Kadınsız bir dünyaya doğru…
By Mehmet Yılmaz on Mar 7, 2008 in Kadın, Kürtaj, Toplum, vicdan
Evrimcilerin iç hastalıkları adlı makalemizde bilimin mürşit olamayacağını, tersine irşad edilmeye ihtiyacı olduğunu söylediğimizde bilimciliğe yakın duran okurlarımız tepki vermişlerdi. Pozitivizmin eleştirilmesinin bilim düşmanlığına dönüşebileceği konusunda bizi uyarmışlardı.
Hiç eskimeyen bir “ahlâk bilmecesiyle” başlayalım işe: önünüzde duran kırmızı bir düğmeye basarak tanımadığınız bir insanı öldürmeniz isteniyor sizden. Bu hizmetin karşılığında 1000 dolar kazanacaksınız ve hiç bir zaman suçlanmayacaksınız. Yapar mısınız? Peki ya 1 milyon dolar? Yaşlı bir insan veya bir bebek olması fiatı arttırır mı?
İnsan sadece çıkarlarını maksimize etmek üzere programlanmış bir robot veya hayvan gibi davranmaya karar verince nerede duracağı belli olmuyor. Böyle insanların yüzünden kadınsız köyler, şehirler doğmaya başladı!
Nerede bu kızlar?
Embriyonun oluşmasını sağlayan kadın ve erkek hücrelerin birbiriyle ve ana rahmiyle etkileşimi oldukça karmaşık bir süreç. Henüz tamamen çözümlenmemiş bazı olaylar sebebiyle bir bebeğin kız veya erkek olma ihtimali hemen hemen eşit. Ama tam değil. Gerçekte kız olma ihtimali biraz daha yüksek. Ne var ki bazı ülkelerde uzun zamandır erkek doğumları kızlarınkinin çok üzerinde.
Başta Çin ve Hindistan olmak üzere birçok Asya ülkesinde her yıl bir kaç milyon kız doğmuyor daha doğrusu doğmadan öldürülüyor. Belki bir o kadar kız da doğduktan kısa bir süre sonra hayatını kaybediyor. Oysa aynı sağlık koşullarında erkekler yaşıyor. Neden?
İslâmiyet öncesi Arap topluluklarında kız çocuklarının diri diri gömüldüklerini ilk duyduğumda çocukları korkutmak için uydurulmuş bir hikâye zannetmiştim. Sonraları 1400 yıl önce yaşamış insanların daha ilkel olduğuna kanaat getirip kendimi rahatlattım.
Gelin görün ki günümüz Çin’i ve Hindistan’ında garip şeyler oluyor. Hindistan’ın bazı eyaletlerinde 700 kız bebeğe 1000 erkek bebek düşüyor. Çin’deki son veriler ise ülke genelinde 100 kıza 117 erkek bebek tekabül ettiğini gösteriyor.
Gerçekte sorun sadece bu iki ülke ile sınırlı değil. Güney Doğu Asya kültürlerinin hakim olduğu meselâ Tayvan, Singapur gibi ülkelerde kızlar “bir şekilde” kayboluyorlar. Sorunun gerçekte bir kaç boyutu var: Birincisi Çin’de 1979’da başlayan tek çocuk sınırlaması. Başlangıçta ikinci kez hamile kalma hakkı sadece birinci çoğun ölmesi halinde verildiği için insanlar kız doğan bebeklerini beslemeyerek ölüme terk etmişler. Çin’de 1 yaşına gelmeden ölen kız çocuklarının sayısı erkek kayıpların iki misli!
Sonraları “yumuşatılan” kanun ilk çocuğun kız doğması halinde ikinci bir doğuma müsade etmiş. Ama bu şekilde de bir tür yapay seleksiyon yapılmış. Her doğan kız için bir “oğlan denemesi” yapıldığı için ikinci çocukların yaklaşık %50’si oğlan oluyor ve kız-oğlan dengesi daha da bozuluyor.
İkinci boyut ise gelenekler. Erkek evlat tercihi kırsal alanlara özgü, “köylü” bir tavır gibi algılanıyor ama bu bir yanılgı. Singapur gibi zengin Asya ülkelerinde yaşayan üniversite mezunu insanlar da erkek evlat tercih ediyorlar. Yani “oğlum büyüyünce bana bakacak” söyleminin çok dışında sosyal olgular devrede. Binlerce dolar aylık geliri olan ve emekliliğini hayat sigortası gibi daha modern yollarla garantilemiş birçok Asyalı eğer ilk çocukları kız olursa %80 ihtimalle ikinci bir çocuk istiyorlar. Ama eğer ilk çocuk erkekse ikinci hamilelik isteyen annelerin oranı %40’a düşüyor.
200 dolar için kırmızı düğmeye basmak!
Yazımızın birinci kısmında sorduğumuz ahlâk bilmecesini hatırlayın. Çin sorunun farkında olduğu için ultrason gibi yöntemlerin cinsiyet belirlemede kullanılmasını yasaklamış. Ne var ki DNA WorldWide ve Nimbles Diagnostics gibi amerikan firmaları annenin kanından alınan bir kaç damla kan örneğiyle doğacak bebeğin cinsiyetini bildirebiliyorlar.
Çinli küçük bir bebek için idam fermanı anlamına gelebilecek bu testi riskli ülkeler için yapmadıklarını resmen söyleseler de kendileriyle “tebdili kıyafet” irtibat kuran bütün gazetecilerin analiz isteklerini kabul etmişler.
Hindistan’da aynı sebeple devlet bu tür kontrolleri denetim altına almaya çalışıyor. General Electric firmasının 7500 dolardan kasaba doktorlarına dağıttığı ultrason cihazları ile bir muayenenin bedeli 8 dolar.
Üstüste yapılan kürtajlardan kaçınmak için imkânı olan aileler in vitro denen teknikle doğrudan erkek çocuk sahibi olma peşinde. 2000 dolara gerçekleştirilen bu “servis” doktor yokluğundan birçok yerde baytarlar tarafından gerçekleştiriliyor. Benarès gibi küçücük bir şehirde bile 500’den fazla “doğum yardım merkezi” var.
