RSS Feed for This Post

Blogistan’da insan

insan_blog.jpgİsmini hatırlamıyorum. Galiba “Rouland” olacak. Hiç konuşmazdı. Ama suskunluğu başkalarınınkine benzemezdi. Bazıları saklanmak için susarlar. Yüzlerini yere çevirir, bakışlardan kaçarlar. Oysa Rouland’ın konuşan bir sessizliği vardı : “Sizi gözlüyorum. Susuyorsam bu sadece kendimi ele vermemek içindir.”

Sahada hızlı koşan bir oyuncu idi. Okul takımının ona ihtiyacı vardı. Ben de onu biraz da bunun için hoş tutmaya çalışıyordum. Konuşmalarımızda hem soruları sormak hem de cevapları bulmak bana düşüyordu.

Bir gün uzun bir sessizliğin ardından “Annem seni çaya davet etti” deyiverdi. Pigalle yakınında Victor-Massé sokağında daracık iki göz bir dairede buldum kendimi. Rouland kanepenin üzerinde sessizce bizi gözlüyor ben ise altın yaldızlı tabaklarda sunulan çukulata ve şekerlemeleri yiyordum.

Genelevlerden başka hemen hiç bir işyerinin bulunmadığı bu mahallede yarı çıplak karşımda duran kadının mesleğini anlamamış gibi yapmak için büyük çaba sarfettim.

Aradan çok uzun bir zaman geçti. Bir gün telefon çaldı. Arayan Rouland idi. “Paris’ten geçiyordum. Bana ayıracak iki dakikan var mı?”

Buluştuk. Benim kadar olmasa da saçları bir parça beyazlamıştı. Eskisine oranla daha çok ve daha güzel konuşuyordu:

“işletme okudum. Büyük bir şirkette, iyi bir pozisyondayım… O gün benim hayatımı kurtardın. Annemin mesleğini anlamamış gibi yaptığın için sana teşekkür etmek istiyorum! Belki iyi bir tiyatrocu değilsin ama hayatımda ilk defa birisi anneme saygı gösteriyordu. O gün ilk defa bir umut hissettim içimde. Bilmeni istedim.”

Benim için neredeyse sıradan bir gündü. Kadıncağızın o daracık elbise içinde nasıl nefes alabildiğini sormuştum kendi kendime. Ucuz komedyenliğim karşılıksız değildi. Ekibin iyi bir oyuncusunu hoş tutmaktı amacım. Oysa o gün Rouland için bir deprem olmuş, kendini hapsettiği umutsuzluk hapishanesinin duvarları yıkılmıştı.

Rouland çocukluğu boyunca herkesin hor gördüğü bir kadını canından çok sevmişti. Hayatının bir kaç yılını geçirdiği yetimhaneden öz annesi tarafından alınınca çok mutlu olmuştu.

Çok sıkılıyordu gündüz. Zira annesi uyuyordu. Geceleri ise “çalışmak” için çıkıyordu. Artistik bir meslek, bir tür sanatçı diye düşünmüştü başlangıçta. Okuldaki arkadaşlarının gülüşmeleri ve alayları çabucak gerçeği öğretti ona. Ama Rouland ona sadık kaldı. Ağzı burnu kan içinde kalıncaya kadar annesinin “namusunu” savundu vargücüyle.

Rouland’ın katlanmak zorunda olduğu günlük işkence çekilir gibi değildi. Umutsuzdu. Ancak annesi ile geçirdiğimiz çay saati bu çocuğu içine düştüğü kuyudan çıkaracak halatın ilk düğümü olmuştu. O günden sonra önce takım arkadaşlarıyla sonra okulun geri kalan kısmıyla yavaş yavaş konuşmaya başladı.

Evleneceği genç kızla karşılaştığında Rouland’ın yaraları tam olarak sarılmamıştı. Evlendikten sonra bile uzun bir zaman annesi ile eşini bir araya getirmedi…

Filozof ve psikolog Boris Cyrulnik’in yazdığı “Uçurumun kenarında aşktan bahsetmek” adlı eserden serbest bir çeviri ile aktardığım bu yaşam kesiti üzerinde bir parça düşünmeye değer.

