O Gün Bebek Nasıl Katil Oldu?
By Mehmet Yılmaz on Kas 17, 2007 in Militarizm, Milliyetçilik, Terör, Türk faşizmi
Kendini Orta Asyalı zannetmenin zararları
Öyle güzel romanlar vardır ki okuyup bitirdiğinizde neredeyse üzülürsünüz. O.S’in Hırant Dink’i öldürdüğü yaştayken okuduğum Richard Bach’ın Mavi Tüy adlı romanı da bunlardan biri.
Romanın başlangıcında bulunan şiir bir nehrin içinde kayalara tutunarak yaşayan bir grup hayvanı anlatıyor. Bir gün bu hayvanlardan biri tutunduğu kayayı bırakmak istiyor nehrin nereye gittiğini görmek için. Arkadaşları onu “Asla! Nehir seni taşlara vurarak yok eder” diye uyarsa da bizimki aklına koyduğunu yapıyor ve aldığı darbelere rağmen direniyor tutunmaya. Bir süre sonra nehrin akıntısına ayak uyduruyor ve çarpmadan “akmayı” öğreniyor. Nehrin onu getirdiği yeni yerlerde kayalara tutunarak yaşayan başka hayvanlara rastlıyor. Onlar “sen bize bu kadar benzediğin halde tutunmak zorunda değilsin, demek ki sen Mesihsin” diyorlar. Bizimki ısrarla “tutunmayı bırakın, göreceksiniz, sandığınız kadar tehlikeli değil” dese de sözünü dinletemiyor ve nehirle akıp gidiyor. Geride kalanlar “Buradan bir Mesih geçti” diye yeni doğanlara aktarıyorlar gördüklerini.
Eğer Türkiye Türklerinin iç hastalıkları sıralanacak olsa en başa her halde “annemizin güvenli etekleri” diye yazardık. İlkokuldan itibaren bize verilen eğitim (öğrenim değil) kafamıza bilgi diye öyle garip inançları dolduruyor ki mezun olduktan sonra bunları unutup hayatı öğrenmek için bir 15 yıl daha gerekiyor:
1) Biz Türkler Anadolu’ya Orta Asya’dan geldik,
2) Türk zeki, çalışkan, korkusuz, merttir,
3) Diğer milletler aptal, tembel, korkak ve namerttir,
4) Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’ndan muzaffer çıktık,
5) Şehitler ölmez, vatan bölünmez,
6) …
Birinci adım: Bebek korkak oluyor
Büyümeye korkan çocuklar gibi Richard Bach’ın küçük yaratıkları misali bu inançlara tutunuyor birçok insan. Ama kendi kendilerine de bir yandan soruyorlar:
1) Neden Orta Asyalılar gibi çekik gözlü değiliz?
2) Zeki ve çalışkan isek neden bir süper güç değiliz?
3) Aptal, tembel, korkak ve namertlerin ülkeleri neden bizimkinden daha adil ve zengin?
4) Çanakkale savaşını kazandıysak İstanbul nasıl işgal edildi?
5) Kurtuluş Savaşı bir zafer ise neden 3 milyon kilometre kare toprak kaybettik?
6) Vatan bölünmez ise neden dedelerimizin doğduğu topraklara gitmek için vize almamız gerekiyor?
7) Vs vs.
İşte bu eğitimi unutmak için gereken 15 yılı olmayan insanların sırtlarını dayayacakları koca bir dağa ihtiyaçları var. Ama dağ ararken çok derin bir çukur buluyorlar: Cevabı verilmemiş sorular çukuru!
Genel Türk kimliği değil ama bu insanların Türklük algısı işte böylesine kırılgan, böylesine fakir, adeta karşılıksız bir çek gibi. Kürtlerden, Ermenilerden, diğer Anadolu insanlarından bahsedildikçe bu çukur üzeri kapatılamaz bir hal alıyor.
Benim takımım, ekibim kim? Orta Asyalı değilsem nereliyim? Ya en yakın arkadaşlarım safkan Türk değilse? Bu namertler bana ihanet ederse?
Batı Karadenizli bir arkadaşımın atadan kalma evinin duvarlarından birin de bir çatlak meydana gelmiş, duvarın içine saklanmış Rumca bir İncil bulunmuştu. Evin 16 yaşındaki gencinin verdiği tepki şu oldu : « Zaten bizim ailede bir b.kluk olduğunu biliyordum »
YouTube sitesine koyduğumuz “Kürtler de bizim soydaşımız” adlı videoya gelen bir yorum bu paranoyayı ne güzel özetliyor : “Senin niyetin ne? Koyun postu giymiş tilki!”
Her korkak topluluk gibi bizim kırılganlarımız da kendilerini “iyi hissetmek” için :
1) Ait olabilecekleri bir teşkilat,
2) Sorgulamadan itaat edecekleri liderler,
3) Teşkilatlarına bir anlam kazandıracak ortak düşman,
4) Ortak düşmanın imhasını meşru kılacak bir komplo teorisi,
arıyorlar.
