Bir Soru, bir cevap. “Çağdaşlaşmak” ne demektir?
By T.Suat Demren on Oca 28, 2008 in Makale
Soru: Buraya kadar gelmişken şu “çağdaşlaşma” kavramı üzerinde de dursak? […] (*)
Cevap: Bu çağdaşlaşma kadar rezil, âdi ve katil bir kelime yoktur. Bu çağ neden Avrupa’nın çağı olsun? 1976 senesi Türklerin, Hintlilerin, Patagonyalıların, Fransızların, İngilizlerin birlikte yaşadıkları tarihtir. Bu tarihte çağ içi, çağ dışı nasıl olabilir? Yani çağ bir daire midir ki, bir kısım insanlar bunun içinde, bir kısmı da dışında yaşasın? Bu korkunç bir şey. Biz çağdaşlaşmayı kabul ettiğimiz andan itibaren biçâreliğimizi, elimizin kolumuzun bağlı olduğunu, efendimizin Avrupa olduğunu kabul etmiş oluyoruz.
Çağdaşlaşma diye bir şey yok. Herkes çağdaştır. Yalnız bu çağda endüstrileşmiş ülkeler var, endüstrileşmemiş ülkeler var. Zengin ülkeler var, fakir ülkeler var. Bunun çağla alakası yok. Belli bir tarihin sırtımıza yüklediği mirastır. İyi tarafları var, kötü tarafları var.
Çağdaşlık nedir? Atom bombası mı, fuhuş mu, rezillik mi, kapitalizm mi, sosyalizm mi? Çağın imtiyazı olan ve [ayırd edici] vasfını teşkil eden ne var? Sadece endüstrileşmek! Bazı ülkeler endüstrileşmişler, bazıları endüstrileşmemişlerdir. Binaenaleyh çağdaşlaşma tabiri sefil, zavallı ve âdi bir tabirdir ki, bizim komprador burjuvazi ve gecekondu aydınları tarafından bir afyon gibi damarımıza zerk edilmiştir.
Korkunç bir yalan bu. Hepimiz istesek de istemesek de çağdaşız. Aynı çağda yaşayan bu insanlar arasında bir kısmı endüstrilerini halletmiş ülkeler değildir. Sadece birtakım oyuncakları var ve zenginler. Yani bir insanın fakir olması, değersiz olduğunu nasıl ifade etmezse, bir milletin de fakir kalması, değersiz olduğunu ifade etmez. Hele çağın dışına katiyyen çıkarmaz. Sanki bu çağın bütün haysiyeti şerefi Avrupaya’ya aittir de, Avrupa’ya benzemediğimiz için biz çağın dışına çıktık. benim kanaatimce birçok bakımlardan Avrupa çağ dışıdır. Avrupa insanı bencilliği, katilliği istismar zihniyetiyle hem çağ dışı hem de insanlık dışıdır. Batılılaşma mefhumu vardır, kabul ederim. Çünkü hudutları bellidir. Hristiyanlaşmaktır yani. İsterseniz Hristiyanlaşın. Fakat çağdaşlaşma ne oluyor?
Tarihçilerimizin büyük hamakati var. Orta Çağ! Orta Çağ! Batı Orta Çağı yaşarken biz tarihimizin en şevketli zamanlarını yaşıyorduk. Hem nedir, bu namütenahi zamanı balta ile keser gibi çağlara ayırmak? Bu tasnifler çok çocukça ve Batlamyusvârîdir. Haddizatında çağdaşlaşma kelimesi Avrupa’da hiç kullanılmadı. Bunu bizim tatlısu Frenkleri uydurdu. Avrupa çağdaşlaşma değil modernleşme diyor. Çağdaşlaşma mefhumu dünyanın hiçbir dilinde yoktur bizden başka, Biz çağdaşlaşma diye kendimizi idama mahkum ediyoruz.
(*) Cemil Meriç ile Söyleşi’den. Konuşan: Mehmet Ali Ak. Pınar, Cilt: V sayı: 58, Ekim 1976
Kitap tanıtan kitap 1
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası
Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen, fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
23 Yorum
Yazan:snowqueen Tarih: Oca 29, 2008 | Reply
Suat Bey bu yazıyı niçin alıntıladığınızı açıklarmısınız?
Tayyip Erdoğan gibi “biz batının ilmini sanatını değil ahlaksızlığını aldık” deyip AB üyeliğini destekleyenlerdenmisiniz?
Ahlaksızlığın da ne olduğu bir muamma, batının ahlaksızlığından cımbızla “hristiyanlaşma”yı reddedip, ahlakı yatak odasına indirip, kapitalizmin, tüketim toplumunun yapısını alalım ama müslüman kalalım diyenlerden mi?
küreselleşme karşıtı mısınız mesela?
Yazan:knz Tarih: Oca 29, 2008 | Reply
elimde değil düzelteceğim.
insanlığın bilgi birikimi vardır. BU İNSANLIĞIN MİRASIDIR.
bu bilgi birikimi gözlemler, deneyler, deneyip yanılma, tekrar gözden geçirme ve tekrra deneme şeklinde yıllarca üst üste binerek gelişti.
bu miras insanlığındır tek başına bir kültürün değildir.
tekerleğin icadından beri her sene gelişir.
bilgi aratr. çağdaşlık bilginin en son geldiği
seviyiyi gösterir. bilgi o güne kadar nereye geldi ?
Dün kuduz açııs ile başlayan süreç bugün kuş gribi açısını zorunlu kılmakta, yoksa insanlığın başında bela olablir.
ben psikolojoji beğenmiyorum, ben virus nedir tanımıyorum diyemezsiniz.
yorumsuz olarak insanlığın bilgi mirasını kendi çocuklarınıza taşımak zorundayız.
o zaman kuduz açısını bulan yöntem nedir ?
onu bugüne taşıyacak bilgi çağdaş bilgidir.
ve insan haklarıdır. hiç bir yeni doğan bu insan hakkından mahrum edilemez.
Yazan:knz Tarih: Oca 30, 2008 | Reply
ben de çağdaş olmak, modernizm gibi kavramlardan rahatsızlığı analmalandıramıyorum.
bilimsel bilgiden ve aklın belirleyeci olmasından dolayı duyulan bir rahatsızlık herhelde.
çağın sorunları çadaş bilgi birikimin insana
nüfüz etmemesinden kaynaklanıyor.
zengilik için kyoto protokülünü imzalamayan Amerşke da çağdaş olamyabilir, kadınların biyolojik nedenlerle araba kullanmasının sakıncalı olduğuna hükmeden arabistan da.
çünkü çağdaş bilgi birikimi bize, kadınlarında karar verme yetilerinde erkeklerden farklı olmadığını göstermektedir.
yine çağdaş bilgi birikimi gelişmiş ülkelerin havaya saldıkları sera gazı salınımın doğal etkileri aştığını açıkça göstermektedir.
Yazan:blue Tarih: Oca 30, 2008 | Reply
Bati medeniyeti kusursuz degildir. Elbette alinacak guzellikleri ve alinmasi sakincali yonleri vardir. Baudrillard AKP’li degildi di mi mesela?
Yazan:T. Suat Demren Tarih: Oca 30, 2008 | Reply
@snowqueen
Bu sitede onca yazıp çizdiklerimden sonra bu yazıyı niçin alıntıladığımı halen anlamadıysanız bırakın öyle dağınık kalsın.
Medeniyetler etkileşimlerinde copy-paste yapmak zorunda değil.
Yazan:snowqueen Tarih: Oca 31, 2008 | Reply
Aklıma Leman’ın meşhur el işaretli Tayyip Erdoğan kapağı geldi.
“Batının”(!) piyasa düzenini, tüketim toplumunu, nükleer santralini, savaş sanayini destekle, AB yolunda ilerle sonra seni inciten sadece Hristiyanlaşmak ve bacak arası ahlakının gerilemesi olsun.
Cemil Meriç çok gerilerde kalmış, o fakir kaldığı için ‘çağdaş’ olmamasının değersiz yapmayacağını sandığı ülkelerdeki insanlar şimdi üç kuruş maaşlarıyla en lüks cep telefonunu alıp, Gucci Prada peşinde koşuyorlar.
Ayrıca çağları baltayla keser gibi ayırmak saçma ise, medeniyetleri baltayla ‘doğu, batı, kuzey, güney’ diye ayırmak nasıl mantıklı oluyor?
Hangi batı, hangi doğu?
Batının içinde doğu, doğunun içinde batı var. Hellenistik dönemlerden beri kültürler birbirlerinden etkileniyor.
Yazan:çuvaldız Tarih: Oca 31, 2008 | Reply
@SnowQueen,
Şimdi Cemil Meriç’in ne demek istediğini belki anlarsınız.Bu metni yine siz aşağıdaki lafı demek için alıntılamıştınız;
Cemil Meriç çok gerilerde kalmış, o fakir kaldığı için ‘çağdaş’ olmamasının değersiz yapmayacağını sandığı ülkelerdeki insanlar şimdi üç kuruş maaşlarıyla en lüks cep telefonunu alıp, Gucci Prada peşinde koşuyorlar(Snowqueen)
Zaman geçince edilen laflar unutuluyor.Daha önce inanan insanıbir lokma bir hırka enayiliğinde Nuray mert’in tanımıyla köylülüğü,kasabalılığı(fakirliği) din mertebesinde tanımlamış ve jeepli,Gucci
pradalı muhafazakar kesime atıfla ferrarisini satan bilgeden bahsetmiştiniz.
Şimdi ise Cemil meriç’in,Nuray mert’in cümlesinde ifade bulan hali ileÜretimin insanlığa maliyeti, yarattığı eşitsizlik, sefalet, siyasi baskı, gibi şeyleri mesele edinen bir zihniyetin var olmasıdır asıl zenginlik lafına “eski moda”diyorsunuz.
Meriç,insani değerler yitirilerek elde edilen bir zenginliğin aslında bir değer olamayacağından bahsediyor.Bu insani değerlerin muhafaza edilmesinin yollarından biri dindir ve siz burada insanlar eşitlik,ahlak ve zenginlikten bahsederken insani değer kaynağı olarak gördükleri dine atıfda bulunduklarında onları “dini para mevzularından ayıramamakla” SUÇLUYORSUNUZ! Dini kimlere mal edip,yakıştırdığınızı(!)bir düşünün!
Yazan:snowqueen Tarih: Oca 31, 2008 | Reply
Cemil Meriç çok eskilerde kalmış derken, “günümüzün muhafazakar demokratlarını atlamış ne yazık” ı kastettim.
AKP’nin badem bıyıklı ihaleperestlerini, “batının ahlaksızlığını aldık” diye çemkirip piyasasını almaktan mutlu mesut liderlerini.
sizde bence ne yazdığımı anlamamışsınız.
“Batı=hristiyanlaşma” yazarak kendi yazdıklarını sığlaştırmış ayrıca Meriç.
Aa, lütfen dinler arası diyalog diye birşey var deği mi?
Ayrıca “insani değerlerin muhafaza edilmesi” derken, hangi değerlerden bahsediyoruz? mesela islam’ın bütün insanların eşit olmasını amaçlayan bir tasavvuru var mı?
Yoksa herkes eşit, bazıları biraz daha eşit mi?
Yazan:çuvaldız Tarih: Oca 31, 2008 | Reply
@snowQueen,
Bizim türümüzde vucut bulmuş her canlıya istisnasız “insan” deniyor.Her biri eşit “yaşam hakkına” sahip akıl edebilen,davranışlarının neticesini önceden kestirebilen ve sorumluluğunu almaya hazır,düşünen canlı.
Tüm insanların aynı zeka seviyesinde olduğunu iddia edip ve de kanıtlayan bir bilimsel veri var mı?Yada herkesin aynı yeteneğe sahip olduğunu ispat eden bir veri(bilimsel olsun ama!)Yada arzuları,hırsları bakımından birbirleri ile eşit olduklarına dair bir veri?
Çalışkanlıkları,tembellikleri,sağlık durumları….ooo daha bir yığın farklı özellik
İşte İslam tüm bu insanların bu farklılığını istismar etmemeyi tavsiye ederek,öğütleyerek kişiye eşitlik yolunu gösteriyor.Fitre,zekat,hak yememek,helal kazanç vb.sizce eşitliği amaçlayan tasavvur örnekleri değil midir?
Yazan:knz Tarih: Oca 31, 2008 | Reply
çağdaşlığın tüketim toplumu ile özdeşleştirilmesi yanlış. şöyle ki;
eski abbasi sarayında, veya osmanlı sarayında , veya fransın louis devri, kraliçe viktoriya hepsi tüketim çılgınıydılar. neden halk değildi ?
kdınlar o devirde de süt banyosu yapardı. / imkanı olan yine yapıyor, adi süt kullanmıyorlar artık tabi:)
p devirde de bazı ünlü metresler veya gözde cariyeler vardı:)
çünkü onların imkanı verdı, öbürnün Yani halkın yoktu. ne değişti ?
Buna karşın o devirlerde yaşayan kızılderli toplumu bir ağaca zarra vermezdi, moğal çadırlarında yaşayanlar veye tibette veya anadolu da müslüman köylüler,.
sadece tüketimin biçimi değişti, halka da yyagınlşatı ama insanların görgüsüzlüğü veya açgözlüğü hiç değişmedi.
ben hala çağdaşlaşmak deyiminle sorunu anlamıyorum.
Emevi sarayındaki gözdelere mi imrenelim ?
yoksa frnsa da pasta yiyenlere mi ?
