RSS Feed for This Post

Ergenekon’un korkusu ve gücü

20080328_ergenekon.JPGErgenekon çetesi ile ilgili haberlere bakılırsa, işin içine girmeyen kalmamış anlaşılan… Emekli askerler, gazeteciler, gazete holdingleri, öğretim elemanları, irili ufaklı parti örgütlenmeleri, dernekler…

Muhteşem bir korkunun orkestrasyonunu yapmak için oldukça ciddi ve örgütlü şekilde uğraşmışlar. Ve besledikleri bu korkuya dayanarak, oldukça etkili olabilecek bir güç odağı oluşturmuşlar. Ama bir tür ‘cehennem senaryosu’ kurgulamış olsalar da zavallı bir hal var bütün bu çabaların içinde… Zavalı, ama aynı zamanda komik ve saf bir çabalama…

Her şeyden önce dayandıkları mantık ‘Soğuk Savaş’ döneminden kalmaydı. Ergenekon’un o zamanki ataları olan ‘Gladio’ ya da ‘Kontrgerilla’ gibi örgütlenmeler ‘zamanın havası’na uygun olarak, iki kutuplu dünyanın liberal-kapitalist yakasında tezgahlanan ‘komünist düşman’ inşasının parçalarıydılar. O zamanlar dünyada ve Türkiye’de bu örgütler inanılmaz vahşet senaryolarına imza attılar; örneğin İtalya’da Gladio’nun kontrolundaki faşistler, komünistlerin yükselmesini engellemek üzere tren garlarını bombalayıp onlarca kişiyi katlettiler ve silahlı mücadele yürüten Kızıl Tugaylar da şiddet sarmalını tamamlayan ve Gladio’nun kaos tezgahlarının parçası oldular. Türkiye’de de 1960’lı yılların sonundan itibaren, sol-sağ cuntaların, sol-sağ çatışmalarının tam göbeğinde yer aldı kapitalist dünyanın ABD ve NATO güdümlü bu gizli çete örgütlenmesi. 1977’de 1 Mayıs işçi bayramını, 1978’de Maraş’ı kana buladılar. Yerli sol ve sağ örgütler bu uluslararası çetenin bilerek veya bilmeyerek taşeronluğunu yaptılar.

Ama o zamanlar bu keskin kutuplaşmaların dayandığı bir dünya algısı vardı. Klasik modernleşme mantığına uygun olarak zaten dünya ikiye bölünmüştü ve tezgahlanacak her oyun bu en büyük ikili karşıtlığın içinde bir yere oturma şansına sahipti. Ve biz bu oyunun ayrıntılarına hiçbir zaman tam olarak vakıf olma imkanına sahip değildik. Çünkü o dönemin iletişim teknolojilerinin kısıtlılığına bağlı olarak, el yordamıyla yapılan analizler ve çıkarsamalar dışında, bu korkunç tezgahlara dair yeteri kadar bilgilenme imkanı yoktu.

Oysa, Soğuk Savaş sırasında ortaya çıkan Gladio ve benzeri örgütler ‘işlevlerini’ kaybetmiş olmalarına rağmen, bugün bunların türevleri benzer bir mantıkla, korkuya dayanarak ‘düşman yaratma’ ve güç devşirme tekniklerini kullanınca işin suyu çıktı…

Gerçi bu işin suyunun çıktığı ayan beyan görülünceye kadar ara aşamalardan da geçmedik değil. Tezgahlar aslında yakın zamana kadar devam etti. Mesela 28 Şubat’ta Batı Çalışma Grubu marifetiyle sergilenen, gazete haberlerine dayanan ve ancak aptallar için hazırlanan brifingler bir miktar işe yaradı. Soğuk savaş içinde toplumda ürettikleri travma ve korkularla kimliği inşa olan ‘sağcı’ kutup marifetiyle sahnelenen ‘Kanlı Pazar’ ve Maraş katliamlarının geriye bıraktığı bellek araçsallaştırılarak toplumun bir kesimini ‘islamofobik’ yapmayı becerdiler.