TBMM Şiddeti Araştırma Komisyonu Uzmanı Adem Solak, Rahip Santoro’yu öldüren Trabzonlu O.A. ile yaptığı görüşmelerden aktarıyor:
Cesur biri olup olmadığını sordum. ‘Sanırım cesaretliyim ama gece korkarım” dedi.
Annesi oğlunun, evin bir odasına girmediğini, bunun da tuhaf bir huy olduğunu önceden söylemişti. Sanık bir şekilde bu konuya geldi ve bunu bunu yapmasının nedeni olarak korktuğunu, eskiye dönmekten kaygı duyduğunu ifade etti. ”Nasıl yani” dedim. Sanık, “Ben son bir yılda çok bilgi kazandım, kendimde büyük atılımlar gerçekleştirdim. O oda, çocukluk odamdı ve oraya girersem kazandıklarım kaybolur, çocukluk duygularıma dönerim diye korktum” dedi.
İkinci adım: Korkak ırkçı oluyor
Yukarıda tanıştığımız Türk genci korkak olmakta haklı. Zira kendine ve topluma bakışı günlük hayatına tekabül etmiyor. 1930’ların siyasî propagandalarından esinlenmiş yapay bir tarih bilinci ve Osmanlı Fetişizmi ile kavramaya çalışıyor değişen dünyayı.
Anadolu’da yaşamanın kendine sunduğu binlerce kimliksel öğeden ödü kopan genç geniş ufuklar değil içine girip saklanacağı bir siper arıyor. İçinde kendisinden başka kimseye yer olmayan ve bir kere saklandı mı kıpırdayan her şeye ateş edebileceği bir siper.
Ancak böyle bir siper ona aradıklarını verebilir:
1) Başkalarının eleştirilerine maruz kalmamak,
2) Sorunlara barışçı çözüm arayanlarla alay edebilmek,
3) Bir “tanrı kadar” muktedir, bir çocuk kadar masum olabilmek.
Çünkü İnternet kafelerde oynadığı oyunlarda “ölse” bile yeniden jeton atarak “dirilmeye ve kaderine karşı koymaya” alışmış bir insan için hataların bedellerinin :
1) Para ve vakit kaybıyla,
2) Başarısızlıkla,
3) Günahla, ayıpla,
ödendiği gerçek dünya yaşanması çok zor bir yer.
Bursa’da Kürtlerin yanı sıra uzun saçlı erkekleri, rock müzik dinlenen bar ve kafeleri de hedef alan saldırılarda Türk ırkçılarının ellerinde (Alman yoldaşları gibi) bira şişeleri olması bir rastlantı mı?
Irkçı olmasa ya alkolik ya da esrarkeş olacak olan bu gençlerin temsil ettiği sorun temelde ırkçılık değil sığınacak bir yer, bir madde, bir “kimlik”.
Üçüncü adım: ırkçı katil oluyor
Almanya’da bir Türk işçisinin evini içinde çocuklarıyla birlikte yakan Neo Nazi Alman gencinin annesi gazetecilere dert yanıyordu:
“Elbette evde her zaman söylüyoruz Türklerden nefret ediyoruz diye. Bu gidip Türkleri yakmak için bir sebep değil ki”.
İnsan evladını telefonda nasıl kucaklayıp koklayamazsa nefret ettiği bir insanı da kelimelerle dövemez. Türkiye’de hükümet üyeleri de dâhil birçok insanın bilinçsizce kullandığı hastalıklı bir ifade var : “Sözün bittiği yer”.
Bu son derecede tehlikeli bir ifade. Zira sözün yetmediği noktada nöbeti beden ve fiziksel temas alır:
1) Şehit annelerinin hıçkıra hıçkıra ağlayışını saatlerce televizyonda göstermek,
2) Cenazelerde “kanı yerde kalmayacak” diye haykırmak,
3) “Savaşmak için daha ne bekliyorsunuz, niye saldırmıyorsunuz?” diye muhalefet yapmak,
4) Seçimlerde “vatan satılıyor” diye pankartlar taşımak,
5) “Misyonerler hepimizi Hıristiyan yapacak” diye raporlar hazırlatmak,
6) “Yahudiler GAP’tan arazi satın almış” diye ortalığı karıştırmak
bunları söyleyenleri, gösterenleri katil yapmaz. Ama iç dünyası bir kelebek kanadı kırılganlığındaki gençlere şunu dedirtir :
“Madem siz yapmıyorsunuz, biz gerekeni yaparız” .
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?
İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin.
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız. “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
13 Yorum
Yazan:fizikci Tarih: Kas 18, 2007 | Reply
Mehmet Bey elinize sağlık. Çok güzel bir yazı. Bir de Martı isimli bir fabl vardı. Aynı yazarındı yanılmıyorsam. Diğer martılar yiyecek bulmak için balıkçıların etrafından ayrılmazken, Jonathan Livingstone’du galiba (o da bir martı), daha iyi uçma denemeleri yapıyordu. 🙂 Kitap uçuş tekniklerini o kadar güzel anlatıyordu ki martı olasınız geliyordu. Hangi gruba, ideolojiye ait olursa olsun, eğer bir insan yuvadan uzaklara uçma deneyimi yaşamadıysa, ezberleri içinde çırpınıp duracaktır. Şövenizm denen şeyin altında yatan da bu olsa gerek.