şimdi de dubai kuleleri ne fark ediyor ?
geçmiş çağdan bu çağın bence tek farkı bilgi seviyesindeki artıştır. Başka değişen birşey yok. Bilgi iyidir. kullanan için fazla bilgi iyidir. çağdaşlığa böyle bakarım.
Yazan:snowqueen Tarih: Oca 31, 2008 | Reply
@Ç-Z
öncelikle fitre, zekat, helal kazanç vb. durumlar eşitliği getirmez,
çünkü bu durumda insanların arasında yüksek gelir farklarının olması
normalleşir, sözgelimi ‘zekat’ verme eylemi, ‘zekat veren’ ve ‘zekatı alan’ın bulunmasıyla oluşur.
demek istenilen insanların arasında zeka, çalışma hırsı gibi farklılıklar bulunduğu için gelir düzeylerindeki eşitsizlik olağan, islam ise bunun ‘yoluna yordamına uygun’ olmasını sağlıyor.
Şu halde sokağına süpermarket açılan bakkal, zekasının azlığı veya tembelliği yüzünden battı batıyor, biraz daha zeki olsaydı, bir çok uluslu şirketin başına geçer komşu bakkalın köküne çibrit suyu çakardı. Kurban bayramında da bir but verdimiydi tamam halloldu.
Yazan:muharrem Tarih: Oca 31, 2008 | Reply
@snowqueen,
Tespitinize tamamen katiliyorum.
Ayni sey (esitsizligi dini somuru ile saklamak) ve belki daha beteri Hiristiyanlikta da var. Tabi ki insanlarasi yardimlasma iyi bir sey ancak bunu din emrediyor diye yapmak ve de sistemilestirmek, cozum olarak onermek bana dogru gelmiyor.
Rahibe Teresa’nin da yaydigi zihniyet bu degil miydi? Bir yandan dogum kontrolune karsi cikan diger yandan Rahibe Teresa zihniyetini savunan kilisenin ikiyuzlulugu sahsen midemi bulandiriyor. Bizim goremedigimiz bati bunlari laikleserek (dunyevilesmek olarak okuyun) asmis. Bizim Basbakanimiz ise bir yandan AB’ye giricez diyor ote yandan yoksulluga karsi ramazan cadiri, komur yardimi zihniyetini savunuyor.
Asagidaki yaziyi okumanizi oneririm:
Mommie DearestThe pope beatifies Mother Teresa, a fanatic, a fundamentalist, and a fraud.
http://www.slate.com/id/2090083/
Yazan:Ç-Z Tarih: Şub 1, 2008 | Reply
Neyi konuşuyoruz SnowQueen,
Rekabet piyasasının adaletli işlemesi için temin edilen(eksikleri olduğu muhakkak) yasaların açıklarını kollayıp yada kılıfına uydurup düğüm üzerine düğüm atan tamahkarları mı yoksa bu gediklerin yeni yasaklamalarla,kanunlarla neredeyse girişimci insana hareket edilecek alanın kalmamasını mı?
Size bir anımı anlatayım:ramazanda bir sebeple Ümraniyenin varoşlarındaydım.Fakirliğin diz boyu olduğu yerlerden biri.Gecekondulardan birinde oturan muhtara evsahibinin kirasını arttırdığından ve ödeyemeyeceğinden(malum kış ve yakacak için de para harcamak zorunda kalacağından masrafının arttığından) dem vurdu ve muhtarın hatırının sayıldığını ve gecekondunun mal sahibi ile görüşmesini en azından kış boyunca kirayı arttırmamasını rica etmesini istedi.(kira 120 ytl ,yeni kira da 150 ytl)
Orada bakkallık yapan gecekondunun mal sahibi bu rica üzerine kiracısına ”hergün 6 ekmek alıyordun artık almıyorsun falanca yerden alıyorsun,kazanamıyorum,senin verdiğin kira ile geçinmek zorunda kalıyorum,kirayı arttırmaya mecburum”dedi.Kirayı arttırma diye kendisinden ricada bulunan muhtara da aynen şu cevabı verdi”ben onun yaşındayken gündüz bakkalda gece falanca işte çalışıyordum,onda 3 çocuk var gece gelip evde yatıyor,ben böyle çalışmasaydım bu evi alamazdım.Daha önce kiraya verdiği gecekonduda kendi yaşıyormuş şimdi işaret ettiği apartmanda 50.000 ytl ye daire satın almış.
Kiracı olana muhtar yakacak,yiyecek yardımında bulunuyor,fitre ve zekatların dağıtımında aracılık ediyor.
Şimdi size sorayım,sizin tahayyül ettiğiniz mükemmel eşitlikçi sistem gerçekleşene kadar o, kışı sıcak geçirebilmek için bile yardıma muhtaç olan insanlar ne yapsınlar?
Sizin gibi düşünüp” bu durumda insanların arasında yüksek gelir farklarının olması
normalleşir”deyip kabahati süpermarkette bulup yardımı mı keselim?
bir çok uluslu şirketin başına geçer
(yeşilçam filmlerini severim,özellikle siyah beyaz olanını .-)
Ben kendime soruyorum;eşitlik için ben ne yapıyorum diye “verdiğim cevap dünyanın değişmesinin kendi kendine mümkün olmadığı ve karınca kararınca bile olsa benim bir şeyler yapabileceğim”.Bir süpermarket yada çokuluslu şirket ortağı falan da değilim, bakkal sayılırım.
Devleti,milleti dolandırıp sonra da fitre ve zekat dağıtanlar konusunda kesinlikle sizinle hemfikirim.Bu şekilde kazanmayı göze alanları ne kanunun ne de günah kavramının engelleyeceğini düşünmüyorum.
Kapitalizm de insani olabilir?Girişimci, yaratıcı insanların zoraki uygulamalarda gönüllülüğü olmayacaktır.(bu noktada ülkemizin pek çok bilindik güçlü sermayesinin yurt dışında fabrikalar açması oldukça düşündürücü!Malezya’da klima fabrikası açan,Romanya’ya tekstil fabrikaları kuran vs)Ama tüm insanlığın “iyi” tarafına hitap edebilen sermayedarlar hem çalışan,hem de müşterileri tarafından talep görecektir.Yarış yardım yarışına döndürülebilir. Yurt dışındaki bazı firmalar halk tarafından talep görmüyor çünkü ürünlerini hangi ülkede ve hangi insani olmayan şartlarda temin ettiği biliniyor.
Reklam ajansları zihniyetlerini değiştirerek bu firmaların ürünlerini değil firmaların yapılarını,anlayışlarını reklam edebilirler mesela!Aldığım bir teneke konservenin 2 lirasının falanca yardım kuruluşuna gittiğini bildiğimde seçimim o doğrultuda olur.
Bu yazı daha da uzar kısaca bu soğukta pireye kızıp yorgan yakacağımıza dezenfektan kullansak daha mantıklı 🙂 olur diyorum.
Sizin ve benim dinden anladıklarımız farklı ben kısaca anladığımı yazmaya çalıştım.Siz mükemmel eşitlikçi düzeni nasıl temin edileceğini düşünüyorsunuz?Sizin arkasında durduğunuz gibi “devlete,dine itaatkar olmayıp,mümkün olduğunca özgürlükçü olanını” soruyorum?Yazarsanız belki ben fikrimi değiştiririm.
Yazan:mr^sair Tarih: Şub 2, 2008 | Reply
Saygıdeğer knz ve snowqueen;
İlkin gönülden bir merhaba ile başlamak isterim. Koyu ve uğursuz münakaşa bulutları ufkumuzu ve düşünsel havsalamızı bu denli gölgelemişken, belki; makul ve zihin yorucu bir münazaranın zarfını açabilir, bu doğrultuda yazmaya zorlayarak birbirimizi uyanık tutabilmenin yolunu tutabiliriz, diye düşündüğümü belirterek ‘münazara’ kapısını aralayayım diyorum. Umarım muhterem Ç-Z Hanımefendi, ikinizin büyük bir iştiha ve iftihar ile sürdürdüğü ‘ders’ lerinize katılarak kendisinin yanında sınıfta yerimi almama müsaade eder.
Meriç’in ‘Çağdaşlaşma’ kavramı hakkında irad ettiklerine içtenlikle katılıyorum. Bu tasnife itiraz etmenizin sebebini, Meriç’in: Batılılaşma ve Modernleşme ayrımının üzerinde durması ve çağdaşlaşmanın kavramsal olarak bir karşılığının olmadığı; dahası endüstrileşme, sanayileşme ile çağdaşlaşmanın karıştırıldığı noktasındaki aksiyomlarını gözden kaçırmanıza bağlıyorum. Bunun başlıca sebebi de; tarihsel maddeci bir yaklaşım içinde olmanız.
Tarihi sırf madde açısından yorumlamaya kalkışan Marks’çı nazariye, maddi ilerlemeleri -yani üretim tarzlarında görülen gelişmeleri- insanî yapıda meydana gelen gelişmelerinde çekip çeviricisi saymaktadır. Tarihsel maddeciliğin (yani sizin bakış açınızın) bu noktadaki düşüncesi, knz ‘nin de satır aralarından yansıdığı üzere, müspet ilim alanındaki gelişmelerin genel toplamının, teknoloji alanında ulaşılan seviyenin baskıcı zoru (olumlu-olumsuz) ile nefsî, insani yapıyı değiştirmekte olduğu ve onu daha olgun bir merhaleye sıçratmaya çabaladığı şeklindedir. İnsanın psikolojik bünyesinin, ulaşılan böylesi bir maddi seviyenin basit bir yansıması ve iz düşümü olduğu farz edilir. Yorum böyle olunca da, haliyle toplumun maddi seviyesini ileri safhalara/dönemlere/çağlara ulaştırıverince insanoğlunun psikolojik bünyesinin de ona bağlı olarak gelişip daha olgun bir safhaya zıplaması, tabii ve kaçınılmaz görülmektedir.
Bu savlamada, teknolojik buluşların insanî gelişmeye önemli oranda yardımcı oldukları gerçi doğrudur. Snowqueen ile akran olduğumuzu düşünüyorum, sanırım knz Hanım benden kronolojik olarak bir hayli büyük. Bunu dikkate alarak 20. yy ın ikinci yarısından sonra dünyamıza merhaba diyen bir çocuğu ele alalım. Çevresini sinema, radyo, tiyatro ve televizyon gibi (ülkemize geç girişini göz önüne almayın) renkli yayınlar ile kuşatılmış bir dünyaya gözlerini açar. Star Wars, ses hızını aşan uçaklar, ateş saçarak ilerleyen füzeler vs…
Mini mini elleri büyüyüp de siz ablaları gibi aklı ermeye başladığında, baş döndürücü derecede hareketli bir içtimai inanç sistemlerinin çemberi ortasında kendisini buluverir bu çocuk. Böylesine bir 20-21. yy çocuğu hiç şüphesiz, dünya ile ilgili bilgilerinde bir kısım duygularında, kavramlarında ve fikirlerinde 10-12. yy da yaşamış ileri yaşlardaki bir yetişkinden daha olgun ve daha dolgundur.
Bu böyle olmakla birlikte, birbiri ile çağrışım yaptığını bile düşünebilmenin bir metazori barındıracağı kabak gibi besbelli olan modernite kavramına dahi mânâen yaklaşamayan, alameti kendinden menkul bir “çağdaşlaşma” kavramı üzerinden meseleye yaklaştığımızda, söz konusu çocuğun (senin annen bir melekti yavrum) bütün nefsî yapısı yönünden, orta ‘çağ’ adamına göre her bakımdan daha yetişkin ve eksiksiz olduğunu ileri sürecek olursak gülünç bir hataya düşmüş olmaz mıyız?
Bu orta çağ adamının, eski yıllarda yaşamasına rağmen kendine göre zengin bir tecrübe mirası biriktirmiş ve yaşını başını almış yetişkin bir kimse olduğunu, başlı başına ferdî yapısının da tanıyabildiği gelişme imkânları nispetinde psikolojik yapısını tedvin eden bir kıvamda olgunlaşmış olduğu yanlış mıdır?
Kafanızı daha fazla karıştırmadan tarihsel maddeciliğiniz bağlamında örnekle işaret ettiğim nihayete geleyim. İlmi ve teknolojik ilerlemeler, muhakkak ki bazı şekil ve sûretlerde olgunlaşma meydana getirecektir. Fakat aynı ilmî ve teknolojik gelişme hamleleri, tek başına olarak nefsî yapının olgunluk derecesini ve yöneleceği istikameti tayin edecek güçte değildir dostlar. Çünkü bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin doğurduğu psikolojik olgunluk derecesi, insanoğlunun iç aleminin özüne yaraşabilecek son ve değişmez gelişme yapısını daha baştan kazandıracak çapta bir etkinin sahibi değildir. Bu noktada: “ne yani ne yapalım ahbap.. Fourier benzeri bir komünal yaşam deneyine mi soyunalım. Phalangelar da doğayla iç içe doğalgaz zammından, İMKB endeksinden, H-3 tipi grip virüsünden uzakta bir yaşama mı kucak açalım” diye çıkışabilirsiniz, hakkınız var 🙂 (rijit, konu bütünlüğü ile alakası olmayan misalleri yalnızca knz Hanımın verebileceği hususunda bir mutabakat var mıydı?)
Siz olduğu gibi diğer yorumcularda benzer şikayetleri, kendilerini uygun gördükleri terminoloji ve inanç türleri muvazenesinde dile getiriyor. Onlardan sadır olduğunda kanaatinizi şüphe çıtası ile didikleyen ne oluyor ki, siz dile getirdiğinizde motivasyonunuz alkışlansın.
