Şizofreni ve İdealizm
By T.Suat Demren on Oca 10, 2008 in Felsefe, İnsan
İdealist değil dualistim aslında, (bu terimlerin ne anlama geldiği hakkında şuradan [‘Materyalist İslam’a Dair] sade ve kısa birşeyler okunabilir) ama idealizmi materyalizmden çok daha fazla ciddiye aldığımı, ona daha çok iltimas geçtiğimi de saklayamam. Bir arkadaşın bürosunda ‘A Beautiful Mind‘ (Türkiye’de ‘Akıl Oyunları’ ismiyle gösterime girmişti) filmini ikinci kez izledim bugün. İzleyenler bilir; paranoid şizofren olan, dahi bir matematikçinin, J. Nash’ın hayatından esinlenerek yapılmış bir filmdir. Eleştiren de çok oldu ama Russell Crowe gerçekten harika oynamıştı, hele konuşurken elini alnına koyması, odaklayamadığı acayip bakışları, güzel bir aşk ve bir sadakatle bezeli öyküsü izlenisi kılıyor filmi.
Filme de pekçok eleştiriler yapıldı; tepe mikrofonunun görülmesi, Nash’ın aslında bir megolaman, narsist bir kişilik olduğu (ama film bunu işlemişti, farklı olma tutkusu ile az daha bir baltaya sap olamayacaktı J. Nash) bir erkekle tuvalette yakalandığı, daha önce birlikte olduğu bir kadından çocuğu olduğu ama onlara hiç bakmadığı, temanın aşk öyküsü gibi de sunulduğu ama karısıyla arasının anlatıldığı gibi olmadığı; yani filmde Nash’ın hayatının son derece naif, dolayısı ile farklı anlatıldığı vs vs.. gibi.
Neyse, sonuçta bu bir film, bir kurgu, hem benim amacım da filmi, Nash’i, doktora yaparken yazdığı makale ile 45 yıl sonra Nobel almasını, katkıda bulunduğu ‘Oyun Teorisi’ni, ‘Nash Dengesi’ni falan anlatmak değil; filmde geçen konudaki temel ile idealizm arasında bir bağlantı kurmak. Filmde geçen konunun temeli ise gerçeklik ve algı. Nash bir şizofren ve aslında olmayan bazı insanlar görüyor, onlarla konuşuyor, dediklerini yapıyor. Onlarla birlikte çalıştığını sanıyor. Yani onların varlığına inanıyor.
Oysa gördükleri gerçek değil, birer sanrı.. Filmdeki doktor şizofreniyi ve bu sanrıları açıklarken şöyle diyor: “Tanıdığınız kişilerin, bildiğiniz yerlerin, sizin için en önemli anların hiç bir zaman sizi terketmediğini, ölmediğini fakat zaten hiç bir zaman da varolmadığını aniden öğrendiğinizi hayal edin. Bu nasıl bir cehennemdir?” Nash bunu küçük ayrıntılar ile farkediyor, mesela sanrılarındaki küçük kızın yıllar geçmesine rağmen hiç büyümemesinden, oda arkadaşı olarak gördüğü kişi ile gizli ajan olarak gördüğü kişinin nasıl olup da yanyana olabildiklerinden, vesaire.
Gelelim idealizm ile bağlantıya. Nash bu ayrıntıları yakalıyor çünkü onlar gerçekten sanrı, gerçek değil. Ve Nash’ın yaşadığı bir gerçek yaşam var. Gerçeklikle kıyas yaptığı zaman sanrılar bazı ayrıntılarla kendini ele veriyor. Peki ya tüm yaşanan gerçeklik aynı biçimde sanrı ise? Yani doktorun deyişini değiştirerek söylersek; “Tanıdığınız kişilerin, bildiğiniz yerlerin, sizin için en önemli anların, kısaca beş duyumuzla algıladığımız herşeyin, sadece beyinde oluşan algı olduğunu, beynin dışında hiç bir zaman da varolmadığını hayal edin” dendiğinde ne ile karşılaşırız?
