafetler giyen çocukların titreyerek sahneye çıktığı, duygudan yoksun garip törenler neden yapılır? Sadece yapılması gerektiği için yapılan, günü kurtarmak adına düzenlenen bu törenlerle çocuklarımıza neyi aşılamayı umuyorlar. Atatürk sevgisini mi? Oysaki gönülden yapılan işler ancak ve ancak amacına ulaşabilir. Bütün imkansızlıklara rağmen, derme çatma bir dekorla Kurtuluş Savaşı konulu tiyatro oyununu sahneleyen öğrencilerin gözlerindeki gurur ve coşku benimle beraber pek çok veliyi ve öğrenciyi gözyaşları içinde bırakıyorsa, geç kalmış sayılmayız. Çocuklarımızın öğrenmesi gereken ilahlaştırılmış Atatürk değil. Bu topraklara vatanım, benim toprağım dememizi sağlayan “insan” Atatürk’ ü anlatabilirsek saygı ve sevgi kendiliğinden gelecektir.
Yazan:türk türk 44 Tarih: Ara 1, 2008 | Reply
ALLAH RAHMET EYLESİN CANIM ATAMIZIN BU RESMİ BENCE FOTO MONTAJDIR BEN HİÇBU YAŞA KADAR YÜZÜNÜN GÜLDÜĞÜNÜ GÖRMEDİM BELKİ ANCAK ÜLKEMİZİN LEHİNE ÇOK GÜZEL BİR OLAY OLDU İSE O ZAMAN BU TEBESSÜM YÜZÜNDE BELİRMİŞTİR GÜLÜNECEK BİR DURUM İSE ÜLKEMİZİN DEMOKRASİYE KAVUŞMASI ,BATILILAR GİBİ ALFABE KULLANIMINA GEÇİLMESİ,KADINLARA GETİRİLEN HAKLAR, ÜLKENİN DÜŞMAN İŞGALINDEN KURTARILMASI GİBİ OLAYLAR İÇİN BELKİDE ÜLKEM İNSANINA MORAL VERMEK İÇİN BİR VEYA BİRKAÇ KERRE TEBESSÜM ETMİŞTİR SAYGILARIMLA.