Bloglarda karşılaştığımız, süper kahramanlardan, çizgi filmlerden ödünç alınmış rumuzların arkasında insanlar var. Türlü imtihanlara tabi tutulan insanlar. Bloglara tekerlekli bir sandalyeden yorum yazan, yaşamı hayaller ve düş kırıklıklarıyla süslenmiş insanlar.

Hayata iyi başlayıp dibi bulanlar yanında Rouland gibi “o.. çocuğu” damgasıyla dipte başlayıp hayat boyu su yüzüne doğru yüzmeye çalışanlar.

Blogistan’a ayak bastığım günden beri iki intihar vakasıyla karşılaştım. Bir dostum da evlat acısını tattı.

Yorum yazarken karşımızdakinin jest ve mimiklerini görmüyoruz. Ses tonunu duymuyoruz. Çoğu kez cinsiyeti, gelir seviyesi hatta yaşadığı ülke hakkında bile net bir fikrimiz yok ve bu eksiklik vücut dili eksikliğine ekleniyor. Gerçek hayatta olduğumuzdan daha kaba olmak çok “kolay”.

İletişimin ve ortamın “sanal” olmasına rağmen Blogistan’daki insanlar ve çileleri gerçek.

Trackback URL

  1. 7 Yorum

  2. Yazan:Bigalıoğlu Tarih: Oca 31, 2008 | Reply

    güzel bir yazı olmus,mehmet bey.ancak kisinin yazdıklarından da nasıl bir ruh halinde olduğunu,kişilik yapısını,eğitim duzeyini gibi konuları anlayabiliyorsunuz.

    bazen icerideki dısa vurulmamıs sorunlar yazılarına yansıyor kisinin.

  3. Yazan:çuvaldız Tarih: Şub 1, 2008 | Reply

    “Uslup” takıntısı olanlardan biriyim hatta bu sebeple bir çeşit kendime hatırlatma notu olsun diye “çuvaldız”ı takma isim olarak kullanıyorum.Buna rağmen eminim burada farkına bile varmadan birilerini inciten,üzen yorumlar yazmış olabilirim.Bu yazınızı vesile edip o kişilere kusuruma bakmayın demek istedim.

    Zaman zaman unuttuğumuz insanlığımızı hatırlatma açısından güzel bir yazı olmuş,elinize sağlık.

  4. Yazan:Kamer Yalçın Tarih: Şub 1, 2008 | Reply

    Canlı bir yüzün, sana yönelmiş bir çift gözün karşısında konuşmak o kadar da kolay değil. Hele ki karşıdakinin hoşuna gitmeyecek şeylerden bahsediyorsan. Doğrudan iletişimde, yüz yüze durumlarda karşıdakinin durumuna dair ipuçların oluyor elinde. Bu yüzden bire bir diyaloglarda mimiklerden, ifadeden, duruştan durumu kavrayıp niyetine göre mevzuyu istediğin yöne çekme avantajın olabiliyor. Pek de kolay olmasada ona göre ritmini tututurabiliyorsun.

    Oysa donuk bir camın karşısında yazmak bundan çok kolaymış gibi geliyor. Klavyenin tuşlarına hiç düşünmeden basmak, yazdıklarınla okuyanı inciteceğine dahi aldırmadan, hatta bilerek ve isteyerek bunu yapmak çok kolay olabiliyor. Çünkü yazarken o anda klavye, ekran, sen ve kelimeler var. Onları o anki ruh halinle kullanmak yalnızca senin elinde. Aklından geçenleri yazıverirsin, kimin nasıl etkileneceğine de aldırmıyorsan çok da umursamaz bir uslup dahi kullanabilirsin. Bu senin elinde ve niyetindedir. Gıçık olduğun birine bu sanal alemde hiç düşünmeden içindekileri döküverirsin. Haklı nedenlerin de vardır. Seni kızdırmış, hoşuna gitmeyen şeyler söylemiş ve hatta hakaret etmiştir. İşte intikam alma vakti geldiğinde o an karşında seni dizginleyecek ip uçları yoktur. Sana bakan bir çift göz yoktur, kızaran veya ifade veren bir yüz yoktur karşında. O zaman futursuzca yazmanın kıvamı ve derecesi sana kalmıştır. Vicdanınıza kalmış bir durum, niyetinizle alakalı.

