Demokrasiye Bahaneler Tükenmez, Tezgâhlar da!
By Talha Can on Oca 21, 2008 in Makale
Türkiye’nin yeni dönemde atlatacağı sıkıntılar -inşallah- doğum sancısı olarak isimlendirmek siyaseti umutla okumak adına rahatlatıcı bir teskere gibi geliyor insana. Gelecek hakkında hüsnü niyetle yaptığımız yorumlar biraz da geçmişte yaşadığımız olaylardan Türkiye’nin alnının akıyla çıkmış olmasından kaynaklanıyor. Ülke gündemini sıcak tutan ve sırf ortalığı karıştırmak için tezgâhlanmış planların aktörlerinin elinde patlamış olması, hatta bazen komik haller alması ve en önemlisi de halkın bu planlara ve aktörlere artık kanmaması; 21. yüzyıla ümit dolu bir “take-off”la başlaması için önemli işaretler…
Sözü, yıllardır ve son günlerde gündemin sıcak maddesi olan başörtüsünün yasak tutulmasının hukuki bir dayanağının olup olmadığı ve türbanın serbest bırakılması gibi demokratik bir durum için gizli iktidarın ne gibi tezgâhlar peşinde olacağına getirmek istiyorum.
Başörtüsünün serbest bırakılması hakkında yazılmadık, konuşulmadık şey yok neredeyse… Üstelik durum çok açık ortada. Fakat siyaset ve medya platformunda yapılan tartışmalarda, rejimin muhafızlığına soyunmuş vesayetçilerin birkaç argüman ileri sürdüklerini söyleyebiliriz. Birincisi, başörtüsünün siyasal bir simge olduğu, ikincisi üniversitelerde başörtüsünün Anayasa Mahkemesi kararı ile yasaklandığı, serbest bırakılmasının hukuki bir yol olamayacağı, üçüncüsü ise şayet türbanın serbest kalması durumunda üniversitelerde kutuplaşma ve gerginlik olacağı üzerine üfürükten tayyare bahaneler…
Başörtüsü Simge midir?
Başörtüsünün üniversitelerde bulunmasına karşı hayati dava edinenlerin argümanlarına göre başörtüsü siyasi bir simge ve laik rejimin yıkılması için bir başlangıç noktası. Ne hacet! Ortadaki gerçek şu; elitlere göre, evet başörtüsü bir simge ama siyasi değil dini bir simge… Korkularını siyasi kılıfla yeni bir hale sokarak müdafaaya girişiyorlar. “Dine karşı değiliz”, “Kur’an’a karşı değiliz” derler ama din karşısında, Kur’an karşısında daimi bir engel olarak nüfuz ederler…(1) Din, yıllardır çevre-merkez çatışmasının temel kulvarlarından olmuştur. Bir taraftan bu temel hak ve özgürlük demokratik çerçeve ile talep edilirken diğer taraftan baskı altında tutulmaya çalışılmış adeta bir dava haline getirilmiştir. Aslında bütün meselenin özü de budur. Bu sebeple elitlere göre başörtüsünün siyasi bir simge olacak olması yahut olması bir anlam ifade etmemekte, dindar insanlar tarafından takılması önem taşımaktadır.
Başörtüsünü tartışmalardaki sorun adına, gerçekte ne anlam ifade ettiği, siyasi ve sosyal açıdan reel anlamda, elitlerin niyet okumalarından daha çok başörtüsü takanların gerçek niyetleriyle reaksiyon bulacağı için aktif olacak görüşün başörtüsü takanların niyetlerinin olacağı kanısındayım. Yani cevabı başörtüsü takanların vermesi daha mantıklı duruyor. Peki, başörtüsü takanlar türbanı siyasi mi yoksa dini bir simge olarak mı niteliyor. Hiçbiri… Çünkü başörtüsü ne bir siyasi simgedir ne de dini bir simgedir; başörtüsü dinin gerekli kıldığı bir durumdur, bir ibadettir… Bir Hıristiyan’ın haç kolye takması, bir Müslüman’ın hilâl kolye takması dini bir sembol olabilir ama başörtüsü böyle değildir. Namaz kılmak dini bir sembol, bir propaganda aracı mıdır yoksa bir ibadet mi? Başörtüsü de aynı şekildedir… Başörtüsünü siyasi simge olarak niteleyenleri mantığa davet ediyorum; siyasi bir simge olacak başörtüsünü bir gün takarsınız, bir hafta takarsınız, bir yıl takarsınız… Ömür boyu başörtüsü ideolojik bir zihniyetle takılabilir mi? İdeolojik bir sabrı niye sadece bayanlar göstersin, üniversite eğitimini bir insan neler için feda edebilir, bunu salt bir siyasi amaçla tanımlamak abes değil midir?
Başbakanın açıklamasını ise gayet açık buluyorum. Kimi kesimler dil oyunlarıyla buradan bir medet umsa da aslında söylenmek istenen basit ve netti. “Velev ki” manası itibariyle konuyu da iyi açıklıyor oysa… Nihayetinde liberal demokratik bir ülke de haç veya hilâl bir kolye siyasi simgeler olsa takmanın ne gibi bir sakıncası olabilir veya sınırlandırılabilir? Yani siyasi simgeler sınırlandırma içerisine alınamazken, zaten simge olmayan bir şey nasıl siyasi simge olarak nitelendirilip sınırlandırılabilir? Başbakanın sözünden şunu anlarım; elitlerin başörtüsünün serbest bırakılmamasına bahanelerinden biri türbanın siyasi simge olduğu safsatasıdır, iyi de demokratik bir devlette zaten siyasi simgeler serbesttir, türban siyasi simge olsa ne olur?
Hukuk Denilince Lastik Anlamak…
Tartışmalarda yasağın hukuki dayanağı olarak YÖK Kanunu Ek-17 ve bunun hakkında Anayasa Mahkemesinin aldığı karar ve AİHM’nin Leyla Şahin Davası öne sürülüyor. Peki, durum hukuki açıdan gerçekten böyle mi? Kesinlikle hayır! YÖK Kanunu Ek-17’de “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak şartıyla yükseköğrenim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” deniliyor. Peki, üniversitelerde başörtüsünün yasak olmasının sebebi ne? Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karar… Yalnız burada hukuki bir dayanaktan bahsetmek mümkün değil. Anayasa Mahkemesi bu kanunu Anayasa’ya aykırı bulmadı ve iptal etmedi. Ama dedi ki “bu kanun üniversitelerde başörtüsünün serbest olduğu şeklinde de yorumlanamaz.”
