Kapitalizm krizde mi?
By Pascal Salin on Kas 28, 2007 in Çeviri, Ekonomi, Kapitalizm, Liberalizm
Pascal Salin’in Fransızca özgeçmişi, kitapları ve makaleleri (47 sayfa)
Kapitalizmin simgesi haline gelen büyük ve saygın firmaların adlarının karıştığı skandallar sıklıkla kapitalizmin kendisinin sorgulanmasına yol açar. Ancak davalar ve medyadaki fırtınalar sürerken, söz konusu firmaların hisse senetleri borsada dalgalanırken bir analiz yapmak kolay değil. Her gün yeni bilgilerin veya spekülasyonların birbirine karıştığı ortamlarda sıcağı sıcağına tepki vermenin verimsiz olduğunu düşünüyoruz.
2001’de yaşanan Enron skandalı da istisna değil bu şema içerisinde. Son yıllarda WorldCom, Andersen, Vivendi gibi firmaların karşılaştıkları zorluklar, hatta iflaslar hemen her çevrede kapitalizmin işleyişi ve liberal ekonominin geçerliliği üzerine yeni tartışmalar başlattı. Verilen tepkiler bir kaç istisna dışında regülasyonların kuvvetlendirilmesi ve kontrol prosedürlerinin ağırlaştırılması yönünde oldu.
Piyasa savunucularıyla müdahalecileri karşı karşıya getiren ebedî tartışmada ikinci grubun puan kazandığı izlenimi oluştu insanlarda. Bu bakış açısını benimseyen insanların fazlasıyla acele ettiklerini düşünüyoruz. Mantıkla yaklaşıldığında tam tersine bu tür olayların kapitalizmin otoregülasyon kapasitesine olan güveni arttırması gerekir.
Sosyal bir sürecin işleyişini değerlendirmek isteyen herkesin bilmesi gereken bir altın kural varsa o da şudur: Özel bir olaydan genel bir kural çıkarılamaz. Gelin görün ki ne zaman büyük bir şirket şu veya bu şekilde bir skandala karışsa hep aynı hata yapılıyor. Sanki bir kaç büyük şirket dünya kapitalizmini temsil ediyormuş gibi.
Tıpkı özelleştirmenin yanlış olduğunu savunanların İngiltere’deki bir tren veya ABD’deki bir uçak kazasını örnek göstermeleri gibi. Özellikle Fransa’da yani “kamusal alanda” büyük suçların işlendiği, devlet hastanelerinde binlerce insana AIDS’li kanların verildiği veya Credit Lyonnais gibi devlet bankalarının iflastan halkın parasıyla kurtarıldığı bir ülkede bu örnekler neredeyse gülünç. Aslında gülünç değil son derecede korkutucu ve üzücü.
Ne yazık ki böylesi skandallar, kazalar ve benzeri şekilde medyada geniş yankı bulan olaylardan istifade eden kamusal güçler etki alanlarını genişletiyorlar. Hepimizin özgürce faydalanması gereken haklar üzerindeki baskılarını arttırıyorlar.
Tarafsız bir gözlemcinin işleyen ve işlemeyen özel firmaları izleyerek varması gereken sonuç nedir? Her birinde onbinlerce insanın çalıştığı ve sayıları binleri bulan bu büyük firmalarda, muhasebe hatalarından kaynaklanan iflasların bu denli az olması takdir edilecek bir şey değil midir? Mecburen ortaya çıkacak bir kaç “kazaya” bakarak dünyanın her yerinde sürekli yenilenen üretim süreçleriyle insanları, sermayeyi, enerjiyi ve hammaddeleri bir araya getiren bu yapının tamamının krizde olduğunu iddia etmek ne derecede geçerli olabilir?
Hata insanîdir
Kapitalizmi bu açıdan eleştirenlerin yaptığı en büyük hata mevcut durumu hiç bir hatanın, vergi kaçırmanın, iflasın, işsizliğin ve hatta aktiflerde hiç bir değer kaybının olmadığı ideal bir durumla karşılaştırmalarıdır.
Hata insanîdir ve bütün sosyal organizasyonlarda ortaktır. Daha da önemlisi hata bütün öğrenme süreçlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Şu halde ideal bir dünya hayali peşinde koşmaktansa kendi kendimize şunu soralım: Hangi sistem herkese kendi hedeflerine doğru özgürce ilerlemeyi sağlar? Yanıt basit: Kapitalizm. Çünkü bireysel sorumluluğun getirdiği disipline dayanır. Çünkü kapitalizmde her hatanın bir bedeli vardır ve hatalardan da yararlanarak bir bilgi-beceri üretme süreci söz konusudur.
Yukarıdaki saptamalarımız ışığında Enron olayını tahlil edelim. Bu firma enerji piyasasında ciddi dönüşümlere yol açan yenilikleri ihdâs etti ve uygulamaya koydu. Enron sayesinde enerji üreticisi mantığından finansal aracılık mantığına geçildi. Bu piyasa yaklaşımı sayesinde enerji üretici firmalar tüketicilerin değişten ihtiyaçlarına kolaylıkla uyum sağlar hale geldiler. Gene bu sayede Enron 400 yeni finansal ürün çıkardı piyasaya. Elbette bu derecede alışılmışın dışında bir yaklaşım bazı riskler içeriyordu. Bunun da iki ana sebebi vardı :
1) Yeni kurulan piyasada beklenmedik dalgalanmalar olabilirdi,
2) Klasik muhasebe teknikleri bu kadar yeni bir sektöre hitab etmiyordu, uyarlanması gerekiyordu.