Tarihin çağlara ayrılmasından yakınmış Meriç. Batı’nın Orta Çağı gibi bir devrimiz olmadığından söz etmiş ki son derece haklı. Orta Çağ da olanların geri planı göz ardı edilerek, kavram karmaşası ile birlikte sıfat bulmakta çekilen sıkıntı; bilindik kalıplaşmış ve daha çok üstüne sünger çekilmek istenilenler hakkında yapılan bir kategorizasyon mantığı içerisinde yakıştırmalar kullanılarak aşılmaya çalışılmıştır. . Bir defa, Orta Çağda yaşananlar o dönemin ruhban sınıfının telkin ettiği Hristiyanlık dini ile bilim arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklanmıştır. Akıl ile din arasında; birine sığınma halinde diğerinin tü-kaka edilmesi, kutuplaştırıcı bir mantalite ile düşman olarak telakki edilmesi biçiminde cereyan etmiştir. Burada başlı başına din ile kast edilen Hristiyanlık inancı gereği kilise kurumunun varlığı. Akabinde pozitivizmin, teoloji ve metafizik algısını yıkmaya çalışarak yerine müspet ilimleri ikame etmeye çalışması ile Meriç’in eserlerinde sık sık eleştirdiği, Hukuk Sosyolojisi’nde de yalnızca ders notlarının şümulu çerçevesinde tertibe katılan meşhur Comte pozitivizmi devreye girer. Hatırlatmak gerekirse tarihsel süreçler incelendiğinde kendisinin felsefesi doğrulanmamıştır.
Ortaçağ denilen devirlerde, Müslümanlar Eski Yunan eserlerini tercüme edip onlardan faydalanarak, onları daha da geliştirerek yeni keşiflerde bulunmuş ve ortaçağa mühürlerini vurmuşlardır. Yunan felsefesini Batı’ya kendi katkı ve izahlarıyla tanıtan yine müslümanlar olmuştur. Bağdat ve Kurtuba da yeşeren bu ilim zamanla Endülüs kanalıyla Avrupa’ya taşınmıştır. Bu Endülüs sanırım knz Hanımınkinden çok farklı bir coğrafya!
Gerçi burada yorumlar arasında görüldüğüne şaşırılmaması lazım. Aklı başı yerinde, tasarruflu bilim adamlarımızda zaman zaman heyecana gelerek kürsülerden; kilise ile ona mukabil neşv-u nema bulan yeni fikrî hareket arasındaki çatışmanın 1450-1600 lü yıllar arasında; Copernicus, Galileo, Bruno gibi düşünce adamları günlerinde kilisenin ağır hışmına uğramaları şeklinde gerçekleşen ve bir yüz karası olan “engizisyon” sorgu mahkemesinde işkence altında inlemelerine, en ürpertici cezalara çarptırılmalarına müteallik mevzuları, ne söz konusu coğrafya, ne söz konusu kutuplaşma, ne de mevzunun geçtiği tarih ile alakası olmayan konular gündem olduğunda zikrediverirler. Alemdaroğlu bir ara Yunan’a amfibik çıkarma yapacaktı. Eski Yunan da olduğu gibi ihram içinde, başlarında defne yapraklarından taçlarla, Hawaii kızlarının ellerinde şalgam suları ile kendisini karşılayacağını düşündü sanırım.
Doğru kavramlar, Üstad Meriç’in kullandığı gibi naçizane kanaatimce Batılılaşma ve Modernleşmedir. Bu ikisi üzerinde durmak gerekir. “Hangi …” başlıklı eserlerinden sayfalar dolusu notlar çıkardığım ve konuya yaklaşımını bildiğim Attila İlhan, ‘Hangi Batı’ kitabında çağdaşlaşma sorunu için: “çağdaş yöntemlerle ulusal uygarlık bileşimi yapmak” der. Bu konuda Umrandan Uygarlığa eserinde Meriç şöyle der:
İlber Hoca’da ‘Gelenekten Geleceğe’ isimli yıllar önce yayınladığı makalelerinden oluşan ve Mustafa Armağan’ın seçme eklemeleri ile yayınlanan kitabında “kötü batılılaşma”, “kültürel yozlaşma” der ve devam eder (kitaptan yazıyorum):
İkisininde farklı yanları ve ters düştükleri noktalar var. Ama dikkat edersek seçtikleri kavram çağdaşlaşma değil, modernleşme dir.
Bir devri, bir dönemi tamamen yahut kısmen çağdışılıkla suçlamak; üstüne üstlük sizin ‘çağdaş’ lık kriterlerinize uymadığını düşündüğünüz uygulamalar nedeniyle aktörlerine medeniyetlerin en gerisinde bir koltuk ayırmak meseleyi çözmez.
Kıymetli blue’nün örnek verdiği Baudrillard gibi filozofların dünyaya özünde kültürcü açıdan yaklaşan fikirleri, eski ekonomi-politik paradigmasının yerine ‘kültürel kimlik’ paradigmasını ikame etti. Yepyeni kimlikler bu sayede bolca üreyince dünyayı şekillendirme hevesindeki bir zamanların ‘sol’ ve ‘sağı’ yani sosyalizm ve kapitalizm de modernleşti. Şimdilerde bu ikisinin sentezini ‘çağdaş’ bir imtizaç(!) ile sunanlar arasında, tam da hadisenin adını koyan “demokrasi” tartışması dönüp duruyor. Birileri de halen bu derece iç içe geçmiş, ve ‘Batılılaşma’, ‘Çağdaşlaşma’ adı altında cumbur lop kucağımıza düşmüş, dünün zıt, ama bu günün süt kardeş olduğu sol-sağ köşelerinden, ya kapitalizmi ya da sosyalizmi eleştirip duruyor. Hadi, buna bir şey demeyelim. Yalnız hiç değilse, bunu ilk kez siz söylüyormuş, sanki sizinle ezberler bozulacakmış gibi yapmayın lütfen.
Yukarıda, esas Meriç’in de işaret ettiği gibi Modernleşme ve Batılılaşma üzerinde durmalı demiştim. Bundan söz etmemin sebebi, normalde tüm dünya da (Bazı Çin ve Japon entelektüelleri arasında tartışılanlar hariç) bu iki kavram ayrı ayrı ele alınarak uygulamaya geçirilmiştir. Sizlerinde çağdaşlaşma kavramına sahip çıkmanızın sebebini teşkil eden karine de, biz de bu ikisinin “Kemalizm” retoriği ve tepkisi (belki, iddialı olmak istemem) ile ikisinin de aynı an da uygulanmak istenmesidir. Yerli kültürün modernleşmeyle uyuşmadığı, arzu edilir bir modernleşmenin gerekli olduğu, hatta bunu da başarılı bir şekilde yapabilmek için sizin kızdığınız(!) Batılılaşma’nın da gerekli olduğu varsayımlarına dayanıyor. Mustafa Kemâl’in (hep kısaltmadan tam olarak yazılmasından yana olmuşumdur) Batılılaşma ile çağdaşlaşılacağı üzerinde ısrarcı olduğunu düşünmüyorum. Hatta, bu konuda şöyle kararlı sözlerine de rastladım:
Ve lâkin, fiiliyatta hiçte böyle olmadığı malum. Modernleşme ve Batılılaşmanın birbirini takviye ettiği ve bu iki karakteristikli denkleminde önümüze sunulduğu, imtihanda da bu nedenle çaktığımız da malum. Mümtaz Soysal Hoca nın avuntusuna sığınarak; Cumhuriyet Tarihi’nce öncelikle 2. Dünya Savaşı’ndan uzak kalabilmeyi başararak, herhangi bir şekilde toprak kaybı yaşamadığımız için sevinebilir ve bizatihi Cumhuriyet Tarihi ni sırf bu nedenle başarılı görebiliriz. Yoksa göremez miyiz? Benim 3 nesil üstüm Cumhuriyet çocuğu. Rahmetli anneannem okuma-yazma bilmezdi. Onun anne-babası da haliyle. Anne-Baba mın ne kadar okuyabildiği ise ayrı bir tartışma konusu. Düşünüyordum da, savaştan uzak kalabilmeyi başarmış bir Türkiye’nin Cumhuriyet çocuğu nesilleri okuma-yazmadan mahrum iken, 2. Dünya Savaşı’na giren ve büyük bir harabe ile savaştan çıkan Almanya’nın buna rağmen, bugün 90 yaşında üniversite mezunları olmasını nasıl açıklayacağız?
Yukarda örneğini verdiğim Osmanlı modernleşmeleri örneklerindeki ‘çok kültürlülük’ Cumhuriyet modernleşmesinde görülmüş müdür? Burada eminim ki kadınların seçme seçilme hakkı ve lâiklik ilkesinden bahsedilip örnek getirilecektir 🙂
Çağdaşlaşma ile verilen mesaj şu idi: Başarılı olmak için bizim gibi olmak zorundasınız, bizim yolumuz tek yoldur. Toynbee buna garip bir isim veriyordu, tam olarak hatırlayamadım. Batılı olmayan toplumların dinsel değerleri, ahlaki varsayımları (!) ve sosyal yapıları endüstrileşmenin uygulamalarına ve değerlerine en azından yabancı ve bazı durumlarda da düşmandır. Bu nedenle toplumun ve yaşamın radikal bir biçimde yeniden yaratılması gerekir. Hatta bu sefillerin varlığın anlamını yeniden yorumlaması gerekir. Her ne kadar özgür düşünceyi, serbest yaşamı teşvik etse de özellikle Müslümanların Batı modelini açıkça kabul etmedikçe teknolojimize ayak uydurması, gelişmesi mümkün değildir türü bir anlayışın aksi sedasıdır.
Huntington gibi modernleşmeyi doğu toplumları için vazgeçilmez gören, modernleşmenin birden bire olamayacağını, zamanla, doğal sürecinde olması gerektiğini söylemiş biri dahi ülkenin İslâmi geçmişinin reddedilerek Türkiye’nin “parçalanmış bir ülke” durumuna getirildiğini iddia etmiştir. Ne olabilirdi ki! Bir yanda dini, gelenek, görenek ve kurumları İslam’a dayanan, ama diğer yanda da ülkeyi batılılaştırmak modernleştirmek ve batı ile bir yapmak isteyen yönetici elitlere sahip bir ülke. Batılı olmayan kimliği, Batılı kimlikle değiştirmeye çalışan ülkelerin sancıları tüm trajedisi ile ayan beyan ortada. Ne Japonya gibi kültürel açıdan batılılaşıp da teknik açıdan modernleşen bir yöntem; ne de kültürel modernleşme yolu ile teknik olarak modernleşme yöntemi bu haliyle sürdürülebildi. Nihayetinde Batılılaşmaya gerek duymaksızın Modernleşme yolu ile (çağdaşlaşma değil) sağlanabilecek bir reformculuğun mümkün olabileceği görüldü. Önce olduğu gibi şimdi de bu ikisi kıyasıya tartışmaya devam ediyor. Her nedense Kemalist batılılaşma müsterih görünürken, reformcuların(AKP yi başlı başına reformcu görmüyorum, AKP li değilim, ama haksızlığı kime yapılırsa yapılsın sevmem) devreye tekrar girmesi ile birlikte “ulusalcılık” kavramı ortaya çıktı. Nedir bu şekil değiştirme filan mı ki? O değil de, can sıkıcı olan; Osman Turan, Nurettin Topçu, Erol Güngör Milliyetçiliğinin de bu bağlamda tü-kaka edilip, ulusalcılık ile aynı muameleye tabi tutulup militarist potasına atılması.
Batıcılığın Hristiyanlaşma olarak tanımlanması konusunda o kadar kat’i konuşamam Üstad Meriç gibi. Yalnız Batı medeniyetinin en önemli özelliklerinden birinin Katoliklik ve Protestanlık olduğu hakikattir. İlk bin yıllık dönemin büyük çoğunluğunda şimdi Batı Medeniyeti dediğimiz şey, Batı Hristiyanlığı olarak adlandırılıyordu. Türklerden, Şarklılardan, hatta Bizanslılardan farklı olduğu/olunduğu şeklinde bir kanaatin bulunduğu dönem. Kuşkusuz birçok kez despot düzenli bir biçimde muntazaman hukuk devleti ve bu Hristiyanlık hususlarında tamsil de farklılık yaşamış, hatta hukukun askıya alındığı görülmüştür. Aslında ayaklarımız bu konu üzerinde basılı iken, Batı normlarının, Batı-yı ayırt edenin bireycilik ve kolektivizm olduğunu, bunların asli unsur olduğunu söylemeli.