Yani en nihayetinde yorum yoluyla bir yasak var! İşte en fason durumlardan birisi burası; yorum yani “karar” yoluyla temel hak ve özgürlüklere getirilmiş yasak bir kere temel haklara ilişkin kanunlara aykırı, anayasacılığın özüne aykırı, Anayasa’ya aykırı… Anayasa’nın 13. maddesince “Temel hak ve özgürlükler ancak kanunla sınırlandırılabilir.” AİHM dâhil hiçbir mahkemenin kararı ile temel hak ve özgürlükle yorumla sınırlandırılamaz. Anayasa Mahkemesi ancak kanunların getirdiği sınırlandırmaları Anayasa’ya uygunluğunu denetleyebilir. YÖK Kanunu Ek-17’de belirtilen hükmün yasaklamasına destek olabilecek bir kanun da mevcut değildir. Yürürlükteki hiçbir kanun üniversitelerde kılık ve kıyafeti yasaklamamaktadır.
Ne Anaysa Mahkemesi’nin ne AİHM’nin ne de idare organlarının yürütmeye sokacakları kararlar birer kanun hükmünü taşımamaktadır. Nihayetinde başörtüsü yasağı mahkeme içtihadı ile oluşturulmuş meşru olmayan bir yasaktır. Üniversitelerdeki idari yasaklama tam bir hukuki rezalettir, çünkü hiçbir idari düzenleme ve yönetmelik kanunun öngörmediği temel hak ve özgürlüklere ilişkin sınırlandırma getiremez. Bu durumda Anayasa’nın 13. maddesine aykırıdır. Başörtüsünün serbest olması adına hukuki yolların meşru olamayacağını savunanlar aslında büyük bir ünlemi görmezden gelmektedir; o da zaten başörtüsünün yasak olmasının yasal bir dayanağının olmadığıdır.
AİHM’nin Leyla Şahin kararına gelince; az öncede belirttiğim gibi kanun haricinde temel hak ve özgürlükler sınırlandırılmaz. Uluslar arası hukuk platformunda normların yaptırımı ve bağlayıcılığı için belli standartlar aranmaktadır. AİHM’nin Leyle Şahin kararı “Jus Cogens” bir duruma örnek değildir. Bu kararı başörtüsünün serbest bırakılmasına muhalif bir engel olarak bahsetmek hukuki ve hatta siyasi bir hatadır, Türkiye’yi bağlayıcılığını savunmak bir safsatadan ibarettir. Devletler, AİHM’nin ihlal bulmadığı kararlar sonucu tam tersi uygulamalara gidebilmektedir. Bunun sayısız örneği de vardır ki uluslar arası hukukta bir yapılageliş örneği olarak da verilebilmektedir. Leyla Şahin Davasına benzer bir örnekle açıklayalım; 1970lerin başında İngiltere motosikletlerde kask kullanımıyla ilgili bir kanun çıkarır.
Bu durum Sihler tarafında büyük bir tepki ile karşılanır. Çünkü Sihler dini inanışlarından dolayı kafalarına kavuğa benzeyen büyük bir aksesuar takarlar. Motosiklete binerken de bunu çıkarmamak için kask giymeyeceklerini söylerler ve bu kanundan muaf tutulmak için İngiliz mahkemelerine başvururlar. Mahkeme Sihlerin aleyhine karar verince bu kez Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na giderler ve Strazburg’dan da aleyhte karar çıkar, mahkeme genel sağlığın ve düzenin sağlanması adına İngiltere’yi haklı bulur. Ama İngiltere bu karara rağmen yeni bir düzenleme yaparak, ek madde çıkarır ve Sihleri bu kanundan muaf tutar. Zannederim bu örnek(2) neredeyse aynı gibi duran Leyla Şahin Davasının Türkiye’yi bağlayıcılığı konusundaki soru işaretlerini ortadan kaldırmıştır.
İkinci Erke Vakası; Fiziğe Aykırı Bileşik Kaplar
Gelelim bir diğer masala… Başörtüsü üniversitede serbest bırakılırsa kutuplaşma ve çatışma olurmuş. Başını örtenlerin sayısı arttıkça başı açık olanlar üzerinde baskıcı bir tutum sergileyebilirlermiş. Heh tamam, sırf bu yüzden serbest bırakılmasın! Bu nasıl bir anlayış, tahminlere dayalı bir hak ihlalinden başka bir şey değil. Güvensizlik üzerine kurulmuş bir bakış açısıyla peşin yargılama ve yasaklama… Tut ki böyle bir durum söz konusu, Anayasa’nın 14. maddesi ne güne duruyor. Hakların kötüye kullanılmasını yasaklayan bir kanun var.
Konunun bir diğer boyutu ise sosyolojik bir gerçeklik var ortada. Güven duymadığınız kesimi neden bayanlarla sınırlı tutasınız ki? Zararın neresinden dönsek kardır mantığı… Böyle bir baskıyı ancak bayanlar mı kurabilir, Cumhuriyet mitingleri mi bu? Tersinden baksalar, şu durumda başı açık olanlar başı kapalı olanları aynı ortamda bulunmaya, buna izin vermeye tenezzül etmeyerek bir baskı altında tutmuyorlar mı? Eğitimlerinden mahrum olan kesim baskı altında tutulmuş olmuyor mu? Ortada eşitlik dahi yokken nasıl olurda baskıdan söz edilebilir? Madem zihninizde bir bileşik kap oluşturdunuz, bari rolleri adil dağıtın, kim kime bu durumda baskın gelir?
Coming Soon: Üniversitelerde Gerginlik ve Çatışma
Üniversitede tahminlerle film edilen çatışma hakkında konuşmak, bunun olmayacağını ikna etmeye çalışmak boşa, burada dikkat edilmesi gereken husus şu, gizli iktidarın yeni oyunu “geliyorum” diyor. Yıllardır bu konuda mağdur olanlar “acaba, bu defa?” diye kendi kendine soru sorarken, gizli iktidar buna karşı bir “cevap” arıyor. Cevap mı, dertlerinin dermanı “kaos”. Üniversiteler hakkında böyle tahmin yürütmek A değil B Planının bir parçası. Yani bu bahanelerle başörtüsünün serbest kalmasının engel teşkil edilemeyeceğini onlarda biliyor.
Maksat net, kısa devreye zemin hazırlamak. Üniversitelerde başörtüsü serbest olur, türbanlılar özgürce eğitim görmeye başlar… Bir bakarsınız 20. yüzyılda kalan Fadime Şahinlerden 21. yüzyılda da varmış… Ömründe türbanı eline almamış üniversiteli bir hanım kız takar türbanı, alır eline yeşilli kitapları, tam da kamera düzeni filan kurulmuşken gider üniversite girişinde kendigillerine çakar bir tokadı, bir de hak yola davet etme haykırışları falan attı mı al sana “Biz demedik mi ya hu, üniversitelerde gerginlik olur, türbanlıların sayısı arttıkça baskı kurarlar, laik eğitime faul durumlar patlak verir, üniversiteler bilimsel bağımsızlığından ödün vermeye başlar, cemaatlerin yuvası haline gelir, demedik mi ha, siz hiç akıllanmayacak mısınız, ağabey sözü dinleyecek misiniz? Tamam, tamam olmayacak böyle; iptal iptal, tekrar eski düzen, hemi de uzun yıllar bir daha bu mevzuu konuşmak yok, olanlara siz de şahitsiniz!”
