Ulus devlet – Bölüm I: Ulus mu devlete aittir yoksa devlet mi ulusa?
By Mehmet Yılmaz on Ara 26, 2007 in Ulus-Devlet
Beğeni ile izlenen LOST adlı dizi bir grup insanın ıssız bir adaya düştükten sonraki hayatta kalma çabalarını konu alıyor.
Kazanın ilk şokunu atlattıktan sonra yavaş yavaş organize olmaya başlayan bu kazazedeler devlet-millet ilişkilerini yeniden düşünmek için adeta canlı bir laboratuar gibiler. Önceleri daha çok bireysel davranırken gittikçe ortak ihtiyaçlar ve ortak korkuların güdüsüyle bir “milletçik” oluşturuyorlar. Ayrı ufuklardan gelmiş olsalar da kısa “ortak geçmişleri” yani geçirdikleri uçak kazası ve “ortak gelecekleri” (adadan kurtulmanın imkânsızlığı) onları birbirlerine yakınlaştırıyor.
Tarımla, av ve balıkçılıkla uğraşanlar baştan beri gruba büyük yarar sağlayan doktora katılıyor. İşte bu ortak hizmetler “kamu hizmeti” dediğimiz şeyin de ilk çekirdeğini teşkil ediyor adeta.
Lost gibi bir senaryo açısından devlet, kamusal hizmetleri üretecek soyut bir varlık, bir tür kurum. Küçücük topluluklar için bile devlet (veya imece benzeri bir organizasyon) gerekli çünkü bireysel çabalarla doyuramayacağımız (veya çok pahalıya patlayacak) bazı ortak ihtiyaçların gene ortak imkânlar kullanılarak doyurulması gayet akıllıca.
Devlet kontrolden çıkar mı?
Bu noktaya kadar her şey basit, devlet aslında “biziz”. Mesela her gün sırayla dereden su getiren kadınız veya gece köyün koyunlarının başında nöbet tutan çobanız. Ama devlet bir büyüdü mü kontrolden de çıkıyor. Köylü devlet dairesinde azar işitiyor. Devlet eğitim amacıyla kendi topraklarında kendi vatandaşlarının yaşadığı yerlere bomba attırabiliyor. Ülkeyi dış düşmanlardan korumak için kurulmuş bir yeniçeri ocağı kazan kaldırıp kendi ülkesini işgal edebiliyor!
Bir bakıyorsunuz dedelerinizin kurduğu devletin topraklarında etnik kökeniniz veya dinî inançlarınız yüzünden ikinci sınıf vatandaş durumuna düşmüşsünüz. Anadiliniz yasaklanmış. Kilisenizi veya havranızı tamir ettiremiyorsunuz. Herkesle aynı vergiyi ödediğiniz halde başınızı örttüğünüz için devletinizin polisi sizi coplarla kovalamaya başlamış.
Okuduğunuz kitapları, gittiğiniz toplantıları, üye olduğunuz dernekleri devletinizin memurları fişlemiş, “idamlık solcu-sağcı, çaycı, simitçi” oluvermişsiniz bir gecede.
VIDEO : Bir sağcı asalım bir de solcu, iki sağcı, iki solcu!
Devletin bedeli?
Yukarıda Lost örneği ile özetledik, devlet gerekli. Ama varlığı bedava değil. Ortak ihtiyaçlarımızın karşılanması için icad ettiğimiz bir “kamu hizmeti” elbette ödenmeli. Vergilerimizle orduyu, itfaiyeyi, sağlık hizmetlerini destekliyoruz. Maddî fedakârlıklarda bulunduğumuz gibi bazı özgürlüklerden de fedakârlık edebiliyoruz bazen: Zorunlu askerlik meselâ. Devlet görevlilerine itaat ediyoruz. Polis “dur!” deyince durmak gerek. Üzerimizi, evimizi arayabilir, telefonlarımızı dinleyebilir. Bunlar bazı koşullar altında da gerekli olabilir elbette. Ama devlete verdiğimiz her yetki bizim özgürlüklerimizi biraz daha kısıtlıyor. Ve özgürlüklerimizin toplamı sınırsız değil.
Kötü idare edilen bir devlet vergilerimizi ziyan ettiği gibi özgürlüklerimizi de ziyan ediyor. Bir adamın 40 koyunu korumak için tuttuğu çoban ondan her gün için bir koyun isterse kırkıncı günün sonunda korunacak sürü kalır mı? Buna alış-veriş değil sömürü demek icab etmez mi?