Kadınsız bir dünya neye benzeyecek?
Kız çocukları ana karnında öldürmenin topluma getirdiği ağır bir bedel var. Birçok köy ve kasabada sadece erkek yaşıyor veya 80 yaşın üzerinde yaşlı kadınlar. Evlenmek için kadın bulamayan gençlere hitab eden bir kadın ticareti çoktan başlamış. Komşu köylerden hatta komşu ülkelerden kaçırılan genç kızlar 100 dolara satılıyor. Ten rengi, yaş gibi faktörlere göre değişebiliyor fiatları bu “modern zaman” kölelerinin. Satın aldıkları kadınları gençler adeta bir çocuk yapma makinesi gibi kullanıyor. Doğumdan sonra kardeşlerine veya komşularına satıyor, ödünç veriyor veya kiralıyor.
Bütün bu baskı altında zaten okuma oranı düşük olan genç kızların okula gitmesi daha da zorlaşmış. 2020’den sonra Çin ve Hindistan’da toplam kadın eksikliği 50 ilà 100milyon arasında bir rakam olacak. Bu boşluğun ciddî iç güvenlik sorunlarına hatta uluslararası anlaşmazlıklara sebep olacağını öngörüyor sosyologlar.
Sonuç – Toplumu yeniden tarif etmek
Kadın ve erkek adında iki millet aynı ülkede yaşıyormuş gibi bir tavrımız var. Kadın hakları diyoruz. Ezilen kadın diyoruz. Kanaatimizce bunlar toplumun en küçük parçasını birey olarak kabul etmenin getirdiği bir dünya görüşü.
İnsanlık belki de yeniden organize olmanın yollarını aramalı. Aileyi, komşuluğu akrabalık ilişkilerini yeniden gözden geçirmek gerek. iç barışı sağlamada daha başarılı olabilecek bir model hem bireyin hem de bir birey olan kadının haklarının daha iyi korunduğu günlere kapı açabilir. Bireysel özgürlükler ile grup özgürlükleri arasında bir denge tarif etmenin vakti geldi sanki.
Kaynakça
Quand les femmes auront disparu Bénédicte Manier (Hindistan)
Une Chine sans femmes? Isabelle Attané (Çin)
Le Premier Siècle après Béatrice Amin Maalouf [Roman – Kadınların artık doğmadığı bir dünyanın kurgusu]
Tavsiye okuma
… Bu makale ilginizi çekitiyse…
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi. Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ? “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak” Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış: “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış
Kitap tanıtan kitap 1
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası
Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen, fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
23 Yorum
Yazan:kemal Tarih: Mar 7, 2008 | Reply
Başta Çin ve Hindistan olmak üzere birçok Asya ülkesinde her yıl bir kaç milyon kız doğmuyor
Buradaki sebep te ayni sekilde dini ve felsefi olabilir. Iran’daki Islamiyet anlasiyina gore cocuk rahimde 3 aylik oluncaya kadar ruh ve yasam sahibi degildir, bu yuzden kok hucre arastirmalari Iran’da serbesttir. Uc aydan once kurtaj da bu mantiga gore serbest olabilir.
Size uymayan hersey “bilim” semsiyesi altina dusmeyebilir. Bilim de sizin inanciniza aslinda ters olmayabilir – hangi bilimi takip edecegimizi bilmek gerekiyor.
Yazan:snowqueen Tarih: Mar 8, 2008 | Reply
Kadın ve erkek adında iki millet aynı ülkede yaşıyormuş gibi bir tavrımız var. Kadın hakları diyoruz. Ezilen kadın diyoruz. Kanaatimizce bunlar toplumun en küçük parçasını birey olarak kabul etmenin getirdiği bir dünya görüşü.
“Kadın ve erkek adında iki millet aynı ülkede yaşıyormuş gibi”diyorsunuz, fakat ataerkillik ve toplumlardaki “biyolojik indirgemecilik” kadın ve erkeği iki ayrı hemde apayrı milletmiş gibi gösterme üzerine kuruludur ve erkek kadından yüksektedir.
Kadın hakları için savaşanlar buna karşıdır, erkeği o yükseldiği yerden yeryüzü seviyesine çekmek ister.
Toplumun yapı taşının “birey”den “aile”ye dönüşmesinden bahsediyorsunuz, oysa Hindistan ve Çin gibi kadınların ağırlıklı olarak ezildikleri yerlerde toplumun en küçük biriminin “birey” olduğunu söyleyemeyiz hatta tersi, en küçük birim “aile”dir.
Toplumu bu şekilde tarif etmenin işe yarayacağını sanmıyorum, toplumu değil bireyi yeniden tarif etmek gerek.
Cahilliye döneminde kız çocuklarının diri diri gömüldüğünü anlattılar bize oysa bu hikayeler sadece Semavi dinlerin kadına olan baskısına
karşı kapatıcı oldu. Ortada birşeylerin yanlış olduğu belli, “kadına baskı Kulun emri mi Allah’ın emri mi” diye sempozyumlar düzenleniyor, kadınlar bunu tartışıyorken bazıları çikip “hayır, ortada sorun morun yok” diyebiliyor.
Günümüz toplumları ataerkil ilkeler olan koşullu sevgi, hişerarşık yapı, itaat üzerine inşa edilmiştir. İnsanlar içinde bulundukları dönemi “tek gerçek” olarak algılar.
Yazan:zihni Tarih: Mar 8, 2008 | Reply
ve
“”İnsan topluluğunda bütün öbür varlıklar gibi, kadın da uygarlığın ortaya çıkardığı bir üründür.