İnşallah bu tezgâhlar da öncekiler gibi tutmaz… Tabi öncesinde bu film inşallah vizyona girmez…
•(1) Nedim Hazar, 19.01.2008 Zaman’daki köşe yazısında bu konuyu gayet güzel açıklamış…
•(2) 23 Eylül 2007’de TV 8’de yayınlanan Sağduyu adlı programda AK Parti Grup Başkanvekili Sadullah Ergin’in, Prof. Dr. Zühtü Arslan’ın ve Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’ün katılımıyla gerçekleştirilen tartışmada başörtüsü yasağının hukuki meşruiyeti ve AİHM’nin kararı inceden ele alınmıştı. İngiltere’deki Sihlerle ilgili bu davayı Prof. Dr. Zühtü Arslan, Leyla Şahin davasına bir örnek olarak göstermişti.
Kitap tanıtan kitap 1
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası
Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen, fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:MY Tarih: Oca 24, 2008 | Reply
ACABA TÜRKiYE ELLERiNi YIKAYABiLECEK Mi?
RADIKAL’den bir haber
Darbecilere operasyon
Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz ve Fikri Karadağ dahil, gazete bombalamaktan Danıştay baskınına, ölüm yemini ettirmekten Dink cinayetine kadar birçok olayda adı anılan 33 kişi sorgulanıyor…
Darbe ortamı yaratmaya çalışan ‘ulusalcılar’ gözaltında
40 adrese baskın
İstanbul, Bursa ve İzmir’de 40 kadar adresin basıldığı operasyon, Ümraniye’de bulunan bombalara dair soruşturmanın küllenmediğini gösterdi. Danıştay baskını, Cumhuriyet gazetesinin bombalanması ve Dink cinayeti arasındaki olası bağın aydınlatılacağı umudu da doğdu, zira yakalananlar, tüm bu olaylarda adı geçen ünlü ulusalcılar…
Avukat yok
Emekli Tümgeneral Küçük, avukat Kerinçsiz, Mersin’de silahla öldürme yemini ettiren Kuvayı Milliye derneği yöneticisi emekli albay Karadağ, Hayal’in avukatı Turgut, Susurlukçu Hoştan gibi 33 ismin sorgusu, operasyonu yöneten savcı Öz’ün denetiminde. Avukatlara görüş izni de verilmedi.
Arka plan
Operasyon, emekli Binbaşı Tekin ve emekli Astsubay Yıldırım’ın tutuklandığı Ümraniye dosyasındaki sekiz aylık teknik takibin sonucuydu. Bulunan bombaların Cumhuriyet’e atılanlarla aynı seriden olduğu belirtilmiş, Danıştay tetikçisinin Küçük ve Tekin’le bağına dair delil bulunmuştu…
Tamami için:
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=245286
Yazan:alperen gürbüzer Tarih: Oca 29, 2008 | Reply
SİVİL İNİSİYATİFİ ÜSTLENMİŞ İKTİDARDAN HADİM DEVLET’E
ALPEREN GÜRBÜZER
Ülkemiz, çok hızlı bir süreç yaşıyor. Bu sürecin bir çok sancıları beraberinde taşıdığı da muhakkak. Bütün bu sancıların gücünü halkdan alan sivil katılımcı hakiki devlet anlayışı ile çözüleceği inancındayız.
Çok karmaşık bir süreç içindeyiz. Bu kördüğümü çözecek sivil toplum, sivil katılım ve sivil inisiyatif gibi unsurları ile mecz olmuş ‘sivil iktidar’ hal yoluna koyabilir. Klasik devlet modeli ile meselelerin üstesinden gelinemez. Çünkü önümüzde daha da globalleşen bir dünya sözkonusu. Bulunduğumuz coğrafyamızın ötelerine taşıyacak uygulamalar göstermek zorundayız. Aksi taktirde daha da küçülen, dış dünyaya kapalı, sürekli iç ve dış olayların etkisiyle didişen bir Türkiye oluruz. Sivil örgütlenmeyi tabandan tavana yapılan bir mekanizma ağına göre biçimlendirmeli ve bu yönde çalışmalarının hızlı bir şekilde pratiğe geçirilmesi gerekir.
Jeopolitik alandan jeoekonomik alana geçiş sürecinde, güçlü sivil iktidar ağına ihtiyaç var. Jeoekonomik alan, çok geniş bir alan, uluslararası rekabetin mali sermayeyle ölçüldüğü, gücün uluslararası pazarlardaki konumumuza göre belirlendiği bir sahadır çünkü. Gümrük Birliği olayı, Türkiye’yi ister istemez jeopolitik sahadan jeoekonomik alana daha da itmiştir. O halde sivil inisiyatif üstlenmiş iktidar, projelerini ekonomik bütünleşmelerin yaşadığı ve pazarların büyüdüğü dünyamızın şartlarına göre ayarlamalı. Artık devletimizin sınırlarını coğrafi faktörlerden ziyade, ekonomik ilişkiler belirliyor. Milletlerarası ekonomik ilişkilerimizde geldiğimiz nokta, bizim güçlü bir devlet olup olmadığımızın göstergesi oluyor. Tutarlı bir sivill iktidar ruhu ile, milletlerarası ekonomik alanda, müreffeh bir toplum olabiliriz pekala. Sivil ve katılımcı anlayışa sahip iktidardan anladığımız; toplumun refah seviyesini dünya standartları seviyesine çekecek iradeyi sergilemisidir. .
Ekonomik rekabetin yaşandığı, mali sermayelerin hızlandığı global pazarların, birlikte büyüdüğü alanlar çatışmaların ve terörizmin azaldığı yerlerdir. Çünkü ekonomisini dünya rekabetine göre ayarlamış ülkelerde sosyal tabanlı militanlaşma eğilimleri yok denecek kadardır.
Ülkemiz, jeoekonomik sahalara sıçradıkça bir takım menfaat odakları ve güçler bu gelişen süreci durdurmak için cinayetler ve terör hadiseleri tertipleyebilmektedirler. İçinde bulunduğumuz sancıların temelinde yaşadığımız süreci tersine işletmek isteyenlerin engellemelirinden kaynaklanıyor.
Toplumdan uzak ve dışa kapanık devlet, hantal devlet diye tarif edilir. Dünya ile bütünleşme derken, tabi ki kimliğimizi inkar etmek değildir, bilakis ‘hadim devlet’ anlayışı ile hareket etmek demektir.. Türkiye, güçlü bir devlet olmak istiyorsa toplumun fonksiyonel değerleri ile süslenerek uluslararası finans ve ticaret rekabetinde yer almalıdır. Devamlı tekleyen ya da dünya gerçeklerini ıskalayan bir devlet değil, sürekli ekonomik, ticaret ve finans üreten çağ atlatan devlet bizim kabulümüzdür. Çünkü, genlerimizde mevcut olan gelişmecilik ruhumuz buna zorluyor, başka çaresi yok.
