Savaşın bitişinin 90. yıldönümünde Kültür Dergisinden I. Dünya Savaşı Özel Sayısı
By Editorden on Mar 16, 2008 in Makale
Üç aylık kültür sanat ve araştırma dergisi ‘Kültür’ ün yeni sayısı yayınlandı.
Kültür Dergisi her sayısında ele aldığı bir konuyu hemen tüm detaylarıyla, doyurucu olarak işleyen tematik bir dergi. Daha önce Mevlana, M. Akif Ersoy, Su, Endülüs gibi özel sayılar çıkartan dergi, Bahar 2008 sayısının konusunu da ‘1.Dünya Savaşı’ olarak belirlemiş.
Derginin editörü Fatih Güldal, yazısında şöyle diyor:
Kosova’nın bağımsızlığı ile beraber Sırpların şehrin duvarlarına nefretle “1389’u unutmadık”, şeklindeki yazıları hafızamızda ki bazı olayları tekrar birbirleriyle ilintilememizi sağladı. Sultan I. Murad’ın Sırpları Kosova Meydan muharebesinde perişan ettiği günün, sonraları dünya tarihini etkileyecek bazı olayların da yıldönümü olacağını kimse tahmin edemezdi. Haziran 1914 yılında Bosnalı bir Sırp olan Gavrilo Princip Avusturya-Macaristan veliahdını Bosna’yı ziyareti sırasında bir suikast sonucu öldürdü. Başlangıçta bu hadisenin milyonlarca insanın öleceği bir dünya savaşına dönüşeceğine ihtimal veren yoktu. Ancak Avrupa’da 19. yy sonrası başlayan rekabet birçok devleti birbirine düşman etmiş, bölge patlamaya hazır bir bomba haline gelmişti. Hammadde ve pazar arayışı ile beraberinde gelen sömürge elde etme yarışı insanlığı hızla büyük bir trajedinin içine sürüklerken, suikastın tarihi ilginç şekilde Kosava Savaşı’nın yıl dönümüne denk geliyordu. Bu konuda hassas olan Sırplar tesadüf (!) eden bu ayrıntıyı atlamamışlardı, tıpkı 1989 yılında Kosova’nın özerkliğini iptal edip bölgeyi Sırbıstan’a bağlı bir belediye haline dönüştürdükleri tarih gibi.
1914 yazında Avrupa’da aklı başında çoğu insan savaşın gerekli bir şey olduğundan bahsediyor ve çıkacak bir savaşı büyük bir coşku içinde karşılamaya hazırlanıyordu. Oysa Osmanlı halkı ve ordusu için aynı heyecandan söz etmek mümkün değildi. Teknik donanım açısından eksikler de düşünüldüğünde Osmanlı Devleti için savaşa girmenin ileride çok büyük sıkıntılar yaratacağı belliydi. Neticede Osmanlı Devleti İttifak devletlerinin yanında savaşa girdi. Savaş bittiğinde hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Savaşın etkilerini ardan geçen yıllara rağmen hissettiğimiz bir gerçek. Birinci cihan harbi birçok imparatorluğu tarih sahnesinden sildiği gibi birçok yeni devletin de ortaya çıkmasını sağladı. Tarihçilerin I. Dünya savaşının tarihinin Osmanlı açısından hala tam anlamıyla yazılamadığında hem fikir olduğunu, konuyla ilgili lokal çalışmaların olmasına rağmen savaşın geneline ait geniş çaplı araştırmaların eksikliği hissedildiğini biliyoruz.
İşte bu eksikliğe dikkat çeken Kültür dergisi savaşın bitişinin 90. yıl dönümünde kapsamlı bir I. Dünya Savaşı özel sayısı hazırlamış.. Savaşın siyasi tarihinin yanı sıra sosyal ve ekonomik cephesini de ele alan bu sayı, alanında çok büyük bir boşluğu dolduracak gibi gözüküyor. Özellikle görsel açıdan da çok geniş bir tarama yapılarak hazırlanan dergide Osmanlı Devleti’nin savaştığı cepheler tek tek ele alınmış.