Bunu söyledikten sonra Batı üzerinde durulmazsa ve ABD-AB hakkında iki satır söz söylenilmezse, Batı’nın altı üstü haritada bir yer olduğunu ve bir yaşam biçimi olarak algılanmaması gerektiğini düşünenler çıkabilir. ABD ve AB temelde aynı Batı Med.nin iki farklı yansıması. Demokrasi, insan hakları gibi aydınlanma geleneğinden beslenen temel fikirlere dayanmasına rağmen ABD, farklı medeniyetlerden müteşekkil dünyamızda Batı nın değerlerini güvenlik perspektifinden algılıyor ve savunuyor. AB ise aynı çizgiyi barışçıl(!) yollar kullanarak sürdürülebilir kılıyor. ABD nin militarist tahakkümü nedeniyle, (ki buna kimi yorumlarımda atıfta bulunmuştum) entegrasyon sürecini üyelik müzakerelerini (bizimkine benzer bir süreç var mı acaba. İngiltere, İspanya diyen çıkmaz inş.) devam ettirdiğimiz AB nin yararına bazı hususlar vardır sanırım. Bu ‘yarar’ sıfatının, Fransa’nın öncülük ettiği yeni AB güvenlik yapılanması, ‘Avrupanın güvenliği, Avrupalı ülkelerce sağlanmalıdır’ anlayışı ve AB üyesi olmayan Avrupalı NATO ülkelerinin, AB askeri karargahlarında temsil edilip edilmemesi ile ilgili sorunlar ile ilgisi vardır pek tabii. ‘Bakalım yaşayarak göreceğiz.’ diyeceğimiz türden, uzun vadeye tekabül eden bir tecrübe. Hele hele Viyana bozgunu ile Batıya karşı üstünlüğümüzü kaybetmiş olduğumuzun farkına vardığımız ve işin sırrını Batılılaşma da aradığımız nihayetinde AB’ye aday ülke olarak kabul edildiğimiz 10 Aralık 1999 tarihine gelinceye değin geçen 300 yıllık romanı okuduğumda daha da ironik bir hal alıyor.
Bu konuda bir roman yok derseniz eğer… Var efendim var… Ahmet Mithat Efendi’nin ‘Felatun Bey ile Rakım Efendi’ si yahut; Ömer Seyfettin’in ‘Efruz Bey’ ‘i ve daha aynı evsafta nice hikayemiz, öykümüz, romanımız var. Sadece bizim topraklardan değil, komşu coğrafyalarda da var. Rus edebiyatından söz ediyorum. Hem ilk gerçek klasist, ilk romantik, hem de ilk büyük gerçekçi Puşkin. Döneminin edebiyatçıları Shakespeare ya da Faust’unu defalarca okuduğum Goethe. ‘Ölü Canlar’’ı Gogol, her şeyin küçüklüğünü, geçiciliğini işleyen çoğunlukla karamsar Tolstoy. Yahut daha marjinal, daha şedid devrimci ‘Partizanlar’ Fadeyev. Hepsi de Batı kültürüne şekilci ve kalıpçı bir açıdan bakan, milli niteliklerini yitirmiş, davranış, anlayış, kıyafet ve yaşama şekli ile halktan uzaklaşmış bir tipi canlandırırken; halka karşı tavır koyan bir yenileşme, bir kültürleşme hareketinin sakatlığını çizmeye çalışmış. Böylesi bir vahamet ortada dururken: kokoşluğu, rükuşluğu; halkın değer ve ahlâkına, an’anesine mesafeli ve tepeden inmeci bir Batılılaşma amentüsüne gönül veren elitleri bir nebze olsun eleştirmek yerine… Bunun yerine, damarlarınızda akan kana, her an cigerlerinize doldurdugunuz havaya kadar sirayet etmiş, kültür moleküllerinizi tükürmek ve bu değerleri muhafaza etmek isteyenlere gözü kara bir tutum göstermek, nasıl bir his?
Biraz bunların üzerinde duralım o halde…
Bu mantığı göz önüne alalım bakalım. Stopaj vergisi, sosyal güvenlik vergileri, gelir vergisi, temizlik vergisi, hava parası(!); özel tüketim vergisi, özel iletişim vergisi, dahası lüks tüketimde %30’a varan vergiler koyup, gecikmesi halinde yasal faizini ekleyip, peşine de Ceza Kanunu’nda cezai yaptırım ve tazminatlar koyan devlet yaptığında sorun olmuyor… Lakin bir çeşit sosyal güvenlik tedbiri olan zekat verildiğinde para babalarının sayısını artırıyor, fakirleri daha da fakirleştiriyor; iktisadi yardımlarda bulunmayı bir vecibe haline getiren din de Kapital sermayesi oluyor öyle mi?
Zekat verildiği ve ihtiyaçların kâfi gelmediği durumlarda, devleti kendi hazinesinden gerekli yardımları yapmak, icab eden müesseseleri kurmak ve işletmekle yükümlü tutan din; bu bağlamda hak sahibi fukaraya devlet aleyhine dava bile açma hakkı verecek, ama siz dini ve onun en mühim ibadetlerinden birini tek kalemde sileceksiniz öyle mi?
Kurban, tasadduk (sadaka), fidye ve kefaret gibi hususlarla yoksulların sosyal güvenliğini teminat altına almayı emreden ya da tavsiye eden bir din, sizin nazarınızda Kapitalizmin sür git maşası öyle mi?
Hayır ve sadakayı, vakıfları, vasiyeti, eşyaların âriyetini, başkasını kendi nefsine tercih etmeyi, hediyeleşmeyi, hibe etmeyi, komşu hakkını, ödünç vermeyi teşvik eden bir din, ne yaparsa yapsın sizin gözü kara muhalefetinizden sıyrılamaz öyle mi?
Elbette ki tüm bunlar kişilerin dindarlığı ve dini hükümlere bağlı olmaları derecesinde tatbiki bir değer taşımaktadır. Ama genel mânâda inananlarının gönlünde tesis etmeye çalıştığı ruh budur. Hiç değilse şuan bu satırların yazılı olduğu platformda bulunan bir çok dindar bu hasletleri yüceltmeye, takati ve imkânı nispetinde gayret etmektedir. Yine de sizin nazarınızda samimiyetsiz ve tutarsız olmaktan kurtulamazlar.
Eşitliği İslâm bir hak ve hürriyet olmasının da ötesinde, hak ve hürriyetlerinde üstünde bir deger ifade eden ve fertlere mutlaka sağlanması icap eden bir imkân ve bir nimet olarak görür. Şimdi bu satırları yazmak, okumak hatta “yahu ondan daha doğalı ne var, elbet öyle olacak, olmasa yanlıştı.” demek kolay. Bu kadar önemli olan bir nimete insanlar ancak asırlar boyu süren kan ve gözyaşından sonra kavuşabilmiştir. Gerçekten de, ilk çağ tamamen, orta çağ ise büyük kısmı itibariyle eşitliğin değil, eşitsizliğin hakim olduğu devirlerdi. Hatta 20. yy ın başlarında Amerika gibi “uygar” devletlerde bile ırk ayrımı, yani siyah-beyaz ayrımı yapılmıştır. Güney Afrika devletlerinde ise halen devam etmekte, mesela Fransız asıllı beyazlar kendilerine siyahların yaşadığı kasabalardaki teneke evlerden çok daha uzakta, müstakil şaşalı villalar inşa ederek sözleşmelerde kalkan ayrımın gönüllerde, sînelerde kalkmadığını göstermiştir. Zamanında BM in ilgili komisyonları Güney Afrika Cumhuriyeti ile diplomatik bağlarını kesmiş ve ona karşı iktisadi ambargo uygulamış olmasına rağmen bu devlet ırk ayrımı (apartheid) politikasından vazgeçmemişti. Halen bir çok filme konu oluyor.
İslâm bugün tüm uluslar arası hukuk metinlerine giren “kanun önünde eşitlik” “genel manada eşitlik” gibi; dil, renk, ırk, cinsiyet, düşünce ve din sebebiyle ayrım gözetmeme türünden hususları içeren düzenlemeyi 1400 yıl önce yapmıştır. İnsanlığı bir aile olarak kabul etmiştir. İnsan olmak itibariyle aralarında da bir farkın olmadığını belirtmiştir.
İnsanların kanun önünde, yani hukuki münasebetlerinde, haklardan istifade ve mükellefiyetlerinde eşit olduklarını duyurmuştur. Bu noktada belirtmek gerekir ki, kanunlarda insanların eşit kabul edilmesi prensibi, onların hukuki münasebet dışı statü ve davranışlarında farklı olmalarına veya farklı kabul edilmelerine engel değildir. İnsanların ilimde, takvada salih amelde vs. de eşit olmadıkları bir realitedir. İnsanların zeka, kabiliyet, çalışkanlık, mülk edinme ve Allah’a itaat gibi konularda farklı derecelerde bulundugunu, belki de her ferdin kendine mahsus bir durumunun bulunduğunu göz önünde bulundurmamak hatadır.
Kanun nazarında bu farklı tasarrufta insanlara aynı, eşit ve âdil bir yargı sunduğunuzda, her ferdin kanun karşısında eşit kabul edildiklerini görüp adaletli bir devletin varlığına inanmaları, böylelikle devlete güvenmeleri ve destek olmaları daha doğru değil midir? Aksi halde ne yapacaksınız? Zengini fakir derecesine, alimi cahil seviyesine indirmek veya aksini temin eden prensipler icra etmek âdil olacak mıdır? Çalışkan tembel, kanuna uyan uymayan arasında elbette ki mükafat ve cezalarda farklar olacaktır.
Mükafat ve teşvik dediğimde bunu da dinin fertler arasında bir musavatsızlık peyda etmeye çalışırken kullandığı bilindik retoriği olarak mı görüyorsunuz?
Komunizm de bu alanda realitenin yıkılmaz şartları önünde açıklarını kapatma yoluna giderek, aynı retoriği kullanmıştır merak etmeyin. Mesela Stalin, aynı iş kolunda mesai arkadaşlarından daha çok çalışarak yüksek gündelik elde etmek isteyen işçilere yüksek ücret ödeme sistemini kabul edip uygulamıştır. Josef Stalin zamanında uygulandığında “başarı ödülü ve teşvik mükafatı” şeklinde kullanılmış bir ücret farkı. Netice de ismi ne olursa olsun, fertlerin farklılık ve sivrilme içgüdülerini tatmin etmekten başka bir mana taşımadığı da aşikâr. İnsanoğlunun fıtratına mahsus, yılgın ve mecalsiz tasavvurlarına, bizatihi yeterliliklerini görmeksizin burun kıvırırsak; bir can feda etmekle hayata ihtiyatsız bir gidişin soğuk nefesini daha üfürmekle devreder gideriz.
Saygıdeğer knz ve snowqueen ;
Derin Düşünce platformunda fikir paylaşan az sayıdaki eleştirmenden ikisisiniz. Sitede daha fazlasını yazmasını gönülden arzu ettiğim derin bir ihtiram ile kişiliğini ve kalemini takdir ettiğim Balbazar da sizlerden biri. Sizin varlığınızı en az benim kadar site yazarları da muhakkak ki hususî bir irade ile can-ı gönülden olumluyordur. Bende şu zamana dek mümkün mertebe ilgi ile takip ve taltif etmiş bulunuyorum. Lâkin son günlerde adeta “ders” vermek şeklinde açıklayabileceğim bir tutum ve yaklaşım ile yorumlarınızın tonunu değiştirmeniz karşısında, üslubu ve beyanı daha stabil bir zemine çekebilmek adına bu yorumu yazma gereksinimi duydum.
Kendi sorumluluk alanımızda bulunan; konumumuz, tutumumuz ve farklılıklarımız ile doğrudan ilgili bulunan konulara ilişkin görüşlerimizi, özlemini duyduğumuz münazara kültürü çerçevesinde daha sakin ve hürmetkâr bir mütâlaa ile sürdürmemiz sizce de daha münasip olmaz mı? Haddim olmayarak yaptığım bu tavsiyeyi mazur görmenizi ve anlamaya çalışmanızı rica ederim.
Mutevazı kişiliğini ve hürmetkâr üslubunu kendisinin gıyabında temenna ile andığım Zihni Örer Bey ile daha evvel şu başlıkta bir münazaramız vuku bulmuştu:
http://www.derindusunce.org/2007/07/31/imamlar-greve-giderse/
Kendisine de yazdığım bir ifadeyi alıntılayarak bundan sonraki yazışmalarımızın gelişimi hususunda mahzuru yoksa bir talebimi belirteceğim:
Sorularla sıcak yemek öncesi ordövr alır gibi iştahınızı açmanız güzel, ama bu sizin açlığınızı doyurmaz. Kendinizi her cümleden bir soru çıkarabilecek algı boyutunda tutmanız, hayata karşı mutasyonist bir huzursuzluk ile, muhalif gördüklerinize karşı da mandepsiye bastırma tarzı bir tabiat ile olduğunuz yerde spin atmanıza sebebiyet verebilir.
…sizden ricam; sorularla birlikte, izaha da girişin, analiz ve murakabe hususunda daha istekli olmanızı temenni ediyorum. Yoksa, ‘insanların ifadesini alan’ bir tavır ile her cümlemi tekrar devşirip, altına sorular ekleyerek bir yere varmak güç.
NOT: Bilhassa imlâ ve dilbilgisi kurallarına dikkat etmenizi istirham ediyorum. Düşünce hızında, adeta zar zor yakaladığınız şiirsel ilhâmı yitirmemek adına çalakalem yazmaya çalıştığınızda inanın okuyanları da zor bir durumda bulunduruyorsunuz. Yazmak da başlı başına bir emek. Böylesi bir imtiyazı okuyucularınıza çok görmeyiniz lütfen. Bu notum hassaten “knz” rumuzlu Hanımefendiye…
Devam edelim lütfen
Sıkılanlar için hoş bir sahne, izleyin lütfen…
Teşekkür eder, saygılar sunarım…
ve sâir…
Yazan:Balbazar Tarih: Şub 2, 2008 | Reply
Benim su dikkatimi cekti:
Imdi, batiya oykunmeye dayanan, semboller uzerinden ona benzemeye calisan bir kompleks kotu oluyor.
Ama batidan nefret etmeye dayanan, hic asilsiz, yuzeysel ithamlarla kin buyuten boyle bir kompleksin basimizin ustunde yeri var.
Bati’nin sucu da, kazara biraz fazla zenginlesip, teknolojik acidan gelisince, yeryuzunde hicbir insan toplulugunun birbirinden sakinmadigi eziyetleri sistematik hale getirmis olmasi.
Kendimizi hic kandirmayalim. Somurgecilik vs. batiya ozgu kurumlar degil, insana ozgu kurumlar, bati’yi ozel kilan son 2-3 yuzyilda gucu elinde tutmus olmasi. Yarin yerine baskasi gelir, zulum ve medeniyet yanyana gider, kaygilanmaya gerek yok.
Guzel bir diziden bir sahne var unutamadigim: Beyaz bir komprador, entelektuel bir zenciye yanasip, takdir eder bir edayla, kendisinin hic zenci gibi davranmadigini soyler. O da bu irkci tavra dersini verirken soyle der: “Irkcilik, insanin icinde varolan birsey. Ben de en az senin kadar irkciydim. Taki irkciligin beyaz bir kurum olmadigini anlayana kadar”.
Bati’ya karsi kompleksimizden kurtulacaksak, nefretimizden, kendi kategorize etme hastaligimizdan da kurtulmaliyiz. Yoksa, oykunme, haset, nefret, hepsi zaten birbiriyle kardes.
Bati’nin son birkac yuzyil icinde tecrube ettikleri elbette hepimiz icin degerli, adamin icat ettigi telefonu, gucci’yi nasil kullaniyorsak, tecrubesinden, birikiminden, ve bunlarin sonucunda ulastigi zihniyetten de elbette yararlanacagiz.
Not: Modern ve cagdas (contemporary) kelime anlami acisindan o kadar da birbirinden farkli degiller. Modernlesme de gorece yanlis kullanim.
Yazan:mr^sair Tarih: Şub 2, 2008 | Reply
Merhaba Balbazar;
İtirazlarınızda haklı görülebilecek taraflar var. Bulunduğumuz odanın içinden, pencerenin dışında cereyan eden tüm gerçekliği ve detayları ile sahici yaşam hakkında kat’i betimleme ve izahatlar yaparken; kimi zaman da, karşı pencereden bu tutumumuza bakarak, öz eleştiri ve oto-kontrol mekanizmasını daima diri tutmamız gerekir. Bunda hemfikiriz.
Yazar ve mütefekkirin, özgün yorumu ile birlikte dünya nizamına dair tüm eleştirilerini, savunularını vel hâsıl subjektivitesini görmek istediğimiz gibi, beraberinde; söz konusu münevverin döneminin de aynası olmasını, yaşadığı devrin sorunlarını vicdâni ve âdil bir sahiplenme ile aktarmasını, okuyucularını o gün olduğu gibi yıllar sonra da aynı ciddiyetle bilgilendirmesini bekleriz öyle değil mi?
Bunu beklediğimiz yazarın, lokal ve trajik optimist bir halet-i ruhiye ile, mahalli bir tonda kalmasını keza, yaşamın en sefil, en problemli koşullarında bile bunlardan zorlama bir iyimserlik çıkararak bu söyleme kendini kaptırmasını beklemeyiz değil mi? İsteriz ki, -sizin de satır arasında işaret ettiğiniz üzere- insanın yaşadığı kopuşu, ve bir diğer insan/sistem marifetiyle maruz kaldığı zulüm ve silikleştirmeyi; cesurca, kimi zaman dikkat çekici, kimi zaman da, keskin ifade ve tanımlarla yapsın. Gölgelere basmaz, suya sabuna dokunmaz, kendi inzivasında sormasan konuşmaz bir eda ile meselelere teğet geçmesini beklemeyiz.
Döneminin sorunlarını soluduğu ümitsizlik atmosferi içerisinde, dikkat çekici mukayeselerle yapmaya çalışan Meriç ‘te sanırım ilk saydığım tutumu göstermeye çalışmıştır. Dolayısıyla teşhislerini analiz ederken, dönemini de göz önüne almak gerekir.
Meriç yüzyılın başında 1.Cihan Harbi’ne rastlayan dönemde gözlerini açtığında, dünyada 135.5 milyon km karelik sürülüp ekilen toprağın 104.5 milyon km karelik bölümü sömürge veya yarı sömürge idi. O zaman ki dünya nüfusunun 3 / 4 ü doğrudan ya da direkt olarak sömürülüyordu. 2. Cihan Harbi çıktığı zaman yabancı ülkelerde Almanlar ve İngilizler savaşırken bu sömürge ülkelerin kılı bile kıpırdamıyordu. Nasıl olsa ya Almanlar tarafından ya da İngilizler tarafından sömürüleceklerdi. Özellikle de Meriç’in mensubu olduğu Müslüman ülkeler için durum böyle idi. Böylesi bir dönemde, milletlerin mukavemeti ve içlerinden çıkarak karşı bir mücadeleyi başlatma yoluna giden Mustafa Kemâl gibi önderlerin varlığı söz konusu mahzun ve ümitsiz kalabalıklarca moral güç ve teselli olarak karşılanmıştır.
Kuzey Atlantiğe sınırı olan devletler arasında, Wilson’ın demokratik kurumlara ortak bağlılığı temel alan uluslar arası düzen ve tartışmaları savaş yerine müzakerelerle halletme ideali galip gelip; “demokrasi” sözcüğünün genellikle gücü elinde tutan kişilerin haklı gösterilmesi şeklinde kullanıldığı ve darbeler veya darbe benzeri yollar ile hükümet değişikliklerinin gerçekleştiği ve nihayetinde meta uğruna, menfaat uğruna “savaş” manın bir politika aracı olarak kabul edilemeyeceği düsturuna ulaşılana değin, geçtiğimiz yarım yüzyıl içinde çok acılar çekilmiştir.
Evet, sömürü ve sömürgecilik nüfuz alanı ve tatbiki metotları bakımından şekil değiştirdi. Ama halen daha, küreselleştirilmiş ekonomilerin başarısının, gerek toplumlar içinde, gerekse arasında dünyanın politik liderlikleri üzerinde baskılar oluşturacak oynamalar ve gerilimler ile sürdürülebileceğine inanılmıyor mu?
Afrika ya bir bakalım mı? Başka hiçbir kıtada, ulusal sınırlar, büyük güçlerin kendi denetim alanlarını tanımladıkları şekilde, bu kadar doğrudan ve net biçimde ortaya çıkmamıştır. Kara Afrikasında kolonici yönetimin çöküşüne kadar çok trajik vakalar yaşanmıştır. Asya ‘da da farklı değil. Hindistan hiçbir zaman mevcut alanını içine alacak biçimde yönetilmemiştir. Şunun şurasında bağımsızlığını ne zaman elde etti ki? Ya Hong Kong’un Kraliyet tarafından teslimi? Endonezya’nın başlıca tarihi deneyimi uzun süreli Hollanda koloni yönetimidir.
Bunların içinde en trajik hayat hikayeleri kara Afrikasında ortaya çıkmıştır maalesef.
Afrika’da, Asya’daki gibi sınırlar yalnızca Avrupa güçlerinin alanları arasındaki işaretlenmeleri izlemez; aynı zamanda her koloni bölgesi içindeki idari bölünmeleride etkilemiştir. Doğu ve Batı Afrika da, İngiltere ve Fransa uzun sahil şeridi olan kolonileri yönettiler. Denize kendi açılımı olan ve sonradan bağımsız devletler haline gelen çok sayıda idari birimlere bölünmüşlerdir. Küçücük Belçika nın bile neredeyse Fransa ve İngiltere ninkiler kadar büyük olan ancak kendi özel sahil şeridi bulunmayan bir yönetim bölgesi vardı. Belki Discovery Channel de muhtelif karelerde denk geliyorsunuz, Kongo Nehri civarı. Kolonici güçler yönetime karşı bütünleşmiş bir muhalefetin ortaya çıkışını zorlaştırmak için, genellikle etnik veya kabile gruplarını bölmeyi daha faydalı görüyorlardı. 50 ye yakın Afrika devletinden pek çoğu kendisine has statüsünü -ki nasıl olduğu tartışılır- elde edilinceye dek, ya da söz konusu sömürü gücü ardında on binlerce ölü ve yaralıyı, mezbeleliklerin arasında bırakıp (bknz: Cezayir, Somali, Raunda vs..) uzaktan yönetimin yolunu (kukla rejim ve iktidarlar) geliştirinceye dek böyle geçti.
Afrika da Batı’nın politik örgütlenmeye, demokratik ilkelerle çoğunluğun yönetimini biçimlendirmeye ihtiyaçları yoktu. Sierra Leone de Sudan’da soykırıma varan acımasızlıklar yaşandı. Angola’da iç savaş otuz sekiz yıl sürdü. Bugün bile Etiyopya ile Somali arasında savaş halen devam ediyor. Şimdi bunu yalnızca kabile ruhu ve inanç savaşı diyebilir miyiz? 17. yy da Afrika’nın güney ucuna kadar giderek yerleşen ve yanlarında Avrupa daki büyük entelektüel eğilimlerin tümüne (rasyonalizm ya da Fransız devrimi demokratik dağılımı dahil) arkasını dönmüş Kalvinizmin payı yok mudur.? Irkları intikamla ayırmaya çalışan, ırklar arası evlilikleri yasaklayan, ve yaşam alanlarını, çalışma haklarını ve beyaz olmayan nüfus hareketini düzenleyen katı yasalar ile sömürüyü sürdüren politikaların kabahati yok mudur? Tüm bunlardan azade, sömürünün bir insan fıtratı olduğunu söyleyerek indirgemeci bir yorum getirmek meseleyi çözer mi?
Binaenaleyh, yaşadığımız döneme gelinceye kadar, bu sorunlar bir bir aşılmaya çalışılmış ve halen de çabalar yok değil. Bu sürecin varlığını olumlu yönde etkileyen Meriç gibi mütefekkirlerin de kendi dönemlerinde, dünyanın genel panoramasından takip ettikleri tüm bu haksızlıkları ve çelişkileri keskin dilleri ile eleştirmeleri olmuştur kanımca. Bunda hiç şüphesiz Sosyalist tasarrufunda payı yadsınamaz. O dönemde söylendi bunlar. Ve haklıydı. Şimdi Meriç yaşasa belki paragraflarını değiştirebilir idi.
Siz de 20 yıl önce düşündüklerinize yazdıklarınıza şöyle sağlam kafa ile bir baktığınızda, kaldırıp atacağınız, “öyle değil de şöyle söyleseydim daha isabetli olurdu” diyeceğiniz ifadelerinizi bulmaz mısınız? Çevrenizde böyle yapan dostlarınız yok mu?
Katkınız için teşekkür eder, saygılar sunarım…
ve sâir…
Yazan:snowqueen Tarih: Şub 2, 2008 | Reply
@M Sair
Yaptğınız tavsiye gayet haddiniz olarak yaptığınız bir tavsiyedir ve dikkate alacağım, fakat “ders vermek” derken neden bahsettiğinizi
pek anlayamadım. “ifade alır gibi” bir tavır içerisinde gözükmek elbette istemem ama tavırlar biraz sertse maruz görün, sitenin genel profiline bakarsanız birçok açıdan muhalif bir azınlık içindeyiz.
Güzel ve derin bir yazı yazmışsınız. Okumaktan keyif aldım.
Modernizm eleştirisi konusunda ortak noktalarda anlaşabiliriz.
Ama daha fazlasını istemeyin.
Balbazar’ın dediğine katılıyorum, sömürgecilik gibi kavramlar Batı’ya ait değil. Çin veya Hindistan “doğu” mazlumluğu içinde değerlendirilse de, kendi kültürlerini tarihin çeşitli devirlerinde dayatmışlar.
Tekrar edeyim, Cemil Meriç’in yazısında bana çelişkili gelen, tarihi ‘baltayla keser gibi ayırmanın’ saçmalığından bahsederken doğu, batıyı bu şekilde baltayla keser gibi ayırması oldu.
Sizce kültürler sabit ve değişmez mi? Osmanlı’yı Osmanlı yapan,
ilk dönemlerinde aldığımız Bizans geleneklerinin mirasını değil mi? Antik Yunan kültürü içine bakarsanız Mısır’ı, Babil’i görmezmisiniz?
“Batılılaşma”, “doğululaşma” da olabilir mesela bu mantıkla gidersek.
Osmanlı döneminde aldığımız Fars ve Arap etkisi çok mu masum?
Devlet ve bilim dilinin Farsça olmasının Latince olmasından farkı
birinin ‘islam’ diğerinin ‘hristiyan’ kökenli olması mı?
Bunun bir dönem ve iktidar sorunu olduğunu düşünüyorum.
Batı medeniyetinin en önemli özelliklerinden birinin Katoliklik ve Protestanlık olduğunu söylüyorsunuz oysa Roma döneminde de
aynı emperyalizm vardı. Daha önceki dönemlerde de Güçlü bir Persleşme olduğunu söyleyebiliriz.
Kültür’le sadece “islami”olanı alıyorsunuz, Oysa benim kültür anlayışım bu topraklarda neolitik dönemlerden başlıyor.
“halkın ananesi, yapısına” bakınca hititlerden, hellenlere pek çok katkı görüyorum.
İslam’ın fitre, zekat gibi kavramlarını kapitalizmi tehdit eden değerler olarak görmüyorum. Herhangi bir ideolojinin gömleğini üzerime
geçirmedim. Ama önsezilerim ve sağduyumla baktığımla “insanlar arasındaki eşitsizliğin olağanlığını”(özellikle mülkiyet gibi) vurgulayan
bir anlayışı benimseyemem.
İslamın eşitlik algısında ise “müslüman erkek” profilinin
kadınlar, eşcinseller, ateistler, putperest ve diğer dinlere mensup kişilerden “biraz daha eşit” olduğunu düşünüyorum.
Mükafat ve teşviklere gelirsek, Mükafatın ne olduğuna ve neyle beraber, neye rağmen geldiğine göre değişir. Bir çocuğa mükafat olarak manevi değeri olan birşey vermekle, araba almak kimi zaman
farklıdır.
Reklam sektörünün içindeyim, kapitalizmin tam kalbinde.
@Ç-Z’ye de hitaben,
Etrafı kaplayan ego sisleri dağıldığında manzara buradan oldukça net görünüyor. İleride akademik bir alana kaymayı o da olmazsa daha mütevazi bir yöne gitmeyi planlıyorum.
Çünkü, yaptığımız, bu sistemin bize verdiği yetkiye dayanarak,
insanları ihtiyaçları olan son şeyleri en çok ihtiyaçları olanmış gibi pazarlamak. Tüketim artsın diye sürekli yeni modelleri piyasaya sunulan ürünleri sattırmanın ötesinde hayali yaşam tarzları yaratmak.
Köle gibi palaza köşelerinde güneş görmeden çalışıp duran insanlar, ortaya sermayesini koyup bu yoğun stresli iş ortamından sıyrılmak için lüks yurtdışı tatillerine giden patronları gibi olmak isityorlar ve bunun için önlerine “kariyer” adında bir merdiven dayanıyor.
“Mükemmel” eşitlikçi bir düzen şöyle gelecektir diye bir kurtuluş reçetem, sihirli değneğim yok. Toplumu oluşturan bireylerse, bunun bireyden bütüne ulaşabilecek bir bilinç olduğunu düşünüyorum.
Bunu katı öğretilerle formülize edemem, kendisiyle çelişen bir duruma dönüşür. Yılın belli zamana fakire para vermektense, kendi yükünün ağırlığını hissedip bütün bunlara gerçekten ihtiyacı olup olmadığını sorgulayan bir bilinci kastediyorum mesela.
Yazan:snowqueen Tarih: Şub 2, 2008 | Reply
@M Sair,
sömürgeciliğin “indirgemeci” açıklasını eleştiriyorsunuz fakat insanlar arasındaki eşitsizliğin zeka, çalışkanlık, mülkiyet ve Allah’a itaat gibi farklar yüzünden olağan olduğunu düşünmek başka bir indirgemecilik olmuyor mu?
Yazan:knz Tarih: Şub 2, 2008 | Reply
mr şair selam,
keşke nikiniz biraz daha kolay olsaydı, umarım yanlış yazmadım. bazen böyle kasıtsız yanlışlar da yaparım.
mr şair benim sloganım şu; öğrenmek isteyen arar bulur ve çözer.
ben yazılması ağır emek isteyen ne varsa yazdım burada.,
kadınların dövülmesi hakkında daha tutarlı görüşleri haber verdim. karşılık olarak inkar gördüğümü söyleyebilirim. veya bir etkisi olmuşturr da ben göremedim
ben kendim için şunu biliyorum, ben arardım. ben bulurdum gerekirse çin’ceyi bile çözerdim.
benim derdime çare olacak bir yazı çince ise gider çözerim.
Sizleri kendi şiirseliğimden korumak için o tarz yazmıyorum. Haksız rekabet olmasın diye :)Bu arada windows tanrıları yeryüüznde çoğaldı, bilgisayarım benim kadar güçlü kuvvetli olamıyor.
bu arada uslübü hoş yazıları çok sevdiğimi söylemek istiyorum.Ben yapamasam da, yapabildiğim kadar katılmaya çalışırım, uyarınız için teşekkürler.
Sevgi ve saygılarımla
Yazan:Ç-Z Tarih: Şub 2, 2008 | Reply
“Toplumu oluşturan bireylerse, bunun bireyden bütüne ulaşabilecek bir bilinç olduğunu düşünüyorum.”
Evet,Snowqueen,aynı şeyi diyoruz.
“Mükemmel” eşitlikçi bir düzen şöyle gelecektir diye bir kurtuluş reçetem, sihirli değneğim yok.”
“Mükemmel eşitlikçi bir düzen” bu dünya için mümkün değil,zira insanların mükemmel tanımları bile birbirinden farklı.
Sihirli değneğiniz var;siyahı,beyaz,beyazı da siyah olarak düşünebilmek.Kendi doğrumuzun yanlış,yanlış olarak tanımladığımızın da doğru olduğunu bir an için düşünebilmek.Kabul etmek değil,sadece bu düşüncenin kuyruğuna takılıp bizi götürdüğü yere kadar gitmeye cesaret edebilmek.
Bunu katı öğretilerle formülize edemem, kendisiyle çelişen bir duruma dönüşür.
Etmeyin o halde!
Bir göz atabilirsiniz belki…
http://www.mustafaakyol.org/arsiv/2008/01/kabadayidan_ahlak_ogrenmek.php
Yazan:mr^sair Tarih: Şub 3, 2008 | Reply
Merhaba snowqueen;
Doğu toplumları arasında da pek tabii işgaller, savaşlar yaşanmıştır. Lâkin bunların pek çoğu 20.yy öncesi devletler arası husumetler nedeniyle baş göstermiştir. Geçtiğimiz yüz yıla gelene dek bu durumu ihlâl eden bir vakaya da rastlanmaz. Moğol istilası yahut Çin’in 19.yy yayılmacılığı gibi durumlarda bir kültür emperyalizmi görmek zordur, daha çok asimilasyon ve ‘katl’ şeklinde gerçekleşmiştir. Rus Medeniyeti, Bizans medeniyetinin bir çocuğu olarak, Petro dönemine kadar ki evre de yaklaşık iki yüzyıl Moğol egemenliğinde yaşadı. Roma Katolikliğinden, feodalizm ve kolonizasyondan kısacası emperyalist fenomenlerden habersiz yaşadı. Dikkat edin, o zaman 11. yy dan bu yana Hristiyanlığın icaplarını yerine getirebiliyorlar, ve belli başlı dinsel yahut didaktik etkilerde kalmasına rağmen gözle görünür bir Rus edebiyatı var. Nüfus geniş bir coğrafyada dağınık yaşıyor.
15. yy da Moğol-Tatar nüfuzu kırılıyor. Moğolların Müslümanlaşmasının katkısı da var bu durumda. Matbaalarını kuruyorlar, hayat devam ediyor. Bir ara Polonya orduları işgal ediyor, kültürel yaşam kesintiye uğruyor ama esas bomba 17. yy sonu itibariyle patlıyor. O zamana dek Bizans ve Moğol etkisinde görülen Rus medeniyeti Büyük Petro’nun marifetiyle hem modernleşmeye hem de batılılaşmaya başlıyor. Bir yerde denk gelmiştim. Petro Avrupayı gezip Moskova ya geri döndüğünde halkının Avrupalı bir görünüm kazanmasını sağlamak için yaptığı ilk şey ne biliyor musunuz: soyluların sakallarını kesmelerini emretmek, giydikleri konik şapkaları yasaklamak bir de Kiril alfabesinde değişiklik yapıp, Batı dillerine merak salmak.:)
20. yy a gelininceye dek doğu toplumlarında tastamam kültürel bir asimilasyon, teknik ve insanî mânâda bir sömürü şekli Doğu toplumları arasında görülmüyor, yahut maksad bu olmuyor. Doğu toplumlarında sebepler o kadar ideolojik olmamış. Hiç alakası olmamasına rağmen birbirlerine fenotip olarak çok benzettiğimiz Çin-Japon lar arasında işgal, boğazlaşma ve soy kırımı andıran görüntüler yaşanır oluyor bu yüz yıl başında. 2. Cihan Harbi öncesinde Japonların Çin’i işgali de bu çerçevede, batılılaşmasının ileri evrelerine gelmiş ve bu dönüşümün özündeki sömürü tozunu üstündeki Batılı kıyafetlere ve elindeki Batı tarzı silahlara bulaştırmış, Meici dönemi sancılı metamorfozunun dışa dönüklüğü ile gözlerini yan bahçeye dikmiş Japonya’nın işgali başlıyor. Çok kıyım yapıyor. Benzer restorasyonu yaşayan Çin ‘de Kültür Devrimi ile aynı tecrübeleri yaşıyor ve yaşatıyor. Tibet’in, Uygur Türklerinin bugünkü durumu ortada…
Sevgi, erdem, yüce gönüllülük gibi son derece insanî hasletlere dayanan; öz de “Ren” i yaşamak gayesini taşıyan, doğruluk, cesaret ve bilgi gibi “Junzi” öğretisi başlığında harmanlanmış Konfüçyüsçülük bile Çin’in bu Batılılaşmasından dersini alıyor. Asırlar boyu insan doğası ve devlet yönetimine ilişkin klasik yaklaşımı ve öğretileri ile idame ettirilen bir hayat, devrimlerle kuramsal destekten yoksun kalakalıyor.
Budacılık-Taoculuk gelişiyor. İkiz kardeş gibi benzettiğimiz Japon ve Çin’lilerin inançları birbirinden farklı(Bruce Lee neden Japonlarla limoni idi, düşünün:). Japonlar arasında Şinto ve Budizm yaygın. Çin’de ise Konfüçyüsçülükten şuan bahsedilemez, Budizm-Tao ise çok daha az yer bulmuş durumda. Aslında ilginç olan bir şey var ki: Çin’in inanç serüveninde barış dönemlerinde Konfüçyüsçülük, kargaşa zamanlarında Taoculuk önem kazanmış. Avrupa Konfüçyüsçülük ile Marco Polo sayesinde tanışıyor, sonrasında 17.yy da misyonerler vasıtası ile bu durum tersine bir hal de alıyor. Voltaire ve Goethe de Konfüçyüsçülüğü incelemiş. Leibniz ondan hayranlıkla söz etmiş. Anlayacağınız asırlarca şark toplumlarında inançlar iç içe sorunsuzca yaşamıştır.
Bugün kimi batılı meraklılar, doğu mistisizmini, bazı ön yargılı ve dar görüşlü oryantalistlerin haricinde gidip görüp tanıyarak öğrenmekte. Özellikle ABD de Budizm felsefesi revaçta. Gerçi koskoca bir felsefeden daha çok; meditasyon, Ying-Yang, yoga gibi, esasında bir ibadet maksadı olan ama ticarî girişimcilik ve kültürel başkalaştırma mantığı içerisinde ancak şekil olarak kalmış, zayıflama ve terapi mantığı ile beğeniye sunulan ürünler afişe edilir olmuş durumda. Gönüllü olarak, o kültürün şifrelerini kendi karakteristiği içerisinde çözüp, havasını teneffüs ederek silikleştirme değil, sindirme maksadı güden insanlar çok az. Zaten onlarda kültürlerin böylesi bir asimilasyona, hüviyetini toptan değiştirmeye maruz bırakılmasını eleştiren, ve “çekirge” lik yaklaşımı ile öze inmeyi hedefleyen marjinal gruplar arasında kalıyor diyebiliriz.
Belki bu noktada ayağa fırlayıp şöyle diyeceksiniz: “hayır efendim, olur mu… Osmanlı nasıl yayıldı. Yaaa, tıkandın kaldın dimi.” 🙂
Bu başlı başına bir münazara konusu, kısaca irdeleyecek olursak. Osmanlı Devleti harb ile savaş ile gelişmemiş bunu gaye edinmemiştir. İslâm ‘a davet esastır. Ve her durumda bunun adı “din savaşı” değildir. O nedenle; gaza, cihad, kıtâl kavramları birbirinden farklı anlaşılmıştır. Osmanlı, belirli bir vatan ve ırkî değerler üzerine değil, manevi değerler ve -belki siz dalga geçebilirsiniz ama- bütün insanlığın iki dünya mutluluğunu temin etme mefküresi üzerine kurulmuş bir devlettir. Amaç, bütün insanları zorla Müslüman yapmak değil, isteyenlerin İslâm ‘a girmelerini, istemeyenlerinde İslâm ‘ın hakimiyeti altında huzur ve refah içinde yaşamalarını temindir. Bu gaye için, son başvurulacak çare cihaddır. Dün, Osmanlı coğrafyasında bulunan birçok millet bu ülkü çerçevesinde kendi öz kimliklerini, dillerini, dinlerini, göreneklerini yitirmeden; can korkusu sebebiyle tüm bu değerlerini hakim olması muhtemel müstevli (!) güce yaranmak uğruna terk etmeden, gönül huzuru ile yaşaya gelmiştir, ki bunun ile ilgili o kadar çok beyan vardır ki, yerli-yabancı kaynaklarla bu konuyu aydınlatmak pek ala mümkündür.
Ama, aynı şeyi batılı güçlerin emperyalizmi için söylenemez. Bundan söz etmek de Marksist fraksiyonlar ile konuşmak mânâsına gelmez. Belki kavramsal bir sosyalizmin terminolojisinden istifade etmektir. Ütopik veya ilmî gösterilmeye çalışılan sosyalizm çeşitlerinden demlenmeyi asla seçmem. Kimine göre sosyalizm, hürriyete ve insan şahsiyetine saygıdır. Kimine göre üretim vasıtalarının devletleştirilmesi ve işçi diktatörlüğüdür. Bu tartışma hiçte yeni degil aslında. Marksistlere göre bütün bu sosyalizmler arasındaki müşterek nokta, her türlü sosyal eşitsizliğin ve adaletsizligin kaynağı olan ferdi mülkiyetin ortadan kaldırılması arzusudur. Sanırım siz de bu mantaliteden epey etkilenmişe benzersiniz.