Kadının varlığı hormonlarıyla ya da bilinmeyen içgüdülerle değil, yabancı bilinçler aracılığıyla kendi bedenini ve dünyayla arasındaki ilintiyi yakalayışıyla belirlenmektedir; genç kızla delikanlıyı birbirinden ayıran uçurum, elbirliğiyle, daha küçük yaşta yaratılmıştır; ondan sonra artık kadının nasıl yapıldıysa öyle olmasına engel olunamayacak ve o geçmişini, bir kuyruk gibi, ölene dek ardında sürüyecektir; bu geçmişin ağırlığına bakılırsa kadının alınyazısının ölümsüzlük içinde saptanmadığı açıkça görülecektir “/Simone de Beauvoir”
Yazan:Ç-Z Tarih: Mar 9, 2008 | Reply
Ultrason yada kan testi gayesi;ceninin sağlık durumunu öğrenmek,gerek(!)görülürse, farkında olunmadan,anlamı bile bilinmeden sürdürülecek, kaliteli kabul edilmeyen bir yaşama sahip olacak(kaliteli olmayan hayat)bir insanın dünyaya gelmesine “KÜÇÜK” bir müdahale ile engel olmak.Bu ufak çaplı operasyon “hayatın gayesi ve anlamını değiştirme” yönünde bir düzenleme/rötuş kabul edilebilir.
Karar, insani mi hayvani mi?İlkel mi uygar mı?Merhametli mi zafere odaklı mı?
Cahiliye devrindeki ilkeller, ultrason yada kan testi olmadığı için
erkek değil de maalesef “kız “ olarak “kalitesiz” bir yaşam sürmek üzere dünyaya gelmiş olan evlatlarını gömerek öldürmüşler.
Neden?
Kas gücü olmadığı için geçime katkısı olmayan bir “boğaz”dan kurtulmak.O halde “cahiliye” devrinin “ilkelleri” genellikle geçim güçlüğü çeken fakirler olmalı!
Kızlarının kaçırılmasından ve karşılığında bedel istenmesinden korkanlar!O halde kızlarını öldürenlerin hepsi zengin olmalı!
Kızlarının kaçırılıp onun bunun sex oyuncağı olmasından korkanlar! O halde kızlarını öldürenlerin hepsi namus düşkünü yada kızlarını “öldürecek” kadar çok seven insanlardı.
O yada bu sebeple kızlarını öldürmeye karar veren ve bunu uygulayan insanlar için “ilkel” diyorsak,kızlarını öldürmeyen ve buna karşı çıkanları da “uygar” olarak kabul edebiliriz.
Bugün bazılarımıza göre “kızları” yok saydığı söylenen bir semavi din neden dönemin popüler,kabul görmüş bir uygulamasına karşı çıksın ki?Kadını yok sayan bir din olsaydı tüm bu “kız evlat öldürme” mazeretlerini meşrulaştırma yoluna gitmez miydi?İslam dini cahiliye devri “hayat gaye ve anlamını” bugün “uygar” kabul edilecek bir şekilde değiştirmiş değil midir?Bugün evrensel insan hakları beyannamesinin en temel “yaşama hakkı” devrin katı uygulamalarına karşı çıkılarak kadınlara tanınmış değil midir?
İnsan sadece çıkarlarını maksimize etmek üzere programlanmış bir robot veya hayvan gibi davranmaya karar verince nerede duracağı belli olmuyor.(M.Y)
Karar verince!
”Karar”,bir bilinç seviyesinde olduğu kabul edilen insanın nihai uygulanabilir bulduğu düşünce.Akıl yoksunu bir insanın “karar” verebilmesi mümkün değilken kısıtlı bilgiye,eğitime sahip,hayatını ilkel bir ortamda idame ettiren “cahil” kabul edilen bir insan ise “karar” verebilir.Cahil biri “hayvan” yada “insan” gibi davranmaya karar verebilir mi?Sadece bulunduğu “ilkel ortamda” hayatta kalabilmek amacı dışında hiçbir canlıyı “maximize edilmiş bir menfaaet duygusu ile” katletmiyorsa onu ilkel olarak tanımlayabilir miyiz?
Fiillerinden sorumlu olanın sadece “kendi” olduğunu bilmek ve seçimi “insan gibi davranmak” olan bir insanın bu kararı vermesindeki en büyük etken,insan dışında hiçbir canlıda bulunmayan bir duygu olan “merhamet”;kendi sinir sistemi ile kendi kararlarını alabilen beynin emrinde kabul edilen ama kendini beğenmiş,zafere koşullanmış aklın yuları olan kalbin sahip olduğu duygu.Uygarlık,bu duyguyu temin edemez sadece sonuçlarına ulaşmak üzere taklit eder ve kanunlaştırırarak uyulmasını zorunlu kılabilir,tabii yine merhamet sahibi insanlar eli ile 🙂
Yazan:alperen Tarih: Mar 9, 2008 | Reply
HAYÂ GÖNLÜN TİTREMESİDİR
ALPEREN GÜRBÜZER
Hayâ imandandır ilahi kelamı kulağımıza küpe olmalı. Hayâ aynı zamanda gönlün titremesidir. Şöyle ki; insan bir suç işlediğinde, lambada titreyen alev misali yüzü kızarır ve kalbi melekeleri darmadağın olur. İç dünyamızda hayâ ışığı sönünce karanlığa bürünürüz, kurtuluş için çıkış yolu ararız hep. İçerisine düştüğümüz kuyudan çıkmak için tek sığınacak yerimiz Allah’ın rahmeti olduğunu anlarız o an. Çünkü karanlık ışığa muhtaç, onsuz olamaz..
Hazret Muhammed Diyaüddin(k.s); Hayatta hırsızlık yapmayı aklının kenarından bile geçirmeyen tüccar, şayet birkaç günlük bile olsa hırsız kimselerle dolaşsa, onlardan bir şey kapar. O da günün birinde hırsızlık yapmaktan artık hayâ etmez diye buyuruyor. Bu yüzden İnsanın çevresi de çok mühim, kimlerle oturup kalktığımıza dikkat etmeli.
Şeyh Ahmed-er Rufai taleberinden Siirtli Molla Halil bir hatırasını naklediyor:
Hocam Ahmed-er Rufai ile ders görüyordum, o anda pencereden bir adam seslenerek:
—Çabuk yetiş, derhal gel diye.
—Hocam hemen yerinden doğrulup dışarı çıktı ve yaklaşık onbeş dakika sonra tekrar medreseye döndüğünde bana dedi ki:
—O gelen kimdi biliyor musun?
Cevaben;
—Efendim inan geleni tanımadım, sen bilirsin, bunun üzerine Hocam:
—O gelen Şeyh Abdülkadiri Geylani idi. Beni çağırmasının sebebi Arap şehrinde Zengin birağa vergi toplamak için maiyetindeki adamları ile bir köyde dolaşırken seyyide bir kadının kapısını çalar, kadıncağız param yok, fakirim dedi. Kadın sırtını dönüp gideceği zaman ağa asası ile eteğini kaldırdı, kadın çok hayâ etti utandı, kızardı, sonra yüzünü Bağdata dönerekten tükürdü ve Abdülkadir Geylaninin merkadına doğru(türbesine) şöyle seslendi:
—Eğer sende namus gayreti varsa onu kabül etmezsin diyerek uzaklaştı. O sırada
Ağa ibriğini alarak abdest bozmaya gitti. Maneviyatta Gavsi Geylani’nin zahiren müdahale yetkisi olmadığı için Onun talimatıyla zahiren bu görevi üstlendik ve bizde onu kılıcımızla öldürdük.
Hocamın anlattıklarının doğru olup olmadığını, sözkonusu yere birzaman yolculuk gerçekleştiğinde ve o yöre halkına sorduğumda harfi harfine olayı anlattılar. Yöre halkı en nihayetinde Hocamın sözlerine ilaveten;
—Abdest bozmaya gittiğinde bekledik bekledik gelmedi, gidip baktığımızda ağayı
Öldürmüş olduklarını gördük dediler. Böylece Hocamın söylediklerinin doğru olduğunun kesin kanaatine vardım
Sakın siz siz olunböyle şeyler olur mu demeyin, Allahü Teala dostlarının bu dünyadan göç etmiş olsalarda Şeyh Abdülkadir Geylani gibi sevdiği kullar vasıtasıyla yine onun yolunda giden hayatta yaşayan bir başka Ahmeder-Rufai gibi gönül sultanların üzerinden dara düşen, edebinden dolayı yüzü kızaranların imdadı için Hızır misali görevlendirebilir. Bunlar maneviyatta olan biten durumlar, nitekim fersah fersah uzakta gerçekleşen bu durum olayın cerayan ettiği yerdeki halka sorulduğunda hakikat olduğuda ortaya çıkıyor pekala..
Kuldan utanmayan Allah’tan hayâ etmez derler ya, gerçekten insana edep Allah’a edep demek sayılır, yaratılanı sev yaratandan ötürü demeli Yunus misali. İnsanı sevki necat bulasın, Rabbül Alemin’in benim huzuruma kul hakkı ile gelmede ne ile gelirsen gel uyarısı birçok anlam taşıyor içinde çünkü.
İman yetmiş küsur şubedir. Hayâ da imandan bir şube.(buhari, Müslim, Ebu Davud, tirmizi, Nesai, İbni Mace)
Hayâsızlık çirkinliktir. Hayatın imanla taçlandıranlar hayasıda güzel olur ve ahlakı artarda. İlk Nübüvvet sözlerinden insanlığa ulaşan öğütlerden birkaçı da şudur:
—Eğer hayân yoksa dilediğini yap!(Buhari, İbni Mace, Ahmed b. Hanbel, Taberani; İbn Hibban)
Çıplaklıktan sakının! Zira sizin yanınızda sadece helâya girdiğiniz zaman ve erkek hanımına sokulunca ayrılan Melekler vardır Onlardan hayâ edin, onlara karşı saygılı olun(Tirmizi)
Evet, bari kuldan utanılmıyorsa Meleklerden Allah’dan hayâ etmeli. Hayâ duygusundan mahrumiyet kötülüklere kapı aralar çünkü.
Sadece ilim alanında hayâ olmaz derler, o da öğrenmek amacına yönelik olması dolayısıyladır. Hayâ nedir bilmeyenler, ne edep endişeleri taşırlar ne de hayvani içgüdülerini zapturap altına almayı. Üstelik yaptıklarına kılıf bulmak içinde cinsel özgürlük, flört hayatı deyip su yüzüne çıkarlar. Oysa bütün uğraşları nefs adına didişip durmaktan ibaret. Boş oyalanışlarla hayâda neymiş deyip, şeytana bile külah çıkartırlar. Zina denen kötü fiili cılalayıp boyayıp, üstelik iffet gibi kavramların içini boşaltarak asaletsizlik sergilemeyide ihmal etmezler. Varsa yoksa zevklerinin tatmin etmek tüm bildikleri.
Onlar vahye ve sünnete kulak vermezler, çünkü haya perdeleri kalkmış, ışıksız sürüleridir.. Es kaza Kur’an tilaveti duyduklarında sesine bile tahammül etmezler ve canları sıkılır. Allahü Teala buyuruyorki; Yalnız Allah anıldığı zaman ahirete inanmayanların içlerine sıkıntı basar, ama Allah’tan başkası anıldığı zaman hemen yüzleri güler (Zümer, 45) Onlar ki gözleri, beni hatırlatan bir örtü içindeydi., (Kuran’ı) dinlemeye de tahammül edemiyorlardı(Kehf,101)
Hayâsız güruh hertürlü melaneti işlemeye müsait halleri olup yaptıklarından
Pişmanlık duymadıkları gibi övünürlerde ya da mazaret üretirler. Şüphesiz bu şeytanlar doğru yoldan alıkoyarlarda, onlar kendilerinin doğru yolda oldukların sanırlar(zuhruf, 37)
Birde demezlermi güzele bakmak sevaptır, tabi ki mahremiyetine bakmak manasına değil bu söz, ama güzel kavramına yanlış mana yüklemek gibi hayâsızca tanımlama amacı taşıyor. Hiçbir zaman Allah’ın haram olarak bakılmasına müsaade verilmediği yerlere bakmak asla güzel olamaz. Bir yerde ilahi ferman var bu konuda, diğer yerde heva ve hevesler sözkonusu, yine bir yanda emri ilahi gereği fıkhı kaideler var, diğer yanda koyu cehalet örnekleri var. Cehaleti güzel göstermeye çabalamak yetkisi kimseye verilmediği gibi, cehaletin sergilenmesinede müsaade edilmez. Tüm ilahi uyarılara rağmen makyajlanmak, cilalanmak gırılara gidiyor, sadeliğin verdiği zerafet ayaklar altına alınıyor. Tüm hınçla hayâ yerlere serilmek isteniyor, doğallık çiğnenmekte adeta.
Hadi diyelim abdest namaz günahları pak ediyor, ya çıplaklığı ve hayâsızlığı ne ile giderebileceğiz? Modernlik kisvesi adı altında kadını metalaştırmanın adıdır Cilali imaj devri, yontma taş devri, cilalı taş devri diye tarihi döngülerden bahsederken cilali imaj devrine rücu ettik maalesef. Ağlayasan mı gülesen mi?
Yazan:melisa Tarih: Mar 17, 2008 | Reply
merhaba,
Bu yaziyi okuduğum zaman tüylerim diken diken oldu. Bu ne kadar insanlık dışı ve cağ dışı bir yaklaşım. İnsanlar nasıl olur da kız ile erkek çocuk ayrımı yapabiliyor. Şahsen ben çocuğumun kız olmasını tercih ederim. Nedeni ise kız evlatların anneye çok daha yakın olması daha vefalı olmasıdır. Dünyamızda kadınalara karşı ayrımcılık yapıldığını biliyordum. Ama insanların bu derece aşırıya kaçabileceği aklıma gelmemişti. Bazı olaylar karşısında hani insan söyleyebilecek bir şey bulamaz ya. Ben o durumlarda Allah akıl fikir versin derim. Bu da tam onlardan birisi. Bu resmen cehalettir. Hayvanlar bile yapmaz bunu. (Bu arada bu lafıon gelişiydi hayvanların bizden çok daha medeni olabildikleri tecrübelerle sabittir. E
Yazan:Can Cinbis Tarih: Mar 17, 2008 | Reply
Sayin Yilmaz,
Onemli bir toplumsal problemi irdelediginiz icin cok tesekkurler. Yazinizda anlayamadigim bir kisim var. Yazinizda bahsettiginiz, asagida alintisini yaptigim “Sonraları “yumuşatılan” kanun ilk çocuğun kız doğması halinde ikinci bir doğuma müsade etmiş. Ama bu şekilde de bir tür yapay seleksiyon yapılmış. Her doğan kız için bir “oğlan denemesi” yapıldığı için ikinci çocukların yaklaşık %50’si oğlan oluyor ve kız-oğlan dengesi daha da bozuluyor.” aciklama istatistik kurallari geregi dogru olmuyor. Eger birinci cocugun oglan ya da kiz olmasi ikinci cocugun cinsiyetini biyolojik olarak etkilemiyorsa, yani ikisi birbirinden bagimsiz ise, kiz-erkek oraninin degismemesi gerek.
Burada kacirdigim bir nokta varsa lutfen bildirin. Cok tesekkurler.
Can Cinbis
Yazan:alper ecer Tarih: Mar 18, 2008 | Reply
çok başarılı bir yazı
Yazan:emre Tarih: Mar 20, 2008 | Reply
öncelikle görüşlere önem veririm herkes her istediğini söyleyebilir tabi mantık kurallarına uymak koşulu ile.. yazınız içinde yanlışlıklar var bunlardan biri kız ve erkek embriyolarının eşit olmadığıdır.bilindiği gibi erkek ve dişi olma kuralını genetiğimizde bulunan x ve y kromozomları belirler x kromozomu y kromozomuna göre daha büyük ve daha ağırdır. babadan gelen spermlerde bazıları x kro. bazıları y kro. taşır. y kromozomu taşıyan sperm daha hafif olduğu için yumurtayı dölleme şansı daha fazladır. bu yüzden anneden gelen yumurtadaki x kromozomu ile birleşerek XY (yani erkek birey) oluşturur buda sizin yazınızda belirttiğiniz dişi oranının mantıken yanlış olduğunu gösterir.bu yüzden yazınızın akademik verilere dayalı olmadığı sadece varsayımlar üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum diğer fikirlerinizi okumadım ama niyetinizde evrim karşıtı olduğunuz belli oluyor.karşı görüşte olmak için görüşü savunanların eserlerinizi okumanızı ;varsayımlardan uzaklaşmanızı tavsiye ediyorum
Yazan:MY Tarih: Mar 20, 2008 | Reply
Selamlar Emre Bey,
Kiz-Erkek dogumu ve Evrimcilik konularini konusalim ayri ayri:
Y kromozomunun hafifligi dogru AMA eksik bir bilgi. Erkek döllenme ihtimali daha yüksek ama döllenme sonrasi erkek embriyonlarin yasama ihtimali daha düsük. Dogum sonrasi bakim da esit sartlarda yapildiginda kizlarin yasama ihtimali daha yüksek. Oranlar ülkeden ülkeye degisiyor. Sebepleri ise henüz bilinmiyor.
Meselâ Fransa’da 1 yasina gelmeden ölen bebek orani erkeklerde 3,4 iken kizlarda 2,8 olmus.
Sonuçta kizlar biraz daha fazla ama fark ihmal edilebilir.
Evrimcilige gelince:
yazinin basinda bir link verdim ve Evrimcilerin iç hastaliklari adli bu yazida uzun uzun anlattim aslinda.
Bence evrimcilik Pozitivizm denen dinin bir mezhebi haline geliyor. Darwinist olsun veya olmasin muhtemel bir evrimi destekleyecek biyolojik mekanizmalarla Evrim Senaryolari özdeslestiriliyor ve SENARYO adeta TEORiLESTiRiLiYOR. Yani mesele biyolojik veya genetik degil, epistemolojik.
çünkü bilimsel teorilere iNANILMAZ, ispat edilir ve böylece bilinir.