Derin Düşünce’nin Üç Yazarı Kültür’de
Önemli makalelerden ilki “Gavrilo’nun Suçu Neydi -I. Dünya Savaşını Yeniden düşünmek-” başlıklı makale olup, yazıda savaşın genel bir değerlendirmesi yapılırken, tarafları harbe götüren süreç özellikle Osmanlı Devleti’nin savaş öncesi durumu değerlendiriliyor. Yazarın diğer makalesi ise “Batı Cephesinde yeni bir şey yok, ya doğu da? Çanakkale Muharebelerinin I. Dünya Savaşı’na Etkileri” başlıklı yazı olup bu çalışmada Gelibolu harekâtının, I. Dünya savaşı üzerindeki tesirleri, savaşın gidişatına etkisi anlatılıyor. Çanakkale araştırmalarıyla tanıdığımız Yılmazer bu çalışmasıyla Çanakkale savaşına başka bir cepheden bakıyor.
Gazeteci Mustafa Akyol ise son dönemlerde Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen Kürt sorununa önemli bir açılım getirecek bir yazı ile dergide yerini almış. Osmanlı taabiyeti altında olan Kürtlerin Trablusgarp, Balkan ve özellikle I. Dünya Savaşındaki katkıları, devlete İslam kardeşliği çerçevesinde olan bağlılıkları dikkat çekici örneklerle anlatılıyor. Yazı bize Kürt sorununu değerlendirirken tarihsel süreci bilmenin yaratacağı avantaja vurgu yaparak sonlanıyor.
Tarık Suat Demren ise “Kuma yazılan destan –Hatıralarla Kanal ve Filistin Cephesi-“ başlıklı yazısıyla bu cephenin pek de bilinmeyen yönlerini dönemin askeri erkanının hatıraları ışığında değerlendiriyor. Özellikle Cemal Paşa’nın yardımcı olarak görev yapan Ali Fuad Erden’in cephe ile ilgili hatıralarına dikkat çeken Demren, kanal harekatıyla ilgili yapılan bazı yanlış değerlendirmelere dikkat çekiyor.
Sayının diğer yazarları
Arşiv uzmanı Muzaffer Albayrak savaşın en önemli aktörü olan Enver Paşa’yı ve Türk-Alman ittifakını yazmış. Sarıkamış kitaplarıyla tanıdığımız Ramazan Balcı Osmanlı devletinin büyük zayiat verdiği doğu cephesini anlatırken, tarihçi Hanefi Bostan dönemin savaş kabinesini özellikle Said Halim Paşa’yı anlatmış. Çanakkale araştırmacısı Zümrüt Sönmez I. Dünya Savaşında Kadınların rolü başlıklı spesifik bir konuyu okuyucuyla buluştururken, Çanakkale’de yaptığı sualtı araştırmalarıyla tanıdığımız Savaş Karakaş ise dönemin en önemli askeri unsurlarından olan müttefik deniz altılarını incelemiş. Çok sık tekrarlanan Arapların bizi arkadan vurduğu iddiasını tarihçi Talha Çiçek Türk-Arap ilişkileri bağlamında değerlendirirken, Araştırmacı Mehmet Niyazi Özdemir dönemin en önemli istihbaratçılarından Kuşçubaşı Eşref’i anlatırken arşiv uzmanı Recep Karakaya Türk-Ermeni ilişkilerine genel bir değerlendirme yazmış. Sanat Tarihçisi Semavi Eyice Rumların o dönemde bastıkları Ayasofya’yı minaresiz ve üzerinde haçla resmettikleri bir kartpostal ışında ilginç bir yazı hazırlamış. Şemseddin Şeker Umumi Harpte Osmanlı aydınlarında meydana gelen kültürel değişikliklere dikkat çekerken, Semra Kır ülkemizde pek de bilinmeyen I. Dünya Savaşı konulu sinema filmlerini anlatmış. Fatih Şeker “Bir Sufi olarak Ziya Gökalp” başlıklı yazısıyla savaş psikolojisinin dönemin münevverleri üzerindeki etkisi anlatmış. Tarihçi Kadir Kon’un, Almanların İngiliz ve Rus ordusundan esir alınan Müslüman esirlere karşı yaptıkları propaganda çalışmalarını konu alan çok kapsamlı bir çalışması dikkat çekerken, akademisyen Ahmet Kavas Fransa’nın Sultan Mehmet Reşad’ın yayınladığı cihat fetvasına karşı sömürgelerindeki Müslümanlara yönelik karşı fetvalarını incelemiş.
