Özgürlük(*)
By Kamer Yalcin on Şub 3, 2008 in Makale
Okulda defterime, sırama ağaçlara yazarım adını
Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara yazarım adını
Yaldızlı imgelere, toplara tüfeklere, kralların tacına
En güzel gecelere, günün ak ekmeğine yazarım adını
Tarlalara ve ufka, kuşların kanadına
Gölgede değirmene yazarım.
Uyanmış patikaya, serilip giden yola,
Hınca hınç meydanlara adını
Ey özgürlük!
Kapımın eşiğine, kabıma kacağıma, içimdeki aleve
Camların oyununa, uyanık dudaklara yazarım adını
Yıkılmış evlerime, sönmüş fenerlerime, derdimin duvarına
Arzu duymaz yokluğa, çırçıplak yalnızlığa yazarım adını
Geri gelen sağlığa, geçen her tehlikeye
Yazarım ben adını, yazarım.
Bir sözün coşkusuyla, dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum haykırmaya
Ey özgürlük!
Bir Zaman Kanadına “ÖZGÜRLÜK” Yazılan Kuşlar Nereye Uçtular?
Herkes kendine özgürlük istiyor. Kendi üzerindeki kısıtlamaların, engellerin azalması, haklarının arttırılmasını talep ediyor. Kendine özgürlük istemek işin kolay kısmı, peki ya senden olamayanların, senin gibi düşünmeyenlerin özgürlükleri…
Herkes için özgürlük fikri biraz netameli hatta imkansız gibi duruyor. Öyle kendine istediğin kadar da kolay değil. “Herkese özgürlük” hazmı zor bir lokma. Ağızda çiğnendikçe büyüyen, büyüdükçe de çiğnenmesi zorlaşan bir lokma hem de. Bunu yutup sindirmek de zor, ayrı bir gayret istiyor.
Tam da bu günlerde böyle bir yutkunma evresindeyiz ki sancılı geçiyor. Hazmı, sindirimi kolay olmayacak, olmuyor da. Çelişkilerle dolu durumlar ortaya çıkıyor bu konuda. Bir yanda “Baba beni okula gönder” kampanyalarıyla kız çocuklarının okutulması teşvik edilir ve bu önemsenirken, diğer taraftan sırf başı kapalı diye genç kızlar üniversitelere alınmıyor. Birinin okuma hakkı korunurken diğerininki bu yüzden engellenebiliyor. Düşünce, ifade özgürlüğü savunulurken diğer taraftan ülkenin bilim adamları sorgulanıyor, yargılanıyor ve düşüncelerine denetleme kararları veriliyor, buna karşı duruş olarak ses beklediğiniz yerlerden çıt çıkmıyor, kimsenin ağzını bıçak açmıyor.
Herkese özgürlük konusunda hevesli ve gayretli olanların samimiyetlerinin birileri tarafından sorgulanıyor olması da sorgulayanların samimiyetlerini ifşa ediyor. Üstelik tüm bu demokrasi açılımı ve genişletme hareketlerinin karşısında bir zamanlar özgürlük uğruna canı yanmışların var olması kör göze parmak niteliği taşıyor. Bakıyorsunuz geçmişte dillerinden özgürlük, barış vs. söylemleri düşmeyenler bugün demokrasi ve özgürlük açılımlarının karşısındalar. Daha dün meydanlarda kalabalıklarla beraber “ey özgürlük” nakaratlarıyla şarkılar söyleniyordu. Şiirlerde bundan başka konu da yoktu. Kuşların kanadına yazılan özgürlükler uçup başka pencerelere konmuş olacak ki artık şarkıları da pek duyulmuyor.
Anlaşılan hak, adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi kavramları sadece şarkı ve şiirlerde kaldıkça işlerine yarıyor. Fakat bu kavramlar ete kemiğe bürünüp, meydana çıkıp arzı endam edince gözler tırmalanıyor, bir estetik kaygı içine düşülüyor. Ve dün düşünce suçu gibi bir kavram yüzünden en fazla çileyi çekmişlerin bugün mesela Sayın Yayla ve onun benzerlerinin durumlarına sessiz ve seyirci kalması ile neyi ne için istedikleri açığa çıkıyor.
Takke düşüyor, asıl niyet ortaya çıkıyor; “yanındakine dokunmayan özgürlük bin yaşasın!”.
(*) Şiir: Paul Eluard
(**) Müzik: Zülfü Livaneli . Şarkıyı buradan dinleyebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitap 1
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası
Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen, fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
11 Yorum
Yazan:Kerem Tarih: Şub 4, 2008 | Reply
Hak verilmez alınır
Kime sorarsanız sorun, size Atatürk’ün Türk kadınına haklarını “verdiğini” söyleyecektir.
Türk kadını bu yönde en ufak bir çaba göstermemiştir, savaş yıllarında İttihat ve Terakki denetiminde kurulan etkisiz birkaç örgütü, Halide Edib’in konuşmalarını, okunmayan birkaç kadın dergisini, Türkocağı’na çay içmeye gidip gelen birkaç “tango çarşaflı” hanımı falan saymazsanız… Ki, saymayınız.
Hani o milletvekili “yapılan” Satı Kadın falan var ya, meclis kürsüsüne hiç çıkmış mıdır, konuşma yaptıysa ne söylemiştir, Kemalistler tutanaklardan bulup açıklasalar da öğrensek!
Eh, tıpkı bunun gibi, İnönü de çok partili hayatı aziz Türk milletine “bağışlamıştır”.
1925 yılında çocuğun oyuncağını elinden alıp, 1945 yılında geri vermek gibi bir şey!
General Franco gibi Amerikan baskısına direnseydi, hele Amerika’ya üs verip ağzını kapatacak tıynette bir adam olsaydı, nah görürdünüz çok partili sistemi…
Bu memlekette, bir avuç, devede kulak sosyalist dışında, hiçkimse hiçbir hakkı için mücadele etmedi. Sosyalistler de esip savurmayı iyi bildiler ama her sıkıyı gördüklerinde çil yavrusu gibi dağılıp kaçtılar. Üç beş çocuk silah atmaya kalktı, kendini darağacında buldu.
Tövbe, dinciler ettiler mücadele!
Örgütlendiler, çalıştılar, oy verdiler, verdirdiler, hem sosyal hem siyasal bir savaş verip bu noktaya geldiler. Sosyalistler gibi aptallık etmediler.
Laik hanım kızlarımız da ya “paralı koca bulup rahata erme” çabasıyla yetindiler, ya da sakız patlatarak televizyon seyretme keyfiyle…
Sınıf değiştirme sürecinin yalnızca “parasal yanıyla” ilgilendiler, bu işin “üstyapısını” önemli saymadılar.
Atatürk onlara haklarını vermişti ya, mesele tamamdı. Herşey hazırlop gelmişti.
Devlet gerekeni gerektiği zaman nasıl olsa verirdi, büyüklerimiz herşeyi bizden daha iyi bilirlerdi, onlar ne verirlerse o kadar, ne zaman verirlerse o zaman…
Örneğin Medeni Kanun 1926 yılında çıkabilir, buna karşılık kadınlar meclise ancak 1935 yılında girebilirler, yani arada dokuz yıllık “küçük” bir fark bulunabilirdi, kim ağzını açacaktı?
Oysa, 12 Eylül’ün “toplumu ve özellikle gençliği dıngıllaştırma” zokasını dinciler yutmadılar, Tuna Kiremitçi’nin dediği gibi, okudular ve tartıştılar. Berikilerin “guruları” artık çişlerini tutamaz duruma düşerlerken, onlar zıpkın gibi genç aydınlar yetiştirdiler.
Şimdi, Afeş’in keçisinde şafak attı!
Korkuyorlar. Haklar ellerinden gidebilir.
Öyleyse mücadele edecekler.
Miting mi düzenlerler, yeni parti mi kurarlar, Deniz Baykal’ı mı devirirler, bazı akıllara seza ablaları gibi balıkçı takası kiralayıp Samsun limanına çıkartma yapmaya mı kalkarlar, bilmem artık.
“Bürokrasinin, halkın eğitim düzeyini yeterli gördüğü ölçüde ve dönemeçte gıdım gıdım verdiği haklar” için değil, çatır çatır, söke söke kendi öz çıkarlarını korumak için.
Yani demek istiyorum ki, CHP’nin “mahkeme kapılarında ağlama” yöntemiyle kurtaracağı mevzilere fazla güvenmesinler, meclis toplantı sayısı konusunda da sökmedi bu, cumhurbaşkanı seçimi konusunda da…
Umarım “sivil toplum örgütü” sanıp Ergenekon çetesine falan da gitmez şabalaklar!
Yazan:Özgür Tarih: Şub 4, 2008 | Reply
Özgürlük sizin de bahsettiğiniz gibi zor bir kavramdır toplumlardaki birey sayısıyla da ters orantılıdır. Ben bu dünyada tek yaşayan insan olsaydım muhtemelen sonsuz özgürlüğe kavuşmuş olacaktım ama insan sayısı arttığı için özgürlükler de kısıtlanıyor. Benim yaptığım özgürlüğüm çevçevesinde bir eylem başka bir bireyin özgürlüklerini kısıtlayabiliyor. Bu nedenle herkesin özgürlüklerini belirli bir düzeyde tutmak için kanunlar getirilmiştir ve toplumlar bu kanunlar çerçevesinde günümüze kadar gelmiştir.
Peki sizin bahsettiğiniz özgürlük, başını örtmek isteyen(1) kızlarımıza verildiğinde başını örtmek istemeyen kızlarımızın özgürlüğü kimin tarafından korunacak? Söyleyeyim korunamayacak. Nedeni eğer biri başını örtüyorsa bu onun dininin emrettiği(2) bir şeydir ve bu din aynı şekilde diğer insanlara da dini emirleri yaymayı emreder. Yani 5 kişilik bir kız grubunda 4’ü başı örtülüyse geriye kalan 1 kız başını örtecektir.
(1)… Başını örtmek isteyen kızlarımızın acaba kaç tanesi kendi hür bilinçleriyle (genelde 18 yaş civarında bu bilinç oluşur) başını örtmeyi seçmiştir? Ben ilkokuldan çıktıktan sonra başını bağlayıp evine giden çocuklar (kızlar değil çocuklar çünkü onlar daha çocuk) görüyorum.
(2)… Eğer bir yerde emir varsa orada özgürlüklerden söz edilemez. Bu yüzden tüm dinler insanların iç dünyalarıyla sınırlı kalmalıdır toplumda dinlerin vazifelerini yerine getirmeye kalkışmak şuanki duruma düşmemizi sağlar.
Yazan:alperen gürbüzer Tarih: Şub 5, 2008 | Reply
ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA
ALPEREN GÜRBÜZER
İnsan sanıldığı gibi karıncalar ya da arılar gibi sosyal varlık değil, bilakis bireysel özelliği ve özgürlük tutku yönü daha ağır basan bir varlık. Nasıl mı?
Akıl kollektifliğe meyilli olduğundan genellemecidir, zeka ise çocuk yaştan olgunluğa doğru ilerledikçe çoğulculuktan BİR’i keşfeder, dolayısıyla bu noktadan hareketle zeka fertçidir diyebiliriz. Dolayısıyla zekanın bireyselözelliğinden dolayı ideal toplum şimdiye kadar henüz gerçekleşememiş ama, ideal fertler tarihin her evresinde bir şekilde ortaya çıkabilmiştir hep.
Tüm sahte mabudlar, insan zekasının ürünü olmayıp toplumun imal ettiği sembollerdir aslında. Dolayısıyla Ebu Cehil tümdegelimci metotla veya atalarının kabüllerinden hareketle BİR’e karşı mücadele vermiştir sürekli. Nitekim, müşrikler kendi elleri ile inşa ettiği putları BİR’in etrafında daire olan insanlara ya da bireylere tapmaya zorladıkları gibi bu uğurda insanlığı kana bulamışlardır. Evvela bireyin önce zihnini çalmaya, sonrada bedenine egemen olmaya çalışan bir metodu yürürlüğe koymaya çalıştılar acımasızca. Bugün ise aynı anlayış değişik şekillerde, değişik mecralarda sahneye konularak uygulanıyor maalesef.. Dün atalarımızın dini diye dayatılan öğretiler, bugün pozitif bilim maskesi altında bu tür cinayetler işlenmekte ve ferdin özgür iradesi hiçe sayılmaktadır.
Dahi olmak ya da dehalık denilen olgu ferde isnad eder, muhafazakarlık yahut tutuculuk ise topluma(kollektivizme) dayanır.
Kollektivist duygularla hareket edenler varsa yoksa simgeler ya da sembollerle tavır koymaktalar veya sınırlı olan eşyaya köle olmak gibi tercihleri dayatmak peşindeler, esasen bu tür girişimler tümdengelimci dürtülerin yansıması olarak karşımıza çıkıyor.. Durum böyle olunca ortada konuşan bireyler değil semboller ve donuklaşmış akıllar devreye giriyor, bu noktadan sonra elbetteki toplum dahi olamaz fikri haklılık kazanıyor..
Peygamberimiz(s.a.v) Tevhide sadece Allah’ın kulu ve elçisiyim ibaresini ilave ederek özgürlük ateşini yakmış ve insanlığı tüm kollektif mabudların zincirinden kurtulmaya çağırmıştır. Bu çağrı aynı zamanda insanı insanlığını hatırlatmaya davettir.. Çünkü madde bağımsız olamaz, hür olan ancak insanın ruhu ve zekasıdır. Tüm totaliter diktatörler insanın bedenine belki sahip olabilirler, ama düşüncelerine hakim olmaları çok zor. İnsan zekası, ruhunda özgürlük meşalesi yandıkça esareti sevmez..
Sadece insan mı?
İlim, teknoloji vs.’de BİR’e giden yolda araçtır, asla amaç değildir. O halde eşyada özgürlük ateşi bulmak çok zor. Madde sadece insanın hizmetine emade, Allahü Teala yarattığı varlıklara eşrefi mahlukat ilan ettiği insana araçlık yapma görevi vermiş. Şayet insan eşyaya amaç gözüyle bakıp onlardan yardım beklentisine girse idi koyun misali sürüleşir, hep güdülür, birtürlü aradığı özgürlüğü gerçek manada tadamazdı, bu böyle biline..
İnsanlık başlangıçta toplum düşüncesine yenik düştüğü halde, yaşadığı birtakım olaylardan ders almış olsa gerek ki; zaman içerisinde eşyanın dilini çözmeye başladı, çözdükçe de, kendi subjektifliğinin yansıması olan bireysel düşünceyi keşfetti. Subjektif dili geliştikçede vahy’in dili ile kendini ifade etmeyi öğrendi, Allah’a kulluk ettikçe de sahte mabudların zincirinden kurtularak özgürlüğü yakaladı böylece. Özgürlüğü seçmemize götüren zaten zekamızın subjektifleşme kuvvetidir. Dolayısıyla, Herşey O’ndan geldi yine dönüş O’nadır ilahi hükmü özgürlüğe giden yola işarettir aynı zamanda.
Duyumlar düşünceyi, düşünceler şuuru , şuurda idraki meydana getirir. Madde duyularımızda somutlaşmayı, ruh ise soyutlaşmayı ifade eder. Beden somutun, ruh idrakimizin iç gözü. Nitekim duyularda maddeyi, şuurda ise ruhu bulursun. Hatta zaman kavramıda şuur içerisine kodlanmış, Ol emri içinde faaliyet gösteriyor her dem ve her daim.
Bir başka husus da iradeli donanımla yaratılmış olma gerçeği. İradelerimizin farkına nasıl varıyoruz sorusu karşısında verilecek tek cevap; şuur sayesinde elbet. O halde iradeyi şuurlu yönelişimizin adı diye tarif edebiliriz. Kritik etme, kendini bilme, pozisyon belirleme, sorumluluk gibi olgular şuur sayesinde gerçekleşmekte çünkü. Hatta İnsanın nefis muhasebesi yapmasıda şuur sayesinde gerçekleşiyor. İnsanı zaten diğer canlılardan ayıran en önemli faktörlerden biride şuur sahibi olmasıdır. Şu bir gerçek ki alemde kendini sorgulayan tek varlık insan. Sorgulama bilinci olmasa idi hayvanlardan ve bitkilerden ayırdedilemezdik elbette. Ancak ne somut, ne de soyut veriler mutlak varlığı tek başına temsil edebilir, fakat bu veriler yukardada bahsedildiği üzere mutlak varlığa giden yolda araç vazifesi görürler sadece.
Peygamberler subjeyide aşarak Mutlak Var’a yönelmeye çalıştılar ömür boyu. Mutlak varlık hiç şüphesiz BİR’dir yani Rabbül Alemindir.
Yokluk konusuna gelince, malum olduğu üzere yokluğun bilinmesi imkansızdır, hatta yokluktan en ufak bir bilgi kırıntısı ya da karine dahi bulmamız mümkün değildir..
