Sınır ötesi ve daha ötesi
By Mehmet Yılmaz on Ara 19, 2007 in Makale
Sınır ötesi harekât başladı ve ilk açıklanan resmî bilgilere göre hedeflerine ulaşıyor. Yani sivillere zarar vermeden PKK’nın yönetici kadrosunu devre dışı bırakıyor.Gerçekte bu harekâtın daha önceki 24 “sınır ötesi” ile karşılaştırıldığında önemli bir kaç fark dikkati çekiyor:
Sivil-Asker eşgüdümü: Askerî harekât ilk defa stratejik değil taktik olarak kullanıldı. Yani tek başına teröre karşı bir çözüm şeklinde değil büyük bir planın parçası olarak icra edildi. Bunun bir sonucu olarak askerlerin değil sivillerin çizdiği bir çerçevede, sınırlı bir zaman dilimi ve coğrafyada uygulandı, uygulanıyor. Bundan sadece bir kaç ay önce e-muhtıra gibi ciddî gerginlikler yaşanan bir ülkede sivil-asker bütün kurumların böylesi bir eşgüdüm içinde hareket edebilmesi Türkiye’nin ileride başarabileceği işlere işaret etmesi açısından da dikkate değer.
Diplomatik altyapı: Komşu ülkeler, AB bilgilendirildi. Irak’ta TSK büyüklüğünde bir askerî güç bulunduran ABD ile koordinasyon sağlandı. Irak hava sahası Türk uçaklarına açıldı.
Oyları gittikçe azalan bazı kasaba siyasetçileri “neden ABD’den müsade alıyorsunuz?” gibi çıkışlarda bulunmuşlardı. Oysa hatırlamak gerekir ki ABD Irak’ı işgal ederken Romanya gibi ülkelerden bile destek almaya, işgal ordusuna bir “uluslararası güç” imajı vermeye çalışmıştı.
Ayrıca 50 uçağın bir komşu ülkeyi bombalaması, 50 bin askerin sınıra yığılması hatta sınırı geçmesi uluslar arası ilişkilerde hiç de hafife alınacak olaylar değildir. Bunları yapmak ne kadar meşru ve gerekli olursa olsun en “önemsiz” ülkelerden süper güçlere kadar herkesi yanımıza çekmek mutlaka gereklidir.
Kaldı ki Türkiye’nin Kuzey Irak ile ilişkisi (geniş anlamıyla Musul, Kerkük, …) bir kaç bakımdan hassasiyet arz ediyor:
- 1) Dünyada bilinen petrol rezervlerinin %7’si bu bölgede olması,
- 2) Irak Türkmenlerinin bu bölgede yaşaması,
- 3) Misak-i Millî’nin bu toprakları kapsaması,
- 4) Türkiye’nin daha önce de Kıbrıs’a girerek edindiği “işgalci” imajının bulunması,
Dünya ülkelerinin her türlü askeri müdahaleye kuşku ile bakmasına sebep oldu bugüne kadar. Zaten eski sınır ötesi harekâtlardan sonra gelen kınama notaları ve dünya basınında yer alan “öcü Türkler cici Kürtlerin ülkesini işgal etti” tarzından haberler de bunu gösteriyor.
Propaganda ve iletişim: Türkiye asimetrik savaş konusunda hızlı bir öğrenme sürecine girdiğini ispat etti bu harekât öncesindeki çabalarıyla. Talabani’nin bütün çabalarına rağmen mücadelenin Türk-Kürt kavgası gibi gösterilmesine mani olundu. Başta dış işleri bakanı olmak üzere bütün yetkililerin yaptıkları basın toplantılarında seçtikleri kelimeler bu konuşmaların başka dillere çevrildiğinde vereceği anlamı da dikkate alarak hazırlanmıştı.
Tansu Çiller dönemiyle tam bir tezat oluşturan bu yaklaşımın altını ne kadar çizsek azdır. Bir Paris ziyaretinde vatansever anlamında “ben bir milliyetçiyim” diyen eski başbakan bu ülkenin diline çevrildiğinde (nationaliste) ırkçı anlamına gelen bu kelimeyi kullanarak ülkemize büyük puan kaybettirmişti!