Bunlardan başka daha birçok konu ile ilgili makalenin de yer aldığı Kültür dergisi yaklaşık 200 sayfalık hacimli sayısıyla gerçekten güzel bir çalışma olmuş. Enfes baskı kalitesi için de dergiyi çıkartan ekibi ayrıca tebrik etmek gerek.. Abone olanlara dört adet kitabın da hediye edildiğini düşünürsek ‘Kültür’ vakit kaybetmeden temin edilmesi gerek bir dergi olarak okuyucusunun ilgisini bekliyor.
Not: Dergiyi NT mağazalarından edinebilirsiniz.
İrtibat: kulturdergisi@yahoo.com.tr
Tel: 212 4910427
Kitap tanıtan kitap 1
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası
Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen, fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
3 Yorum
Yazan:ganime Tarih: Mar 16, 2008 | Reply
192 sayfalık adeta bir ansiklopedi.Çok harika bir eser olmuş.Emeği geçen herkeze teşşekürler.
Yazan:ayşe Tarih: Mar 16, 2008 | Reply
kültür dergisi emek harcanarak yapılmış ve değmiş tebrikler
Yazan:lalperen Tarih: Mar 17, 2008 | Reply
KÜLTÜRÜMÜZÜN NERESİNDEYİZ?
ALPEREN GÜRBÜZER
Kültür(culture) Fransızca da yetiştirme v e tarım anlamındadır. Hars ise Arabçası olup çiftçilik demektir.
İster hars, isterse kültür diyelim netice itibariyle bu kavramın birçok tarifi vardır. Amerikalı iki yazar araştırma yapmış kültürün yüzaltmış tarifini tespit etmişler. Bu tarifi yaparken kimi psikolojik, kimi tarihi, kimi tasviri, kimide normatif vs. yönünden incelemiş.
Kültürün binlerce yıl ömrü vardır. Medeniyet öyle değil, kültür kadar uzun seneler yaşayamaz ve ömrünün altıyüzyılı bile geçmesi zor. Yani çöküş medeniyetin alın yazısı gibi bir şey. İbni Haldun; millet ve devletlerin doğuş, yükseliş ve inhitat(yıkılış) olmak üzere üç devir geçireceklerini bildirir. Gerçekten de tarihi seyir incelendiğinde medeniyetlerin tıpkı dünyaya yeni gelen bir insanın geçirmiş olduğu çocukluk gençlik, ihtiyarlık ve ölüm evrelerine benzer süreci yaşadığını görürüz. Fakat kültür için aynı şeyi söyleyemeyiz, zamana karşı dirençlidir kültür. Kültüründe hemen hemen aynı gelişme evreleri var ama sonu ölümle noktalanmaz, aksine kültür medeniyete dönüşür.
Kültür gelişme evresinin en son noktasına ulaştığında somutlaşır, tabir caizse enerjisini kaybederek medeniyet olur.
Dünyada saf ırk olamayacağı gibi saf kültürde yoktur. Bizim kültürümüzün temeli İslam’dır. Buna rağmen değişik kültürlerin etkisi altına girerek kendimize has kültür oluşturmuşuz.. Bugüne kadar geçirdiğimiz kültür serüvenimiz ana hatlarıyla;
— Göçebe kültür evresi
— Çin kültür dairesi
— İslam kültür dairesi
— Batı kültür dairesi olmak üzere dört eksende toplayabiriz.
Şimdiki dururumuz ise ne tam batı, ne yerel, ne de tam İslam kültür dairesi içeriyor, kozmopolit bir hal yaşıyoruz sanki. Malum olmak üzere batı kültürünün kaynağı Yunan-latin kültürü ve Hiristiyanlık’tır.