Hiç şüphesiz başlangıçta Enron bu risklerin getirdiği olumsuzluklara yenik düştü. Ama bu kayıpları kabul etmek ve şeffaflık içinde duyurmak yerine yöneticiler şirketin hisselerini hiç bir şey olmamış gibi satmaya devam ettiler ki bunun affedilir tarafı yok. Enron’un yöneticilerinin ve önemli ortaklarının neden böylesi bir gidişe izin verdiklerini tam olarak hiç bir zaman anlamayacağız belki de. Ama bu hatalar silsilesini kapitalizmin sırtına koymak son derecede yanlış. Çünkü gerek yöneticilerin gerekse ortakların çıkarı kısa vadede batmadan hemen önce büyük kârlar elde etmek değil firmaya duyulan güven sayesinde uzun vadede istikrarlı büyüme ve sürekli kâr elde etmek.
Ne yazık ki Enron yöneticileri bazı spekülatörlerin yaptığı gibi gerçeği gizleyerek büyük riskleri göze aldılar. Bu durumun tersi bir örnek Amazon firmasıdır. Uzun zaman kâra geçemeyen firma gerçekleri hiç bir zaman gizlemedi ve küçük yatırımcıların güvenini kazandı. İlk kârını 2001’in 4üncü çeyreğinde gerçekleştirebilen firma Enron’unki gibi bir güven krizi asla yaşamadı.
Gerçekte Enron skandalı dürüstlüğün uzun vadede kazanabilecek tek strateji olduğunu bir kez daha gösteriyor. Eldeki bilgilere bakarak anlaşılan şu ki Enron’un yöneticileri kapitalizmin temel ilkelerinden birini “unutmuşlar”. Hesaplarda yapılan oynamalar ortaya çıktıktan sonra (ki eninde sonunda olacaktı bu) ne yatırımcılar, ne üreticiler Enron ile çalışmak istemediler.
İş ahlakı dışarıdan bir kanunla dayatılamaz. Piyasanın affetmez dinamikleri vardır, yaptırımlar hatanın büyüklüğüyle orantılı olarak mutlaka hatalı firmayı kıskaca alır. Bu sebeple firmalar her zaman gerçeği söylemek ve piyasa aktörlerinin haklarına saygı göstermek zorundadır.
Peki Enron gibi olaylar her zaman meydana gelebileceğine göre ne yapmak gerekir? Devletin denetimlerini sıklaştırmak mı? Bu tür mekanizmalar zaten var. Ama SEC (Securities and Exchange Commission) gibi kurular gerçek bir güvenlik sağlamıyorlar doğrusu. Yatırımcılar kontroller sayesinde güvenli yatırım yaptıklarını düşünedursunlar SEC Enron’un hesaplarını 1996’dan beri denetlememişti. Ekim 2001’e kadar da hiç bir şey yapmadı. İşin aslına bakarsanız piyasa, kontrol kuruluşlarından çok daha önce tepki vermeye başlamıştı. Meselâ 2000 yılı sonunda 83 $ olan Enron hisseleri skandalın gün ışığına henüz çıkmadığı 16 Ekim 2001’de 33$’a düşmüştü bile. Birçok saygın yatırımcı Enron’u müşteri portföylerinden çıkarmaya başlamışlardı. SEC ifade etmeden çok önce Enron’un hesaplarındaki şeffaflık eksikliği gündemdeydi.
“Vahşi kapitalizmin” kurbanları(!)
Enron yöneticilerinin sorumsuz davranışları sadece kendilerine zarar vermedi elbette. Çalışanların ve küçük yatırımcıların önemli miktarda kayıpları oldu. Önce yatırımcıların cephesinden bakalım. Büyük yatırımcılar bilgi toplamak için çok değişik imkânlara sahipler. Bu sebeple yakınmaya hakları olduğunu düşünmüyoruz. Küçük yatırımcılara gelince… Enron hisselerinin çok riskli olduğu hiç bir zaman bir sır değildi. Bir kere Enron kendi sektörünü kendisi icad etmiş bir firmaydı. Klasik finansal göstergelerle ölçülemeyen riskler söz konusuydu. İkinci olarak da Enron hisselerinin en yüksek fiyata ulaştığı günlerde price/earnings ratio 81 idi! Güvenli yatırım arayan birinin yapması gereken devlet tahvili almak veya portföyüne değişik sektörlerden hisseler alarak toplam riski azaltmak değil midir?
Enron’un finansal sağlığı hakkında yatırımcıları rahatsız etmesi gereken başka belirtiler de vardı. Çalışan başına ciroda Enron ABD’nin birinci firmasıydı. Ayrıca satış gelirlerindeki artış inanılmaz derecede yüksekti. Bir gösterge “inanılmaz” gibi göründüğünde genellikle inanılmazdır! Ortada bir hata olduğu düşünülerek kontrol edilmelidir bir yatırım kararı vermeden önce. Gerçekten de Enron’un şubeleriyle yaptığı operasyonlarda bazı muhasebe hareketlerinin bir kaç kez kaydedildiği ve cironun yapay olarak şişirildiği ortaya çıktı.
Gelelim çalışanlara. Bu kesimin en büyük sorunu işlerini kaybetmek değil yıllardır biriktirdikleri paraları kaybetmeleri oldu. Hızla yükselen Enron hisselerine önemli yatırımlar yapmışlar ve bütün emekliliklerini Enron’a bağlamışlardı. Ne yazık ki bütün yumurtaları aynı sepete koyma hatasının bedelini çok ağır ödediler.
Enron’un batışı sırasında oluşan türbülanstan Andersen de payını aldı. Hatırlayacaksınız, bu firma Enron’un hesaplarını kontrol edip « güvenlik sertifikası » veren finansal danışma şirketiydi.1930’larda önemli bir Amerikan firmasının muhasebe hatalarını açığa çıkararak saygınlık kazanan ve bu saygınlığı haklı olarak en büyük sermayesi yapan Andersen’in binlerce uzmanından sadece bir kaçının Enron hakkında aynı ciddiyeti koruyamaması bu firmanın da bir anda yeryüzünden silinmesine sebep oldu. Bu da kapitalizmin otoregülasyon kapasitesinin en büyük ispatı değil mi?
Bir Enron ve Andersen’in başına gelenlere bakın bir de yıllardır rüşvetin, beceriksizliğin, seçim yatırımlarının ve her türlü israfın kol gezdiği ama hiç bir üst düzey devlet memurunun ceza almadığı kamu sektörüne.
Enron skandalından sonra gerek büyük firmalar gerekse Andersen’in rakibi olan finansal danışmanlık şirketleri muhasebe ve kontrol ile ilgili proseslerini gözden geçirdiler ve hatırı sayılır iyileştirmeler kaydettiler. Bütün riskleri ortadan kaldıracak bir yöntem sadece bir hayal. Ama deneme-yanılma ile sürekli iyileştirmeye dönük bir süreç yaşadığımız bir gerçek.
İşte serbest piyasanın ve kapitalizmin gücü de burada.
Pascal Salin radikal liberaller olarak adlandırılan Frédéric Bastiat , Ludwig von Mises ve Friedrich Hayek gibi düşünürlerin izinden yürüyen dünyaca ünlü bir ekonomist. Paris IX Dauphine üniversitesinde öğretim üyesi olan Salin’in 13 kitabı ve çok sayıda makalesi bulunuyor.
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan…
Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
20 Yorum
Yazan:T.Suat Demren Tarih: Kas 30, 2007 | Reply
Abi eline sağlık. Çevirilerin devamını bekliyoruz.
Yazan:Balbazar Tarih: Ara 2, 2007 | Reply
Yazıda iki temel hata var:
(1) Büyük skandallar dışında kapitalizmin doğal işleyiş biçimiyle iyi bir sistem olduğu varsayılıyor, bu işleyişin topluma, bireylerin yaşamına etkileri hesaba katılmıyor.
(2) Kapitalizme tek alternatifin, devletin bütün ekonomik aygıtlara sahip olduğu bir sistem olduğu varsayılıyor.
Oysa…
(1) Kapitalizm, insanı sürekli kendine yabancılaştıran bir sistem. Doktorlar üzerinde tahakküm kuran sigorta, ilaç şirketleriyle çok kazanç için insanların hastalıklara mahkum edilmesi, yolsuzluk falan değil, kapitalizmin doğal işleyişinin bir ürünü. Onu geçtim, en temelinden, gereğinden çok çalışıp habire tüketen, kendi doğasına aykırı yaşamının çaresini koşu bantlarında, yogada, kafeini alınmış kahve, şekersiz şekerde arayan mutsuz insanlar da kapitalizmin doğal işleyişinin bir parçası. Sokaklarda yaşayan çocuklar, eğitimi olmadığı için suç işleyen gençler, vesaire vesaire de. Rekabet kendi dengesini falan bulmuyor, küçük sürekli ezilip diskalifiye olurken, büyük daha çok palazlanıyor. Ve evet, ezilen küçük yeni düzende kendine göre bir yer bulup yaşamaya devam edebiliyor, ama bu süreçte paradan çok değerli birçok varlığını da kaybediyor.
(2) Kapitalizme tek alternatif, “öcü komünizm” değil. Çalışanların karar mekanizmalarına daha çok katılması, devlet insanların malına mülküne el koymadan da sağlanabilir. Toplumsal yararın en az piyasalar kadar gözetilmesi de aynı şekilde. Çalışanlar ve tüketiciler ile sermaye sahipleri arasındaki doğal eşitsizliğin hukuksal düzenlemelerle giderilmesi de imkansız değil. Çalışanlara hak aramak, hak savunmak, kendi kaderine kendisi yön vermek özgürlüğünün gerçekten sağlanması herşeyden önce demokrasinin bir gereği. Ve sosyalist hareketler 200 yıldır bu konuda çok kazanım elde ettiler. Sosyalizmin “zaferi” kapitalist düzeni yıkmak falan değil yani, onu insanileştirmek.
Piyasa iştahının uzun vadeli sonuçları üzerine, güncel bir örnek, affınıza sığınarak, yine Umur Talu’dan:
Yazan:muharrem yar Tarih: Ara 3, 2007 | Reply
balbazar’a katiliyorum. Gercekten de kendilerini “muhafazakar demokrat” olarak tanimlayan kesimin sendika, gosteri, isci hakki gibi sol kavramlara bir de demokrasi adina karsi cikmalari inanilir gibi degil. Bu belki de 50lerde basin ve muhalefet uzerinde totaliter rejimleri aratmayan baskilar uygulayan (hapise atilan gazeteciler) DP iktidarindan kalan reflekslerin bir sonucu.