Hadim devlet ve Sivil inisiyatif üstlenmiş iktidar yapılanmanın işaretlerinin görülmesi ümidimizi tazeliyor.. Halkının hizmetine koşan devlet, ancak topluma ayna olabilecek enformasyon ve müesseselerinin sağlıklı işlemesiyle ayakta durabilir. Türkiye dünya coğrafyasında konumu itibariyle büyük bir güç, ama hala gücünün farkında değil. Yıllardır Sivil inisiyatif üstlenmiş iktidarlar gerçekleşmediğinden dolayıdır mali sermayeye sahip olamamışız. Sivil iktidar anlayışı geliştikçe mali sermayenin oluşacağı muhakkak, bu noktada dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü bazı çevreler sivil inisiyatif üstlenmiş iktidarın küresel boyutta mali sermaye girişimlerinden rahatsız olacaktırlar elbette. Oysa yeterli mali sermayenin eşiğine geldiğimizde, ya da kişi başına milli gelir seviyemiz onbin dolarları bulduğunda hadim devlet bilincine daha da erişmişiz demektir. O zaman, bölgesel gücümüzün yanına ilave olarak yeterli mali sermayeyi yerinde kullanabilecek sivil inisiyatif üztlenmiş iktidarlarla ancak bir ‘güçlü devlet’ gerçekleştirebiliriz.. Türkiye, hızla bu süreci işletmeli, başka yolu yok. Eğer bölgesinde gözde devlet olmak istiyorsak bu kaçınılmaz.
Daha henüz tamamıyla sivil inisiyatif üstlenmiş iktidar yapılanması gerçekleşemediğinden , coğrafyamızda cereyan eden olayları çözmekte zorlanıyoruz. Bürokratik engeller sivil inisiyatif ruhunu törpülüyor maalesef. Hadim devlet ve halkı ile bütünleşmiş iktidar, kendi enformasyon mekanizmalarını işleterek, özlenen güveni ve refahı vereceğine inancımız tam..
Yıllardır sivil inisiyatif üstlenmiş iktidar yapımız olmadığından, devlet sürekli bir takım gerçekleri toplumuna açıklıyamıyordu. Yani devletin emrinde olan tüm enformasyon mekanizmalarını rahatlıkla manipüle edilebiliyordu. Bu tür uygulamaları Osmanlı da ‘’Hikmet-i hükümet’’ mucibince yapıyordu, ama devlet-i aliyye tebaasına güven verebiliyordu. Osmanlı’nın kendi yaşadığı şartları göz önüne alındığında yaptığı doğruydu. Çünkü toplumun bütün unsurlarıyla barışıklığı sağlamış devlet vardı ortada. Türkiye’de zaten Osmanlı’dan miras kalan hikmet-i hükümet çizgisini uyguluyor, fakat halk devletine tam olarak güvenememiş durumda, sadece olanları izlemekle yetiniyor.
Devletin kendi emniyeti için bazı gerçekleri gizli tutması gerekiyor deniliyor. Doğrudur, bütün dünyada böyledir. Ancak mesele şurada düğümlüdür; toplum hergeçen gün devletin tepesinde bulunan devlet erkanına güvenini yitiriyor. Güvensizlik sendromuna itilmiş toplum, ister istemez özgürlük adına devletten açıklık ve şeffaflık istiyor.
Böyle bir ortamda komplo-teorilerinin gırla gitmesi normal. Siyaset biliminde, devletin kendi iyiliği için açık olmamasına ‘’Raisan d’Etat’’ denir. Osmanlı’da bu kavramın tam karşılığı olmasa da, yukarda da ifade ettiğimiz gibi , ‘’Hikmet-i hükümet’’ denilirdi.
Bizim bugün sıkça söylediğimiz sivil inisiyatifi üstlenmiş iktidar anlayışını, devleti aliyye’nin kendi çağı içinde uyguladığı siyasetin bir değişik benzer örneğini, bugün de çağımızın şeffaflık anlayışı çerçevesinde hikmet-i hükümet olmaya mecburuz. Hikmetimiz, kerametimizde değil, ufkumuzda, yani sivil toplum unsurlarının katılımı ve refah seviyesinde yaşanılır ortamın doğması tarzında lüzumlu kılıyor. Osmanlı, yüzyıllarca Hikmet-i hükümet prensibini hiç kimsenin diline, dinine, mezhebine ırkına bakmadan hoşgörüyü esas alan bir siyasetle uyguladığı için başarılı bir devlet ve üç kıtada adalet mümessili devlet olabildiler.
Devlet boşluğu, hükümet krizi, siyasi iktidarsızlık gibi bir takım sancıların özünde daha henüz müktedir iktidarın gerçekleşemeyişinden kaynaklanıyor. Dünyada, Asya, Avrupa ve Amerika’nın paylaştığı mali sermaye üçleminden birini tercih etmiş durumdayız. Bu üç grubun mali sermayeleri rekabet halinin yanısıra nerdeyse birbiri içine girmiş durumda. İşte bu uluslararası mali sermayede güçlü bir devlet yapılanmasını gerçekleştirecek halkının güvenini kazanmış Hikmet-i hükümet olmuş iktidarın varlığınıortaya koymalı. Yoksa dünyaya kapalı vizyonsuz devlet olmaktan kurtulamayız.
Bütün problemlerin üstesinden gelecek müktedir iktidar ve katılımcı devlet yapısını, vakit kaybetmeden pratiğe geçirmeli. ABD süper devlet olma özelliği ile en ufak terör hareketine karşı hemen güvenlik mekanizmalarına işlerlik kazandırabiliyor ve zaman zaman başarılı olabiliyorlarda. Süper devlet olmanın verdiği hava ile ABD için dış baskı gibi ayıplamalar söz konusu değildir ve olamaz da. Çünkü hem ekonomik olarak üstün hem de iç ve dış mekanizmalarını herdaim işletir durumdalar. Türkiye demokratikleşme yolunda daha henüz mali sermayesini yeterli seviyelere getiremediği için, insan hakları adına, özgürlükler adına vs. hem içerden hem de dışardan şamaroğlanı muamelesi görüyor, devamlı kınanıyor. Bir takım güzel kavramlar ve sloganlar ülkemize koz olarak kullanılabilmekte. Oysa bir zamanlar insan haklarını dünyaya biz göstermişiz. Şimdi ise her şey ters-yüz olmuş, bize öğretiyorlar. Fakat bu baskıları Suriye ve Irak’a uygulayamazsınız. Çünkü oralarda otoriter rejim sözkonusu, demokratikleşme sürecinde, tam anlamda müktedirliği yakalamış iktidar olmadığından, çırpınıp duruyoruz. Mutlaka hikmet-i hükümet siyasetimizi, içerde sivil toplum unsurları ile barışıklığını sağlamış, Ankara’nın derin koridorlarında oynanan oyunlara yem olmayacak azim ve kararlılığından vazgeçmeden yola devam edebilecek iktidarla sürdürmeli. Ancak bu anlayışla komplo-teoriler ağından kurtulabiliriz.