Ancak bugün “kaos çıkaracak eylemleri” tezgahlayanların beslenebilecekleri doğru dürüst ideolojik referansları bile yok. Soğuk Savaş sırasında iki kutupta da bizzat toplumsal kesimlerin ürettiği ideolojik kamptan faydalanmak, bu kampları sömürmek kolaydı. Ancak artık toplumsal hayatın karmaşıklığı bu türden kampları doğdukları anda geçersiz kılıyor. Bu yüzden Ergenekoncuların ve Ergenekoncu mantığı taşıyanların iddiaları, korku politikaları zavallı kalıyor.

Danıştay saldırıları, Danıştay’a saldıranların dile getirmeye çalıştıkları beceriksiz gerekçeler, “tehlikenin farkında mısınız?” sayıklamaları, geçmişten devşirmeye çalıştıkları “dinci tehlike ve korkusu” kendilerinden menkul ‘çağdaşlıklarını’ kat be kat aşan başörtülü kadınların yeni zaman modernlikleri karşısında boşluğa düşüyor. Liberal kapitalist bir yapının ve zenginleşmeye çalışan yeni toplumsal sınıfların partisi olan, bu nedenle Türkiye’deki diğer partilerden hiçbir farkı olmayan AKP’yi laiklik karşıtı, şeriatçı bir odak olarak göstermeye çalışmaları, AKP’yi devirecek darbeyi yapmak için kaos yaratma çabaları entelektüel, ideolojik olarak ve kültürel ve toplumsal sermaye bakımından ne kadar fakir olduklarını ve zaman dışı kaldıklarını gösteriyor.

Çünkü her ne kadar klasik modernliğin ikili karşıtlıklar vasıtasıyla ruhlarımızda bıraktığı tahribat hâlâ bir ölçüde mevcut olsa da, artık bu tür tezgahların kutup yaratma potansiyeli mümkün değil. Çünkü bilgilenme tarzımız artık farklılaştı ve çoğullaştı. Hayatımıza yön vermeye çalışırken, kendilerini kutsal pozisyonlara yerleştiren ‘uzmanlar’ bizi kesmiyor artık. Bilgimiz çoğullaşırken, hayatımız da çoğulaşıyor. Modern zamanların en toparlayıcı kelimesini kullanarak “milliyetçiyiz” derken bile, bu kelimeye farklı anlamlar yüklüyoruz. Bir zamanlar, bir sınıfın veya zümrenin çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymışçasına -görünmez kılınmış iktidar mekanizmaları ve ikna teknolojileriyle- benimsenmesini sağlayan ve ‘normalleştiren’ modernlik, çağdaşlık, milliyetçilik gibi kavramlar bizzat pratikler içinde darmadağın oluyor. Soyut hedefler yerine bizzat izlenen güzergah, tecrübe önem kazanıyor.

İşte gelecek hakkında belirsizlik yaratan bu süreç korkular yaratsa da toptan, tek bir referansa dayanan bir korkunun yerleşmesi artık mümkün değil. Bizim Ergenekoncuların korku tezgahları ve politikaları geçmişten besleniyor, tutmuyor ve hızla açığa çıkıyor. Ve onlar tam da bu açıklıktan korktukları için ortalığı ‘karartmaya’ çalışıyorlar. Bu çabalarında yaslandıkları güç inşa mantığı ise bütün ‘anti-amerikancı’ dillerine rağmen, bizzat o Amerika’nın araçsallaştırdığı korku politikalarından ve korku karşısında devreye soktuğu güç politikalarından besleniyor.