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ara 3, 2007 | Reply
Sayin Muharrem Yar,
“sendika, gosteri, isci hakki gibi sol kavramlar” neden acaba kapitalist ülkelerde daha iyi savunuluyor?
Siz hiç komünist bir ülkede grev yapildigini duydunuz mu?
Liberal ekonomi ne yazik ki sömürü ve ve isçilerin ezilmesi ile es anlamli olarak kullaniliyor. Oysa sömürünün ve emegin ezilmesinin rejimi, dini, milleti ve irki olmaz. Müslüman olmakla beraber devletçi, merkeziyetçi ve planli ekonomiler uygulamis olan Misir, Irak gibi ülkelere bakin, komünist Rusya, eski ve yeni Çin, … Bunlarin hiç biri emege ABD’den daha fazla saygi göstermedi.
Türkiye’de de memur sendikalarinin YASAK oldugu dönemleri ve kimin neyi neden yasakladigina bakarsaniz inanilmaz bilgiler bulabilirsiniz.
Dostlukla
Yazan:Rumuzyok Tarih: Ara 3, 2007 | Reply
Aman üstad, kapitalizmi fazla allayıp pulluyorsunuz. Kapitalizm-emek ilişkisinde pembe bir tablo çizmişsiniz.
Doğu Asya’da, Doğu Avrupa’da liberal ekonomiciler işçilerin canını çıkarıyorlar. Çalışma saatleri çok yüksek ve ücretler çok düşük. Ülkemizdeki durum da malum.
Geçmişte (bugün ?) Batı ülkelerinde de, kapitalizm emeğin canını okumuştur: 3-5 yaşındaki çocuklar tezgahlarda çalıştırılmıştır. Grevcilerin üzerine ateş açılmıştır.. Vs vs…
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ara 4, 2007 | Reply
@RumuzYok,
Söyledikleriniz dogrudur ama “Suçlu Kapitalizm” dersek kapitalizmin olmadigi yerlerde sömürü de daha az olmali.
Kanaatimce kapitalizmi düzeltemeyecegi bazi isler için suçluyoruz. Bir devlet hukuk devleti olmadan ister kapitalist olsun isterse anti-kapitalist ne fark eder?
Komünist ülkelerde kapitalistlerin oynadigi “tecavüzcü Coskun” rolünü devlet oynamiyor mu?
Demek ki sömürü ve genel olarak kul hakki ihlâli konusunda kapitalizm etkisiz eleman.
Yani kapital ister özel olsun isterse kamusallastirilmis olsun, “kötü emellere” alet edilebilir.
Ahlaken zayiflamis toplumlarin bireyleri nefislerine yenik düserek kötü isler yapiyorlar. Bunu o ülkenin bayraginin renklerine baglamak ne kadar yanlis ise ekonomik modeline baglamak da o derecede yanlis bence : ABD’de de komünist ülkelerde de tecavüz, pedofili, uyusturucu ticareti, fuhus…. var.
RAHATSIZ EDiCi SORULAR
1) “Sosyalist” / “koyu sosyal demokrat” diyebilecegimiz bazi kuzey avrupa ülkeleri yakin ideolojilerdeki Güney Amerika ve dogu avrupa ülkelerinin eski hallerine göre neden çok daha iyi yasiyorlar?
2) Kapitalist Fransa ile ABD arasinda isçi haklari bakimindan neden bu kadar fark var?
3) Demokrasi olmadan kapitalizm uygulayan Çin’de iskence ve toplama kamplari devam ediyor. Suç komünizmde mi, kapitalizmde mi? Yoksa çinlilerde mi?
4) Müslüman ülkelerden hangileri kapitalist? Hangileri komünist veya en azindan planli ekonomiden yana? Bunlardan hangisi Türkiye için iyi bir örnek olabilir?
Dostlukla
Yazan:Balbazar Tarih: Ara 4, 2007 | Reply
M. Yılmaz’ın dediklerini aile içi şiddette tercüme edelim: (1) Suçlu aile kurumu değildir, (2) Aile kurumunun olmadığı kadın erkek ilişkilerinde şiddet daha fazladır, (3) Şiddet, aile kurumunun düzeltemeyeceği bir şeydir, koca psikopat olduktan sonra aile kurumu ne yapsın?
Bunlara dayanarak da, tıpkı yukarıdaki yazı ve M. Yılmaz’ın kapitalizm hususunda yaptığı gibi, temel konumumuzu aile kurumunu korumaya endeksleyip şiddete hiç dokunmayarak, aile kurumunun kendi içinde şiddet sorununu çözeceğini savlayabilir, şiddetin lafını edenleri de aile kurumunu yıkmaya çalışmakla itham edebiliriz (ironiye bakın ki, mevcut muhafazakar tavır aşağı yukarı gerçekten de bu).
Sonuçta, ancak ak ve kara var. Kapitalizm ak, komünizm kara, hak, hukuk, eşitlik dediniz mi karasınız. Bitti.
“Bakın, kapitalist rejimler sosyal demokratik kazanımlara izin veriyor” diye kapitalizm aklayıp, o kazanımlara tamamıyla aykırı politikaları savunuyorsunuz. Bizim savunduğumuz, o kazanımların, onlarda, bizde ve her yerde, sürekli ve artarak pratiğe geçirilmesi için çaba sarfedilmesi gerektiğinden başka birşey değil.