Tanzimattan beri batılılaşma sevdası, batının ortaçağdaki yaşadığı durumun devamı niteliğinden ibarettir. Japonya ise kültür bakımdan doğulu, teknoloji ve bilgi zihniyeti bakımdan batılıdır. Bizde Japoya gibi kültürümüzden taviz vermeden batının teknolojisini örnek almayı deneseydik modern çağın en üst seviyesine gelebilirdik.
Batılılışma süreci kendilerini elit diye tanımlıyan birtakım yarı aydınlarımız tarafından başlatılmış, daha sonraları tarım toplumundan sanaii toplumuna geçiş sürecinde medya ve tiyatro gibi sembolik etkinliklerle start alarak halka özenti şeklinde yansıtılmıştır. Şuan gelinen noktada Avrupa Birliği müzakerelerinin başladığı hengâmede halk batı ile doğrudan temas halindedir. İnternet alanındaki hızlı gelişme sınırlara adeta meydan okuyarak batı ile aramızdaki duvarları kendiliğinden kaldırmış ve kozmopolit görünümüz daha da koyulaşmıştır.
Şerif Mardin; modern toplumlarda doğru dürüst bir halk kültürünün kalmadığını bu kattaki kültürün yozlaştığı ve kaybolmaya yüz tuttuğunu vurgulayarak bir durum tespitini gözler önüne sergiliyor. O halde yapılacak olan tek şey; maddi kültür(medeniyet) ile manevi kültür(hars) ikilisini uyumlu hale getirmektir. Aksi takdir de kozmopolitlikten kurtulamayız.
Kültürel değerleri önem vermeyip, kültürel politikalar geliştiremezsek hayatımıza kuralsızlık hâkim olacaktır. Ülkemizde cerayan eden kuşaklar arası kopukluk, birbirini anlamama gibi bir takım marazi durum, modern dünyanın önümüze koyduğu bir problemdir. Yenidünya düzeni dedikleri âlemde kültür yok gibi, ancak hip kültür, antik kültür, karşı kültür vs. sözkonusu. Pierre Emmanuel şöyle der: İnsanlar kültürü benimseyecek ki, insan tekrar insanlığına kavuşabilsin.
Şimdilerde niye İslam dairesi içerisinde bulunuyoruz? Şeklinde sorgulayan kimlik bunalımı yaşayan yarı aydın ve dar bakışlı tipler aslında kültürsüzlüğün bahtsız kuşaklarıdır. Oysa köklerini iyi bir araştırsalar tarihi kodları ile her an buluşma fırsatı yakalayabilirler, ama ön yargılardan sıyrılamadıkları için kültürümüz ile yüzleşemiyorlar.
Kültür dayatmayla, baskıyla ve yasakla önlenemeyeceği gibi, yönlendirilemezde. Çünkü kültürün anası da, babası da ferttir. Toplumun vicdanında yaşayan değerler manzumesi kültür demektir. Şahsiyeti belirleyende kültürdür. Bu yüzden kültüre müdahale kalkışmak beraberinde ciddi sıkıntıları getirir ki, o da kaba, zevksiz ve ruhsuz kişiliklerin türemesine neden olur. Batılılaşma sürecinde tepeden halka kültür dayatma uygulamaları insanımız rencide etmiş ve halk vicdanında kabül görmemiştir. Hala bir kısım elit tabaka, Amerikalılar gibi viski içmeği, Fransızlar gibi dans etmeği, İngilizler gibi selamlaşmayı, Almanlar gibi tapınmayı kültür sanmış, batının yüzeysel yaşayışını ideal hayat sanmış ve toplumumuza dayatmak istemişlerdir. İlk önce Fransız etkisinde kaldık, sonra Almanya’nın üniformasını almışız, daha sonra Almanya savaştan mağlup çıkınca Amerika’nın kiyafetine dönüş yaptık.