Ergenekon’un akibeti yargılama süreci sonunda belli olacak. Bu çete tam anlamıyla dağıtılacak mı, kökü kazınacak mı belli değil. Ancak içinde yaşadığımız süreçten geçen Türkiye korkularını aşmak için inanılmaz bir tecrübe kazanmış olacak. Ve bundan sonra atılacak Ergenekonvari adımlar çok daha zavallı ve komik olacak…

Öte yandan, Türkiye bu umudu yaşarken, hâlâ karanlık bir cepheye sahip… Ergenekon ruhu açığa çıkmış olsa da, son Nevroz’da Van’da, Yüksekova’da ortaya çıkan şiddet manzaraları Gladio ruhunun bir takım devlet görevlilerinin kafasında devam ettiğini gösteriyor. Yani kutuplardan beslenen, kendi halkını düşman ve potansiyel terörist gören, böyle gördükçe de o inşa edilen ‘düşmanları’ gerçekten kutup haline getiren bir zihniyet varlığını sürdürüyor.

İşte Ergenekon sadece Ergenekon’la sınırlı olmadığı için, Soğuk Savaş’tan beslenen ikili karşıtlıklar ya da kutuplar mantığına karşı gösterilecek direniş, ötekileştirilmiş olan insanlarda kendini bulmaktan geçen demokratik mücadele daha çok önem kazanıyor…

İşte bu yüzden, Ergenekon ruhuna rağmen, geçmiş Mevlid Kandiliniz, Nevroz’unuz ve Paskalya yortunuz -Surp Zadik- kutlu olsun… Newroz piroz be… Krisdos Harvay i Merelots…

 

Kitap tanıtan kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

 

Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası

Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen,  fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.

 İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 

 

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:alperen Tarih: Mar 29, 2008 | Reply

    PROVOKASYON
    ALPEREN GÜRBÜZER

    Provokasyon Fransızca bir kelime olup, Türkçe de tahrik ya da kışkırtma anlamında kullanılmaktadır. Yine Fransızca sözcük olan komplo ise, gizlice yürütülen plan anlamına gelir. Geçmişten bugünümüze baktığımızda coğrafyamız tam bir kışkırtma cenneti olduğunu söyliyebiliriz.