Bu mümkün mü? Elbette. İdealizmi kesin olarak çürütmek imkansız olduğuna göre; neden olmasın? Rüyada gördüklerimizin rüya anında ‘gerçek’ten farkı nedir? Rüya gördüğümüzü ancak uyanınca farketmez miyiz? Nash o sanrıları hayatı boyunca gördü, gerçeklikten hiç farkları yoktu, küçük ayrıntılar yakalamasaydı onları hep gerçek sanacaktı. Ama onlar sadece algı idi, beyinde oluşan algı.
Maddi alemin bizatihi varlığını kesin olarak kanıtlanamaz. Yani maddi alemin özümüze seyrettirilen bir hayal olmadığının kesin ispatı yoktur. (”Ayağımı taşa vurdum bakın acıdı” diye basit maddeyi ispatlama örnekleri yeterli değil, “taş” da “vurma fiili” de, “acıma” da sinyallerden ibaret bir algıdır sonuçta) Kim duyu organlarımızdan gelen sinyallerle algıladığımız dış dünyayı zihninin/beyninin dışına çıkarak -yani bu sinyallerden bağımsız olarak- gördü/hissetti/bildi ya da tanıdı? (Bakın duyu organlarının dışına çıkmaya çalışınca bir “şey”in ne/nasıl olduğunu tanımlıyamıyoruz bile)
Kesin olan tek şey “benliğimiz” dir. Yani ‘biz’ varız. Ve bu bir gerçek. Ya var olan bir alemi seyreyliyoruz; ya da bir ‘şey’ benliğimize seyrettiriliyor. Bu salt algı da olabilir, mahiyetini bilemediğimiz bir başka şey de. Yani nihai anlamda bu gerçeği çevreleyen varlık aleminin mahiyetini bilemediğimiz, bize seyrettirilen bir algı/şey mi yoksa kendi başına ‘maddi bir gerçeklik’ mi olduğunu kesin olarak bilemiyoruz. Tabi bu çürütülemezlik idealizm için olduğu kadar materyalizm için de geçerli. Zaten dualizmi daha mantıklı kılan da bu.
Kitap tanıtan kitap 1
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası
Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen, fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
6 Yorum
Yazan:Cengiz Cebi Tarih: Oca 29, 2008 | Reply
Bu yazı nasıl olup da yorumsuz kalmış? Yoksa herkes sizinle aynı fikirde mi? Sükut->İkrar 🙂
İdealizm yada başka bir isim. Temel argüman “madde” denilen o “şey”in ne olduğunun belli olmaması ile ilgili. Siz bana bir “madde” tanımı yapabilir misiniz örneğin?
Bildiğim kadarıyla en fazla “duyumlarımıza neden olan şey” olarak tarif edilebiliyor. Yani bilmediğimiz bir şey. Bilmediğimiz bir şeyin varlığına inanmak sizce neden inanmamaktan daha mantıklıdır?
Yazan:Ç-Z Tarih: Oca 29, 2008 | Reply
@ Cengiz Çebi,
Fiziksel olmayan duyguların var olmadığını da iddia edebilir miyiz?
Sevdiğimiz birinin ölümü ile duyulan acı gibi?
Bu üzüntü/acının tek kaynağı “maddi” olan bir şeyi yitirmekten midir?Gerçek olduğuna inanmak için “acıya” ne kadar dokunabilirsiniz!
Ölüm,maddi gerçekliği olmadığı için bilinemeyen ama gerçekleşen(!)ve üsttelik de hala tüm duyularımızla maddi olarak hala var olanı “yok” eden!
Ölüm,acı vb.tüm bunlar,sorularımızın cevaplarını bilmeden inandıklarımız.Cevabı olmayan soruları sorabilecek yetenekte olmadığımızı bildiğimiz için inanmak,inanmamaktan daha mantıklı olabilir?
Ölüm için şuan bildiğimiz kalp atışının,beyin fonksiyonlarının sona ermesi,gerçek ölümün bu olduğunu kim hangi bilgi ile iddia edebilir ki?
Felsefe öğretmeni olan sizsiniz,sizin cevabınız nedir?
Yazan:T.Suat Demren Tarih: Oca 29, 2008 | Reply
Ooo Cengiz Hocam, yazınızı okuyan cennetlik :-)) Valla kimse birşey yazmadı, ne bileyim. 🙂
Mantıklı dediğim dualizm, salt materyalim değil. İltimasım da idealizme, söyledim ya hocam.. Dualist olma sebebim ise her ikisinin de çürütülmesinin imkansızlığı.
Çünkü “duyumlarımıza neden olan şeyin, tıpkı duyumlarımızla algıladığımız gibi olduğunun, öyle olduğu için öyle algıdığımızın aksini nasıl ispatlarsınız” diyen birisini çürütmek de imkansızdır.
Yazan:Büyükcan Tarih: Ağu 28, 2008 | Reply
Burada zannederim bu adam görmüş olduğu tüm sanrıları birleştirmiş olmalı…Bunu da çok ciddi bir ideal’e ulaşma çabası sonucu gerçekleştirmiş olmalı…(burada ideal olan,sanırım gerçeği bulma çabası)Aşağıda benim bir arkadaşımın mantığını izleyin…Yanlız bu şekil alma 3 – 4 yıllık bir zihni çabalama sonucu olmuş…
Önce bazı kişilerin size zarar vermeye çalıştıklarını düşünüyorsunuz… Daha sonra o kişilerin size nasıl zarar verebbileceklerini…
Zarar verebilecek kişilerin nasıl hareket edebileceklerini…
Hareket etme tarzlarını düşünürken,neden böyle davranmaya çalıştıklarını yani amaçlarını…
Amaç noktasında köken devreye giriyor…Burada amacı sorgularken, uzaylı /gizli bir tarikat/cin söyleminden tutunda şaka yapmaya çalışan bir kalabalığa kadar uzanıyor…Bu dostum,ilkin telepati türü şeylerle rahatsız edildiğine karar vermiş…uzaylı olduklarını hiç düşünmemiş…Sonra kendine büyü yapıldığını ve cinlerle konuştuğunu(arkadaşlarından ama sanrılarına yansıyanlardan telepati ile ilgili hiç bir şey duymayınca,seneler sonra,eh mecburen)…En son onun yatır benzeri birşey olabileceğini düşünüyordu…
Burada ideal,onun ne olduğunu bulma çabası… Zannederim şizofreninin içindeki idealizm buna benzer birşey…Ama benim size yansıtmak istediğim ikinci birşey daha var…
Bu düşünce çeşitliliğine şekil veren ise kişinin tanrıyı zihnindeki tanımlama şekli… İlkin Tanrının kendini deneyen şakacı bir varlık olduğunu düşünüyordu…O nedenle bu kişileri kendine musallat etmesinin nedeni olarak bir destek bulmuştu…Ama büyü’ye uğradığını ddüşündüğü an, o şerden kurtulmak için sığınılacak bir limandı Tanrı…bunu kafasında o kadar büyütmüş olmalı ki(sonuncusunu),artık cinler ve büyü versiyonu,artık yatır olmuş…Burada gelişen düşünce:Sanırım bu varlık(sanrısı),benim iyiliğimi istiyor…Çünkü zihnimi oyaladı ve eğer oyalamasaydı belki çok şeyler yapacaktım…
ben bunu başka bir arkadaşıma açtım ve o ,o zaman ateistler şizofren olmaz dedi…Ama ben ona ‘Ateizm’de materyalist felsefeye imandır’ dedim…
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ağu 29, 2008 | Reply
Neyseki “son yorumlar”var ve bu sayede ilgi çekici konulara bir şekilde ulaşılabiliyor.Cengiz bey pek haklı olarak konuya olan ilginin azlığından yakınmış.İçinde sağ-sol tartışmasına uygun malzeme barındırmayan konuların nedense reytingi düşük olur.Bu tür konuların nadiren şansının açılması da yine sağ-sol tartışmasının tetiklemesiyle olur ki,bu kez de konu bir kenara bırakılarak mesele kayıkçı kavgasına dönüşüverir.Napalım,bunu toplumca düşünce biçimimizin “yoğurt yiyişine”bağlayalım.