HADİM DEVLET ANLAYIŞI
Hadim devlet kavramına gelince;
Hadim hizmetkar demek. Yani halkın hizmetinde fisebilillah koşmak, halka hizmetin Hakka hizmet olduığunun şuuruna varmış devlet demektir.
Devlet, toplumun hadimi olmalıydı oysa. Ne yazık ki, şimdiye kadar ki uygulamalarda devlet daima toplumun önünde yer aldı. Devlet baba fikri kitlelerin ruhuna işlenildi sürekli. Her şeyi devletten beklemek duygusu geliştikçe, toplum inisiyatifini kullanamaz hale geldi, hatta kaybetti..
Osmanlı’nın o ihtişamlı dönemlerinde devlet hadim rolü ifa ettiği için, tebaa’nın devlete bakışı ‘’baba’’ tarzında gerçekleşmiştir. Hadimiyet şuurundan uzaklaştığımız devirlerde ise yöneticiler toplumun bu iyi niyet duygusunu istismar etmişler ve özel menfaatleri uğruna hem devleti, hem de toplumu kendi kişisel çıkarları doğrultusunda kullanan misyon üstlenmişlerdir.
Milli iradenin önünde en büyük engellerden biri de hala devleti ‘baba’ olarak telakki etmemizdir. Devleti baba görmek duygusu devlet baba geleneği şartlarında doğru bir kanaat olarak yerleşti içimize. Ama günümüz şartlarında aynı tutumu devam ettirmek, sivil toplum anlayışına terstir.
Yükseliş ruhunda idarecilerimiz icraatlerinde daima Allah’ı hatırlayacak çaba içerisinde idiler. Öyle devran geldi ki, Halife Abdülmelik, Hilafeti’nin başında: ‘’Bugünden sonra kim bana Allah’ı hatırla diyecek olursa başını kopartırım’’ diyerek söylediği sözlerin mana ve ruhuna uygun devlet mantığı ikame oldu. İşte bu noktada bitmek bilmeyen bunalımların sebebini aramamız gerekiyor. Hadimiyet şuuru zayıflayan yöneticiler, kendi emellerini hakikatmış gibi topluma dikte ettiler. Toplum ise koyun misali, olana razı seyir takip etti. Oysa, müslümanlar olarak ‘iman’ın yanısıra, ‘katılımcı demokrasi’ mücadelesi de vermeliydik.
Düşüncelerimizi, fiillerimizi hep bizim adımıza karar vermesini sandığımız bir takım güçlere teslim ediverdik hep. Böylece hürriyeti ve yaşamayı çobanlarımıza, itaati de biz sürülere tanıdık. Fertlerden yoksun devlet modelini, ‘devlet baba’ olarak algıladık. Devleti bir aziz, toplumu da güdülmeye has mekanizma görme anlayışımız bugünlere dek süregeldi.
Devlet şuurumuz, ferdi hürriyetlerle beslenmediği için, demokrasi tartışmaları da hiçbir zaman gündemden düşmedi. Başka ülkelerde tanınan demokrasi, maalesef İslâm dünyasında kök salamadı. Çoğulcu zihniyetin önüne geçen bir takım zinde güçler her ne kadar demokrat görünmeye çalışsalar da, kazın ayağı hiç de öyle değil. Bu ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmemek istiyorsak, mutlaka çoğulcu anlayışı bütün kurumlara yerleştirmek gerekiyor. Tahakküm eden birtakım zinde güçler suni gerginlikleri sağlayarak saltanatlarını devam ettirmekteler ve sivil inisiyatif gelişmeleri durdurmaya çalışmaktadırlar.
Baskıya dayalı devlet anlayışının yerine hürriyeti ön plana alan ve hadimiyet şuuru içinde hareket eden ‘hadim devlet’i ikame etmeli. İster Müslüman istersegayri müslim olsun mensup oldukları dinlerine göre yaşamasına imkan veren hoşgürü çerçevesinde hareket eden devlet modeli zaruridir. Çoban sürüsünün hizmetine ram olmalı ki, sürüden verim alınabilsin. Aksi takdirde çobanlar başımızda kurt olacaklardır.
Her kültüre ve her dine mensup zümrelerin, serbestiyet ortamında yaşamasının ancak ve ancak çoğulculukla mümkün olabileceğini bilmeliyiz. İhtilafların kaynağında genelde katılımcılık anlayışının ve bireysel özgürlüklerin olmamasından doğan sıkıntılar sözkonusu.
İslâmi kaideler, hiçbir kimseye veya toplumlara zorla kural dayatmaz. Vahiy ve sünnet, kişileri ve toplumları İslâmca yaşamaya zorlamaz. Bilakis, İslâm’ı yaşamaya imkan verecek manzumeleri ortaya koyar. Kabul etmek veya etmemek noktasında tercih insana verilmiştir.
İslâmın güya insanları tahakkümle müslümanca yaşamaya zorlamak yolundaki yanlış kanaatleri talihsizlik olarak yorumluyoruz. İslâmi prensipler, baskıya dayalı kaideler olmayıp, aksine imkan ve fırsat tanıyan hükümlerdir.
Devlet, tebaasını ister Müslüman, ister Yahudi, isterse Hiristiyan olsun, hürriyet ve hakemlik esasına göre idare etmelidir.
Tüm mesele, devletin devlet olma vazifesini layıkı ile ifa etmesidir. Devlet sadece asker besleyen, vergi toplayan, dış sınırlarımızı kollayan ve gerektiğinde savaşan mekanizma demek değildir. Toplumun taleplerine, katılımcılığına sahip çıkan bir aygıt gerçek manada hadim devlet demektir. Hür iradeye dayanmayan devlet ergeç yıkılmaya mahkumdur. Sosyal devletin temellerini şimdiden atmamız lazım.
Sosyal güvenliğini sağlamış, toplumun bütün katmanlarını kucaklamış, örgütlü toplumdan çekinmeyen devlet; ancak hadim devlet olarak nitelenebilir.
Devlet mekanizmasının, belli bir kesimin lehine dönmesi kabul edilemez. Herkesin ekonomik güvenliğinin sağlandığı ve sosyal güvenlik şemsiyesiyle hür bir toplum idame etmek mecburiyeti vardır. Sosyal güvenlik sistemini biran evvel hayata geçirilmesi için biran evveel gerekli adımları atmalıyız. Bu reformın uygulaması ancak politik mülahazalardan sıyrılan kadrolarla gerçekleşebilir.
Politize olmuş kadrolar birzamanlara KİT’leri arpalık olarak kullanıp, sosyal güvenlik kuruluşlarını da çiftliği sanarak, fakir fukaranın ve yetimin hakkını yemişlerdi. Ehil kimseler işbaşına getirilmeye başlanılması ile birlikte köstebekler yuvalarından çıkarılarak, rantiyecilerin yavaş yavaş temizlenmesi sevindirici. Bununladayetinmeyip A’dan Z’ye yapılanma sürecine hız kazandırılıp hatta en verimli güvenlik sistemlerinden olan ‘zekat müessesesi’ne benzer uygulamalara işlerlik kazandırılarak kara paralar temizlenmeli, yoksulların sevindirilmesi cihetine gidilmeli. Malum olduğu üzere Zekat en büyük sosyal güvenlik sistemlerinden biridir. Yeter ki, ehil kadrolar elinde bu tür kara para temizleme mekanizmaları işletilebilsin, gerisi kolay.
Kanunları tanzim ederken, hayatı gözönünde bulundurup, kaosa meydan vermemeli. Toplumu hesaba katan, ferdi hürriyetleri esas alan kanunlar, ‘hadim devlet’ olgusunun gereğidir. Toplumun gerçekleriyle bağdaşmayan kanunlar, baskıcı ve dayatmacı prensipler olmaktan öte anlam ifade etmez. Kanunlar ferdin vicdanı ile mutabık olmalıdır. Vicdan aslında subjektiflik içerir, kanun ise şeklidir. İkisi de aynı yolun, iki farklı yüzüdür diyebiliriz. Yani her ikiside dış ve iç gibidirler.
Kanun daha çok genele yönelik, vicdan ise ferde. Kanunların da dolduramadığı boşluklar var. İşte bu noktada vicdana iş düşmektedir. Tabii bu arada vicdanın biçimi de önemli. Bizim vicdandan kastımız ‘salim vicdan’ olsa gerek. Yani toplumun ruhuna uygun bir vicdan. Devlet kanunlarını tanzim ederken, mutlaka toplumun seviyesine ve ferdin vicdanını incitmeyecek düzenlemeler getirmesi gerekir. Aksi durumda, prensipler katılaşıp, anarşi ortamı doğacaktır elbet.
Ülkemizde gereği gibi hadim devlet anlayışı olmadığı için, ne vicdanlara yönelik kanunlar çıkartabiliyor, ne de suçların çoğalmasını önleyecek caydırıcı kanunlar ifa edebiliyoruz. Devlet, maşeri vicdanla barışık kaideler ortaya koymalı ki, toplumda makes bulabilsin. Toplumla barışık olmayan kanunlar çoğu kere müsvedde muamelesi görmektedir. Mutlaka ve mutlaka kanun ve vicdan ölçüsü şart.
Her türlü keyfiliğe son vermek hadim devlet prensibinin gereğidir. Memleketimizde herkes birinci sınıf vatandaş olmalı. Bu ülkenin nimetini de külfetini de paylaşanlar hukuk önünde eşit olmalı. Nimetinden yararlananlara ayrı muamele, külfetini çekenlere başka davranmak, hadim devlet zihniyetine ters bir durumdur. Aslolan kanunların toplumun beklentilerine cevap verebilmesidir. Hadim devlet mantığını, Türkiye’nin zihni omurgasına yansıtmalı. Ciddi ve şahsiyetli dış politika uygulamaları ile yeni nesillere güçlü bir Türkiye miras bırakmalıdır.
Ateş çemberinden çıkmış coğrafyamıza yeniden kendi hakikatine teslim olacak hadim devleti kazandırmak, biricik vazifemiz sayılmalı. Maziden geleceğe köprü misyonu üstlenecek, bütünlüğü sağlayacak sivil inisiyatifi üstlenmiş iktidar yarınlarımızın teminatıdır. Bahtsız ve karayazılı toplum olmak alınyazımız olmamalı. Üç kıtada hükmeden coğrafyadan ardakalan kısım bir asır öncesine nisbetle devede kulaktır geldiğimiz nokta. Yeniden ayağa kalkmak, yeniden dirilişe geçmek ve kendi rönesansımızı kurmak mecburiyeti vardır. Bu, temenni olmanın ötesinde misyonumuzun gereğidir. İdeallerimiz dış vechesiyle Kırım’a, Kafkasya’ya, Basra Körfezi’ne, Hicaz’a, Kuzey Afrika’ya uzanıyor, adeta Orta Avrupa’yı da içine alan bir hilale benziyordu. Ecdadımız bu geniş coğrafyayı şanına uygun tarzda sosyal adaletle senelerce idare etti. Vaktiyle bünyemiz yara alınca, hudutların her tarafında sancılar nüksetti. Yaşadığımız sancıya rağmen, ümitvarız gelecekten. Çünkü varolmuş duygusunu yitirmemiş, çağın gerçeklerini bilen aynı zamanda kimliği ile barışık gençlerinin faaliyetleri müktedir iktidarın gerçekleşeceği günleri müjdeliyor. Tabii bu arada varolmuş olmanın getireceği çileleri de peşinen kabullenmek zorundayız. Her medeniyet, büyük çileler neticesinde doğabilmiştir çünkü. O halde hakim devletten hadim devlete giden yolda ateşle oynamak da var. Yeniden bünyemizi tamir edip, çağlara kanatlanmalı. Rumeli’ni kaybettikten sonra dengesini yitiren devletimizi çalışan azalarına kavuşturmalı yeniden. Sadece toprak kaybetmedik, kaybolan bir tarih, bir ülkü, bir kültür, bir medeniyet söz konusu…
Sözün özü, hafızamızı yeniden kazanarak, hakim devletten hadim devlete geçip , yeniden misyonumuzu cihana yaymalı. Hadim devlet fikrine dün olduğu gibi, bugün de şiddetle ihtiyacımız var. Yeni nesil bu uğurda ümit kalelerimizdir. Vesselam.
HAKİM DEVLET Mİ, HADİM DEVLET Mİ?
Devlet toplumu kurallar manzumesi doğrultusunda merkezi hakemliği rolü ile idare eder. Eğer hakem değil de hakim olmaya çalışırsa, devlet totaliter yapıya bürünecektir.
Devlet baba geleneğini Osmanlı, İttihat Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde değişik biçimlerle topluma yansıttık. Şöyle ki; tarihi sürecimizde toplum-devlet ilişkimiz merkezidir. Yani toplum merkezden idare edilmiştir hep. Ancak Osmanlı’nın uygulamaları topluma güven verdiği için, merkezi anlayış toplum katmanlarında rahatsızlık vermiyordu. Devlet-i Aliyye tabanın hizmetine râm olmuş, halk devlet nezdinde efendi addediliyordu çünkü. Hatta devlet nizamında, belli mevzuatlarda tebaya özerklik dahi verilmişti. Farklı kimlikler, farklı mezhepler ve meşrebler birarada huzur içinde yaşayabiliyor ve farklılıklar hiçbir zaman narsisizme dönüşmüyordu. Osmanlı’da; toplum-devlet barışıklığı hadim devlet anlayışı ile tanzim ediliyor ve görünümde merkezi gibi görünse de devlet toplumun emrinde ve hizmetindeydi daima. Dolayısıyla hadim devlet felsefesi sayesinde toplum kendi içindeki ilişkilerini dizayn ettiği gibi, devletin de halkla olan ilişkileri hizmetkârlık ilkesi doğrultusunda tanzim ediliyordu.