    31 Mart vakası

    31 Mart vakası olarak tarihe geçen olayı değerlendirilirken; 31 Mart vakası irtica harekâtıdır deyip kestirip atanlar var. Oysa bu olayın gizli yönü, bir grup insana öncelikle şeriat şeriat diye bağırttırıp şeriatı berhava etmek, sonra da şeriatı kullanarak bu olayın müsebbibi olarak gösterdikleri Padişahı devirmek amacı güttüğünü pekala anlayabiliriz.. 31 Mart vakasının irtica hareketi olmadığını güçlendirecek gerekçelerimizi Abdülhamid’in uygulamalarına bakaraktan; Padişahın Meşrutiyeti ilan ettikten ve Meclisi Mebusanı açtıktan sonra ülke içindeki problemleri Allah’a ve halkın iradesine havale edip izlediği politikayla açıklamaya çalışalım. Şöyle bir fotoğraf karesine baktığımızda; ortada sözde hürriyet lafından başka bir çift söz bulamayan İttihat ve Terakki bezirgânlarının hakaretleri, siyasetin hızla orduya bulaşmışlığının yanısıra, aynı zamanda Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın emrindeki ordusunu derhal harekete geçirip kontrolü ele alması gerekirken, kan akıtmamak pahasına büyük özveri örneği ile kendisini İlahi kadere kendisini teslim etmişliğini görüyoruz. Bu olayda iki kişi maşa olarak kullanılmış; biri Beden eğitimcisi Selim Sırrı, diğeri ise Filozof Rıza Tevfik’tir. Gerçi Rıza Tevfik ilk günler İttihat ve Terakkiye olağan gücüyle destek verdiğini, sonrada pişmanlığını ortaya koyarak tarihe not düşüp, 31 Mart’ı tertipleyenlerin bizatihi İttihatçılar ve Selim Sırrı ile beraber bu işe kendisininde karıştığını itiraf etme erdemliğini gösterebilmiştir. Rıza Tevfik itiraf etmekle kalmamış Abdülhamit Han’a yaptıklarından pişmanlık duygusuyla ruhaniyetinden yardım dileyerekten birde şiir yazıyor ve dilinden:
    ’’ Tarihler adını andığı zaman
    Sana hak verecek Ey Koca sultan
    Bizdik utanmadan iftira atan asrın siyasi Padişahına…’’ mısraları dökülüyor. Bu şiiri yayınladığından dolayı Necip Fazıl yirmigün hapse mahkum edilmiştir üstelik..
    Görüldüğü gibi, İttihat ve Terakki’nin kurmuş olduğu komployu istese idi Hassa ordusunun tek tümenine tek talimatla Harekat ordusunu, bir darbede bastırabilme imkanı varken, o bunu yapmayıp, sadece sarayda yalnız, harem halkından ve iki üç yakınından ibaret kalmayı yeğleyen bir Padişah var karşımızda.. Komplo teori gereği İttihat ve Terakki Partisine karşı bir grup insan ayaklandırılarak bu işin bedeli Padişaha biçilecek ve bu ayaklanan insanlara şeriat isteriz diye nara attırılıp, böylece parti mensupları safdışı edilmesi sağlanacaktır. Gerçektende sahneye konulan planla 31 Mart cumartesi sabahı Selanik’ten yola çıkarılan İttihat ve Terakki yanlısı ordu, İstanbul’a gelir gelmez ilk evvela havaya kurşun sıkarak olayları bastırır görünümü verir güya. Olayların bastırılması ardından padişah suçlu bulunup tahttan inmesi sağlanır böylece. Oysa objektif olarak olayları mantık çerçevesinde soğukkanlılıkla değerlendirdiğimizde aslında ayaklanan kimse yok, ayaklandırılmış grup olduğunu fark ederiz. Ulu Hakan’ın başsız askerleri örgütleyip Hassa Birlikleri ile takviye ederek üstesinden geleceği olayı büyük bir soğukkanlılıkla tevekkülle karşılamayı tercih etmesi İttihat ve Terakkinin tertipini başarılı kılmıştır. Bundan dolayı 31 Mart irtica vakası dedikleri ne idiğü belirsiz ucubenin, gerçekte dünyada böylesine az örneği olacak cinsten gülünç, bir o kadar da yutturulmuş provokasyondur diye tanımlayabiliriz. İttihat ve Terakki bununla da yetinmeyip Şeyhül İslam Mehmed Ziyaüddin’den birde fetva kopararak yaptıkları harekete meşruiyet kazandırdıkları gibi oynadıkları oyunu ört bas edecek fetva ile kendilerini garantiye almışlardır. Fetvada geçen iddialara göz gezdirdiğimizde; Ulu Hakan’ın güya sanat kitaplarını değiştirmek, bozmak, yakmak, hazineyi keyfince kullanmak, adam öldürtmek ve sürgün etmek gibi birdizi ipe sapa gelmez suçlamalar yer alır. Nitekim koparılan fetva ile Ulu Hakan tahttan indirilmiştir. Hatta Harekât ordusu iktidara hâkim olunca ilk iş olarak örfi idare ilan edilir ve olayla yakından uzaktan ilişkili gördükleri her kim varsa kendilerince elebaşı gördükleri masum kişileri darağacında sallandırırlarda.
    Ahmet Altan, ‘İsyan günlerinde Aşk’ romanında 31 Mart vakasının 28 Şubat’ın bir benzeri postmodern darbe olduğunu akıcı uslubuyla gözler önüne seriyor zaten. Dolayısıyla bildik ezberleri bozma adına mükemmel bir eser ortaya çıkarıyor. 33 yıl Hasta adam diye nitelendirilen Osmanlı imparatorluğunu izlediği akıl dolusu diplomatik uluslar arası denge siyaseti ile ayakta durmasını sağlayan Abdülhamit’i hal ettikten sonra iktidara gelen İttihat Terakki güruhu koskoca imparatorluğu kısa süre içerisinde küçülterek Birinci Cihan Harbinin eşiğine getirmişlerdir.
    Hasılı, irtica vakası diye yutturulan olayın bedelini Osmanlı’nın düşüşünü önlemeye cansiparene çalışan padişahı devirmekle, hatta ona isnad etmekle bu sayfayı kapatıyorlar.
    Menemen olayları Mareşal Fevzi Çakmak Kurtuluş savaşı öncesi yola çıkmadan önce Erbilli Şeyh’in ziyaretine gider, Şeyh Paşayı görünce;