Yazan:fizikci Tarih: Kas 18, 2007 | Reply
Bu arada Derin Düşünce’ye teşekkürler. Yuvadan uzaklara uçmak isteyenlere yol gösteriyor, cesaret veriyor.
Yazan:Ç-Z Tarih: Kas 18, 2007 | Reply
“Madem siz yapmıyorsunuz, biz gerekeni yaparız”
Kesinlikle…son olaylarda protestocu gençlerden birinin soruma karşılık verdiği cevap,”izin versinler,ölelim” olmuştu…kanı kanla yıkamak,başka bir ihtimal ona göre “ihanet” gibiydi…o tartışmamızın bile varacağı nokta şiddetti…
Daha dedirten bir yazı daha kaleme almışsınız,elinize sağlık.
Yazan:ecevit ercan Tarih: Kas 18, 2007 | Reply
Aslında umutlanmıyor değilim arada bir, ama yukarıda ki yazıda da belirtildiği gibi, 10/15 yıl gibi bir süre gerekiyormuş ya, işte burada tıkanıp kalıyorum.Uzun yıllar gerekiyor, sosyal bir uyanış için gerçekten bir mesih e gerek var diye düşünüyorum.Çok mu karamsar oldu ne?
Yazan:blue Tarih: Kas 18, 2007 | Reply
Harika bir yazı,
Potansiyel nice Ogün’lere ulaşması duasıyla…
Yazan:T.Suat Demren Tarih: Kas 18, 2007 | Reply
Abi eline sihnine sağlık. Çok güzel anlatmışsın..
Yazan:Gül Tarih: Kas 18, 2007 | Reply
Ben bu zamana kadar masallarla, ninnilerle büyümüş biriyim..Hayatın gerçeklerini görmeye başladıkça, yıkılıyorum..Bana öğretilen hayat ile bu hayat bir birine benzemiyor..hayat çok zalim,istemediği şeyler yaptırıyor insana..
Ama hayat bu kadar zalim olmaz, buna inanmıyorum, inanmak istemiyorum..
Evet hayatı anlamam en az 15 yılımı daha alacak, belkide daha fazla, bilemiyorum..
Yazan:konuralp Tarih: Kas 19, 2007 | Reply
çok güzel bir yazı. tebrikler.
değindiğiniz farklı konularla ayrı ayrı onlarca yazıyı bir arada kurgulamışsınız.
tekrardan ellerinize sağlık…
Yazan:metin-thePoor Tarih: Kas 20, 2007 | Reply
Elinize, beyninize sağlık. Tek bir deniz yıldızı kurtulsa bile kârdır.
Yazan:nef'i Tarih: Kas 23, 2007 | Reply
harika, fevkaladenin de üzerinde
Yazan:Talha Can Tarih: Kas 25, 2007 | Reply
Mehmet Bey,
elinize sağlık, çok güzel bir analiz olmuş… Muhabbetle…
Yazan:konuk Tarih: Nis 14, 2010 | Reply
Mehmet bey;
O dediginiz cukurun actiklari ile, orayı cukur yapanlar, o cukurda olmayanlarla dolu insanların yurekleri, o cukuru dolduracak olanlar da yine onlar…
Hayır 15 yılı degil 1 an yeter bu is icin; Cunku is duymada, vicdana kulak vermede, onun sozunu agzina getirebilmede…
Kitap oku dediler bizlere kitap en iyi dosttur dediler…
Kimse konus demedi, bilmeyenin diyecek ne sozu olur dendi,hep ogrenmek gerek dendi…
Halbuki soz, asil olan soz vicdanin sozuydu…
Sonra soyleyemediklerimiz yakti kulaklarımızı duymamak duyamamak yaktı…
Bilmek, hissetmek ama duyamamak…
İnsanlar soylemek icin birseyler olmasi gerektigini kabullendi, soylemek icin birileri olmus olmaları gerektigini kabullendi…
O anin gelmesi gerektigini kabullendi…
O an geldiginde tek bir soz soylenebildi o da:
“sozun bittigi yer”‘di.
Sizi bilmem ama ben 15 yıl bekleyemem, atarım kendimi suya…
Yazan:MY Tarih: Nis 14, 2010 | Reply
Sevgili Konuk,
Ne diyeyim yazdiklariniza? Wallahi helal olsun.
Alintiladiginiz satirlar Richard Bach‘in Mavi Tüy adli romanin baslangicindaki siirden geliyor. Her halde 20 yildan fazla bir zaman oldu bu romani okuyali. O siiri hiç unutmadim. Tipki ayni yazarin Marti adli uzun öyküsünü ve Marti Jonathan‘i unutmadigim gibi 🙂