Nasıl, kadının temel hakları, kocanın karakterine bırakılacak kadar basit ve önemsiz değilse, çalışanın emeği, yoksulun hakkı da kapitalistin insafına, ahlakına bırakılacak kadar basit değil. Kul hakkını kula yedirtmemek için elbette mücadele etmek gerekiyor. “Kendi haline bırakalım, yoluna girer” gibi “Darwinist” yaklaşımlar pek çalışmıyor ne yazık ki.
Bu arada, Kuzey Avrupa ile Güney Amerika arasındaki temel fark birincinin sömürmüş, ikincinin sömürülmüş olması. Sömürülenin daha adil denge noktalarına kendi iç dinamikleriyle ulaşması ise, sömüreninkine göre çok daha zor.
Yazan:Balbazar Tarih: Ara 4, 2007 | Reply
Muharrem Yar, neo-muhafazakarlığın bu tavrının eskiden kalma küçük bir refleks olduğunu düşünmüyorum.
Neo-muhafazakarlık, özünde sınıfsal bir hareket, zaten yıllardır yerel iktidar odaklarıyla iç içe olmuş İslamcılığın burjuvalaşma çabasından başka birşey değil.
Bundan dolayı, sosyoekonomik farklılıkların müslüman ortak kimliğiyle kamufle edilip, ekonomik çelişkileri yumuşatma görevinin tamamen sadaka, yardım, din kardeşliği gibi kavramlarla ekonomik iktidar sahiplerinin ahlakına bırakılması amaçlanıyor.
Bir nevi, bireyselleşmeden kapitalistleşme çabası da diyebiliriz.
Yazan:Rumuzyok Tarih: Ara 4, 2007 | Reply
Söyledikleriniz dogrudur ama “Suçlu Kapitalizm” dersek kapitalizmin olmadigi yerlerde sömürü de daha az olmali.
@Mehmet Bey,
Kapitalizmi eleştirenler, tek suçlu kapitalizmdir demiyor zaten. Üretim biçime göre, farklı sömürü biçimleri vardır, kapitalizminkisi de kendisine özgüdür.
Kapitalizmi sizin söylediğinzi tarzda, diğer “azap” vermeyen bir sistem olmasının nedeni, üreticilerin mülkiyete sahip olmamasıdır, bu nedenle, üreticiler üzerinde cebir-şiddet uygulanmasına gerek yoktur.
Yazan:fuatogl Tarih: Ara 4, 2007 | Reply
Çok doğru demişiniz Balbazar. Durum bence de aynen bu. Bu alttan gelen yeni baskının yukarıdaki yapıyı çatlatma seslerini de anlayamama gibi bir durum var memlekette. Türban, laiklik, çağdaşlık vs. sesleri bu şeylerin biraz da ideolojik varolma biçimi olmuş.
Kapitalizm genişliyor, terbiye ediyor kendine göre, farkında değiller 🙂
Yazan:Rumuzyok Tarih: Ara 4, 2007 | Reply
Marksizm kapitalizmin üretici-ilerletici yönünü inkar etmez zaten. Onların itirazı kapitalist zenginlik çarklarının işlemesi için, dünyanın bir kısmının aşırı sömürülmesi ve kaynaklarına el konulmasının kapitalizmin dışında bir olgu olarak sunulmasınadır. İdeal bir kapitalizm tahayyül ettikten sonra, batı dünyası dışındaki yerlerdeki sömürgen ilişkileri, kapitalizm-dışı bir şey olarak sunuluyor. Halbuki bu böyle değil, endonezyadaki diktatörlük-fason atölye kapitalizmi ile İskandinav kapitalizmi aynı bütünün parçaları. Birinden diğerine kar transfer ediliyor.
Kapitalizm-demokrasi ilişkisi, özsel midir.. Yoksa konjonktürel midir? Kapitalist çıkar demokrasi ile çelişir mi, çelişebilir mi, çelişirse n’olur?
Marksistlerin de gündemlerinde bu tür sorular var.. Siz ne dersiniz?:)
Yazan:MY Tarih: Ara 4, 2007 | Reply
@RumuzYok,
:-)) Iste arkadaslarla tartismanin en zevkli yani bu bence, RAHATSIZ EDiCi sorularima verdiginiz karsilik aslinda konunun kalbi :
“Kapitalizm-demokrasi ilişkisi, özsel midir.. Yoksa konjonktürel midir? Kapitalist çıkar demokrasi ile çelişir mi, çelişebilir mi, çelişirse n’olur? “
kavramlarin ideolojilestirilmesine karsiyim zira onlari yozlastiriyor, yobazlastiriyor.
Bilim vazgeçilmez iken faydalari sebebiyle ideallestiriliyor, BiLiMCiLiK gelip basimiza bela oluyor.
Kapitalizm de böyle. Sermayenin ve yatirimin mümkün mertebe özgür olmasindan yanayim. Ama bu özgürlük digerleri gibi baskalarinin özgürlükleriyle sinirli. Is adamlarina ve yatirimcilara VERiLEMEYECEK “özgürlükler” var elbette:
1) çevreyi kirletme,
2) Seçimlere müdahele etme,
3) Silah satmak için savas çikarma,
…..
Liste uzun.
