Yaşayanlar yüzünden “fazla bir sevinç duyamamanın ifadesi”
By Ferhat Kentel on Kas 13, 2007 in Makale
İlköğretim okulunda beden dersi; Cumhuriyet törenleri için prova yapılıyor…
Bir tarafta nispeten büyükler, ergenleşmeye başlayan sesleriyle hep bir ağızdan “Dağ başını duman almış” söylüyorlar.. Sonra… “Cumhuriyet hürriyet demek…” Öteki taraftaki minikler, oynaya zıplaya: “Şehitler ölmez vatan bölünmez!” İtişip kakışıyorlar… Öğretmen kızıyor… Çocuklar ciddileşiyorlar; öğretmen başını sallıyor, onaylıyor…
Büyük sınıflardan bir çocuk –belli, çalışkan olduğu için seçilmiş- elindeki kağıttan hazırlanan konuşmayı okuyor, ürkek ve titrek sesiyle… “Ey bu vatanı kuran büyük Atatürk, ey bu vatan için savaşıp, toprağa düşmüş koçyiğitler…” İki öğretmen koşarak müdahele ediyor. Çocuğu fırçalıyorlar, titrek ama heyecansız sesinden ötürü… Ellerini kollarını sallayarak daha heyecanlı, çok heyecanlı olmasını istiyorlar.. Çocuk yeni bir deneme yapıyor… Öğretmenler suratlarını buruşturuyorlar, biraz daha iyi ama tam istedikleri gibi olmuyor…
Kelimelerde “hürriyet” geçiyor ama adeta kışla görüntüleri… Her Türk’ün asker doğmasa bile, nasıl asker olarak inşa edildiğinin resmi…
Bir ülke, Pakistan… ve lideri Müşerref…
Türkiye’de eğitimini almış (hatta Beşiktaş fanatiği olmuş!) ve öğrendiklerini ülkesinde uygulamaya koyuyor. Arka arkaya saydığı gerekçeler eşliğinde, “tehlike var; darbe yaptım” diyor, yasaları askıya alıyor. Ama tabii, bütün Pakistan halkının benzer bir eğitimden geçmesi mümkün değil; bir sürü insan sokaklara inmiş, itiraz ediyorlar; belli ki, ikna olmamışlar…
Bizim memlekette de “tehlike” söylemi ve tehlikeye karşı “teyakkuz” söylemi her dönem rating yapıyor. Ama burası Pakistan değil; disiplin ve kontrol mekanizmaları çok daha güçlü. Pakistan halkının büyük kısmının maruz kalmadığı bu mekanizmalardan burada kaçış yok.
Burada, bu mekanizmalara rağmen, bu mekanizmalarla yaşamayı bilmek şart…
İnsanlar Güneydoğu’dan gelen şehit haberleriyle sokaklara dökülüyorlar. Bir yerde ellerinde bira şişeleri, üç hilaller, kurt işaretleri… Arabaların camlarından sarkarak slogan atıyorlar… Başka bir yerde “Ya Allah bismillah, Allahü ekber!”, hemen peşi sıra “Türkiye laiktir laik kalacak!”…
Adeta bir karnaval… Yaşanan “acı”yı anlatmak değil sanki söz konusu olan… Maç çıkışlarını andıran bir atmosfer… Adeta “Ölümüne Cimbom! Ölümüne Fener!”den bir derleme… Neyi anlatıyorlar? Galiba herşeyi…
Bir “Bakan”… Adalet işlerine “bakan” bir Bakan… Ordu, kurtulan 8 askeri derhal sorgulamaya alırken, o şöyle buyurmuş: “Öncelikle askerlerimizin, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının herhangi birinin ya da bir bölümünün bölücü terör örgütünün eline geçmiş olmasından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak büyük üzüntü duyduğumu belirtmeliyim. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kendilerinin kurtulmuş olmasından fazla bir sevinç duyamadığımı ifade etmek istiyorum.”
Eskiden Adalet işlerine “bakmış” bir başka Bakan… O da önemli bir buluntu yapmış, ifşa ediyor. Rehin askerlerin kurtulmasında aracılık yapan DTP için, “kimlerin teör örgütüyle içiçe olduğu belli oluyor; suçüstü yakalandılar” demiş.
Sonra bir başka mümtaz şahsiyet, Doğu Perinçek de koroya katılmış (katılmayıp da ne yapacak?): “Keşke o askerlerimiz, şehit olsalardı, tabutları gelseydi de biz onları düşmanın elinden, milleti kahreden bir manzara ortamında almasaydık.”
Ama yanılgıya düşmemek lazım… Bu herkesi içine çeken koronun “ölü ve ölüm sevici” dili sadece “militarist-sağcı-muhafazakar” cenaha ait bir şey değil… “Militarist-solcu” cenahta da görülmedi mi aynı dil? Ertuğrul Kürkçü’yü Kızıldere’den kurtulduğu için, ölmediği için, yaşamaya devam ettiği için “hain” ilan etmedi mi silah ve ölüme tapan, ölerek devrim yapacağına inanmış devrim aşıkları?
Bugün, yaşadıkları için mutlu olmamız gereken 8 asker –yani 8 insan- “tabutlarda” gelmedikleri için, birileri kahroluyor. O insanlar yüzünden, “ölüm” üzerine kurulu senaryoları sekteye uğruyor.
Ölüme methiye düzen kelimeler ezberlere nakşolunuyor… O kelimelerin altında yatanları fazla kafaya takmadan… Çünkü “öğretenler” öyle istiyor, ellerindeki bütün kozları kullanıyor, memleketi hedefledikleri uçuruma götürmek için… “Öğrenenler” tekrarlıyorlar…
Fırça, sopa, küfürle yalama olmuş çocuklar… İğdiş edilmiş toplumsal kesimler… İnsanlar yaşamak için tekrar ediyorlar ölüme dair ezberleri… Travmaya uğramış insanlar, kendilerinin maruz kaldıkları kelimeleri tekrarlıyorlar. “Niyetleri okunan”, “itiraf etmeye” zorlanan, 28 Şubat’ta, Cumhuriyet mitinglerinde hedefe konan AK partili mümtaz şahsiyetler bugün DTP’ye karşı, öğrendikleri dili papağan gibi tekrar ediyorlar: “Niyetini biliyorum, itiraf et!”, “Bunu sevdiğini söyle!”, “Şunu sevmediğini söyle!”
Adeta kendi kendine hareket eden bir nefret… Dün Cumhuriyet mitinglerinde AKP’ye, şeriata yönelen, bugün Kürtlere karşı akmaya başlayan bir nefret. Bağımsız, her an her yere yönelebilecek; hiç beklemediğimiz yerlere, bugün nefreti ateşleyenlere de yönelebilecek, ezberlenmiş bir olgu. Kendilerini bu memleketin en asıl sahipleri olarak görenlere de yönelebilecek kadar güçlü bir şekilde beslenen bir olgu. Bir gün, kendilerini “en asıl sahipler” olarak göstererek inanılmaz bir meşuiyet kazanabilecek başkalarının da beslendiği bir nefret…
Bu arada, İspanya’da parlamento, General Franco’nun 1975’te sona eren 40 yıllık yönetimini kınayan bir yasa tasarısını onayladı. “Tarihsel Hafıza” adlı yasa tasarısı, İspanya iç savaşının kurbanlarının tanınmasını ve ülkeyi kırk yıl yöneten General Franco’nun askeri diktatörlüğü döneminde verilen mahkumiyetlerin çoğunun gayri meşru ilan edilmesini öngörüyor.
Yani, ne yaşadığına, ne yaşamakta olduğuna bakmayı, geçmişiyle yüzleşmeyi, bu sayede iyileşmeyi ve hem bugünü hem de geleceğiyle yüzleşmeyi, nefreti aşmayı beceren toplumlar var. Bu toplumlarda insanlar faşizme teslim oldular ama bugünkü yüzleşmeyi de gene insanlar yapıyor. Yani insanlar yaşamaya devam ediyor. Ancak, insanlar sürekli teslim olarak yaşanamayacağını da biliyorlar; er veya geç o faşizmin altından sıyrılıp hayatın kendisini yüceltmeyi başarıyorlar.
Nefretin ve ölümün korosunun dilinin altında, Türkiye’de de insanlar yaşıyor… Oğullarının acısı hiç dinmeyecek olan, birileri onların oğullarının ölmesini isterken, “ölmediler diye onurumuzla oynanmasını hazmedemiyorum” diyen anneler yaşıyor…
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:saldiray Tarih: Kas 13, 2007 | Reply
Ferhat bey kaleminize sağlık. Türkiye’nin geçirmekte olduğu toplumsal cinneti çok güzel anlatmışsınız…
Yazan:M. İkbal TUNA Tarih: Oca 17, 2008 | Reply
Ferhat Bey elinize sağlık.
Son zamanlarda yaşanan “kanlı bayrak” hadisesi de toplumsal refleksin en açık göstergelerinden birisi olmuştur. Öğrencilerin 20 gün boyunca kanlarını akıtarak yaptıkları bayrak, Kurtuluş Savaşında cephelere mühimmat taşıyan Nene Hatunlarımıza denk bir hareket gibi gösterilmiştir.