Hal böyle iken bizi dış düşmanlardan, bölünmekten, irticadan, emperyalizmden korumak için devletin bazı kurumları işgal ordusu gibi davranırsa “vatandaşın bundan kazancı nedir?” diye sormak gerekmez mi?
Devlet alfabe değiştirir mi?
Hemen bütün polisiye filmlerde suçlular yakalanmamak için parmak izlerini silerler. Kendilerini aklayan başka bir senaryonun meselâ intihar ihtimalinin polis tarafından kabulünü kolaylaştırırlar. Böylece adalet mensuplarının “tarihi okuması” engellenmiş olur. Gerçek saklanarak yerine bir “yanılgı” yerleştirilir.
Bir devlet de alfabe değiştirdiği zaman o “miladî” tarihten önce yazılmış olan tarihi okunmaz kılar. Parmak izi silme meselâ ceset yakmaya bakarak ne kadar temiz bir önlem ise alfabe değiştirmek de o kadar temizdir. Bir düşünün, Padişahların bütün yazışmalarını, Saray’ın arşivlerini, bütün Osmanlıca kitapları toplayıp yakmak, Osmanlı’dan ve Selçuklu’dan kalma bütün çeşmeleri, camileri, han ve hamamları yıkmak yerine alfabeyi bir değiştiriyorsunuz ve bir çırpıda bin yıllık tarih çöpe. Daha doğrusu yeni kuşakların geçmişi anlama şanslarını ortadan kaldırıyorsunuz.
Dedik ya, devletin eline verdiğimiz her yetki bizim “pastamızdan” bir şeyler eksiltiyor. Devlet kendisini kültürün sahibi olarak görünce o kültürü yıkmak için de bizden izin almaya gerek görmüyor.
Biz de kendi yaşadığımız topraklarda Lost dizisindeki zavallılar gibi etrafa bakıyoruz. “Devlet nedir? Millet nedir? Osmanlı mıyız yoksa Türk mü?” diye sorguluyoruz kendimizi, tarihimizi. Çünkü boş beyaz bir kâğıttan başlamaya mahkûm edildik. Dil devrimi dilimizi ve kültürümüzü devirdi, bizler de altında kaldık.
Tarihimizi bilmediğimiz için bugünü anlamıyoruz. Yarın ise bir korku filmi gibi. Cahillikten her yerde komplo teorileri görüyoruz. Sorunlarımızı çözmek için şiddetten başka bir yol bulamıyoruz.
Adeta ıssız bir adaya düşmüş yabancılar gibi gölgemizden bile korkuyoruz, komşu ülkelerden, iç ve dış düşmanlardan hatta birbirimizden bile… Tabi bu korku devlete dört elle sarılmak için yeni bir sebep oluyor! Korku içindeki gençlerimiz ise İstanbul’da, Malatya’da, Trabzon’da, İzmir’de ellerini kana buluyor, Hıristiyan vatandaşlarımızın canlarına kıyarak korkularını yenmeye çalışıyorlar.
Bir Fransız 1539’da yazılmış ve aşağıda kopyasını sunduğumuz bir resmî yazının orijinalini kolaylıkla okurken biz dil devrimini yapan insanın 1920’lerde yazdığı Nutuk’u okumaktan aciziz. Çünkü darbe sadece alfabeye vurulmamış, kelimeler de değiştirilmiş. Dolayısıyla orijinal metin yeni Türk alfabesi ile dizilse de kimsenin hatta Kemalistlerin bile Atatürk’ü anlamasına imkân yok! Bu yazının kaleme alındığı 26 aralık tarihinde Kemalizm hakkındaki anketimize verilen cevapların %80’inin Kemalistler ile Kemalizm arasındaki anlayış farkına işaret etmesi acaba insanların Nutuk’u anlayaMAmasının bir işareti değil mi?
Konfiçyüs boşuna dememiş “bir ülkeyi yıkmak istiyorsanız işe dilinden başlayın” diye.
(Resmi tam boy görmek için üzerine tıklayabilirsiniz.)
Bu paragrafı eski Fransızcanın farklarına rağmen çok rahat anlaşılabilen orijinal metinden bir alıntı ve Türkçe çevirisi ile bitiriyoruz:
art. 110. Que les arretz soient clers et entendibles
Et afin qu’il n’y ayt cause de doubter sur l’intelligence desdictz arretz. Nous voulons et ordonnons qu’ilz soient faictz et escriptz si clerement qu’il n’y ayt ne puisse avoir aulcune ambiguite ou incertitude, ne lieu a en demander interpretacion.