Ama, size kötü bir haberim var. Marx ve Engels kapitalizm ilerledikçe üç sınıfa böldükleri toplumun iki sınıfa ineceğini yani orta sınıfın aradan çekilip burjuva sınıf ile işçi sınıfının karşı karşıya geleceğini tahmin ve iddia etmişlerdi. O zamanlarda hakikaten etkileyici bir tez. Ama Marksizmin ve sizin sıkça tekrarladığınız “eşitsizlikten eşitlik” doğacağı üzerine bu tez gerçekleşmemiştir. Aksine olarak endüstrinin gelişmesi ile aynı tempoda orta sınıf da büyümüş, hatta bir ortasınıf ekonomisi doğmuştur. Bu klasik üç sınıfın da dışında yeni sınıflar da teşekkül etmekte ve Marx ın hayalen kapitalist-proleter çatışmasına irca ettiği toplumlar, bilakis iki değil, üç de değil daha fazla bölünmek realitesi içindedir.
Dahası geçen asırdan bu yana, bu sınıf kavramı da çeşitli tenkidlere uğramış ve bir kapitalistin bir küçük burjuvanın, bir işçinin şöyle adam akıllı, açık bir tarifi de yapılamamıştır. Bilhassa anonim şirketleri geliştikten sonra Marx ‘ın sermayeyi sınırlı ellerde biriktiren teorisi iflas etmiş ve kapitalist olmayan sınıflar da büyük anonim şirketlerin sermayedarları arasına girmeye başlamışlardır. Ç-Z Hanımefendinin anlattığı hikayede bu konuda kısa bir örnek teşkil edebilir.
Ha bu demek değildir ki hiçbir görüşü geçerli değildir. Hayır.. Marksizmin pek çok geçersizleşmiş (Bilimsel sosyalizm, diyalektik materyalizm, teleolojik metod ve üretim güçleri ilişkilerini bağladığı kimi görüşleri vs..) teorileri gibi geçerlileri (değerler metodolojisi, sömürü, yabancılaşma eleştirisi gibi) de var. Yalnız bugün geleneksel anlamda Marksist olmak ahlâken, fikren mümkün değildir. Proudhon gibi anarşist olmak mümkün ama 🙂 Hakikaten Proudhon dan Marx ın onda biri kadar bahsedilmez. Ben daha dürüst bulurum nedense. Sefaletin felsefesini yapmıştır. Bu isim de bir de kitabı var Marx la atıştıkları.
Her neyse…
Bugün İslâm’ın bir çekirdek devleti yoksa, yahut; Latin Amerika, Afrika da… bunun nedeni olarak belki siz katılmasanız da Batı emperyalizmini görüyorum. Çekirdek devletlerin sayısı rolleri medeniyetten medeniyete değiştiği gibi zaman içerisinde de değişiklik göstermiştir. Mesela Japon medeniyeti fiilen tek bir Japon çekirdek devletiyle özdeştir. Çin medeniyetinin, Hindu medeniyetinin her birinin nice badireden sonra belli bir egemenlik kurmuş olan merkezi devletleri, başka organik devletleri, farklı bir medeniyete mensup bir halkın egemen olduğu devletlerde yaşamakla birlikte kendi medeniyetleri ile ilintilendirilen halkları vardır. Mesela yakın komşuda yaşayan Ruslar, yahut bugün yine bir canlı bomba ile yerleşim yerinde bombalama eylemi yapan Sri Lanka’daki Tamiller gibi. Avrupa da Alman-Fransız çekirdek devleti gibi. Gel gelelim, İslam, Latin Amerika ve Afrika çekirdek devletlerden yoksundur. Afrika’yı, Anadolu’yu, Orta Doğu yu ve daha önceki yüz yıllarda daha belli belirsiz bir şekilde olmak üzere Latin Amerika yı kendi arasında bölüşmüş olan sömürücü güçlerinden söz etmezsek ayıp olmaz mı? Bu çekirdek devlet olma kisvesine erişmek için mücadele edenler var, İran gibi.
Hayır değil. Belki Osmanlı İmparatorluğunu eski Akdeniz dünyasının üçüncü ve sonuncu imparatorluğu olduğu için Roma Bizans gibi selefleri ile bağdaştırabilirsiniz. Ama söz konusu imparatorluklar ile coğrafya olarak belirli bir iklimi belirli bir konumu paylaşmaları dışında denklikler kurmak mümkün değil. Bazı benzerlikler kurmak, ne Romalıların ne Bizans ta Yunanlıların ve ne de Osmanlı nın diğer medeniyetler karşısında kültürel üstünlük kibrine kapılmadığını ve bunun da Akdeniz toplumlarına mahsus bir vasıf olduğunu söylemek mümkün belki. Mesela, dillere, lisanlara, tebaaya gösterilen muamele de ortaklıklar kurmakta mümkün, ama daha ileri giderek birbirlerine mirasçı kılmak mümkün değil.
Gibbons gibi kimi oryantalist tarihçilerin iddialarından feyz ve ilhamla söylüyorsanız eğer, Fuat Köprülü Hoca nın ve Akgündüz’ün bu konudaki tenkitlerini okumanızı tavsiye edebilirim. Böylesi şarkiyatçılar arasında Osmanlı’nın tüm kurumları ile Bizans geleneğini sürdürdüğünü ve hatta daha da ileri giderek İslam Hukuku’nun Roma Hukuku’nun aynen devamı olduğunu ileri sürenler var, ama tezleri dayanaksızdır. Bu hususta çok fazla karşı tenkid bulunmakta. Özellikle yineliyorum Fuat Köprülü’nün, “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri” adlı eserine başvurabilirsiniz.
Öncelikle şunu düzelterek başlayalım, Türkçe nin muhtevasında İslâm ‘ın değil Kur’an ‘ın dili olan Arapça nın yoğun olduğu düşünülür, ama yanlıştır; bilakis İslâm ın dili olmakla alakası olmayan Farsça ağırlıklıdır ve öyle herkes de bilmez bu dili.
Bu soru ile komunist muhataplarım sayesinde sıkça karşılaştığım için, daha evvel ki tartışmalarım muvazenesinde cevap vermeye çalışayım. Öncelikle bir şeyi hatırlatmakta fayda var. Sol düşüncede olmanız, her eleştirinizi “sol” terminolojiden esinlenerek yapabileceğiniz yahut; birbiriyle paralellik arzetmeyen mevzular hâsıl olduğunda, karanlık bir mekânı elinizi savurarak kontrol etmenize benzeyen bir tanıma metodu ile sorularınızı üzerine fazla da düşünmeksizin iteleyerek temeyyüz edeceğiniz mânâsına gelmez, gelmemeli. “Sol” cu olmak, mensubu olduğunuz coğrafyayı, tarihi, sosyolojiyi cımbızlama; sizi, “çağ”ın muasır medeniyetleri seviyesine erişmekten alıkoyacağını düşünüp böylece iman ettiğiniz bir takım sübut bulmuş realiteyi de reddetme şeklinde anlaşılmamalıdır diye düşünüyorum.
Din ile kültürü birbirinden ayrı iki vakıa olarak kabul etmek gerektiği gibi onlar arasında hayati bir münasebetin olduğunu da kabul etmek gerekir öyle değil mi? Bu hususta İngiliz şair Eliot’un “Kültür üzerine düşünceler” isimli bir kitabı var. Din, elbette ki kültürü aşan ve onu besleyen bir kaynaktır. Din malumunuz olduğu veçhile belli başlı inançlar ve ibadetlerden oluşmaktadır. Fakat bu inançlar ve ibadetler, toplum hayatında gerçekleşirken, birbirini doğuran ve birbirine bağlı binbir şekil yaratır. Mensubu olduğumuz Türk Milleti de bin yıldan fazladır benimsediği ve içinde yaşadığı İslamiyeti göz önüne alarak, ondan doğan ve onunla ilgili bir çok sanatı geliştirmiştir.
İslamiyete göre Kur’an Allah kelamıdır ve daha nazil olurken yazıya geçirilmiştir. Allah’ın emirlerinin dil ile ifade edilmiş olması, Arapçada dil ile ilgili birçok kültür faaliyeti ve unsurunun doğmasına sebep olmuştur. Ezberlenmiş (ki dünyada daha fazla ezberlenen bir kitap yoktur. Ve hatta nice Hristiyan dil uzmanıda bunu takdir eder) doğru ve güzel okunmasına değer verilmiş, böylece benimsenmiştir. Bunların doğal sonucu olarak güzel yazmakta önemsenmiştir. Hafızlık gibi hattatlıkta asırlar boyunca devam eden, işlenen güzel ve mükemmel hale getirilen birer kültür faaliyeti olmuştur. Osmanlıcaya mahsus alfabemizi terk edince de Türkiye ye has hat sanatı eser orana gerilemiştir. Bu örnek başlı başına dil ile kültür arasındaki münasebeti gösteren bir örnektir.
Kur’an ın çeşitli şekillerde yorumlanması da mezhepleri, kelam ilimlerini ve felsefeleri doğurmuştur. İslam aleminde bu ilimler sayesinde binlerce müfessir (tefsir eden), alim ve filozof yetişmiştir. Tüm bunlar, din dediğimiz olguyu eğer bir ağaç olarak kabul edersek, dalları ve yapraklarıdır. Kur’an a dayanan ve ondan ilham alan edebiyat gelenekleri bütün İslam ülkelerinde vardır. İnananlara özel bir terbiye veren (sanırım bundan hoşnut değilsiniz) hatta onların yaşayış tarzlarını tayin eden tarikatler de felsefe ve edebiyat gibi dinden doğmuşlardır. Türkiye de ve başka İslam ülkelerinde gelişen mimari ve musiki ile diğer güzel sanatlar da içinde yaşanılan zaman ve mekanı kendilerine has şekil ve mana ile süsleyebilmek (esas bu, hayatı bezeme, Rahman suresinden kimi deliller çıkartılır.) için meydana getirilmiştir. İslam dini olmadan bunların hiçbirinin var olmasına imkan yoktu.
Bir başka husus, aralarında benzerlikler bulunsa da her dinin inanç ve ibadet şekilleri gibi onlardan doğan kültür ve sanat faaliyetlerinin de birbirinden farklı olmasıdır. Hristiyanlığın ikonoklazm sanatı mesela… Kaçıncı İznik konsiliydi ya da gerçekten bunda mı tam hatırlayamıyorum, bu hususta karar alınıyor ve serbest bırakılıyor, siz biliyorsanız hatırlatın lütfen. Bu farklılık sadece dinden de gelmez. Dinlerin yayıldığı coğrafi sahalar ve aynı dili benimseyen kavimlerin daha önceki dini inanç, örf, adet, yaşayış tarzları da farklılık doğurur. İslamiyet temelinde farklılık olmamasına rağmen, Müslüman kavimlerin benimsedikleri mezhepler, tarikatler, felsefi düşünceler, sanat eserleri, idare ve yaşayış tarzları birbirinden farklıdır. Bu durumun kültürleri zenginleştirici olduğunu düşünmezsek sizin gibi düşünmemiz gerekir.
Dışa açık bir kavim olan Türkler sadece Fars ve Araplardan değil, Hristiyan kavimlerin kültürlerinden de yararlanmışlardır. Mesela, Roma döneminde geliştirilmiş olan su ile ısınma türü bir çok yerde kullanılmış, sanırım el Hamra sarayında da buna benzer bir sistem kurulmuş. Trabzonda da aşağıda yakılan bir sobanın havalandırma boruları vasıtası ile ısıtmasını sağlayan bir sistem de mesela Rumlardan kalma. Ayasofya modeli olmasaydı belki Sultan Ahmet ve Süleymaniye modelleri şuan ki şekilleri ile düşünülmezlerdi. Hulasa; Türkçeye giren yabancı kelimeler, Türklerin beraber yaşadıkları veya temasta bulundukları kavimlerden neler aldıklarını açıkça gösterir. Bunda yanlış olan bir tarafta yoktur kanımca. Bu durumun ne zaman bir çözülme yaratacağı konusunda ise “tabakalaşma” diyebilirim. Bu şekil bir çözülmeden bahseden ve iddiasını açıklayanlar var.
Sizin şuan yaptığınız gibi konuştuğu dili eleştirme hadisesinin Osmanlı aydının da olduğunu sanmıyorum. Bu şekil bir reddiyecilik seviyesinde değildi. Bundaki asıl sebep de Osmanlı devri halk ve aydınının ortak bir zihniyet ve aynı din çerçevesi içinde yaşamasıdır. Ama, batı dil ve kültürü ile yetişen yeni aydın sınıfı, hem eski Osmanlı aydın tabakasına, hem de halk tabakasına yabancı kalmıştır. Bin yıllık Türk-İslam kültürünün değil de, bambaşka kaynaklara dayanan batı kültürünün temsilcisi olma hali de Tanzimattan sonra Türk toplumunda görülen çözülmenin başlıca sebebi olarak zıtlık ve tabakalaşmayı doğurmuştur. Bu durumu izah eden bir çok düşünürümüz, tarihçimiz mevcut ki Meriç de onlardan birisi.