Peki bu kontrolü kim garanti edecek? Bilim adamlari? Akademisyen hukukçular? Devlet? Is adamlarinin otokontrolü? Bir bilim adami devlet memurundan, bir memur ise is adamlarindan daha dürüst ve vatansever olamayacagina göre sanirim hepsi. Ve bu güçlerin birinin digerlerine üstün gelip bir diktatörlük kurMAmasi için demokrasiye ihtiyacimiz var. Basta basin özgürlügü, hür seçimler, örgütlenme/dernek-sendika vb kurma, ….
Ama nihaî zafer yok, kötü niyetli insanlar her zaman kestirme yollar bulacaktir, bunu için de toplumda sorumluluk, empati ve dürüstlük gibi duygularin ilerlemesi gerekir.
Pascal Salin’in sözüyle bitirelim : “Devleti tek mesru kilan sey insandaki siddet dürtüsüdür”
Yazan:Rumuzyok Tarih: Ara 4, 2007 | Reply
“Liste” uzun diyorsunuz. Bence, kendinizle çelişkiye düşüyorsunuz; çünkü, özel girişimciliğe sınır getirmeye bir kere kalkarsanız, nerede duracağınızı bilemezsiniz. Öyle liberal fikirler var ki, belki size bile ters gelecektir : “uyuşturucunun serbest satışı” gibi..
Kendi fikrimce, eğitim-sağlık ve sosyal güvenlik sistemi metalaştırılmamalı ve kapitalizme açılmamalıdır. Kısıtlama bu alanlarda kesin ve kati olmalıdır.
Yazan:MY Tarih: Ara 4, 2007 | Reply
@RumuzYok,
Uyusturucu gibi konularda da sinir konmali. Ancak sorunlarin çözümlerini tarif etmenin iki yolu var :
1) özgürlükler ve aralarindaki sinirlarin tarifi – Bu sinirlarin karsilikli güç dengeleriyle korunmasi,
2) Bütün sinirlarin bir devlet ideolojisi tarafindan kati bir biçimde tarifi ve koruma görevinin esasen devlet tarafindan yapilmasi.
Devlet kendini din adina (iran gibi) veya modernlik adina (Türkiye gibi) mesru kilabilir. Ama sonuç ayni.
Birinde basörtüsü mecburi, digerinde yasak. Yani neden devlet bizden daha akilli olsun ki?
Bakin uyusturucu konusunda ABD garip bir noktaya geldi, ülkeyi uyusturucudan korumakla görevli devletin içinde bazi senatörler+polis kendilerine komisyon veren üreticilere göz yumarken digerlerine karsi devletin imkanlariyla savas açti.
Bizde de PKK ile mücadele sirasinda isler öyle karisik ki kimin eli kimin cebinde belli degil.
Özetle devlet görevlilerinin diger insanlardan daha erdemli olacagi konusunda bir garanti yok.
Ekonomik özgürlük kavrami genel özgürlük kavraminin özel bir hali. Doktorlara yaptirilan zorunlu hizmet hatta zorunlu askerlik bile ekonomik özgürlüge vurulmus bir darbe. Insanlarin hayatlarini istedikleri gibi organize etmeleri hakki ellerinden aliniyor, siyasi kaygilarla zamanimiz devlet tarafindan kamulastiriliyor.
Özgürlükleri sinirlamak/dengelemek istemekle sorunlari özgürlüklerden yana çözmek arasinda bir çeliski yok bence.
Esyanin tabiati dogrultusunda yapilmayan düzenlemeler eninde sonunda yikilir.
Bunun için ne çok baskici bir rejim ne de anarsi huzur getirmez. Özgürlükleri azami noktaya çekmek, devleti asgariye indirmek birer prensip. Degisik zaman ve mekanlarda uygulamalar farkli olabilir. ama bence en iyi prensipler bunlar.
Yazan:Rumuzyok Tarih: Ara 4, 2007 | Reply
@Mehmet Bey,
Şimdi, marksizm için konuşursak, genel olarak liberalizmin siyasi yönüyle – özgürlükçülük – prensibi ile marksist düşüncenin bir problemi yoktur (ilkelerin kendileri ile yani): Birey özgürlüğü, insanlara baskı yapılmaması, herkesin dilediği şekilde kendi yaşamını organize etme hakkı..vs. Bireyin davranışlarını düzenlemeye ve bireye yön vermeye heveskar olan kesimler cemaatçilerdir (milliyetçiler, yerelciler, köktendinciler, etnikçiler..vs; bu kesimler devletçidirler ya da devlet benzer merkezi bir otoriteyi/aklı araç olarak kullanılar).
Marksizmin liberalizme eleştirisi, iktisadi alandan güç alır; çünkü bakın iktisadi alanda gittikçe az insanın elinde konsantre olmaya başlayan zenginlik, siyasi güce ve genel olarak toplumsal güce tercüme edilecektir. Asıl çatışmanın buradan türediğini söyler marksistler.
Liberaller ise, özel mülkiyete cevaz verdikleri için, iktisadi alandaki bu potansiyeli ortadan kaldırıp çözemezler: Bir hak silsileri önerirler, icat ederler.
Ama toplumda aynı dinamikler sürüp gittiği için, hiç bir zaman bu sorunlar tam anlamıyla çözümlenmiş olmazlar. Günün birinde başka bir yerde, başka bir zamanda ve toplumda nüksederler…
Devlete gelince, devlet mülkiyetin bir türevi. Kapitalizm veya herhangi bir sınıflı toplum devletsiz yaşayamaz. AMa çok baskılı, ama az baskılı 🙂
Yazan:muharrem yar Tarih: Ara 5, 2007 | Reply
Merhabalar,
Tartismayla ilgili oldugu icin biraz gec olsa da bu aksam olacak bir toplanti su duyuruyu izninizle yapmak isterim burada, ilgilenenlere:
muharrem.
——————
KONFERANS: KATILIMCI EKONOMÝ, KATILIMCI TOPLUM
MICHAEL ALBERT
ABD’de 1968 öðrenci hareketinin liderlerinden olan ve dünyada en çok ziyaret edilen muhalif internet sitelerinden ZNet’in koordinatörlüðünü yapan Michael Albert, Ýstanbul ODTÜ Mezunlarý Derneði, Elektrik Mühendisleri Odasý Ankara Þubesi (EMO) ve BGST Yayýnlarý’nýn ortak organizasyonuyla 5 Aralýk 2007, Çarþamba günü Ýstanbul’da bir konferans verecek. Konferansýn temasý, Albert’in sol ve muhalif hareketlere dönük olarak geliþtirdiði özgürlükçü bir toplum tasarýmý olan “Katýlýmcý Ekonomi ve Katýlýmcý Toplum” olacak. Konferansta konsekütif çeviri yapýlacak.
Kapitalizme, ataerkil ve cinsiyetçi sisteme, otoriteciliðe ve ýrkçýlýða karþý alternatif ve özgürlükçü toplum vizyonlarýnýn tartýþýlmaya baþlandýðý günümüzde, konferansýn bu tartýþmalarý zenginleþtireceðini düþünüyoruz. Farklý sorunlar üzerine odaklanan bireyleri ve inisiyatifleri konferansa davet ediyoruz. Konferansta sunuþtan sonra tartýþma bölümü de olacak.
Ýstanbul ODTÜ Mezunlarý Derneði
Elektrik Mühendisleri Odasý (EMO)
Boðaziçi Gösteri Sanatlarý Topluluðu (BGST) Yayýnlarý
Tarih: 5 Aralýk 2007, Çarþamba, saat: 19:30
Yer: Ýstanbul ODTÜ Mezunlarý Derneði
Gazeteciler Sitesi, Haberler Sok. No: 9 Esentepe – Þiþli
Tel: 0212 274 68 60 web sitesi: http://www.istodtumd.org
Tarif: Taksim-4. Levent Metrosunda Gayrettepe duraðýnda indikten sonra Esentepe çýkýþýndan çýkýn (Taksim’den gelirken sol taraf); arkanýzý yolun karþý tarafýndaki Denizbank Genel Müdürlüðü binasýna vererek karþýnýzdaki Yazarlar Sokaða, ardýndan soldan ikinci sokak olan Haberler Sokaða girin. Dernek binasý 9. No’lu binadýr.
Yazan:İktisatçı Gözüyle... Tarih: Mar 13, 2008 | Reply
[kavramlarin ideolojilestirilmesine karsiyim zira onlari yozlastiriyor, yobazlastiriyor.]
Afedersiniz de Mehmet bey bana şu “ideolojiden bağımsız” kavram nasıl olur bir açıklayabilir misiniz? Veya bilim? Bilim-ideoloji ayrımını koymak da ideoloji-içi bir tutum değilmidir? Pozitivist söylemi aynen tekrarlamışsınız. Zaten Liberalizmin sürekli tekrarlayıp durduğu birşey kendisini ideolojiden azade kılmak. Kendi dışındaki ideolojik ilan edip durur…
Bilim-İdeoloji ayrımı yapay ve geçersiz bir ayrımdır efendim. Kavramlar veya bilmeye dair çabanız ideolojik tutumunuzdan gerçekleşir. Kavram setleriniz ona göre şekillenir…
Yazan:MY Tarih: Mar 13, 2008 | Reply
Selamlar Tansel Bey,
Bir kaç önemli kavrama isaret etmissiniz. Sirayla ele alalim:
Ideoloji hakkinda
Önce ideolojinin ne oldugu konusunda anlasalim: Bana göre bu kelime siyasal bir öğretidir. Dinsel veya din disi bir ilham kaynagi olabilir. Ama sonuçta bu ögreti dogmalasir, dinlesir, elestirilmez olur. Kemalizm, Islamcilik, Stalinizm, Marxizm birer ideolojidir.
Bilim ve Bilimcilik ideolojisi hakkinda
Bilim bir alet, bir aygittir. Bilimsel çalismalar gereklidir. Bilimi mürsit ilan etmek bilimciliktir yani bilimi bir ideoloji mertebesine yükseltmektir. Bence bilim bir mürsit olamaz. Bunu akli basinda bilim adamlari da söylerler zaten:
Evrimcilerin iç hastalıkları adli yazimdan
http://www.derindusunce.org/2007/11/07/evrimcilerin-ic-hastaliklari/
Liberalizm “ideolojisi” hakkinda
Haklisiniz, liberaller bu tuzaktan kurtulma çabasi içindeler. Ideolojilesmek liberalizmin tarifine aykiri. Ancak tehlike gerçek. Örnegin bireysel özgürlükler fetisizmi adina grupsal özgürlükler feda edilebiliyor. Bunun en açik örnegi bati Avrupa’nin liberal demokrasileridir. Konu oldukça derin. Böyle kisa bir yorumda ele alinacak cinsten degil. Ama bildiginiz elestirel makaleler varsa ve buraya link verirseniz memnun olurum.
