Kimliğimin derdi ordumu gerdi!
By Mehmet Yılmaz on Kas 28, 2007 in Türk faşizmi, Ulus-Devlet
İnsan kendisini sürekli yeniden tarif eden bir varlık. Geçmişimizden, ailemizden ve mahallemizden devraldığımız mirasın üzerine hayallerimizi, korkularımızı, umut ve düş kırıklıklarımızı ekleyerek bir BEN oluşturuyoruz. Adına kimlik dediğimiz bu “şey” devletin bize verdiği kimlik kartı gibi sabit yapı değil. Üzerindeki fotoğrafın eskimesi gibi çocukluk ve gençlik duygularımız da değişiyor, evrim geçiriyor.
Gençliğinde komünist olan biri liberalleşiyor, İslâm cumhuriyeti kurmak için yola çıkanlar demokratlaşıyor.
Hayatı boyunca ateist olarak yaşamış bir kadın eşinin ölümünden sonra birden dine sarılabiliyor. Müslüman bir ailenin çocuğu 18 yaşına geldiğinde dinden soğuyabiliyor.
Kadın, Alevî, Kürt, Çemişkezekli, Ermeni, eşcinsel, komünist… Kimlik dediğimiz olgunun binlerce rengi var. Bunlardan hangisi üzerinden tacize uğrarsak o boyutumuz bıçak gibi bileniyor. Feministler dünyayı karşı cinslerin çatışma alanı olarak görürken dili yasaklanan azınlıklar kimliklerinin etnik rengine sarılıyorlar var güçleriyle.
Kimlik mahrem bir olgu aynı zamanda. Aynı rengi paylaştığımız insanların arasında kabul görmek ve gruba dahil olmak için grupla uyumlu renklerimizi ön plana koyarken diğerlerini saklamak isteyebiliriz. Evinde veya Ermeni arkadaşlarıyla iken Ermenice konuşan, müziğini dinleyen, kiliseye gidip dua eden biri iş hayatında bu renklerinin gizli kalmasını tercih edebilir. Bu onun en doğal hakkıdır.
Hal böyle iken devlet, hele hele sınırlarımızı koruma görevi olan ordumuz kimliğimize ne hakla karışır? Son nefesimizi verene dek bitmeyecek bir arayış sürecine, benliğimizi arayışımıza eli silahlı ve üniformalı kimseler ne hakla müdahale edebilir? Bize hizmet etmesi için kurulmuş bir ordu nasıl olur da bizi kendi kulu, kölesi hizmetkârı olarak görebilir?
Ulus-devlet krizi
Ax! Welate min – Ah! Vatanım adlı yazımızda şöyle demiştik :
« Kürt Sorunu » terimi tuhaf bir lâf. Adeta sorun Kürtlerin Kürt olmasından kaynaklanıyormuş gibi bir önkabul içeriyor. Mayınlı bir kelime gibi, her an elimizde patlamaya hazır. Hava kirliliği sorunu, trafik sorunu, … Böyle bir başka mayınlı ifade de “Başörtüsü sorunu”. Sanki sorun insanların başını örtmesinden geliyormuş gibi. Dindar Yahudilerin ve Hıristiyanların da başlarını örttüğünü ve Osmanlı topraklarında bunu asırlarca yaptıklarını hatırlarsak bu iki sorun arasında bir benzerlik dikkati çekiyor :
• « Kürt Sorunu » Kürtlerden mi kaynaklanıyor yoksa “Öz Türk olmayanların, Türk vatanında bir hakkı vardır; o da hizmetçi köle olmaktır” diyen zihniyetten mi? (Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adalet bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt, Anadolu gazetesi 18 Eylül 1930)
• “Başörtüsü sorunu” başını örtenlerden mi kaynaklanıyor yoksa “kamusal alan” kavramından mı?
Vatandaşlarını belirli kalıplar içine sokma çabası olan devletlerin farka tahammülleri azalıyor. Zira bireysel ve yöresel farklılıklar rejimin ulusu kamulaştırma projesinin yürümediğini ıspat ediyor. Bu aynılaştırma-standart “Türk yaratma” projesine her muhalefet rejimin düşmanı oluyor:
• Ermenilerin kiliselerini tamir etmeleri engelleniyor,
• Hıristiyan vakıfların mallarına el konuyor,
• Aleviler yok sayılarak Sünni nüfus içinde asimile ediliyor,
• Kürtçe yasaklanıyor,
• Başörtülü kızlar üniversitelere sokulmuyor.
Bir yandan “%99.99’u Müslüman bir ülkeyiz” diyerek Alevilerin farkı yok sayılırken diğer yandan laiklik adına namaz kılanlar potansiyel fanatik olarak gösteriliyor. Gayrı Müslimlerden geriye kalanlar gayrı-sünnî, onlardan arta kalanlar da “dindar” ve “modern” olarak ayırd ediliyor.