Ne zaman ki, Osmanlı yükselişten gerileme sürecine girdi, o zaman hadimiyet duygusunun da erimeye yüz tuttuğunu müşahade ediyoruz. Hele hele bu durumu bütün açıklığı ile İttihat ve Terakki döneminde görmek mümkün. Cumhuriyet dönemi zaten ulus-devlet anlayışına göre yapılanmış ve felsefesi ise devletin millet üzerinde buyurgan olmasıdır. Sivil toplum ruhunun izlerini Cumhuriyet’in ilk yıllarında göremeyiz, uygulamada herşeyin devlet eliyle yapıldığı sürecin adıdır Cumhuriyet. Devlet biricik ülkü, biricik tayin edici ve mukaddesdir o yıllarda. Kelimenin tam anlamıyla tek hakim güç; devlettir. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir denilmesine rağmen, gerçek manada uygulamaya geçilememiştir.
Devlet mekanizması, gerek kültür, gerek ekonomi ve gerekse sosyal hayatın bütününü kendi hegemonyası altına alıyorsa karşımıza, ister istemez merkezi ve buyurgan devlet modeli çıkıyor demektir. Maalesef devlet baba geleneğimiz bu gerçekleri görmemize engel oluyor. Merkezi yapımızın asıl idare heyeti seçilmişlerden değil, tayin edilmişlerden teşkil ediyor. Siyasi partiler, milletin sesi olmaktan ziyade, tayin edilmişlerin kontrolüne girmiş teşekküller şeklinde rol ifade ediyorlar. Sivil inisiyatif programlarının uygulanmadığı sahalar hep böyledir. Devletin asıl sahibi millet olması gerekirken, karşımıza çembere alınmış devlet çıkıyor. Tayin edilmişlerin hükümranlığı hadim devlet modelinin biçimlenmesine engel oluyor. Merkezi yapımızın ara kontrol şebekeleri; yıllarca askeri bürokrasi ve sivil bürokrasidir. Devlet bu yapı itibariyle “yüksek askeri bürokrasisi” ve statükocu yapıya sahip gerek iç gerekse dışişlerini idare eden ‘’sivil bürokrasi’’ tarafından kuşatılmıştır. Bu sistem içinde milletin seçilmişleri, sadece çember içinde sıkışmış arabuluculardır. Sivil toplum siyasilerden talepde bulunduğunda, siyasilerin yapacağı aracı olmaktan başka birşey değil. Çünkü sistemin çarkları bu mekanizma içinde dönüyor. Sosyal bunalımların son bulması için, bu çarkı bertaraf edilip yeniden sivil katılımcı anlayışa göre yapılanması lazım. Eğitim sistemimizi yeniden gözden geçirerek, insan ve insanı hareket kaynağı olarak tanımlayan ve onu tartışan bir projeyi başlatmamız gerekiyor. Sivil toplum olgusunu her sahada hissedersek, Türkiye’de hadim devlet olgusunun nüvelerini herzaman görmemiz mümkün olacaktır. Toplumumuzun geleceği hakim devlette değil, hadim devlet espirisindedir.
Sivil inisiyatif programları yürürlükte olmayınca çözüm üretmek yerine, sürekli erteleyen mekanizmalar devreye giriyorister istemez. Ülke meselelerini örtbas eden, göç meselesini görmezlikten gelen ve rant ekonomisinin gidişatına dur demeyen bir hantal devlet yapımız sözkonusu idi..Devlet şimdiye kadar toplumu kanunlara uymaya mecbur ederken, kendi içindeki kokuşmuşluğu irdelemiyordu. Dayatmalar ve kurallar hep toplum içindir, kanunları toplumun isteklerine göre tanzim edelim diyen devlet ortada yoktu. Ta ki Tayyip Erdoğan ekibi gelinceye dek bu durum devam etti. Yinede herşeyin güllük gülüstanlık olduğunu belirtmek için henüz erken sayılır.
Hakim devlet anlayışının ya da derin devlet denilen mekanizmalarının ürettiği olumsuzluklar, kanayan yaraya dönüşüyor. Gerçek problemlerimiz sunileşerek iç dengeler içe, dış dengeler ise dış senaryolara karışıyor. Olan topluma mı oluyor? Yoksa sivil toplum olgusu hayal mi? Ortalık karışık, her taraf sis perdesi. Bize bu hayatı reva gören mekanizmalar sosyal barış yerine kriz üretiyorlar. Sanki birileri bundan büyük bir keyif duyuyor gibi. Sistemin yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Hemen hemen herkes tarafından dile getirilen sistemin kokuşmuşluğu ve devletin tıkandığı noktalardaki kısır döngüye son verilmeli. 12 Eylülde darbe yapan Kenan Evren bile sistemin artık tıkandığı, hatta eyalet ve federatif gibi konuların tartışılması gerektiği türünden beyanıyla, öyle anlaşılıyor ki hertürlü fikrin rahatlıkla tartışmaya açılmasından korkan birtakım derin mekanizmalar kendilerine ait statik düşüncelerin devamından yana tavır sergilemektedirler. Değişmemekte direnenler ne kadar direnirlerse dirensinler, değişim dünyanın her yerinde kendine oluk buluyor ve sonunda kazanan yine değişim oluyor. Toplum hor görülse de eninde sonunda sağ duyu galip gelerek, devlet her platformda sivil girişimleri destekleycektir elbet.. Devlet merkezinden üretilen krizler az zayiatlarda olsa bertaraf edilebiliyor. Türkiye zaman zaman belirsizliğe çekilmek istense de bunu başaramayacaklardır. Devlet-toplum barışıklığı er geç gerçekleşeceğine ümidimiz hala taptaze. O günler geldiğinde gerek iç ve gerekse dış mekanizmaların hevesi kursaklarında kalacaktır.
Daha genel manada meseleyi ele aldığımızda Türk toplumunda siyasete yansıyan mekanizmalar çürümüştür. Acilen devletin yapılanması ve bir dizi problemlerin çözülmesinde seferber olacak anlayışın yerleşmesi gerekiyor. Çok boyutlu düşünme diye derdimiz olmalı. Ne yazık ki, toplumun iradesi siyasi mekanizmalar veya diğer derin devlet mekanizmalarınca manipule edilmektedir.