Konuya dönecek olursak,makale,varoluş ve insana dair bilinmeyenler üzerine yazılmış.Pek tabii ki doğa ve insanın çözülememiş şifrelerinden mevzu açıldığında da devreye”tanrı inancı”ve “tanrının varlığı”gibi konular girer.Dolayısıyla da doğaya karşı varolan çaresizliğimize bir de konu hakkındaki donanım eksikliğimiz eklenir ve başta da söylediğim gibi meseleyi siyasete dökerek bir çıkış yolu bulmaya çalışırız.Naçizane düşüncelerim bu anlamda bir kıvılcım yaratır mı bilmiyorum ama,yeterince arandığımın farkındayım:)Gördüğünüz gibi konuya gireceğim derken gittikçe dağıtıyorum.
Aslında itiraf etmem gerekirse felsefenin derin sularıyla karşılaştığımda “kendi haline bırakma”prensibine sarılmayı daha selametli bulanlardanım.Yine de bu sakınmayı imkansız ve dayanılamaz kılan çekici bir yanı var.Ben buna koşullanma diyorum.Kendini anlatma,belki de farkında olmayarak kanıtlama…Ya da beğinilme veya onaylanma isteği…Tabii kendi adıma konuşuyorum;her insanda böyle eğilimler var ve benim gibi kendini ispatlama adına tutuşuyorlar demiyorum.Ancak bu da beşeri bir duygu ve benimkiyle birebir örtüşmesede her insanın doğasında varolabilen şeyler.
Şimdi kendim de muzdarip olduğum bu koşullanmayı biraz daha açmak istiyorum.Bizi buna iten nedir mesela?Olmak istediğimiz kişilik,benimsediğimiz ahlak ve moral değerler,inançlarımız,görüşlerimiz,tanrıya dair düşüncelerimiz nasıl hasıl olur;bunu bizler kendi çabalarımızla mı bir kalıba sokuyoruz,yoksa bizim dışımızda bir güç tarafından mı bize veriliyor.Bu güç nedir?Sadece maddeyle açıklamak mümkün mü?Her şey maddeden ibaretse,bu bizi maddelerin bileşimden basit bir robota indirgemez mi?Ki böyle bir robot olmadığımız ortada,zira kuşatıldığımız manevi dünya,peşinden koştuğumuz ahlaki ve moral değerlerin bir robot işi olmadığı açık.Her şey bir yana insanın düşünme kabiliyetine ne demeli?İnsana dair henüz çözülememiş bilinmeyenleri sorgulayan,buna kafa yoran birinin tanrıya inanıp inanmadığı konusunda nasıl bir kritere ulaşabiliriz?Her bir sorgulama “inanan”için bir kuşkuya,”inanmayan”için de tanrıya ulaşma ve tanrıyı keşfetme yolu olamaz mı?
Neyse bu mevzular çok derin ve şahsen beni aşar.Fakat ben insanın ne olduğu ve kendisini nasıl tanımladığından çok,nasıl hissettiğinin inancı belirlediğini düşünüyorum.
Yazan:Mert ŞENGÜL Tarih: Eki 12, 2010 | Reply
Herşey bir sanrıysa ve bu sanrılar dünyasında mücadele edebiliyorsak (rüyadan farklı olarak), o zaman ne önemi var ki?
Dahası böyle bir şeye inanıyorsanız maddesel olmayan şeylere inanabiliyorsunuz(kanıtlanamayan şeylere) demektir ki bu durum dinlerin (ve doğaüstü şeylerin) olması mümkün demektir. Bu durumda da dini bir inanç sahibi olmak oldukça mantıklıdır. Açıkçası mantıklı hiçbir dinin de şu idealar dünyasını savunduğunu zannetmiyorum. O halde idealar dünyası diye birşey yoktur.