Ulus devlet ayakkabısı ayağımıza dar geliyor ve ayağımızı kesmek istemiyoruz.
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:Talha CAN Tarih: Kas 28, 2007 | Reply
Bu gerçekleri gerilenler de biliyor ve bildikleri için bu frekanstan kanalize oluyorlar. Maksat menfaat sağlamak… Eğer bölünme değil de birleşme jakobenlerin menfaati olsaydı bu safer “birlik” için oynarlardı… Tabi konu “ayrımcılık” oluduğu için malzeme sıkıntısı çekmiyorlar. Biliyorlar ki Osmanlı gibi bir mozaikten sonra “ulus devlet” gömleği bu millete dar geliyor. Bugün Kürt sorunu demeseler Laz sorunu derler, Çerkez sorunu derler!
Yazan:sokrates rafet Tarih: Kas 28, 2007 | Reply
Necip Fazıl’ın, “davayı temellendirici başeseri” tavsif ettiği “ideologya Örgüsü”nün girişinde: Fikirde, sanatta, anlayışta, anlatışta, buluşta, tutuşta, dağıtışta, toplayışta ve nihayet yaşanmaya değer hayatın ölçülerini billurlaştırma işinde dünyanın en büyük adamı olmak isterdim, nefsim için değil de, sırf O’nun ümmetinden en hakir ferde düşen liyakat payını ve üstünlük derecesini göstermek için diyerek bir yön tayin ediyor kendine ve inananlara. İşte düşüncede necip fazıl gibi düşünen bir fert görememekteyim. Ayrıca James Marcia kimliği içsel, birey tarafından yapılandırılan, dinamik, bireyin yeteneklerini, inançlarını ve her alandaki yaşantılarını kapsayan bir yapı olarak görüyor. Marcia’ya göre bu yan ne kadar iyi gelişirse, birey kendi özelliklerinin ve özellikle “ bireyselliğinin” o kadar farkında olur ve kendisinin kuvvetli ve zayıf taraflarını o kadar iyi görür. Ne yazık ki Türkiye, adalet uygulamasın diye, İstiklal Mahkemeleri yargılamalarını yaşamış bir ülke. 0 mahkemeler, cinayetlere hukuk kılıfı giydiren sayısız kararlar vermiş. Atıf Hoca, rejimin boy hedefi haline getirilip darağacına yollanmıştı. Anayasa mahkemesi üyeliğine aday gösterilen bir yargıcın evinde TV bulunup bulunmamasının bir değerlendirme unsuru haline geldiğini görüp de adalet adına ürpermemek elde değildi. Öyle yargıçlar(cübbesiz olanlarından) da vardır ki bu ülkede, adeta inananlara karşı savaş veriyorlar. Türkiye’de giyotine kelle verip, kelle kurtarabilen bir basın gücü var. Öyle ki ideolojik pek çok dava, önce basında sonuçlanıyor. Sütunlarda mahkûm oluyor, ya da kurtuluyorsunuz. Başörtüsü karşısında, kimi baroların ve barolar birliğinin koyduğu tavır karşısında, bu müessesenin sırf adalet peşinde koştuğunu düşünmek imkânsızlaşıyor. Son.-zamanlarda, yargının ideolojik-politik boyutunda, laik eylemlere paralel bir tırmanış görülmektedir. Ülkemiz, adeta istiklal mahkemeleri ortamının dindar avcılığına soyunan insanlara tanık olmaktadır. 28 Şubat süreci ve 27 Nisan sözde muhtırası verirken bu kisvedeki şapkalıların tepkisine şahit olduk. İdeolojik inançlar gibi konularda pek hassas olmayan hatta olamayan bu zatı muhteremler değişmeyen kararlarını aleni ortalığa püskürmeleri her etnik grubun olduğu şu aziz vatanımızdaki herkesi güvensizliğe itmiştir. Bu şekildeki bağımlı(ipotekli) kimliğe sahip insanların ulus-devlet yapısı içinde yerini korumasını istiyoruz. Kendilerince kriz oluşturmayan otoriter insanların tipik davranışlarını izledik hatta vizyona yeni girecek çok senaryonun olduğunu da haber vermeliyim. Fenomenal(kendi yaşantılarını çevreleyen sosyal gerçeklik) alan ve kisveden sahip olamayan aczi beşer, çelişkileri ve problemleri hep görmezden gelecek; dinsel inançlara hep septik yaklaşacak bir nesil’in evlatları mı olacağız? Ben istemiyorum. İsteyen varsa mükemmeliyetçiliğin ana arterlerine vurgu yapan kişiler; beni ve Mehmet beyi lütfen aydınlatsın. Şunu sormadan geçemeyeceğim. Fundamentalist(aşırı tutucu) ve ekstremist olan zihniyetler artık ne kadar daha sömürgeye devam edecek?