Tam bir iflas etmiş sistemden söz etmek iddiasında olmasak da, gidişatımızın iyi olduğu da söylenemez. Yaşadığımız kriz ortamından çıkmanıın yolu hakim devlet zihniyetinin yerine hadim devlet prensiplerini ikame edecek mekanizmalar oluşturmaktır. Milletin yönetimde söz sahibi hale gelmesi için sivil katılımcılık seferberliği başlatılmalıdır.
Menfi duruma rağmen toplum kendi içinde sentez üretebiliyor. Bu üretkenlik toplumumuzun siyasilerin önünde olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor. Sivil anlayış daha da yerleştikçe, toplum iradesinin siyasete yansıyan kanalları açılacaktır. Sivil oluşumlar siyasetle şimdilik bağ kuramasa da hiç olmazsa şimdilik kendi vazifesini yerine getiriyor, bu nokta da önemlidir. Hele hele 1980’lerden işleyen demokratikleşme çabaları süreci içerisinde toplum kendi sivil söylemlerini dile getirebilmeyi başarabilmiştir..
Toplum İslâm’ın sadece vicdanlara has bir olgu olmadığının ve ibadetin dışında dinimizin sosyal hayatın her safhasında ibadet şuuruyla çalışılması gerektiğinin farkına vararak, artık halk bundan böyle dünyadan uzak hayatını dört duvar arasında geçirmeye niyetli değil, bu önemli bir gelişmedir. İslâm ve toplum, İslâm ve siyaset ilişkileri denilen olayla karşı karşıyayız. Mütedeyyin halkımızın yönetilen durumdan yöneten durumuna geçme çabası çağımızın en büyük hadisesidir. İslâm’a gönül vermiş kesimlerin gerek toplum, gerek siyaset ve gerekse kültürel alanlarla bağlantı kurmasıni önemli buluyoruz. Türkiye insanı, her geçen gün farklılıklarla tanışarak yönleniyor ve değiştiriyor kendisini. Kendini ifade edemeyen ve taleplerini siyasete yansıtamayanlar ise içe kapanıyor. Devlet bu içe kapanık kesimlere kucak açması gerekirken, aba altından sopa göstermeyi huy edinmiş adeta, Kronikleşmiş bu uygulamalarla o insanlar devlete kazandırılamıyor aksine düşman hale itiliyor. Böylece toplum-devlet kopukluğu nüksediyor. Farklı nüanslar hem devletle hem de toplumun bazı katmanlarında hala problem olmaya devam eden bir mesele. Eğer buyurgan (hakim) devlet yapılanması yerine, hakem ve hizmetkâr devlet biçimlenmesi söz konusu olsa idi, farklılıklar narsisizme dönüşmeyerek zenginlik doğacaktı. Birbirinden kopuk narsist grupların türemesinin nedenini hakem devletin olmayışına bağlamalıyız. Bu büyük boşluk ister istemez topluma pahalıya mal oluyor. Şiddet zemini buyurgan fermanlarla daha da koyulaşarak teröre yol açmaktadır. Toplumsal kutuplaşmaların temelinde hadim devletin olmayışı yatıyor.
Türkiye’de alışık bildiğimiz sözde özgürlükçü partilerin varlığı veya anti demokratik faaliyetleri sayesinde, ya da İktidara gelen partilerin tüm toplumu kapsayacak icraatler yerine, devlet nimetlerinin dağıtıldığı bir sistem var. Bu sistemde toplumun iradesi hiçe sayılıp, devletin topluma buyurgan tavrı ve dayatması sözkonusudur. Sistem çözüm üretmiyor, aksine çözümsüzlüğü işliyor. Sahnede var olan veba sistemsizliktir. Oysa bu duruma seyirci kalan liderlik sultasının kurbanı milletvekilleri, biz, siz, hemen hemen herkes bu işde büyük bir vebal taşıyor.
Farklı nüanslar, farklı talepleri doğuruyor. Farklılıkların ahenk içinde yaşamaları için hiç bir toplumsal projemiz yok gibi. Derin devlet mekanizmaları merkezi hakim rolü ile farklılıkları resmi söylemle hizaya çekmeye çalışıyor. Devletin ideolojisi olmaz, ideoloji ferde ait oysa. O halde devlet hadimiyet bilinciyle farklı alt kimlikler karşısında hakem rolü üstlenmelidir. Bu alanda hakemlik refleksleri geliştirerek, toplumun ürettiği fikirlere ve sembollere katkıda bulunmalı. Böylece devlet toplumun tüm katmanlarında gerçek yerini alarak doğal güvenlik şemsiyesi oluşturacaktır. Aksi taktirde devletin hakemsizliğinden dolayı toplumu devlete karşı düşmanca bakmaya sevkedecektir. Toplumla ortak payda kurabilen devlet, ancak hadim devlet olmaya layıktır.
Farklılıklarımızı bölücülük olarak nitelemeden, farklılıklarımızla birlikte yaşamak ülkümüz olmalı. Birbirimizi artık anlayabiliyor, birbirimize önyargıyla yaklaşmıyorsak, toplum da devlet de sıhhat bulacak demektir. Karşındakini anlamaya çalışmak,insanlarla tanışmak, konuşmak, yaratılanı sev yaratandan ötürü düsturunca sevmek ve empatik yaklaşımda bulunmak demokrat olmak demektir. Aynı zamanda birarada yaşama kültürünün şuuruna varmanın adıdır demokratlık. İnsana saygı gösteren ve hareket noktası insan olan devlet herdaim demokratik nitelik kazanır. Sosyal denge ancak ve ancak demokratik katılımla sağlanır. Demokrasi lafla olmaz uygulama göstermek gerekir. Maalesef demokrasinin adı var, ama gerçek anlamda kendisi yok.
Çoğulculuğu sosyal hayata yaymalıyız. Çünkü yaşadığımız krizlerin temelinde tek tip görüşlerin hükümranlığı vardır. Ortak paydayı bulma yolunda engel monolog görüşlerin veryansına aldırış etmeden, çoğulculuğu ikame edecek yapılanmalara gidilmeli. Elitist oligarşik güçlerin ele geçirdiği devletin köşe başları toplumun iletişim kanallarını tıkamaktadır. Kaos ve karmaşa hali bu köşebaşlarından üretilen bir bardak suda fırtınalar koparma tarzında suni gündemler oluşturalarak gerçekleştirilmektedir. Tekelci devlet felsefesi, çoğulcu devlet felsefesi üretmediği için, ülke içinde suni krizler bitmek tükenmek bilmiyor.. Toplum-devlet, toplum-siyaset ilişkileri kopuk olduğu sürece bu durumun devam edeceği muhakkak. Ne zaman ki toplumun devlete güvenle baktığı ya da devletin toplumun her kesimine sıcak baktığı günler gelir, o zaman yarınlarımız aydınlık olacaktır.
Bütün meselelerin çözümü için hakim (buyurgan) ve hantal devlet yerine, hakem ve hizmetkâr devlet anlayışını yerleştirmek lazım. Vesselam.