    —Sizi tanıyamadım der.
    Fevzi Çakmak;
    —Fevzi kulunuz efendim, duanıza muhtacız, der
    Erbil Şeyh;
    —İnşallah muvaffak olursunuz, Allah yardımcınız olsun der.
    Şeyh, Cumhuriyetten sonra Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte inzivaya çekilmiş, sade bir hayatla günlerini etrafındaki dostlarına telkin ve sohbetle geçirmiş.
    Yıl 1930.. İlk çok partili denemesinin yapıldığı dönem. Bu dönemde Menemen halkı partisini tanıtımı için gelen Serbest Fırka’yı bağrına basarak büyük bir teveccüh göstermiş.. Aynı teveccühü Halk fırkasına göstermeyerek yüz vermemişler, üstelik yuh çekilerek protesto edilmiş. Tabi fena bozulmuşlar, ama yapacak bir şey yok. Fakat o günlerde iktidar partisinden bazıları Adapalas Otelinde konaklarken otellerini önünde dikkat çekici görünümleriyle taksi ve otobüslerinden inen insanları şaşkın bakışlarla seyrediyorlar. Merak edip sorduklarında karşı otelde Erbilli Şeyh Esad Efendi’yi ziyarete geldiklerini öğreniyorlar. Fırsat bu fırsat deyip akıllarına bir hinlik düşüyor; Menemende bir olay çıkartılarak yuh çekmenin hem bedelini ödetme hem de Serbes Fırka’nın daha doğmadan faaliyetine son verilmesi için komplo sahneye koyulur. Bu komplonun kararını bizatihi hadisenin şahitleri olarak ilk meclis üyelerinden Balıkesirli Hasan Basri Çantay ve Salih Yeşil o toplantıda hazır bulunanların marifetiyle bu bilgiyi sızdırdıklarını anlatmışlardır. Plan şu; Menemen de Jandarma Karakoluna karşı mekan olarak cami kullanılacak, kurye olarak da daha öncedende ruh yapısında mehdilik özentisi olduğu bilinen esrarkeş Mehmede bu iş havele edilecek. Nitekim kendisine; Cami içindeki minberden yeşil bayrağı eline alarak herkesi bayrağı altında toplayıp; ‘’bayrağın altına girmeyen kâfirdir’’ diye nara atarak cihad ilan etmesini ve halk ya da Jandarmadan itiraz edenlere karşı koyan olduğunda kan akıtması talimatı ile yola uğurlanıyor. Bu iş içinde yaptığın işin gereği mükâfat olarak ödüllendireleceği vaadini alarak tam beş kişi ile birlikte yola seferber oluyorlar. Yolculuk esnasında kellesini kurtarmak pahasına bir yolunu bulup sıvışan Çoban Ramazan yol boyunca konakladıkları birkaç yerde esrar partisi düzenlediklerini de itiraf ederek tarihe not düşmüştür.. Hasılı Çoban Ramazan sıvışeversede diğerleri Menemen’e vardıklarında ellerine tutuşturulmuş planı harfi harfine uygulamaya koyuldular bile.. Etrafta birşeylerin döndüğünü sezen Askerlik Şubesi Reisi olup biteni anlamak için yaklaştığında esrarkeş üç beş sözde cihat çığırtkanlarının; ‘üzerimize kuvvet gönderin, aksi takdirde Menemen’i kuşatıyoruz’ sözlerine muhatap kalıyor ve adam korku belası oracıktan uzaklaşıyor. Bu arada eylemciler var güçleriyle bağırıp etrafa korku salıyorlardı, nümayiş sesleri çoğalınca kışlaya kadar yansıdı. Kışlasında bu durumu izleyen Kubilay yanına bir manga askeri alarak olay yerine geliyor ve askere süngü tak emrini veriyor. Sözde Mehdi Mehmed ve arkadaşları o arbede esnasında Kubilay’ın ayağına kurşun sıkınca yere yığılıveriyor. Öyle ki Kubilay yerde yaklaşık yirmibeş dakika yerde kıvrandığı halde hala merkezi hükümet yetkisilisinden ses seda yok, sırra kadem basmışlar adeta.
    Gerçektende Merkezi hükümetin yetkisini kullanıp da devriye kuvvetini çıkarmaması düşündürücü, belli ki olayın daha da kıvam alması bekleniliyor. Derken sahte derviş kılıklı esrarkeş Mehdi Mehmed elinde ki bıçakla hunharca acımasızca Kubilay’ın başını gövdesinden ayırıyor. Herşey bitmiş, olanlar olmuş nihayet Alaydan bir bölük olay yerine gelerek etrafı çembere alır, makinalı tüfeklerle ilk kurban iki masum bekçi, ardından esrarkeş Mehdi Mehmed ile arkadaşları taranarak can verirler oracıkta. Sonrası malum; Menemendeki olay Türkiye çapında büyütülerek irtica avına dönüşür. Nasıl mı? ilk başta seksen yaşına girmiş Erbilli Şeyh Esad Efendi’den başlanılır. Bursa Adapalas Otelinde başlayan kurgu gereği Erbilli Şeyhin pılını pırtısını bile toplamasına fırsat verilmeden apar topar Menemen’e sevk edilerek hapsedeliyor. Hastalığı nüksettiğinde ise Askeri Hastahane’ye kaldırılıyor. Artık yaş doksanın üzerindedir, yaşlı adamın kanunen idamı sözkonusu olamayacağına göre, ansızın hastahanede ölmesi akıllarda hep, acaba oldubitti ile enjeksiyonla mı öldürüldüğü kuşkusuna yolaçtı.
    Bu arada meşhur Muğlalı Mustafa Paşa da boş durmuyor, o da Menemen olayları ile irtibatlandırdıklarından sadece 37 kişiden 28’ini idam cezasına çarptırarak darağacında sallandırıyordu. Tarihe Menemen olayı mı yoksa Menemen provokasyonu mu desek bilinmez, ama şu bir gerçek ki ilk çok partili denemesine son vermek için girişilen bir provakatif eylem olduğu besbelli. Ki, etraf süt liman olduktan sonra tek parti ile yola devam etmenin kararı alınması bu durumu teyid ediyor zaten. Derken amaçlarına bu yolla ulaşmışlardır. Böylece çığ gibi büyümesinden endişe edilen partinin kapatılarak muhtemel tehlikeden kendilerince arınmış oldular nihayet.