Türkçesi: Madde 110. Hiç bir şüphe uyandırmaması ve net bir şekilde kavranabilmesi için kararnameler açık ve anlaşılabilir olmalı. İstiyoruz ve emrediyoruz ki hiç bir çok-anlamlılık veya belirsizlik bulunmamalı, yoruma gerek duyulmamalı.
Devlet tarih yazar mı?
Evet, yazar. Neden?
Yazlık bir ayakkabıyı kara kışın ortasında hem de yüksek bir fiata satmak isteyen bir satıcı ne yapar diye soralım önce. Elindeki ayakkabı ne sıcak tutacak ne de su geçirmeyecek cinsten. İlk bakışta da belli oluyor. O halde müşterisi için bir takım uydurma faydalar üretecek:
- – Sizin gibi öğretmenler hep bu ayakkabıyı alıyor,
- – Bu renk sizi çok açtı,
- – Geçenlerde Gülben Ergen geldi, aynı ayakkabıyı aldı,
- – Bu ayakkabı okunmuştur, sizi nazar ve büyüden korur!!!
Tarih yazmak bir devletin en önemli işlerinin başında bile gelebilir. Çıkarları halkın çıkarları ile paralel olmayan her ulus-devlet resmî tarih yazar. Zira bir devleti meşru kılan şey halka verdiği hizmetler değil de etnik aidiyet hissinin kamulaştırılması ise ulusun tarifi yani “ortak” tarihi de siyasî bir aygıt olur:
- – Biz hepimiz Orta Asya’dan geldik,
- – Atalarımızın kanlarıyla sulanmış bu kutsal topraklar…
- – Türk milleti seçilmiş bir millettir,
- – Toprak uğrunda ölen varsa vatandır,
- – Devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü,
- – Alevi Kürtler aslında Ermenidir,
- – Kürt yoktur, onlar dağ Türk’üdür,
- – Birinci Dünya savaşına bizi İttihat ve Terakki cemiyeti değil Almanlar soktu,
- – Birinci dünya savaşında yenilmedik, yenik sayıldık,
- – Türk’e Türk’ten başka dost yoktur.
Her ulus-devlete bir ulus lâzım ama tersi doğru değil!
Kemalist bir forumda yazılmış şu satırlar ne güzel özetliyor hadiseyi:
« … Atatürk vardı, ve ulusu kurtarmadı, ulusu yarattı, şekillendirdi… »
Türkiye’de yaşayan insanların artan demokratik talepleri Kemalist kesimde büyük sıkıntı ve panik başlattı. Zira artık insanlar efendilik taslayan bir ulus devlet değil halka hizmet eden, seçimle değiştirilebilen ve kurumları da halka hesap veren, “normal” bir devlet istiyor.
Bu taleplere yanıt veremeyeceğini bilen ulus devletin kapıldığı panik elle tutulur, gözle görülür bir hal alıyor git gide. Eski cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER’in, Temmuz 2007’de Harp Akademileri Konferansı’nda yaptığı (küresel komplo teorileri ile dolu) konuşmasından bir alıntı ile bitiriyoruz makalemizi:
“…Temeli Atatürkçü düşünceye dayalı çağdaş Cumhuriyet’te huzur da, denge de, istikrar da, ancak laiklik, bölünmezlik ve ulus devlet yapısı güvenceye alınıp sürdürülerek sağlanabilecektir. Unutulmamalıdır ki, bu ülkeye ve rejimimize en büyük kötülük, aymazlıktan gelmektedir ve bundan kurtulmak rejimi korumanın koşuludur… Ülkelerin yönetim sistemlerinin değiştirilmesine direnen en önemli ögeler, ulus devletlerdir. Bu nedenle, ulus devletlerin parçalanıp yok edilmesi ya da bölünüp siyasal denetime alınması küresel sistemin başarısı için gerekli görülmektedir... Ulus devletin, Ulus birliği ve Ülke bütünlüğünün, tekil devlet ve laik Cumhuriyet’in koruyucusu ve güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri de, ilk kez iç ve dış odakların hedefi durumuna gelmiştir. Bu odaklar niyetlerini açıkça sergileyerek işi “hesap sorma” söylemine kadar vardırmışlardır.