Edebiyat dünyasında da durum hemen hemen aynı. Önce Orhan veli ile Yahya Kemal’i, Nazım Hikmet ile Necip fazıl’ı, Tevfik Fikret ile de Akif’i karşı rakip gösterilerek kiymetlerimiz unutturulmaya çalışılmış, sonrada klasik dedikleri kültür hazinelerimizi okumayan genç kuşağın doğmasına vesile olmuşlardır. Tanzimat Edebiyatı devleti hedef seçmişti, Serveti Fünun ise toplumu. İkinci dünya savaşının etkisiyle de edebiyatımız edepsizleştirilerek sol kimlik verilmeye çalışılmıştır. Oysa Divan edebiyatı devleti besliyordu. Tanzimatla edebiyatımız politikanın etki alanına girerek devletle bağını kesmiş, böylece laf ebeliği edebiyat olarak gündeme girmiştir.
Kültürdeki yozlaşma yaşama tarzımızdan kıyafetimize ve edebiyatımıza kadar birçok olumsuz yansımaları olduğu bir vaka. Yıllarca yanlış izlenen kültür politikalar tatbik edilmiş ve devletin kasasından ödenek ayrılarak dilimizden öztürçecilik adı altında kelimeler katl edilmiş ve dilde uydurmacılık akımının ardından genç nesiller kültürsüzleştirilmiştir. Hatta diyebiliriz ki; en çok kültür dejenereasyonu dilde yapılan tasfiye uygulamalarıdır. Çünkü bir milletin dilini ne kadar tahrip edersen o kadar kütüphaneleri sağırlaştırmak kolay gerçekleşir. Şimdilerde kültürümüz Kütüphanelerimizin tozlu raflarında kendisine uzanacak ve onu okuyacak talipliler arıyor adeta, ama kitapların dilini anlayacak ne insan, ne de aydın var.
Ziya Gökalp kültür kavramı yerine hars’ı kullanır ve şöyle der: İngilizleri ileri götüren gelenekçiliktir. Bizi geri bırakan geleneklerimizi bir tarafa atarak geleneksiz bir takım kaideleri almamızdır… Barbarlık medeniyete galebe çalmaktadır. Uygarsız bir kültüre sahip olan millet sağlamdır. Fakat buna karşılık kültürsüz uygarlığa sahip bulunan bir millet hastadır.
Gökalp’ın ifadelerinde kültür ve uygarlığın dengede tutulmasında sıhhatli bir toplumun var olalabileceğini anlıyoruz. Tekniğin, sporun, lüks hayat standardının dini ve kültürel olan her şeyi dışlamamalı. Halk genelde kültüre, aydın kesim ise uygarlığa sahiptir. Halk ile aydın arasındaki yabancılaşmanın giderilmesi için aydın kesimin halka tepeden bakmayıp bizatihi ayağına kadar giderek hemhal olmalı ki; toplum dayanışması ve bütünleşmesi denilen olaya şahit olalım. Bu yapılabilirse kültür-uygarlık ikilisi dengeye kavuşup, diyalog kanalları ardına kadar açılmış olacaktır. Böylece uygarlığın halka daha sıcak geçiş yapması sağlanacak ve kültür değerlerin incelme fırsatı doğacaktır.
Kültürümüzün hammaddesini köyler, zerafet(incelik) yönünü de şehirler sağlar. Türkiye’nin talihsizliği ilim ve teknik de tam ilerleme kaydedememesi. Bundan dolayı halk avam kültüründen öteye geçememiştir. Kültürün de bir maden gibi işlenmesi incelmesi gerekiyor. Ne kadar kültür işlenirse uygarlıkla paralel bir seyir takip ederek kimlik krizinden kurtulma imkânı yakalayabiliriz. Yeniden özümüze dönmek bugün değilse nezaman?
Zihnimizde iki kültür öğesi mevcut; biri şahsi kazanılmış kültür yani kitap okumak ya da okulda öğrenilerek elde edilen kültür, diğeri de sosyal ve milli kültür. İşte kültürümüzün gelişmesinde bu ikili unsura çok önem vermemiz gerekiyor. Gerek eğitim gerekse toplumcu politikalarla meseleye eğildiğimizde sanatı, estetiği, dini, soşyolojiyi ve kültürü anlamış olcağız.