Liberalizme elestiri mahiyetinde yazacaginiz makaleleri de memnuniyetle yayinlariz, biliyorsunuz.
Kavramlarin ideolojiden bagimsiz olmasi hakkinda
Burada mutlak zafer yok. Kendini aydin kabul eden her insan sürekli kendisi ile mücadele içinde olmali. “Acaba bir ideolojiyi desteklemek için mi böyle düsünüyorum? Yoksa bagimsiz bir biçimde, bos beyaz bir kagittan yola çikabildim mi?”
Yoksa A hastaliginin B gidasiyla ilgili oldugunu ispat etmeye çalisan bilim yobazlari gibi oluruz. Düsünsel arastirma söyle olmali: A hastaliginin sebepleri nelerdir? Sonuç ne kadar karmasik olursa olsun geregini yapmali.
Dostlukla
Yazan:equality Tarih: Mar 14, 2008 | Reply
adorno yaşasaydı, bu yazılanları görseydi, bu siteyi görseydi, liberalizmin geldiği hali, neo liberalizmi, onun emeğin, kadınların, yerli halkın toplumsal düzendeki konumunu değiştirerek, emeğin de alınıp satılan bir meta olduğunu ilan eden halini görseydi, demokratik kurumların korumasından yoksun kalan ve her tip toplumsal parçalanmanın tehdidiyle karşılaşan, her an buruşturulup atılmaya hazır emek gücünün, kaçınılmaz bir biçimde yüzünü toplumsal dayanışma ağları kurabileceği ve kolektif bir irade hissedebileceği başka kurumsal formlara döndüğünü görseydi neler düşünürdü acaba.
çetelerden suç örgütlerine, uyuşturucu şebekelerinden mini mafyalara, gecekondu haraççılarına, cemaat örgütlerinden dini tarikatlara ve seküler inançlara tüm yapılara gün doğduğunu görseydi neler hissederdi acaba…
aslında bunları düşünmek ve hissetmek için adorno’ya ihtiyacımız yok. adorno’nun hissettiği ve düşündüğü gibi olanların hissettiklerinden yola çıkarak bir kaç şey söylenebilir.
bu yazıyı liberal düşünce sitesinde okumuş olsaydık, pascal salin’in liberal iktisatçı olduğu saikiyle birlikte uzun uzadıya düşünmez ve basit bir kapitalizm güzellemesi olduğunu bilir, yazısının içeriğine dair yanıtın da marksizmin tarihsel ve güncel metinlerinde olduğunu ifade edip, tartışmayı kendi adımıza kapatırdık.
ama böyle olmadı, burası değişik bir site… bir yanda bu yazıyı okurken diğer yanda islam ahlakının ne kadar iyi olduğuna, muhafazakarlığın örnek yaşam biçimi olduğuna, toplumun dini referanslara göre örgütlenmesinin doğru bir yaklaşım olacağına ve fethullah hoca’nın ne kadar haşmetli bir kurtarıcı olduğuna dair yazılar da okuyoruz. sadece bu yanıyla düşündüğümüzde sitenin fikir dünyasının siyasal islamcı olduğu söylenebilir. ama denklem biraz daha karmaşık. bu karmaşıklık siteyi oluşturan aklın kendi içinde yaşadığı karmaşa ve çelişkilerden besleniyor büyük ihtimalle ama bu kadar basit şekilde çözümlemek bize yakışmaz, devam edelim.
liberalizmle siyasal islamın yol arkadaşlığını, toplumun sağcılaşması yolunda birbirlerini beslemelerine bir süredir aşinayız. kapitalist küreselleşme sürecinin katmerlediği işsizlik, yoksulluk, toplumsal dışlanma islamcı, sağ ve ırkçı hareketlerin güçlenmesi için elverişli bir zemin oluşturdu, oluşturmaya da devam ediyor. bu anlamda biraz siyasal islamın taviz verdiği, biraz liberalizmin taviz verdiği dönemsel ve konjoktürel koalisyonlara içinde yaşadığımız dönemde sık sık rastlıyoruz. akp’nin oluşumu bunlardan birisi. fethullah gülen cemaatinin toplumsal nüfuzunun genişlemesi bunlardan bir tanesi. iktisadi olarak köhnemiş liberal tezlere dayanan bir hayat öngörüsü, üst yapı kurumları itibariyle dini saiklerle örgütlenmiş bir hayat öngörüsüyle içiçe geçiyor ve toplumu aşure kıvamında karıştırıp, parçalıyor. bu duruma can kozanoğlu’ndan çaldığım bir kavramla new age-yeni çağ kültürünün ruh hali demek mümkün. çünkü bu coğrafyada islami yollarla örgütlenen toplumsal yapılar başka coğrafylarda başka dini referanslarla örgütleniyor. papa’nın nüfuzu güçleniyor, etkisi artıyor, toplumlar gittikçi mistisizme kayıyor, bilinmeyenler çoğalıyor, sürekli bilimsel hayatın dışında gizemli, mistik, fallarla büyülerle gelişen bir toplumsal yaşam insanları içine çekiyor.
liberalizm de alt yapı kurumlarıyla toplumu parçalamaya, işsiz, yoksul, aç bırakmaya devam ediyor.
iyi uykular türkiye…
Yazan:T.Suat Demren Tarih: Mar 15, 2008 | Reply
@equality,
Bu kadarcık yorumdan ürkmüşsünüz, şu linkteki tartışmayı okusanız kimbilir neler olacak 🙂