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
7 Yorum
Yazan:Elifnur Tarih: Ara 28, 2007 | Reply
Çok güzel bir uslupla anlatılmış biz ve devlet yetişmeler ,toplum ve kurallar aslında hiçbirşey yok ne yazık ki öyle bir yaşamın içindeyizki yastığa gece baş koyunca uyuyabilmekteyiz ben bir ünüverste öğrencisiyim yaşadığım o küçük kasabada herşey temizdi saftı fakat öyle ortamlar gördümki yazık dedim üzüldüm böyle bir hayat da varmıymış ama görüp birşey yapamamak dahada acı onu öğrendim tek başına birşey yapılmıyor türkiye terör haberleri ile yankılanırken her haber kanalında resmen tiyolar verilirken neden bir terör kısımlarının tabancaları mayın arama makinaları nasıl bilmeyiz bizim halkımız nasıl kullanacaklarına kadar haber ediyo ve arka sokaklarda neler oluyo neden birşey yapılmıyo bilemiyorum neden sabah programlarından halkımıza yardım yapılırken onların elinden tutulurken meclisimiz sessiz kalıyor aslında çözülmemiş ne kadar soru var ve çözülemeyecek ne garip ki avrupalaşmak için çaba gösterilmekte neden ki heryer özelleştiriliyor işsizler oluyor torpilliler başa geçiyor ben okul bitince acaba iş bulabilecekmiyim diye sorarken….Sanırım aşar bunlar beni sizlere hayırlı yazı yazmalar…
Yazan:ruhan Tarih: Oca 17, 2008 | Reply
Düşünclerinizin bir kısmına katılıyorum.Fakatçok yönlü düşünememeniz beni şaşırtıyor.Toplumları yaşatabilmenin hele ki farklıulusların biraraya gelmesiyle oluşmussa ne kadar zordur.ATATÜRK’Ü Türk milletini sanki Amerika’nın veya ingiltere’nin sömürgesinden kurtardığı için suçluyor gibisiniz.Sizden biraz da bu yüce milletin daha iyi yönetilmesi için yapıcı ve kurtarıcı öneriler bekliyorum. Devlet yönetimi uzaktan göründüğü gibi kolay değildir .Eğitimi yaygın hale getiremedikten ve tek yönlülükten(kendi doktirinleri doğrultusunda)kurtaramadıktan sonra başarmak bence mümkün değil.Zeki bir insan olduğunuza inanıyorum.Tekrar söylemek istiyorum,ait olduğunuz milletinizin hangisi olduğuna karar verip diğerlerine karşı onu yüceltmek ve varlığını sürdürmek için neler yapılmalıdır. Bu değerli siteye yazanlardan biraz da bu yönde fikirler bekliyorum.
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Oca 18, 2008 | Reply
Ruhan Hanim,
Söyle demissiniz:
“Eğitimi yaygın hale getiremedikten ve tek yönlülükten(kendi doktirinleri doğrultusunda)kurtaramadıktan sonra başarmak bence mümkün değil.”
Tek yönlü doktrin elbette sakincali. Zaten kemalizm adi altinda POZITIVIZM denen hayat görüsünün bize dayatilmasina da bu sebeple karsi çikiyorum. Basörtüsü veya Kürtçe’nin serbestçe konusulmasi gene bu sebeple birer sorun haline gelmistir. Tektip vatandas özlemi hep gerginlik olusturuyor ülkemizde.
çözüm nedir diyorsunuz. çözüm demokrasinin kendisidir. Ama Kemalizmden vazgeçmek gerecekebilir. Hazir olmakta fayda var.
Saygilarimla
Yazan:E.Erkoç Tarih: Şub 7, 2009 | Reply
Tek tip vatandaş isteği hep gerginlik oluşturur dediğin gibi sorun başkalarının fikirlerine saygı duymak yerine onlara kendi düşüncelerini kabul ettirme isteğinden dolayı oluşuyor.Hoşgörü milletleri d evletleri de yüceltir mesela şu an tatil günü cumartesi ve pazar ben bunun neden böyle bir uygulama olduğunu bir türlü çözemedim çünkü Türk milleti İslamiyet’i kabul ettiğinden beri tatil günü Cuma günüdür çünkü Cuma günü Cuma Namaz’ı vardır ama Osmanlı Devlet’ yani ceddimiz çok uluslu bir dvlet olduğu için Hristiyanlar’a pazar Yahudiler’e cumartesi ve Müslümanlar’a da cuma gününü tatil etmiştir ve Osmanlı uzun yıllar bpoyu gelişerek yaşamış v birçok Hristiyan ve Yahudi Müslümanlık’a dönmüştür.Ne Kemalistik ne başka bir şey çözüm Hoşgörüden geçiyor özel bir adı var mıdır bilmiyorum ama çözüm:”Hoşgörü”.
Yazan:Mustafa Akbas Tarih: Şub 7, 2009 | Reply
Biz ancak Kemalist Harbiyelilerin oyuncagiyiz.Süngülü tayfa bizi sehit yapar arkamizdan küfür eder, Gazi düsürür ve ac birakir. Ulus devlet fali kulu. Önemli olan Golfcu Pasalarimizin rahati yerinde olsun ve arasira bizi darbesinler.
Yazan:Hakkı ÇELİK Tarih: Haz 13, 2009 | Reply
Ortega y Gasset devletin ne kan bağı, ne dil bağı ve ne de din bağı ile oluşmadığını ve fakat devletin, bir toplum programı olarak biçimlendiğini söyler. Toplum, ulus, her türden kabile vb ifade etmez. Toplumun en önemli özelliği belli bir etken dolayısıyla belli bir biçime sahip olmamasıdır ve devlet dediğimiz şey, toplumun programını, amaç birliğini ifade eden bir işarettir.
Bugün Mustafa Kemal ya da Atatürk’ün her meselede söze konu edilmesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ana biçimlenme kaynağını göstermeye yetiyor. Mustafa Kemal kesinlikle tarihi bir şahsiyet olamamıştır ve bunun müsebbibi Atatürkçülerin ve Türk Devletinin uygulamalarıdır. Mustafa Kemal bir mit unsurudur neredeyse ve bana faşizmden başka bir şeyi anımsatmıyor doğrusu. Eğer Mustafa Kemal birgün Adolf Hitler’in bugün düştüğü konuma düşerse hiç şaşırmayalım. Çünkü dünya ve onun egemenliği, değişmeyeni yok edip geçiyor. Mustafa Kemal, Cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” olduğunu söylemiştir ve fakat Cumhuriyet uygulaması bunun tam aksini icra etmiştir ki, bence Mustafa Kemal yerine göre tam bir pragmatiktir. Dünya koşullarına uyum sağlamaktan başka bir başarısı yoktur ve bu başarı küçümsenecek bir başarı değildir. Kapitalizmin milli ya da ulus devletlerin gelişimini desteklediği bir dönemde Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus-devlet olarak biçimlenmesini sağlamıştır ve bugün kapitalizm artık ulus-devletlere değil, toplum programı olarak biçimlenen devletlere ihtiyaç duyuyor ve bu gerçekleşecektir. Küreselleşme sermayenin serpilip rahatlıkla dolaşabildiği sosyal ve kültürel örgütlenmelere demokrasi diyor ve söz konusu demokrasinin gerçekleşmesinin önünde hiçbir engelin durabileceğini zannetmiyorum ki, bu manevranın gerçekleşmesinde İslamcı olduğu zannedilen terörün vazgeçilmez katkıları oldu.
Bugün Türkiye’de demokrasi ve laiklik birbirlerini dışlayan men eden unsurlar olarak yer alabiliyor ki bunun en büyük nedenlerinden biri Türkiyeye egemen olan stratokrasi(ordu-yönetimi) ve İslamlaşmanın demokratikleşmeyle olan paralelliğidir. Diğer bir önemli sebep de demokrasi ve laikliğin bir boyun eğiş olarak içinde yaşadığımız topluma dayatılmış olmasıdır. Laiklik, demokrasinin en büyük engeli iken, azıcık demokrasi de laikliğin de garnitürü haline gelmiştir. TSK, Türkiyenin var oluş riskini taşıyan, taşıyabilen bir yapı değildir ve böyle olmamakla var olduğunun farkındadır.
Türkiye Cumhuriyetinin tüm halklarıyla birlikte dönüşmesi gerekmekte ve bu dönüşüme karşı gösterilen direnç, bu topraklarda yaşayan tüm toplumları ya da unsurları yok etmektedir.
Birinci Dünya Savaşından sonraki ulus-devlet furyası, yereldeki yöneticilerin “tek başına hakimiyet” heveslerini azdırmıştır ve Ergenekon bu hevesin artıkları konumundaki unsurlardır.
Yazan:MehmetAtabey Tarih: Haz 13, 2009 | Reply
Syn.Mehmet Yılmaz,
oldukça verimli bir çalışma olmuş.Kemalist dayatmanın her türlü hinliği yazıda kelime kelime var.Gülelimmi?Ağlayalımmı?Bilemiyorum.