    Fakat, yazmak konuşmaktan daha çok sorumluluk gerektirmiyor mu? Yazılanların kalıcılığı söylenenlerden daha fazla olmuyor mu? Üstelik sadece bir kişi değil pek çok kişi okurken böyel fevri davranmak doğru mu? Hepimizin bunda sorumluluğu yok mu? Galiba var ve her tuş basışımızda hiç aklımızdan çıkmaması gerekiyor…

  5. Yazan:BetüL Tarih: Şub 1, 2008 | Reply

    Cok yerinde bir hatirlatmayi cok dokunakli anlatmissiniz.

  6. Yazan:Mister No Tarih: Şub 1, 2008 | Reply

    İletişimin ve ortamın “sanal” olmasına rağmen Blogistan’daki insanlar ve çileleri gerçek.

    Belki MY Bey, Kürtlere eziyet etmiş, solcu gençlere işkence yapmış eski kontrgerilla mensuplarından birisidir 🙂
    Belki halen derin devletin adamıdır 🙂

  7. Yazan:Sevgili Özbek Tarih: Haz 9, 2009 | Reply

    Yazı hakikaten düşündürücü ve bir o kadarda hüzünlü. Tarihler boyunca ve hâlâ günümüzde insan yaşayışlarına aynı alaycı şekilde bakışlar. İnsanoğlu işte ne yapacaksın ! Evet yorumlarda sanırım kişinin hangi psikolojik yapıda olduğunu ve ya nasıl anlayacağını düşünmeden yazılanlar olur genelde. Biz insanlara özgüdür bir şeyler bildiğimizi sanmak. Hani yazıda « çok bilmek bazan yeni şeyler öğrenmeye engel oluyor » denilmiş ya. Oysa çok bilmek diye bir şey yoktur hocam. Çok bilmek, sadece insanoğlunun motive ettiği bir hikayedir. İnsan daima öğrenir, yine de çok bilmek, her şeyi bilmek diye bir şey yoktur. Çünku bilmek kişiden kişiye değişir, bilinenler kişilerin beyin süzgecinden geçtiği için bilgi kışilere göre farklıdır, belki kök olarak aynı şeyi aynı bilebilir ama ifade tamamen farklı olur.

    İnsan biraz bir şeyler öğrendiği vakit, bildiğini düşünür ve bu şişirici hevesle havalara girer kişi, ya da bu bir şeyler bildiğini bildirmek için o bilgilerini henüz kendi beyninde analiz etmeden edemeden kaleme döker, ve ya konuşur, anlatır yine o bilmek havasıyla. Bir nevi ezbere dayalı bir bilgi bu, bu yüzdendir ki eleştirirken, yazarken vs bildiklerimizi anlamadan veriştiririz ve yazdıklarımız bu yüzden çoğu zaman zalim ve yanlış olur. Biliyorum, biliyoruz savında gideriz çünkü. Oysa hiç bir şey sınırlı değildir, hiç bir bilgi çok bilmek değildir, bir on sene sonra bu gün bildiklerimizin ne kadar kıt ya da, ne kadar geri olduklarını anlarız, anlayacağız. Kısaca veryansın tipinden yapılan eleştirilere hazır olmak ve yapanları anlayabilmek.
    Kolay gelsin hocam…

  8. Yazan:ahmet herculu Tarih: Ara 17, 2009 | Reply

    alın benden de gözümde büyüyüp kaybolan gözyaşları. insan ve şefkat ne güzel bir ikili..

  1. 4 Trackback(s)

  2. Haz 12, 2008: Derin Düşünce’nin Geleceği : Derin Düşünce
  3. Şub 26, 2009: Derin Düşünce 2 yaşında! : Derin Düşünce
  4. Haz 9, 2009: Yorum dili, sert eleştiriler ve insan : Derin Düşünce
  5. Eyl 13, 2017: Derin Düşünce’nin Geleceği

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin