Demokrasimize mola verelim mi?
By Mehmet Yılmaz on Şub 13, 2008 in Özgürlükler, Politika, Türk faşizmi, Ulusalcılık
Son zamanlarda gördüğüm en matrak reklamlardan birini « Aşkımıza mola vereli mi ? » ile Engin Günaydın gerçekleştirmiş. Demokrasi de aşk gibi, herkese göre değil, bıktırıyor tabi bir zaman sonra.
Deniz Baykal geçenlerde “idamı göze alırsın” diye çıkıştı vatandaşı olduğu ülkenin başbakanına. Engin Günaydın gibi eliyle mola işareti yapıyor CHP, demokrasinin hakemi zannettiği silahlı güçlere yan gözle bakıyor, “mola verelim, bizim takım yorgun!” diyor.
Demokrasimize mola verildiği seferlerden birinde, 1970 model, açık sarı renkli Anadol marka bir arabanın içindeydim. Babamı son görüşümüz olabilirdi o gece yarısı ama biz ablamla gülmekten kırılıyorduk arka koltukta. Zavallı babam ellerini arabanın üzerine dayamış, ensesine doğrultulmuş G3 piyade tüfeğini tutan askerin emirlerini yerine getiriyordu:
Ellerini arabaya yasla, kıpırdama!
Babam denileni yapıyor, asker tüfeğini omzuna asıyor, boşta kalan elleriyle arama yapmak için vücuduna hızlı hızlı vurarak bel hizasına, oradan da bacak aralarına yöneliyordu. İşte tam bu anda birden aşağıya inen pantolonu babam elleriyle kemerinden yakalayarak olabildiğince yukarı çekiyor, asker aramayı bırakıp tüfeği babamın ensesine dayıyor, “ellerini arabaya koy, kıpırdama dedim!” diye haykırıyordu.
İzmit körfezini çevreleyen yolun üzerinde bir yerlerdeydik. Yoldaki köylülerden aldığımız kırmızı soğanlar, elle örülmüş hediyelik sepetler, yedek lastiğe kadar bagajda ne varsa boşalmıştı dışarı. Bu “düşen pantolon – sinirli asker” sahnesi gözlerimizin önünde defalarca tekrar etti. Annemin korkudan sinirleri bozulmuş tıslayarak gülüyordu, gözlerinden yaş gelmişti. Biz de çocuk aklımızla anneme bakarak gülünecek bir şey var sandığımız için onun gibi yapıyorduk. Ne babam “Kürt tipli” idi ne de annem başörtülüydü… Otomobilimiz bile yerliydi. Yani rejim için tehdit olabilecek bir görüntümüz yoktu. Ama 12 Eylül darbesi yeni yapılmıştı. Askerler tedirgindi. Şehirlerarası yollara kurulan bir “checkpoint” görünce hemen durmak gerekiyordu. 12 Eylül darbesini izleyen günlerde ülkemiz işgal altındaki bir ülkeyi andırıyordu.
Bize checkpoint girişindeki asker eliyle “geç” işareti yapmış ancak astsubay “DUR” diye bağırmıştı. Ama biz durmamıştık. İşte babamın suçu buydu. Bu ağır bir suçtu. Dur ihtarına uymayanları vurma emri verilmişti askerlere. Ama astsubayın bilmediği 3 şey vardı:
- 1970 model bir Anadol’un içinde motor gürültüsü yüzünden değil bir insanın haykırmasını bir silah sesini bile duymak kolay değildi.
- Babam çocukken geçirdiği bir hastalıktan dolayı zaten iyi duymuyordu.
- Akşam çok sevdiği kuru fasulyeyi fazla kaçırdığı için gaz yapmış o da pantolonunun kemerini gevşetmişti.
Bütün bunlar rejim için bir tehlike değildi ama babamın (ve ailemizin) başı dertte idi. Asker bir kez daha haykırdı : ”Ellerini arabaya yasla, kıpırdama!”
Askerliğini Aşkale’de yapmıştı babam. Yedek subay olduğu için bıyık bırakmasına müsade edilmişti. Sarı bıyıkları donarmış dışarı çıktığı zaman. Varlık vergisini ödeyemeyen Gayrimüslimlerin gönderildiği toplama kamplarından fazla uzak değildi görev yeri. Onun için “Vur” emri almış bir askerin neler yapabileceğini çok iyi biliyordu.
Babam ellerini arabadan uzaklaştırmadan işaret parmakları ile pantolonunu gösterdi, astsubay başıyla müsade etti. Babam kemerini sıktı. Yeniden istenen pozisyona geçti. Asker aramayı bitirdi. Herkes rahat bir nefes aldı.
Askerin silahı dolu muydu? Silahın emniyeti açık mıydı? Asker babamı vurmaya hazır mıydı? İhtimal. O günlerde “dur” ihtarına uymadığı için vurulan çok oldu.
Kesin olan bir şey vardı: Bir Türk kendi ülkesinde İsrail askerlerinin Filistinlilere yaptığı muameleyi görmüştü. Ama asker Türk askeri idi. Üniforması, silahı bizim vergilerimizle alınıyordu. Kışlasındaki karavana bizim vergilerimizle doluyordu.
O akşam eve dönene kadar ne annem ne de babam hiç konuşmadılar. Korku? Utanç? Ülkenin geleceğine dair belirsizlik? Bunların hepsi?
Kalbi kin ve nefretle dolu, kan kokusuyla sarhoş olmuş insanlar idamları, darbeleri hasretle anınca gerçekten çok üzülüyorum. Zira 12 Eylül sürecini bizim gibi hafif sıyrıklarla atlatmadı herkes.
12 Eylül Darbesi’ne zemin hazırlayan olaylardan biri 1 mayıs 1977’de Taksim’de yapılan saldırı oldu. 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kutlamak üzere İstanbul’a gelen yüzbinlerce kişi Taksim Meydanı’nda toplandı. Dönemin DİSK Başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyuldu. Sular İdaresi binasının üstünden açılan ateş sonucu insanlar panik halinde kaçmaya başladı, kısa bir süre içinde Intercontinental Oteli’nin de üst katlarından ateş edildi. 28 kişi izdihamdan ezilerek ya da boğularak, 5 kişi vurularak, 1 kişi de panzer altında kalarak hayatını kaybetti, yaklaşık 130 kişi de yaralandı. 470 kişi gözaltına alındı; ancak hiçbirinin olayla ilgisi kurulamadı.12 Eylül darbesiyle:
- 650.000 kişi gözaltına alındı.
- 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
- Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
- 7 bin kişi için idam cezası istendi.
- 517 kişiye idam cezası verildi.
- Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı.
- İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.
- 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
- 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
- 388 bin kişiye pasaport verilmedi.
- 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
- 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
- 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
- 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
- 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
- 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
- 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
- 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
- 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
- Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
- 31 gazeteci cezaevine girdi.
- 300 gazeteci saldırıya uğradı.
- 3 gazeteci silahla öldürüldü.
- Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
- 13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
- 39 ton gazete ve dergi imha edildi.
- Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
- 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
- 14 kişi açlık grevinde öldü.
- 16 kişi kaçarken vuruldu.
- 95 kişi çatışmada öldü.
- 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.
- 43 kişinin intihar ettiği bildirildi.
Kitap tanıtan kitap 1
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası
Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen, fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
10 Yorum
Yazan:fizikci Tarih: Şub 13, 2008 | Reply
Kaleminize sağlık Mehmet Bey.
Engin Günaydın bir reklamda yağmura mola istiyordu da şimşek çarpıyordu, gene de akıllanmıyordu. 🙂 Demokrasiye mola isteyenleri de halk, sandık çarpıyor gene akıllanmıyorlar.
Yazan:Mister No Tarih: Şub 13, 2008 | Reply
Konuşmanın tamamını daha önce okumamıştım.
“Bu anayasa üzerine yemin ettik. Canan hanıma kızdılar ama ettiğimiz yemini yok sayıp yeni bir anayasa yapmak öngörülmemiştir. Ya kurtuluş savaşı yaparsın, yeni bir devlet kurarsın, ya da ihtilali yaparsın, idamı göze alırsın o zaman yeni anayasa yaparsın! Biz anayasa yapmak için seçilmedik, bu anayasaya uymak için seçildik”
Cımbızlama laflara hiç itimadım yok. Hrant Dink de böyle bir cımbızlamanın kurbanı oldu. Baykal’ın söyledikleri doğru şeyler, Mustafa Kemal bunların hepsini göze almıştı. Bir rejimi değiştirmek parlamentoda parmak kaldırmayla olacak iş değil. 12 Eylül olmasaydı, bu sitede hararetle savunulan iktisadi liberalizm halk oyuyla iktidara gelemezdi.
Yazan:TT Tarih: Şub 13, 2008 | Reply
Deniz Baykal: “Ya kurtuluş savaşı yaparsın, yeni bir devlet kurarsın, ya da ihtilali yaparsın, idamı göze alırsın o zaman yeni anayasa yaparsın! Biz anayasa yapmak için seçilmedik, bu anayasaya uymak için seçildik”
Deniz Baykal anayasa tartışmalarında söylenen saçma bir argümanı dile getirmiş.
Yani anayasa ya kurucu meclis tarafından ya da ihtilalciler tarafından yapılır…
Siviller tarafından bir anayasa yapılması asla ve kat’a düşünülmez!… diyor
M.Akyol da sitesinde haklı olarak Deniz Baykal ve ekibinin bu güne kadar “Tek Parti gömleğini” çıkardığına en ufak bir emare görmedim” diyordu…
CHP, adında geçen “cumhuriyet ve halk” kelimeleriyle uzaktan yakından alakası olmadığını bir kez daha göstermiş oldu…
Yazan:blue Tarih: Şub 13, 2008 | Reply
Cumhuriyet tarihi boyunca dönüp dönüp aynı senaryoyu izliyoruz. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kuranlar Kurtuluş Savaşının kahramanlarıydı. Mustafa Kemal dışında Kurtuluş Savaşını başlatan komutanlardı. Liberal bir parti programına sahip, serbest ticaret ilkeleri ve ihracatı ön plana alan, idari adem-i merkeziyeti esas alan bu parti “fırka, efkar ve itikadat-ı diniyyeye hürmetkardır” ifadesi üzerine kapatılmış, kurucu ve üyelerinin birçoğu idam edilmiş, diğerleri de sürgüne gönderilmişti.
Padişahlık kaldırılmıştı sözde ama 1946 yılına kadar tek parti diktasıyla yönetildi bu ülke. Halk CHP dışında bir partiye teveccüh gösterdikçe ortaya bir “Menemen” çıkıverdi, “Ticaniler” çıkıverdi, “Sivas olayları” çıkıverdi, “Aczmendiler” çıkıverdi. CHP, hiçbir zaman halkın oyuyla iktidar olamadı. Çünkü 1930 tek parti zihniyetinden hiçbir zaman kurtulamadı. Hala da aynı zihniyette. Baykal ve CHP avenesi hiçbir zaman halk oyuyla iktidara gelemeyeceğini bildiği için sırtını hep askere ve bürokratik elite yaslıyor. Çünkü başka çaresi yok. CHP’nin tek iktidar yolu darbedir. Parti programı “katakulli”dir ve parti sloganı “İktidar için, haydi paşam !” dır.
Medya hala ders almamış olacak, hala ülkede bölünme havası var gibi gösterip darbeye ortam hazırlamaya çalışıyor. Eden bulur, bulmaya devam edecek.
Yazan:MY Tarih: Şub 13, 2008 | Reply
“12 Eylül olmasaydı, bu sitede hararetle savunulan iktisadi liberalizm halk oyuyla iktidara gelemezdi.”(Mister No)
Sevgili Mister No, hiç bir sey binlerce insanin iskence tezgâhlarinda can vermesini mesru kilamaz. Veya “iyi ki oldu” dedirtemez.
Kaldi ki ATAMIN HAPISHANELERi adli yazida aktardigimiz suçlar islenmeseydi 12 EYLÜLCÜLER tarafindan, PKK bu kadar güçlenemezdi.
PKK’nin böyle 30 bin can almasaydi irkçilik ülkemizde bu seviyelere çikamaz, korku ile siyaset yapanlar varliklarini sürdüremezdi.
Bunun gibi onlarca örnek verebilirim size Sevgili Mister No.
Özetle 12 EYLÜL DARBESi Türkiye’yi demokrasi yolunda 100 yil geri atmis bir olaydir.
Darbenin sebep oldugu maddi kayiplar ve bunun da demokrasiye verdigi zarar ayrica tartisilmalidir.
Kanaatimce 12 EYLÜL ancak Hirosima ile karsilastirilabilir.
Haa, bir de sunu diyenler var : “12 Eylül solculari ve ülkücüleri zayiflatti, meydan islamcilara kaldi!”
Bunu söyleyenler Türkiye’yi ve halkin Islam’a verdigi önemi anlamamis olan tatlisu Türkleri kanimca. Türkiye’yi Etiler, Caddebostan, Kordon ve Çankaya’dan ibaret saniyorlar galiba :))
(Bkz Bekir Coskun, Emin çölasan ve saz arkadaslari)
Yazan:Bigalıoğlu Tarih: Şub 14, 2008 | Reply
Deniz Baykal,geçen seneden beri kafayı sıyırık.Adamın çiğnemedeği Anayasal suç kalmadı.Anayasa mahkemesi hala oturuyor.
Beyni örümcek bağlamış kurum ve kişiler,toplumun çok gerisinde kaldıklarının hala farkında degiller.Nasıl bir çıkar meseledir bu?
Allah,bu insanlara akıl fikir versin.
Aklıma geldikçe kafayı sıyırıyorum.Bir tek özel radyo kanunu için bu milleti 8 ay sokaklara dökmüşlerdi.
Türban için bir dunya fırtına koparıyorlar.sonunda hiç bir sey olmayacak.Bunlarla ugrasmak cok zor.Bu ülkede yasananlar çok yormaya basladı artık insanları.
Yazan:fizikci Tarih: Şub 14, 2008 | Reply
Bigalıoğlu,
Gönlünüzü hoş tutun. Bürokratik elitler artık son demlerini yaşıyorlar. Daha düne kadar bankalar, medya, herşey bu adamların elindeydi. Artık bankalar yabancılara peşkeş(!) çekiliyor, medyada da bu adamların etkisi azalıyor.
Yani bürokratik elit tasfiye ediliyor. Son kalanlar da görev süresi dolduğunda bu milletin sırtından inmek zorunda kalacaklar. Başbakan “2013’de kişi başı GSMH 10.000 dolar olacak, ondan sonra Türkiye’yi tutabilene aşkolsun” diyor ya, aslında bu adamlardan kurtuluşumuzu söylemeye çalışıyor. Gerçekten de bu kan emicilerden kurtulduğumuz gün bizi tutmak çok zor olacak.
Düşünsenize ayağımıza yapışmışlar, her türlü, baskı, engelleme, tehdit vs.ye rağmen dünyanın dört bir tarafına okullar açmışız. Bu şartlarda bunları yapabiliyorsak bir de bu şartların tam tersine döndüğünü düşünün. Motorları maviliklere falan süreriz yani her türlü.
Yazan:Mister No Tarih: Şub 14, 2008 | Reply
Mehmet Yılmaz Bey,
Bence, 12 Eylül darbesindeki dış dinamikleri gözardı etmemek lazım. Dünya İktisadi Sistemine entegrasyon toplumsal olarak pahalıya patladı.Herşey Kemalizm değil.
Yazan:alperen gürbüzer Tarih: Şub 15, 2008 | Reply
DEMOKRATİK TOPLUM
ALPEREN GÜRBÜZER
Demokratik toplum baskılardan uzak özgürlük sever kitlelerdir. Düşmanına karşı bile son derece tahammüllü cömertkardır. Hasmını boğmak diye derdi yok, derdi davası fikri hür, vicdanı hür kalabilen toplum inşa edilmektir..
Demokrasinin devrim muhafızlarına ihtiyacı yoktur, emniyet sübabı özgür iradedir çünkü. Aşırı uçlardan söz etmez, tüm akımları serbest bırakıp umursamaz halde kendi hallerine terk edip çoğullaştırarak uysallaştırır.
Marjinallerin, değişik radikal grupların amaçları demokrasiyi yıkmak olsa bile, konuşmalarına izin vererek onları yapa yanlızlaştırır. Tek tip görüşlerle bir yere varılamayacağının tarihin sayfaları şahit zaten. Rakiplerine koku salmanın ya da gözdağı vermenin marjinal kalmış radikal grupların emellerine hizmet etmek olduğunun farkında bir şuurdur demokrasi. Berikiler-ötekiler, laik-anti-laik, ilerici-gerici vs. gibi şablonlar, birliği baltalayan ayrılıkçı tasniflerdir. Bırakınız her düşünce kendi ekseninde kalsın ki rekabet doğsun , böylece radikal akımlarda güç kaybetsin. Dayatmayla farklılığa zorlarsanız zayıflatamazsınız, aksine güçlendirirsiniz, yasaklarla popüler hale sokarsınız. Hiçbir düşünce kamçıyla, dipçikle yola gelmez, yasakçılıkda çizmeyi aşarsanız ya da elinize balyoz alırsanız her akım silahlı eylem manyağı haline dönüştürürsünüz. Stalin, Mussoloni, Hitler ve Franco gibileri milyonların canına hep böyle kıydılar.
İnsanlara zorla tek bir gömlek giydirmeye çalıştığınızın farkında mısınız? Oysa tek tip üniforma giydirmekle insanların herbiri bukalemuna dönüşüyor, yani içi başka dışı başka fertler üretmiş oluyorsunuz. Nitekim yıllardır Türk insanına giydirilmeye çalışılan deli gömlek dar geldi. Farklılığın olmadığı yerde sahtekarlığın ve yalanın biri bin kıymet kazanıyor maalesef..
Erk’in görevi insanı itaate zorlayan birey üretmek değil, insan dünyaya daha ilk adımını atar atmaz ona değer vermek ve saygı duymaktır. Değer verirsen işte o zaman bayrağına, ayına, yıldızına kurban olan Türkiye doğar.
Jakobenler, Robespierre, Billaud Varennes, Sain-just, Le Pelletier vs.’lerin izledikleri yol yol değil, düpedüz korku salmaktı etrafa. Hepsi toplumu formatlamak için ömür tükettiler, fildişi kulelerden yöneltmek istediler kitleleri, tepeden baktılar zavallı diye insanlara. Peki, ellerine geçen kazanç ne oldu? Ardından bıraktıkları sermayeleri; İçi boş kavramlar düşünceden yoksun insanlar, toplum bilinci yerine yığınlaşmış öbekler, boş kuleler, boş saraylar ve sadece elitistlerin ağırlandığı mekanlar vs… Tabi eğer bu bir kazanç ise..
Devlet insanileşmesi ya da şefkat abidesi olması gerEkirken resmileşmeyi yeğledi, resmileştikçe de halkda devletleşti, böylece kuşkucu, herşeyden nem kapan halk oluştu en sonunda..
Mevlanamız ne olursan ol yine gel diyerek bireye saygı duyarken, elitist oligarşik zümre birakın insanlığı, halkımızı bile hep öteki gördü, ya da bir kullanımlık kağıt mendil. Kiminin vatansever duygularını kullanıp kandil dağlarına saldılar, işi bitince de acımadan hadi güle güle deyip ruhunu çöpe attılar, seninle buraya kadar yolumuz dediler adeta. Kimilerini de başka alanlarda değerlendirdiler. Erk’imiz İnsana insanca bakamadı birtürlü… Mahkum etmek en kolay olanı idi, öylede yapıldı. Böylece toplumla devlet arasında derin onarılmaz yaralar açarak durduk yerde başımıza dert açtık.
İç barışı unutalı hayli bir zaman oldu, pembe şafakların doğmasını bekler olduk yeniden. Bir türlü yakalayamadık o eski ihtişamımızı. Örnek aldığımız Fransa bile Avrupa Birliğinde yer almamıza tahammül edemiyor. Kimbilir yeniden medeniyet oluruz kaygısından olsa gerek bu tavrını ısrarla sürdürüyor.. Üstelik içteki mekanizmalar yansız olmadığı için ideolojik gözlükle olaylara tek pencereden bakmayı adet haline getirdiler ve her türlü görüş ve düşünceyi peşin peşin zindana mahkum ettiler. Fransa bizi dış platformda ön yargılarla karalamaya çalıştı, iç platformda da elitistler öteki Türkiye’yi mahkum etmeye çalışıyor. Totaliter ağlarla örülü etrafımız, dikte anlayışlarla beynimiz arındırılmak ve hızaya gelmemiz isteniyor hep, ya dediklerimizi yaparsınız, ya da kökünüze kibrit suyu dökeriz tehdidine maruz kaldık adeta. Ruh kökümüz hep avcı misali haremilerce avlanıyor, çocuk muamelesine tabii tutuluyoruz, elimize tutuşturulan oyuncaklarla al oyalan bununla deniliyor. Dahası da var: Kendine çeki düzen vermeyenlere gözdağı veriliyor. Nasıl mı?
İkna odalarında terapiyle işe başladılar YÖK örneğinde olduğu gibi. Olmadı acımasızca bir takım yazar çizerler karanlık mahvillerce andıçlandılar, daha da olmadı karaladılar hain ilan edildiler. Hala 28 şubatın yaraları sarılmış değil, zaman zaman yeni 28 şubat senaryoları sipariş verilmeye çalışılsa da boşa gayretler, artık o konjonktürel şartların oluşması zor görünüyor. Neyse ki; bu sefer ne yaptığını bilen akıllı, hamasetten uzak bir iktidar Kopenhang kriterleri kartını kullanarak zinde güçlerin harekat alanlarını daraltıyor.
Avrupa uyum yasaları bir bir devreye girdikçe rejim elden gidiyor diye avaz avaz nara atıyorlar, öteden beri Cumhuriyeti kuran iradeyi kendi emellerine göre kullanmayı huy edinmişler. Düşünceleri belli bir zaman dilimine hapsetmek sevdasından vazgeçemediler. Oysaki tüm bu çabalar hem o iradeye saygısızlık hemde onları sevimsiz göstermekten başka bir işe yaramıyor. Cumhuriyet kurulduğunda o günün konjoktür şartları gereği bir nebze otoriter olmak zorundaydı, belki geçiş sürecini sancısız geçirmek adına böyle düşünülmüş olabilir. Fakat gelinen noktada devamlı otoriter kalmak isteği toplumu çağın dışına ve kapalı toplum olmaya itmek demektir.
Her değişim evresi zemzem suyuyla yıkanıp gerçekleşmez, mutlaka yeni bir sistem oturtmanın bir bedeli vardır.. 600 yıllık imparatorluktan daha çiçeği burnunda Türkiye’ye geçişte, yeni devletin Faşizmi örnek alması teklif edildiğinde, bunun bir zulüm, istibdat olacağını o gün bile reddedilmişti, bizatihi en yetkili ağızdan; öğreti istemem, yoksa dogmalaşırız denilerek demokrasi denemesine geçilmiş, ama bu engin anlayışın ömrü yetmemiş, anlaşıldı ki; demokratik Cumhuriyetin gerçekleşmesi sonraki kuşaklara bırakılmış. Belli ki, şimdiki sözde Kuvayi milliyecileri 30’lu yıllara mıhlanmakta ısrarcılar, bu yüzden bir milim dahi mesafe kat edemiyorlar. Oysa düşün ama ifade etme diyen bir ülke olmak insanımıza en büyük zorbalıktır. Geleceğe gözümüzü çevirmeli, yeni ufuklara kanatlanmalı. 1930’lu yıllar sadece kuruluş mayamız, o mayanın üzerine demokrasiyi inşa edebilirdik pekala. Nasrettin Hoca misali göle demokrasi maya çalma zamanı bugün değilse ne zaman? Hoca’nın o meşhur espiri ile karışık; ‘ya tutarsa’ sözü, ileriye atılım yapılmasının gerekliliğine işarettir.
Cumhuriyetimizi bize armağan edenler; sakın ola bir adım ileri gitmeyin, bıraktığımız noktada çivilenip kalın diye devretmediler, modern uygarlığın en üst seviyesine sıçrayalım diye emaneti teslim ettiler, anlayana tabi.
Evvela beyinleri özgürleştirerek işe başlamalı, zihinler gülüstana dönüştürmeli ki toplumsal mutabakat gerçekleşebilsin. Ferdin devlet gibi düşünme mecburiyetini rafa kaldırmalı, eğer düşünceye saygılı isek. Çünkü düşünceye saygı erdemliliktir. Düşünceyi devletin erdemi yapamamış ülkeler asla demokratik cumhuriyet olamazlar.
Şöyle tarihe gözattığımızda gelişmelerin kaynağında hep mimlenen sakıncalı diye tabir edilen insanların varlığını görürüz. Sakıncalı insanlar yaşadıkları dönemlerde çok ağır bedel ödeseler de birçok tabuların yıkılmasına vesile oldular. Sokrates Atina yasalarınIN tard ettiği filozof, onlar dışlasalarda bugün o gönüllerde yaşıyor hala. Çünkü o düşünce adamı idi, ya diğerleri? Hani onu yargılayan yargıçların hiçbirinin ne adı var ortada, ne de sanı, esameleri bile okunmuyor. Neden hafızalardan silindi acaba hiç düşündünüz mü?
Yasaklar hep maraz doğurmuştur, ideolojiler bile karşıtı olan ideolojİyi eleştirerek boyveriyor, dal budak salıyor yeni sentezler üretebilirken, Devletin demoklasın kılıcı ile kitleleri hizaya getirmeye çabalamasını anlamış değiliz. Sade bir insanın bile sahip olduğu düşüncesinİ veya fikrinden dolayı dışlamayı hangi mantık ve izan kabül edebilir ki? Her türlü fikrin gölgesinden dahi korkan aynı zamanda cezalandırıcı yasalar çıkarmakla hüneriz dünyada. Yansız, tarafsız idari mekanızma kuramadık, kurabilseydik esas o zaman laiklik güvencededir diyebilecektik. Ancak o fırsatı kaçırdık, hala da inadına inat diyor 28 şubat gbi postmodern anlayışlarına prim veriyoruz.
28 Şubat bir kırılma, bir fay hattı oluşturdu, toplum mühendisliği uygulamaları BÇG(Batı çalışma grubu) elinde zirveye çıkması bunun en tipik örneği. Mevlana veYunusi çizgiden gelen topluma devlete başkaldıran muamelesi ve radikal misyon yüklenmek istendi, hatta o gözle bakılmaya başlandı. Tüm bu post-modern uygulamalarına rağmen halkı sokağa dökemediler, halk büyük bir sabır örneği sergileyerek oyunlarını suya düşürdü. Üstelik ötekiler diye kategorize edilmelerine rağmen duruşuyla metanetiyle yıkılmadık ayaktayız dediler adeta. Hadi diyelimki Merve Kavakçı’yı sürgün edebilmek adına Hamas ajanı lanse etmenizi bir derece anladığımızı farz saysak bile, ya Eski Milli İstihbbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakçıoğluna CIA ajanı karalamınıza ne demeli? Sizin bu yaptıklarınıza kargalar bile güler.. Bunlarla yetinmediniz Cengiz Çandar, M.Ali Brand gibi usta yazarları andıçladınız. Türban türban diye yıllardır dilinize doladığınız kavram bile Fransadan ithal. Türbanın Türkçe karşılığı bone olduğunu YÖK Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın üniversiteye girsinler diye o gün için pratik çözüm diye sunduğu önerisi ile öğrendik. Baktılar ki türbana alaka büyük, Anadolunun yaylalarından beraberinde geleneksel özellikleri ile şehirlere gelen genç kızların sayısı çoğaldığını gören zinde güçler boneye maksadının dışında anlam yüklemeyi yeğlediler. Artık bu noktadan sonra türban, birzaman Ecevit’in dilinde de pekiştirilmiş haliyle devlete başkaldırmak simgesine dönüştürülmüş saik. Oysa 1974 yılında devletin temeline dinamit atmak isteyenler ve başkaldıranlar kamuoyunda Rahşan affı diye tanımlanan afla özgürlüklerine kavuşmuşlardı, hiç bunun muhasebesi yapılmadı bu ülkede maalesef.
İstesenizde yüzde yüz başörtüsüz toplum oluştaramazsınız, işte bu konuda israrcı olmaya devam ederseniz bunun adı laiklik değil, Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un dediği gibi laikçiliktir. Çünkü laiklik dinsizlik değil, bilakis dinlerin özgürce kendi kulvarında yaşamasına fırsat tanıyan kavramdır. Neyse bu mesele çok su götürür.
Velhasıl, modern çağın ötesine sıçramak ancak demokratik cumhuriyet ve demokratik toplum oluşturmakla mümkün.
Yazan:irem Tarih: Şub 19, 2009 | Reply
off yaa demokrasimize olan iç ve dış tehditler nelerdirrrr