Evrim de bir teori degil bir senaryodur. Size hos geliyorsa kabul edersiniz, Big Bang gibi. Bu da bir senaryodur, teori degildir.
Demek ki fizik degil metafizik alemdeyiz. Su halde bilim adamlari kadar filozoflar ve din adamlari da konusmali bu konuda.
Arzu ederseniz ilk basta söz ettigim yaziyi okuyun, yeniden konusalim.
Dostlukla
Yazan:İskender Kazaz Tarih: Mar 20, 2008 | Reply
Sn.Alp Eren Gürbüzler ne anlatmaya çalışmış anlamadım.Makale ile bağlantısı ne?Makalede yer alan bilgileri onaylıyor mu?Onaylamıyor mu?Benim anladığım kadarı ile onaylıyor galiba.Yani bir yandan Kur’an ın ulviliğini vurgularken,diğer yandan Dişi insan’a reva görülen muameleyi onaylayarak esasen Kur’an-ı Azimi şanın emrine karşı çıkıyor.Çünkü Kur’an Kız çocuklarının cahiliye dönemindeki Diri diri toprağa gömülmesini men etmiş,Kadınların kutsiyetini her vesile ile uyarılarla emretmişken,konu ile hiç alakası olmayan bir mit ile neyi anlatmak istemiş olabilir Alpern Kardeşimiz.?Bilim adamlarını hayasız olarak nitelemek istemiş ise kendince bilim nedir acaba?Bilim bir takım hikayelere körü körüne inanarak irşat olmak mıdır?Yoksa analitik düşünüp,araştırıp araştırdığı konunun sebep ve sonuçlarını kamuyla paylaşmak mıdır?Şeyh Matur-idi hazretlerinin yaklaşımını terk edip akıl ve mantıktan uzak ilkel kavimlerin gelenek ve kuralları ile yoğrulmuşanlayışla Kur’an ‘ı Kerimi o şekilde yorumlayanların topluma idayattıkları bilim mi ilim?Önce İlim ve bilimi bir birinden ayırması gerekmez mi insanın?Şeyh Hazretleri’nin yapmış olduğu fiilin hukuka ve şeriat kurallarına aykırı olduğunun bilinci ile bu fiili meşrulştırma gayreti mi bilim ?Bence uhrevi doğa üstü olaylarla,Yüce Allah’ın her vesile ile Kur’nda emrettiği şekilde aklını kullanarak,Allah’ın yattiklarını ve onlardaki ayetleri iyice kavramakla bilim olur.Bir takım doğa üstü olaylarla bilim anlatımı bir takım felsefi ritürllerin açıklamasını yapmak çabasıdır.Bu ilim değildir.Kendini ruhsal olarak terbiye etmektir.Bu yüzden Sn.Alperen kardeşin anlattığı menkibeyi hayanın ne olduğu ve ne şekilde değerlendirilmesi bakımından okuyucunun veya dinleyicinin yorumuna bırakan bir kıssadan hissedir.Yoksa şu anda Kadınlara yöneltilen erkek egemen zulmün izahı değildir.Bu haberi değerlendirirken bu kardeşimiz Kadınlar yaradılıştan hayasızdır demek istiyorsa erkekler ne oluyor ?Eğer muhterem Hanım efendi Seyyide(Peygamber Efendimiz soyundan gelen) olmasa idi o zaman Vergi memurunun yaptığı ahlaksızlık cezalandırılmayacak mıydı? O kadın hayasız mı olacaktı?Lütfen biraz daha aklımızı kullanmaya çalışalım.Nakliyeci değil akliyeci olalım. İlim ve bilimi birbirinden ayıralım.Saygılarımla.
Yazan:metin şahin Tarih: Mar 21, 2008 | Reply
disparu ne demek.kadınsız bir dünya insansız bir dünya demektir.domates fideleri altında topraklasmıs bir kadın olmadan domates domates midir.yasam yasam mıdır.dırdırı bile yaşam kaynagıdır kadının..şair metin şahin.masterbaton
Yazan:metin şahin Tarih: Mar 21, 2008 | Reply
ne kadar erkeklesse de kadın kadındır…hani bir laf vardır..hergeleliğine kullandıgımız..erkeksen ayak işe…bak sen şu işe….ne kadar erkeklesse de kadın kadın kadındır tam anlayamagımız…biz ierkeklerin için için kıskandıgımız…yeri geldiğinde ana bacı gardaş kucaklarına atılıp doyasıya agladıgımız..tüm kadınlar kutlarım bu nevroz günü…yeniden dogusun simgesi…
Yazan:metin şahin Tarih: Mar 21, 2008 | Reply
hiç unutma annen de bir kadındı.bir kadına kötülük düşündüğün zaman anan gelsin aklına…metin sahin dünyanın en patavatsız şairi
Yazan:meric Tarih: Mar 21, 2008 | Reply
Kuran kadınlar hakkında ne dıyor once onu okuyun…
Yazan:Nilgun Senyigit Tarih: Mar 24, 2008 | Reply
Kadinlar sayesinde erkek bebekler dunya’ya gelebiliyorsa kadinlara her zaman ihtiyac var demektir. Anne her zaman kutsaldir ve aile icerisinde yuva’yi ayakta tutan annelerdir. Ornegin bir evde anne baba’dan once olmus ise kardesler dagilir aile iliskileri bozulur duzen tamamen yok olabilir. Annelerin her zaman aile’sini toparlayici ozelligi oldugu bir gercektir. Dunya uzerinde annenin cok buyuk bir rolu vardir. Kiz bebekler mutlaka korunmalidir ve bunu yapanlarin cok cahil olduklari bir gercektir.
Yazan:Şahin Tarih: Mar 25, 2008 | Reply
Bence şair Nazım en iyi şekilde anlatmış kadını
“Kimi der ki kadın
Uzun kış gecelerinde yatmak içindir.
Kimi der ki kadın
Yeşil bir harman yerinde
Dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir,
Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran.
Kimi der ki çocuk doğuran.
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.
O benim kollarım, bacaklarım, başımdır.
Yavrum, annem, karım, kızkardeşim,
Hayat arkadaşımdır”
Nazım Hikmet
Yazan:metin sahin Tarih: Nis 4, 2008 | Reply
baharda beni en fazla etkileyen küçük kız veya erkek çocuguyla neseli bir şekilde konusarak yürüyen kadınlardır.
Yazan:Şahin Tarih: Nis 16, 2008 | Reply
Kadınsız bir dünyanın olmaması dileği ile tüm Annelere………
******
Bir zamanlar dünyaya gelmeye hazırlanan bir bebek varmış. Bir gün Tanrı’ya sormuş:
-Tanrım, beni yarın dünyaya göndereceğini söylediler, fakat ben o kadar küçük ve güçsüzüm ki, orada nasıl yaşayacağım?
-Tüm meleklerin arasından senin için bir tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak ve seni koruyacak. Meleğin sana her gün şarkı söyleyecek ve gülümseyecek. Böylece sen onun sevgisini hissedecek ve mutlu olacaksın.
-Pekiiiii… İnsanlar bana bir şeyler söylediklerinde, dillerini bilmeden söylenenleri nasıl anlayacağım?
-Meleğin sana dünyada duyabileceğin en güzel ve tatlı sözcükleri söyleyecek, sana konuşmayı dikkatle ve sevgiyle öğretecek.
-Peki Tanrım, ben seninle konuşmak istersem ne yapacağım? -Meleğin sana ellerini açarak bana dua etmeyi de öğretecek.
-Dünyada kötü adamlar olduğunu duydum, beni kim koruyacak? -Meleğin seni kendi hayatı pahasına dahi olsa daima koruyacak.
-Fakat ben, seni bir daha göremeyeceğim için çok üzgünüm?
-Meleğin sana sürekli benden söz edecek ve bana gelmenin yollarını sana öğretecek.
O sırada Cennette bir sessizlik olur ve dünyanın sesleri cennete kadar ulaşır. Bebek gitmek üzere olduğunu anlar ve son bir soru sorar: -Tanrım eğer şimdi gitmek üzereysem lütfen çabuk söyle, benim meleğimin adı ne?
-Meleğinin adının önemi yok yavrum, sen onu ANNE diye çağıracaksın…
Yazan:tahsin Tarih: Nis 18, 2008 | Reply
İnsan sadece çıkarlarını maksimize etmek üzere programlanmış bir robot veya hayvan gibi davranmaya karar verince nerede duracağı belli olmuyor. Böyle insanların yüzünden kadınsız köyler, şehirler doğmaya başladı…
Çıkar sadece maddi değildir ki. Ahirete inanan bir insan dünyada iyi bir hayat yaşayıp, sevap işlemeye çalışıyorsa O’da çıkarını maksimize etmeye çalışıyordur. Sonuçta insanların değer algıları subjektiftir. Para karşılığı birisini öldürmenin bazı sonuçları var; başkası sizi suçlamasa bile, kendi vicdanınız rahatsız olabilir, özsaygınızı yitirebilirsiniz, günah işlediğinizi düşünebilirsiniz (hem de en büyüğünden), zaten kimsenin sizi göremeyeceği bir ortamda hırsızlık yapınca da suçlanmazsınız, ama yine de hırsızlık yapmazsınız.
Yazan:Cahide Günay Tarih: Haz 19, 2008 | Reply
“ÇÜNKÜ BİZ KADINIZ…”
KADIN OLDUKLARI İÇİN Mİ YALNIZLAR
Yazar- Cahide Günay
Kadınlarımızın çoğu, kapalı kapılar ardında kim bilir ne hayat
mücadeleleri veriyor ve biz çoğundan haberdar bile değiliz.
Ömür boyu birlikte olmayı düşlediği insanı hiç beklemediği bir anda
kaybeden yada umutlarla, güzelliklerle başladığı birlikteliğini
anlaşamadığı için ayrılarak sonlandıranlar… Sonuçta yalnız ve bir
başına kalanlar… Çocukları olsa da yanlarında geceleri buz gibi bir
yatakta uykuyu hasretle bekleyenler… Gözyaşlarını yastığa akıtırken,
bedenlerinin isteklerini çaresizce susturanlar, unutmaya çalışanlar…
Yavaş yavaş tüm kapılar yüzlerine kapandığı için yapayalnız kalmaya
mahkûm edilen kadınlar… Kendi ayakları üzerinde tek başına durmak için
verdikleri onca çabanın görmezden gelinmesine, toplum tarafından
çaresizliğe itilmelerine bir anlam veremeyen yorgun, bitkin, umutsuz
kadınlar…
Böyle durumlarda hayata tutunmak zordur. Sığınacak başka bir liman bir
daha karşısına çıkmayacakmış gibi gelir insana. Hele hele sevdiği ile
beraber geçirilen yıllar uzunsa, kaybediş sonrasında yaşanacak sarsıntı
daha büyük olur. Ve çoğu kadın kendisini dış dünyaya kapatır adeta,
duygularını baskı altına alır ve kilitler. Tüm bunlar yetmezmiş gibi;
çalıştığı iş yerinde olsun, uzun yıllar yaşadığı eski mahallesinde
olsun, farklı bakışlarla, anlamsız imalarla kocaman bir kıskacın içinde
yaşamaya mahkûm edilir. Dışarıya çıkmalarına, nefes almalarına izin
verilmez. Adeta isyana teşvik edilir, başlarına gelen zorluklar yetmezmiş
gibi hayatlarını karartmak için uğraşılır, ellerinden tutup destek
olunacak, yardım edilecek yerde o kıskacın içinde bir ömre zorlanır.
Bunca tepki neden? Kendimize ait dar bir pencereden baktığımız için
elbette. Anlamaya çalışmayız hayatlarını, yapmak istediklerini görmezden
geliriz, hareketlerini dikkatlice izler, sonra da nedensiz yere suçlarız
onları. Başlarına gelen her şeyin tek sorumlusu olarak görürüz. Oysaki
birde onlardan dinlesek hayat hikâyelerini, yaşadıklarını, çektiklerini
daha kolay anlayacağız belki de yaptıklarını ve yapmak istediklerini.