Hz. Mevlana; Hayvan hayvanlığı ile, insan insanlığı ile, Melek melekliği ile kurtuldu derken her yaratılanın belirli program dahilinde formatlandığını ortaya koyuyor.. Ehli sünnet bu yüzden insan iradesini, irade-i külliye içerisinde irade-i cüziyye olarak tarif eder. İrade aynı zamanda şuurlu tercihlerinin yansımasıdır. Allah insan iradesini şuurlu tercih yapabilecek donanımda yaratmıştır çünkü. Allahın iradesi bizim irademiz gibi değil, kayıtsız şartsız insan idrakinin üstünde, insan iradesi izafi olup iki ana eksen üzerine bina edilmiştir: Duyu ve şuur verileri diye.
Duyularımız zekaya maddeyi aşılar, şuurumuz ise manayı,
Duyu zekaya sınırlılığı telkin eder, şuur ise sonsuzluğu,
Duyularımız esareti ve köleliği teşvik eder, şuur ise özgürlüğü,
Duyular sebeplerle oyalanır, şuur ise gayeye yönelip çokluktan birliğe yol alarak hürriyetin tadına varır.
İşte buna benzer daha birçok örnekler sıralayabiliriz. Demek ki; duyular yaratılana itibar eder şuurumuz iseYaratana hayrandır.
Alıcılarımız ister duyulara kulak verir isterse şuura, irade bunun için var zaten.. Şuur kontrolden çıkarsa doyumsuz isteklerin esiri olmak an meselesi, Allah korusun bu durum gerçekleştiğinde insanlık bilincimizin iflası demektir.
Kur’an da insana ruh hakkında çok az malumat verildiği beyan edilir. Dolayısıyla içeriğini tam olarak bilemediğimiz ruh hakkında iç aydınlık demekle yetinmek zorundayız. Allahü Teala; Ve sana ruhtan sorarlar onlara deki Rabbinin emrindedir(İsra-85) buyuruyor çünkü.
Varlık alemi ise Alem-i Halk, Alem-i Emr ve Alem-i Zat(Hak) olarak tasnif edilir. Alem-i Mülk denilen Alem-i Halk da cerayan eden eylemler üç boyutun sınırları içerisinde gerçekleşir, dolayısıyla ölçülebilir alemdir burası. Alem-i Emr’de üç boyutun dışında keyfiyet yüklü alanı kapsayan nurani alem demektir. Alemi Hak ise bütün bunların ötesinde aklın kavramaktan aciz kaldığı Mutlak varlığın ta kendisi, yani Yüce Mevlamızdır.
Ne maddedeki mekanizm, ne bitkideki tropizm, nede hayvandaki iç güdü melekeleri ruhi hayatı tarif edebilir, karşılığıda değildir zaten. Üstelik bu sıraladığımız unsurların hemen hemen herbiri insanda mevcut, bunlara ilaveten insana ruhi aydınlıkta verilmiş. Muhyiddin Arabi; bu noktada İnsan çamurdan yaratılan dünyanın çilesi olmuştur derken buraya işaret etmiştir.. Materyalistler kendini duyulara endeksleyerek şuuru inkar ediyor, oysa insan sonsuzluğa vurgun. Nasıl ki Mimar Sinan’ın elinde taş mana kazanıp medeniyet zişanesi oluyorsa şuurun kontrolünde insan bedenide niçin Mutlak varlığa gidilen yolda mana kazanmasın ki?
İnsan maddeyi işleyerek manaya yol alır. Manayı kazandıkçara özgürlüğünü ilan eder. Çünkü özgürlük meşalesi insan ruhunda gizli. Vesselam.
Yazan:fizikci Tarih: Şub 6, 2008 | Reply
“Ey özgürlük! Okulda defterime, sırama ağaçlara yazarım adını.”
Okul ve özgürlük deyince insanın aklına gelen ilk şey türban meselesi oluyor. Çok isabetli bir seçim olmuş bu şarkı Kamer Hanım. Tebrik ederim. Ayrıca bu yazı yayınlandığından beri bu şarkı dilimin ucunda, kurtulamıyorum. 🙂
Yazan:KEMALİST Tarih: Ara 6, 2008 | Reply
Liberal düşünen insanlara sorum olacak.
Faşist düşüncelere özgürlük verilmeli midir? Neden?
Saygılarımla…
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ara 7, 2008 | Reply
Selamlar Kemalist,
Sordugunuz soru hem liberalizm hem de demokrasi için çok temel bir soru, tesekkürler.