Konuşulan ve yazılan Türkçe binlerce yılın mahsülüdür. Ona elbette yabancı kelimeler, hatta deyimler karışmıştır. Divan edebiyatının (pek severim, hele Nedim i) yazıldığı Osmanlıca on binlerce yabancı kelime ve terkiple doludur. Böyledir diye, eski Türk edebiyatını Türk kültürünün dışına mı atacağız? İslam kabul edildikten sonra, daha önce vücud bulmuş İslam medeniyetini de almıştır, fakat onu içlerine sindirmeğe çalışırken, kendileri göre tasarruflarda bulunmuşlardır. Malzeme dışardan da esinlenilerek yoğuruldu diye, Yunus Emre, Aşık Paşa, Baki, Nedim, Nef’i, Şeyh Galip gibi Tğrk kültürü içinde doğmuş, yaşamış, eser vermiş şahsiyetleri kesip atacak mıyız? Osmanlıcayı eserleri ile daha zengin ve ince bir kültür, medeniyet dili olarak beyit beyit inşa edenler onlar değil mi?
Yabancı kültürlerden istifade etmek için, yabancı dili okullarımızda ilk okul seviyesinde öğretmek maksadı ile bunca emek ve para harcarken, kendi milli kültür kaynaklarımıza sırt çevirmeği mazur göstermek mümkün mü? Bunun adına Gençliğe Hitabedeki karşılığı ile: “…gaflet ve dalâlet…” ve hatta cehalet(!) denilmez mi? Bize düşen diğer milletler ile kültür alış verişinin delili olan bu kelimeleri çıkarmamız değil, anlamaya ve değerlendirmeye çalışmamız gerekmez mi?
Ben de sadeleştirmeden yanayım, ama dilin özelligini bozmadan yapılmalıdır bu. Türkçe’yi değiştirmek isteyen bir kesimin ısrarla Osmanlıca sözcüklere karşı çıktığını görmeksizin yapılan sadeleştirme adı altındaki akla hayale gelmeyen dil bozgunculuğuna karşıyım. Dilin sadeleştikçe öz benliğini bulacağına, korunacağına da inanmam. Bir defa Osmanlı son dönem edebiyatçılarının ve Cumhuriyet dönemi yazarlarımızın romanları, sürekli sadeleştirmeye tâbi tutulmuştur. Bir Halit Ziya’nın MAİ VE SİYAH ‘ı dahi yayınevleri tarafından altı defa sadeleştirilmek zorunda kalmıştır. Bu furya durmaksızın devam etmektedir.
Bu uydurma dil uygulamaları politika olarak bazen öylesine pervasızlaşmış ki, “görüntü kelime” adı altında dil biliminde incelenmektedir. Bu, insanlık medeniyetinin Orta Asya da doğduğu, sonra bu insanların büyük göçler ile dünyaya yayıldıgı, bunlarında elbette dillerini de birlikte götürdüğü dolayısıyla da bugün ki medeni dillerin de hep eski Türkçe den geldiği şeklinde ki anlayışa dayanmaktadır. Tabi görüş bu olunca da, Arapça’nın Türkçeden bozma, Hind-Avrupa dillerinin Türkçe ile akraba olduklarını ispatlayan yazılar kitaplar çıktı. Böylelikle ne mi oldu? Ne olacak, o dillerin nasılsa köklerini, bizden alıp türetildikleri şeklinde ki şayia yayılınca onlardan da bize alınmasında mahzur görülmedi. Nasılsa verdigimizi alıyoruz değil mi? (!) İşte tam da bu sırada türlü yabancı dillerin malzemesiyle Öztürkçe kelimeler imal edilmeye başlandı. Bu yüzkarasıdır. Milli ekonomi, milli kültür için milli bir dil gerektigini düşünüp ardından da böylesi yanlışlara düşülmesi, bunu yapanlara göz yumulmasına bugün artık alkış tutmak mümkün değildir. Sanırım siz de bana katılırsınız.
Fransızlar akademilerini kurmasalardı Fransızcayı toparlayamayacaklardı. Ama hiçbir Fransız düşünürü Fransızcayı sadeleştirmenin yolunu yabancı kökenli -ki bu Fransızca için Latince olmaktadır- kelimelerden kurtulmakta görmedi. Çünkü bunu yaptıkları takdirde ellerinde çekirdek kadar Fransızca kalacagını görmüşlerdi. Hem de Latince Hristiyanlıgın dili iken bunu yapmadılar. Günümüzde de İngilizceden sızmaya çalışan herhangi bir kelimeyi, Fransızcalaştırmanın yolunu, İngilizce yahut Almancanın dil özelliklerine göre onların ekleri ile degil – bizim gibi sel-li, sal-lı yapmıyorlar – kendi dil özelliklerine göre aramaktadırlar. Dil üzerinden ideolojik kavgalar yürütemezsiniz. Bir kesim gibi, dilde Arapça ve Farsça sözcükleri temizlemeye çalışıp, bir kesim gibi de İngilizce dili ve eğitimi üzerine eleştirilerde bulunmak yanlıştır.
Yabancı dil eğitimi ayrı, yabancı dilde eğitim ayrıdır. Yabancı dil eğitimini elbette desteklerim, lâkin yabancı dil ile eğitimi tasvip etmem mümkün değil. Bu noktada asıl tehlike, dilde ki gelişmeden çok teknolojide ki geri kalmışlığımız ve bilim dili geliştiremememiz.
Mesela İngilizce bugün teknolojisiyle birlikte yayılıyor, bu yayılma o kadar hızlı ki sizin bir teknoloji üretip sizin kendi dilinizi yaymaya zamanınız kalmıyor. Türkiye de yabancı dil eğitiminde de yanlışlıklar elbette vardır. Bu asrın başında nasıl ki Arapça öğretiminde yanlışlıklar yapılıyor, insanlar yalnızca gramer ezberletilerek terk ediliyorsa, bugün de gramer olarak yeterli donanıma sahip olmasına rağmen, pratikte bunu kullanamayan insanlar yetişiyor. Ama kimse İngilizceden vazgeçmeye de kalkmıyor değil mi?
Fransızca ve İngilizce sizin haksız yere Osmanlıcayı suçlamanıza rağmen, kendi emperyalist amaçlarını bugün ekonomik, kültürel olarak sürdürmektedir. Hem de gittiği yerlerde bıraktıgı bir eserde yoktur.
Geçen gün NTV de Oğuz Haksever ‘in “ve insan” prog. nı seyrediyordum. Fukara Afrika kasabalarından birinde ufak bir kız çocuğuna mikrofon uzatılıp neden çamur yediği soruluyor. Meğer, taşlarını ayıkladıktan sonra biraz tuz ve yağ ile birlikte çamuru annesi yoğurup kurutuyor, sonra da çocuğuna bu nesneyi kek diye yediriyormuş. Çocuğun söylediğine göre, başka bir yemek olduğunda kızcağız bunu yemiyormuş, ama bulamadığında açlığını bastırmasını sağlıyormuş. Yedikten bir süre sonra her ne kadar ağzında çok kötü bir tat bıraksa da yemek zorunda hissediyormuş kendisini. Muhabir mikrofonu uzattığında, küçük kız tüm bunları o akıcı Fransızcası(!) ile anlattı biliyor musunuz?
Türkiye’deki “Yeryüzü Doktorları Derneği “ nin mensupları olan doktorlarımız Darfur’a Nijer’e de yardım götürdüklerinde, diğer Hristiyan yardım kuruluşlarının yapamadıklarını yaparak Türk bayraklarını bulundukları merkeze asarak görevlerini sürdürmüşler. Bunu Hristiyan kuruluşlar yaptığında halk oralara gitmekten imtina ediyor, ve tepki gösteriyorlarmış. Çünkü asırların getirdiği genlere işlenen bir güvensizlik var. Ufak çocukların yanına bir kamera sokulduğunda çocuklar hemen köşe bucak saklanıyorlar. Ama çocuklara yaklaşıp, “selamu a’leykum” dediklerinde çocuklar yaklaşanın art niyetli olmadığını, Müslüman olduğunu anlayarak röportaja yanaşıyorlarmış.
Mesela 1. Dünya Savaşında Sudan merkezi hükümeti İngiliz yanlısı bir siyaset izlerken bugün insanlık dramlarının yaşandığı Darfur’un o zaman ki valisi Osmanlıya destek olmuştur. O coğrafyanın tarihinde Osmanlı izleri hürmet ve özlem ile anılıyor. O toplumlar Osmanlıya duydukları saygı ve sevgiyi yardım kuruluşlarımıza da yansıtıyorlar.
Küba deneyimlerini paylaşan sosyalist görüşte Prof. Dr Teoman Duralı Hoca nın bir canlı yayında şöyle dediğine denk gelmiştim: Allah, Osmanlı atalarımızdan razı olsun öyle hayır tohumları atmışlar ki, biz ne kadar yakarsak yakalım tükenmeyecek gibidir.
Osmanlının eserlerini görmek için kartpostallara bakmanız dahi yeterlidir. Yugoslavya da savaş dönemi yıkılan Mostar köprüsünü seyrederken sizin kaskatı yüreginizin sızlamadıgından eminim. Ya da Suud yönetimi, Ecyad kalemizi yıkarken… Ne de olsa Osmanlı eseri degil mi?
Hindistan Pakistan da da bugün İngilizce daha fazla kullanılmaktadır. Hammer tarihinde, Osmanlıcanın konuşulduğu bölgelerin cografik genişligine değinmiş, 16.yy seyyahlarının, Batılı tarihçilerinin Osmanlı topraklarında nereye giderse gitsin, halkların kendi yerel dilleri yanı sıra, Osmanlıcanın da ortak anlaşma dili olduğu üzerine notlarını incelediğinizde ne kadar da haksızlık ettiginizi göreceksiniz.
Osmanlı eserlerini, kimi edip ve sanat adamlarımız, mutasavvıflarımız incelemiş ondan sonra, eleştireceği yerde eleştirmiş, ihya edeceği yerde de gereken saygıyı göstermiştir. Bunlardan birisi Attila İlhan (iki ‘t’ ile)… Radyonun olmadığı devirde, babasına merakı üzre ögrendigi aruz vezninde divan edebiyatından gazeller ve rubailer okuyan bir Attila İlhan’ı da Osmanlıcı zihniyetinde değerlendirmeniz mümkün mü? Kendisi Nazım’ın da bununla ilgilendiğini öğrendiğin de memnun olduğundan bahseder.
Ya da Marksizmin alfabesini tekrar yazıp derleyen, “Kısaca Marksizm Düşünüşü”, “Tarih Devrim Sosyalizm ” gibi önemli eserler neşreden Hikmet Kıvılcımlı ya ne demeli. Nazım ile hapishane arkadaşlığı yapmış ama tüm emeklerine rağmen Sovyet rejimince ve ülkemizdeki kimi fraksiyonlardan ‘sol’ diye gezinen varoş solcularınca dışlanmış, unutulmuştur. Hikmet Kıvılcımlı da Fransızca bilgisi kadar, Arapça ve Osmanlıcaya da ilgiliydi. Kitab-ı Mukaddes’i Fransızcasından çevirmekte gösterdigi özeni, Osmanlı son dönem sosyal ve iktisadi dönüşümüne dair eserleri de hatta İslami eserleri kaynağından araştırırken de göstermiştir. Osmanlıcaya hâkim ve Anadolu kültürünü tanıyan, elif görünce pertek zannetmeyen solculardandır kendisi. 80 darbesinde evine girildiğinde, gelen askerlere : “Evlad, botlarınızı çıkarında girin. Burası müslüman evidir.” cümlesini sarf edebilecek nispette, kendi kültür kodlarını çözmeye çalışmış, yaşadıgı cografyanın özverisini özümsemiş biridir.
Zekât ve benzeri dinî kavramlar hususunda daha özenli bir lisana tevessül etmenizi fark ettim. Bu konuda teşekkür ederim. Bundan sonra da böyle olmasını can-ı gönülden temenni ederim.
Uzun yazılar genellikle okunmaz diye bir algı vardır. Ama eğer ki okuyanları önemser ve yazınızı emekle mürekkep kılabilirseniz, muhakkak ki takdir ve beğeni görecek, hiç değilse bu emek, suskunluğun ikrarı ile temeyyüz ettirilecektir diye düşünüyorum.
Teşekkür eder saygılar sunarım…
ve sâir…
Yazan:mr^sair Tarih: Şub 3, 2008 | Reply
Selamlar knz Hanım;
Efendim, mutevazı beğeniniz için teşekkür ederim. Her ne kadar söylemeye çalıştığınızı, yazınızı anlayıp, kavrayamasam da, iyi “şey” ler söylediğinize kuşkum yok.
Hiç değilse; sloganınızla benzerlik gösteren şu aşağıdaki linkin devamında dinleyeceğiniz şarkıya müteallik, felsefî yorumlarınızı paylaşmanızı temenni ederek konuşmamızı sürdürebilmemizi temin edeyim diyorum.
Sakıncası yok değil mi…
ve sâir…
Yazan:mr^sair Tarih: Ağu 2, 2009 | Reply
Merhaba Arkadaslar,
Epey zaman geçti bu tartışmalarımızın üzerinden… Muhataplarımız, muarızlarımız, münazırlarımız, velhasıl münasebet kurdugumuz insanlar halen buralarda mı, herkes sağ ve sıhhatte mi acaba?!
Saygılar sunarım.