Aklımıza bile getirmeyiz nedense. Çünkü suçlamak, bir insanı toplum
dışına itmek daha kolayımıza gelir; her zaman yaptığımız gibi
çoğunluğun düşüncesine aykırı düşünenleri, kalıplaşmış değer
yargılarımıza aykırı hareket edenleri ayıplarız. Farklı görüşlerden
nefret ederiz, tartışmayı sevmeyiz ve kendi fikrimizi kabul ettirmek için
baskı kurar, bazen şiddete başvururuz.
“Dul kadın” kimliğinde tüm haklarını kaybettiğine inanırız, var
olanları da bizler elinden alırız. Ne ailesinin yanında, ne
arkadaşlarının, ne de dostlarının. Hiçbir yerde rahat nefes almasına
izin vermeyiz. Kaç yaşında olursa olsun bu kimlikle yaşamak gerçekten
zordur kadınlar için; evli kadınlar onlardan nefret eder adeta, çünkü
eşlerini ellerinden alacaklarını düşünürler; erkekler ise tabirimi maruz
görün ama kullanmak, yararlanmak isterler.
Dul kadın her adımında çok temkinli olmak zorundadır. Yaşam şekline,
toplum içindeki davranışlarına, çevresindeki kişilerle olan
ilişkilerine, bu ilişkilerin mesafesine, arkadaşlıklarına, dostluklarına,
hatta giyim tarzına bile… Kolay kadın olarak algılanmamak içindir tüm bu
çabalar. “Kolay kadın”… ne kadar yakışıksız, ne kadar rencide edici bir
tanımlama öyle değil mi? Aslında bu ve benzeri yakıştırmalar ne yazık ki
toplumun oluşturduğu yazılı olmadığı, konuşulmadığı halde yıllar
içinde uyulması gereken kurallar halinde önümüze sürülmüş değer
yargılarıdır. Toplum bilincine öylesine derinden yer etmiştir ki zaman
zaman isyan etsek, karşı çıksak da kolay kolay terk edemeyiz bu
düşünceleri. Bizler bu şekilde düşünmeye ve tavır almaya devam
ettiğimiz sürece, dul kadın kendisine konulan ismin ağırlığı altında
ezilecek, iyice kendi kabuğuna çekilecektir. Hemen toparlanmazsa yaşamı
giderek zorlaşacak ve kısa süre sonra karmaşık düşünceler içinde her
şeye boş verip, kendini bile önemsememeye başlayacaktır. Günler geçip
gittiği halde onun içinden bir şey yapmak gelemeyecektir, çünkü çaresiz
ve yapayalnız kalmasının isyanı tüm bedenini kaplayacaktır. Eskiden
ailece görüştüğü ve çok iyi anlaştığı arkadaşları artık onunla
yollarını ayırmıştır. Üstelik potansiyel bir tehlike olarak
görülmektedir. Oysaki şimdi aradığı kederini, acısını,
gözyaşlarını paylaşacağı dostlarıdır. Ama kabahati her ne ise onu
soyutlamışlardır kendi yaşantılarından. Kendisini, duygularını, içinde
bulunduğu zor şartları anlamamış ve ellerinin tersi ile itmişlerdir
karanlığa doğru. Zor bir yaşam, karanlık bir tünel onu beklemektedir
artık. O tünelin ucunda belli belirsiz duran ışığı yakalayıp, yeni
hayatında mutlu olabilmesi tamamen kendisine bağlıdır.
Bizler sadece vereceğimiz umut ve cesaretle bu ışığın kuvvetlenmesine
yardımcı olabiliriz. Zor olsa da o ışığı yakalamayı denemeli, umutla
yılmadan hayatına devam etmeli ve eski kimliğini geri kazanmalıdır bir
şekilde. Yok yok içiniz kararmasın hemen çünkü tüm örnekler böylesi
karanlık değil elbette, ayrıca olmamalı da. Arkadaşlarının, yakın
çevresinin sıcaklığını fazlası ile gören, dışlanmayan, aksine
desteklenen dul kadınlar da var aramızda. Ben onların diğerlerine göre
daha şanslı olduklarına inanıyorum. Biraz kendi çabaları, biraz
çevrelerinin pozitif etkisi ile yaşadıkları sıkıntıyı kolayca
atlattıkları için; eski kimliklerini yeniden sahiplenip ayaklarının
üzerinde durmayı başardıkları için. Onlar kadar şanslı olamayanlar
içinse toplum olarak yapacağımız şeyler var mutlaka. Öncelikle bakış
açımızı değiştirmekle başlayabiliriz, ne dersiniz? Çünkü tüm
alışkanlıklara karşı yine de önce insan olmayı becerebilmek lazım diye
düşünüyorum ben. Elbette onlara daha yaşanabilir bir zemin sunabilmek
adına. Bunun içinde her ne olursa olsun, insanın önce kendisi yaşamına
saygı göstermesi ve yaşamını devam ettirmek zorunda olduğunu anlaması
gerekiyor. Aslında şu ya da bu şekilde hiç birimizin yaşama küsme gibi
bir lüksü yok, öyle değil mi?
Bütün gerçekleri benimseyen, her şeye rağmen gülümseyen ve gülümsemek
isteyen tüm kadınlar için, yalnız olmadıklarını hissettirmek adına
yazmak istedim bende.
Sevgiyle kalın.
Web sitesi: http://www.kadina-dair.com
Yazan:metin sahin Tarih: Haz 30, 2008 | Reply
Erkekj olarak bile yasamanın zor oldugu dünyadayasam sevincini kaybetmeden yenileyerek yasayabilen her yas ve her cesit kadınlara hayranım ve onları istisnasız bir kardes gibi seviyor ve takdir ediyorum.
Yazan:metin sahin Tarih: Tem 15, 2008 | Reply
DÜNYADA BENİ EN FAZLA ETKİLEYEN BİR KADIN VE BİR ÇOCUK..ve onların iletişimleri…anlasılmaz bir gizdir bu..işte yasamdır bizdir buuuu.