İç hazırlıklar: Terörle ve teröristle mücadele etmenin ilk defa farkına varan ülkemiz önemli gelişmelere sahne oldu:
- 1) Köyleri boşaltılan insanların tazmin edilmesi,
- 2) Varolan eve dönüş yasasının gündeme getirilmesi,
Bunlardan bazıları. Elbette ekonomik, sosyal, yasal ve siyasal alanlarda yapılacak daha çok iş var. Ama 25 yıldır ilk defa “belini kırdık, kolunu büktük” dışında bir vizyonun iş başında olduğunu görmek gerçekten umut verici.
Bundan sonra?
Şemdinli davası ve Malatya cinayetinin zanlılarının yargılanması sırasında ortaya çıkan gariplikler AKP’nin henüz A harfinin içini doldurmaya hazır olmadığını gösteriyor. Ama ne gariptir ki AKP hükümetinin belki de en çok eleştiri hak eden bu yönüne muhalefetten hiç bir ses çıkmıyor. Belki de bu durum onların dünya görüşüne uyuyor? Kim bilir onlar iktidara gelseler daha beterini mi yapmayı planlıyorlar?
Şu bir gerçek ki bataklık-sinek benzetmesindeki bataklık Kuzey Irak değil ülkemizdeki adaletin aksamasıdır. Türkiye terörün üstesinden gelecektir. Ama bir daha bu zor günleri görmemek için adaletimizin gelişmesi hatta AB ülkelerine parmak ısırttıracak bir noktaya gelmesi gerekmektedir.
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
4 Yorum
Yazan:Bigalıoğlu Tarih: Ara 20, 2007 | Reply
Mehmet bey,
güzel bir yazı olmuş,elinize sağlık…
Yazan:Cahit Tarih: Ara 21, 2007 | Reply
Evet. Şemdinli davasını görmezden gelen muhalefet, kendi yüzünü gösteriyor.
Yazan:fizikci Tarih: Ara 21, 2007 | Reply
Mehmet Bey,
Kaleminize sağlık. Çok güzel bir yazı.
Özellikle
cümlesinin altını çizmek gerekiyor.
Üzerimizdeki ölü toprağını atabilsek, suni gerginlerimizi de bir kenara bırakabilsek geleceğimiz çok daha aydınlık olacak gibi görünüyor.
Şemdinli konusunda ise AKP’nin karşısında muhalefet olarak AKP gibi bir parti olsaydı keşke diyorum. Türkiye’nin bir muhalefet sorunu var. Muhalefet kendini resmi ideolojinin kalelerinden biri olarak gördüğü sürece asıl muhalefet etmesi gereken yerde susmaya, suni gerginliklerde de sesini yükseltmeye devam edecektir.
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ara 27, 2007 | Reply
Sınır ötesi operasyonlar başarılı mı?
Öncelikle eğer Türkiye heyecanlı kalabalıklara ve ateşli yorumcuların ‘girelim’ baskılarına uyup Kuzey Irak’a hazırlıksız ve çok sayıda asker ile girmiş olsaydı ne kadar gereksiz ve büyük riskler alacağını çok net bir şekilde görebiliyoruz.
Bir yıldan daha az bir süre içinde Amerikan askerleriyle çatışma olasılığını tartışan bir Türkiye’den, Amerikan istihbaratı ile PKK kamplarını vuran bir Türkiye’ye geldik. Daha nisan ayında ABD’nin, AB’nin, hatta tüm dünyanın terör örgütüne destek verdiğini dünyaya meydan okurcasına ilan eden bir TSK’dan, neredeyse tüm dünyanın desteğini arkasına almış bir TSK’ya ulaştık. Karşımızda büyük bir diplomatik, siyasî ve askerî başarı var. Başarının sırrı da bu üçlünün uyumunda gizli. Sivil ortak akıl terörle mücadelede yerini aldığı sürece Türkiye hatalarını azaltıyor. Buna rağmen operasyonların başarısız olduğu şüphesini yaymaya çalışanlar da yok değil. Bu kişilerin bir kısmı hâlâ birinci ve ikinci nesil savaş anlayışına sahipler. Bir bölgeye en az 50.000 asker ile girilmeden operasyon olamayacağını düşünüyorlar. Hâlâ Mete Han’ın, Kanuni’nin ordusunun mantığına sahipler. Oysa dünya yeni bir savaş mantığına geçmiş durumda. Deniz ve hava gücü aşamalarını çoktan geçen dünya, şimdi deniz, hava, füze ve uzay teknolojilerinin istihbarat ile birleştiği bir aşamada. Yeni nesil savaşlarda sahada çatışanlardan daha önemli bir ekip bilgisayar başlarında ‘çarpışıyor’. ABD’nin birinci ve ikinci Irak ‘seferleri’nde Irak’taki askerlerinden daha fazla etkiyi Florida’daki bilgisayar başındaki askerleri yaptı. Saddam Hüseyin’in o çok güvendiği ordularının daha az sayıda asker karşısında dağılmasının bir nedeni de bu. Ortaçağ ile modern çağ arasında sıkışıp kalmış Irak ordusu post-modern bir ordu karşısında tutunamadı. Türkiye’nin Irak operasyonu bir yönüyle TSK’nın yeni bir aşamaya geçmek zorunda olduğunu da ortaya koydu ve belki de terör kamplarının bombalanmasından daha büyük bir etkiyi ordu kademelerindeki zihniyet yenilenmesinde yaşamaktayız.
Operasyonları başarısız bulanlar
Operasyonları başarılı bulmayan bazı çevrelerin gerekçeleri ise teknik olmaktan ziyade ideolojik. Türkiye’de ordunun başarısı bazı çevrelerce ne yazık ki savaş alanındaki başarısından ziyade iç siyasetteki etkisine göre ölçülmüştür. Başka bir deyişle TSK, Hint Okyanusu’nda büyük başarılar kazansa, Kuzey Kutbu’nun hakimi olsa ya da Pasifik’te hava sahasını ele geçirse de bu kesimlere yaranamaz. Onlara göre TSK’nın asıl görevi hükümetleri denetim altına almaktır. Eğer TSK, başbakan değiştirme gücüne sahipse işte o zaman başarılıdır. Zaten uzun yıllar TSK’nın ihmal edilmesi ve aslî işlevlerinde bazı zaafların ortaya çıkmasının en önemli nedeni de bu çarpık ideolojik yaklaşımdır. İçeride hükümet ve TSK, aynı hedefler doğrultusunda birleşemediği sürece ne terörle mücadelede ne de diğer savunma konularında yeterli başarı yakalanabilir. Söz konusu uyum biraz olsun yakalandığında nelerin olabileceği ise en son hava saldırılarında net bir şekilde görüldü. İşte bazı çevreleri rahatsız eden de bu. Türkiye, PKK kamplarını yerle bir etsin; ama bunun hükümete değil, TSK’ya yararı olsun istiyorlar. Başka bir ifade ile onların aklında en az iki ayrı Türkiye var. Oysa hükümetler bir ülkenin karar merciidir, ordular ise savunmadaki icra kollarıdır. ABD ordusunun Irak’a Başkan Bush’tan bağımsız girdiğini ya da Afganistan’da Amerikan ordusunun değil, Bush’un başarılı (ya da başarısız) olduğunu söylemek ne kadar yanlış ve anlaşılmaz bir mantık olursa aynı durum Türkiye için de söz konusu olmalıdır.