Daha önce bu konuyu ele aldigimiz bir makalede sunlari yazmistik:
“Devlet dediğimiz “aygıt” neticede insanlar arası şiddeti engellemek için var. Özgürlükler ancak devletin sağladığı güven ortamında doyasıya yaşanabiliyor. Ama devlet korumakla mükellef olduğu özgürlükleri korumak için insanları baskı altına almak isterse ne olur? Ya da demokratik yollarla özgürlük düşmanı bir parti seçilirse? Veya demokratik bir rejim “düşman” kabul ettiği bir siyasî partiyi kapatırsa?
Özgürlüğü korumak için özgürlükleri sınırlandırmak… Bütün demokrasilerin karşı karşıya olduğu bir paradoks bu. Tek bir doğru cevap bulmak oldukça zor görünüyor. Ülkelerin hukuksal olgunlukları, tarihleri ve hissettikleri tehditler kantarın topuzunun nereye konacağını belirliyor. Ve bu duruş o ülkenin özgürlükçü ya da totaliter bir ülke olmasını doğrudan etkiliyor.
“
TAMAMINI OKUMAK içiN:
http://www.derindusunce.org/2008/09/07/demokrasiler-intihar-edebilir-mi/
Yazan:Serkan Çekiç Tarih: Ara 7, 2008 | Reply
Faşistlerede herkese verilen özgürlük ve güç verilmelidir.Daha fazlası değil eğer devlet toplum üzerinde baskı oluşturabilecek kadar güçlüyse zaten o ülke er yada geç totaliter olacak demektir.Yani demek istediğim bir ülkede bir kişi diğer herkesi kontrol altına alabilecek güce sahip olmamalıdır.Bu ne demek devlet olabildiğince çok sesli olmalı zaten eyalet sistemi, koalisyon birden çok parlemento gibi uygulamaların liberalizmle kesiştiği noktada burası.O güç zaten artık özgürlük olmaktan çıkmıştır ne demiştik özgürlüğümüzün sınırları diğer insanların özgürlüğüne kadardır.Yada böyle bişiler.
Yazan:Serkan Çekiç Tarih: Ara 7, 2008 | Reply
Kemalist sen bu soruları soruyonda cevapları okuyomusun liberalizm ve türkiyenin geleceği diye(sanırım) bi konu başlığındada sorduydun cevap vermiştim.Sonra tekrar bişiler yazmışsın onada cevap verdim arada bakıyorum hala tık yok.
Yazan:KEMALİST Tarih: Ara 7, 2008 | Reply
Serkan Çekiç Bey;
Yazdıklarınızı okudum. Rahat bir kafayla cevap vermeyi düşünüyorum. Ayrıca cevap verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
Saygılar…
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ara 8, 2008 | Reply
Faşizm,kavram itibariyle baskı ve despotizmin karşılığı olsa da sonuçta siyasi bir tercihtir.Ancak,gerek pratikte gerekse düşüncede bu siyasi tercihe eğilim duyanlar bile bunu bir hakaret ve kötüleme biçiminde algılarlar yani böyle bir sıfatla anılmayı kabul etmezler.Bu da faşizmin alan ve kapsamını oluşturan sınırların son derce karmaşık ve aynı zamanda göreceli olduğunu gösterir.
Faşist düşüncelere özgürlük tanınmalı mı sorusuna gelince;zaten her türlü düşünce biçiminin özgürce ifade edilebileceği bir toplumsal yapıda faşizmin tanım karşılığı olan baskı ve zorlama da ortadan kalkacaktır.Dolayısıyla hangi biçimi olursa olsun faşizmin uygulama şansı da olmayacaktır.
Bana göre özgürlüğün sınırlarını belirleyen anahtar cevap buradadır.Din temelli bir düşünce ötekine baskı yoluyla dayatılmadığı sürece sorun yoktur.Ateist olanı inançlıya,muhzfazakarı liberale kendi fikirlerini güç kullanarak dayatmadığı sürece yine sorun olmaz.Kısacası herkesin fikrinde,ideolojisinde,inancında(ve inanmama hakkında)özgür olabileceği çoğulcu bir yapıda hiçbir özgürlük zayii olmaz.
Yazan:Mustafa Tarih: Ara 8, 2008 | Reply
Immanuel Kantin “aydinlik nedir” yazisi aydinlik ve demorasinin temel eseridir. En temel hak serbest ifade hürriyetidir. Fikirler ve bilgiler akacakki insanlar faidelensin. Cumhuriyet ve demkrasi aykiri yazilar ve ifadelerde hatta hürriyeti vermek lazim. Isyana ve fitneye yol acici olmamak sarti ile.