Operasyonların somut sonuçlarına gelecek olur isek, öncelikli olarak Türk ve Amerikan istihbarat verilerine göre PKK’nın kaybı yüzlerce teröriste ve çok ciddi maddî yıkıma ulaşmış durumda. Daha önce belli noktalara giriş-çıkışları yasaklanan teröristler, en ufak bir toparlanmada hava saldırısı ile karşılaşıyorlar. Sınırlara yaklaşmakta büyük zorluk yaşıyorlar. Çünkü hava saldırısını, top ve füze atışları izliyor. Belli geçiş noktaları Türk güvenlik güçlerince tutulmuş durumda. İçeride de devam eden operasyonlar neticesinde örgüt üzerindeki baskı had safhaya varmış durumda. Saldırılar bekleneceği üzere örgüt için iletişimi de baltalıyor. Birbirinden kopmaya başlayan teröristler daha çok hata yapıyorlar, böylece daha çok da kayıp veriyorlar. İletişim gibi ulaşımda da ciddi sorunları var. Kamplardaki araçlarında önemli zararlar var. Eskisi gibi bir hareket serbestileri kalmadı. ABD’nin karşılarında olduğu ve Türk istihbarat güçlerinin tüm Kuzey Irak’a dağıldığı korkusu nedeniyle nispeten daha rahat hatlar boyunca ilerleyemiyorlar. Böylece daha çok risk alıyor ya da hareketsiz kalmayı yeğliyorlar.
Operasyonlar sürdükçe PKK’nın kayıpları daha da artacak. Kış şartları örgütü daha zorluyor ve zorlamaya devam edecek. Bazı yorumcuların tespitlerinin aksine kış şartlarının Türk güvenlik güçlerinin işine yaradığı açıkça görülüyor. Örgüt üyeleri, ağırlaşan kış şartlarında lojistik destekleri de kesildiği için büyük sorunlar yaşıyorlar. Kamplarda dahi su, yiyecek, barınak ve elektrik ihtiyaçları karşılanamıyor. Bu şartlara uzun süre dayanmak zor olduğu için bir kısım teröristler kışı geçirmeleri için Türkiye’ye, evlerine gönderilmek isteniyor. Ancak yollar güvenli seyahate uygun değil ve birçok terörist yollarda etkisiz hale ge(tiri)liyor.
Maddî hasarın boyutları zamanla daha net bir şekilde ortaya çıkacak. Ancak asıl büyük darbe, psikolojik alanda vuruluyor. Malum, terör aslında bir psikolojik savaştır. Silahlı çatışmanın maksadı duygusal gerilimler ve öfke patlamaları oluşturarak siyasî getirim elde etmektir. Bu yolla yükselen terör örgütleri, yine aynı yolla yok edilebilirler. Bu bağlamda örgütün çok büyük darbeler aldığı anlaşılıyor. Gittikçe azalan telsiz görüşmelerinden anlaşıldığı kadarıyla örgüt içinde ciddi bir panik ve dağılma aşaması başlamıştır. Örgüt, kaçışları engelleyebilmek için bazı kişileri infaz etme yoluna giderken, operasyonların kamuoyunda sulandırılmaksızın devam ediyor olması örgüte toparlanma fırsatı vermemektedir. Son günlerde yoğunlaşan pişmanlık (eve dönüş) yasası tartışmalarının da bu süreci hızlandırması beklenmelidir.
En son operasyonların en önemli kazanımlarından biri de Türkiye’nin terörle mücadelede kazandığı uluslararası meşruiyettir. Türkiye, hedeflerini çok net ve dar bir nokta olarak seçmiştir ve ısrarla, tutarlı bir şekilde sadece terör kamplarını vurmaktadır. Çok yakındaki köyler dahi bu saldırılarda zarar görmemektedir. Bu durum, terör örgütünün manevra alanını daha da daraltmaktadır. Türkiye’nin Barzani, Talabani ya da başka bir yerel gücü hedef almıyor oluşu, hatta terör örgütüne sempati duyan bazı köyleri dahi vurmuyor oluşu, ona büyük bir saygınlık kazandırmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin öfke ile değil, akıl ile hareket ettiği görülmektedir. Bu nedenledir ki Türkiye, sınır ötesi bir operasyon yapıyor olmasına rağmen, İsrail’in 2006 yazında Lübnan’da düştüğü hatalara düşmemiş, bu nedenle dünya ile ilişkilerini de korumasını bilmiştir. Adeta bir ‘cerrah hassasiyeti’ ile hareket eden Türkiye’nin bu hassas operasyonları Barzani’yi dahi rahatsız etmektedir. PKK’nın çevreye rahatsızlık vermeden devre dışı bırakılabilmesi ve Ankara-Washington hattındaki yakınlaşma sadece terör unsurlarının değil, Irak’taki Kürtçü unsurların da etkisinin azalmasına yol açabilir. Barzani’yi asıl rahatsız eden de böyle bir sonuç olacaktır.
Bundan sonra ne yapmalı?
Bundan sonraki dönemde içeride ve dışarıda Türkiye’ye hata yaptırmak isteyenler olacaktır. Başta PKK ve uzantıları, sorunu yeniden içeriye taşımak isteyeceklerdir. Bu hedefte PKK’nın en önemli kartı askeri sıkça gündeme taşımak, generalleri konuşmaya zorlamaktır. Unutmamak gerekir ki; TSK sahada konuşur ve şu anda uçaklarıyla, komandolarıyla, helikopterleriyle, füzeleriyle konuşmaktadır. Belirlenen sınırlar dâhilinde TSK eylemleri devam edecektir. Bu süreçte askerler ne kadar çok siyasî mesajlar verir ise operasyonların sadece askerî nitelikte olduğu imajı güçlenir, bu da Türkiye’yi zor durumda bırakır. Çünkü özellikle Batı kamuoyunda TSK’nın imajı uzun yıllar içinde istismara uygun bir hale getirilmiştir. Sürecin sadece terörü hedeflediği ve operasyonların Türkiye’de sadece bir kurumun değil, ülkenin ortak iradesini temsil ettiği vurgusu artırılmalıdır. Bu bağlamda TSK’nın sürekli olarak teknik verilerle konuşması, operasyon görüntülerini dünya kamuoyu ile paylaşması gerekmektedir. Bu arada Başbakanlık’ta, TSK’da veya başka bir birimde ulusal ve uluslararası medyaya dönük olarak bir ofisin oluşturulması ve Türkçe, İngilizce ve gerekli diğer dillerde dosyaların hazırlanması, düzenli basın toplantılarının yapılması şarttır. Aksi takdirde iletişim alanında inisiyatif PKK, Barzani ve diğer unsurların eline geçecektir. Unutmamak gerekir ki; dağdaki başarılardan çok daha önemlisi iletişim alanındaki başarılardır.
Türkiye karşıtı unsurların bir diğer hedefi ise Türkiye-ABD yakınlaşmasına zarar vermek olacaktır. Burada çok hassas olunması ve provokasyonlara gelinmemesi hayatîdir. Son olarak Türkiye’nin Kuzey Irak’taki güvenlik hedeflerini sınırlı tutması, düşmanlarının sayısını artırmaması, sorunlarını ‘dilim dilim’ halletmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Barzani ya da Talabani, Türkiye’nin düşmanı ya da tehdit olarak yansıtılmamalıdır. Türkiye, böyle düşünse de düşünmese de Barzani, Talabani ve diğer Kürt unsurların Türkiye’ye karşı olmadığı imajını oluşturmak zorundadır. Elbette Barzani’nin kışkırtıcı açıklamaları yanıtsız kalmayacak, gerekli açıklamalar yapılacaktır. Ancak bu açıklamaların üst düzeyde ve resmî görevlilerce yapılması gerekmemektedir. Heyecan geçmişte olduğu gibi tırmandırılmamalıdır. Unutmamak gerekir ki; Barzani gerilimi tırmandırmak ve bu gerilim sayesinde liderlik pozisyonunu güçlendirmek istemektedir. Oysa Türkiye’nin sorunlarının halli için bu tarz gerilimlere ihtiyacı yoktur. Konuşmaktan çok iş yapan, konuya teknik yaklaşan bir Türkiye hem terör sorununu daha kolay halleder hem de Kürt sorunu ve Kuzey Irak sorununda daha avantajlı bir konuma gelir.
DAVUT ŞAHİNER / ULUSLARARASI GÜVENLİK UZMANI