    Kürt İsyanı
    Tarihçiler Meşhur Şeyh Said İsyanının Musul ve Kerkük üzerindeki Türkiye’nin gücünü kırmak için bu meseleyle oyalanarak bir köyde düğün esnasında jandarmaların izini sürdükleri adamların Şeyh Said’den istemeleri üzerine Şeyh’inde kibarca; ‘ hele şu düğün merasimi bitsin kendi ellerimizle teslim ederiz’ mukabiline karşı; ‘hayır hemen şimdi halletmemiz gerekir’ ısrarı ile başlayıp, ta Diyarbakır’a kadar kontrolden çıkarak hızla ülke gündemine oturtulan provokatif eylem olduğunda hemfikirler. Türkiye kendi halkına bu olayın kürt isyanı olarak ima ederken dışarıya karşıda irtica eylemi olduğunu açıklamaya çalışırken bu arada petrol bakımdan iki önemli Musul ve Kerkük’ün de kontrolü elimizden kaçırıyoruz. İşte 1925 yılında patlak veren Kürt İsyanı diye sahneye konulan olayın perde arkasında gizli amaç aslında Musul ve Kerkük üzerindeki çıkar ilişkileridir. Türkiye’de bugünde Türk-Kürt çatışması çörüklenerek yeni bir provakasyon devreye sokulmuş durumda. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın bir zamanlar istihbaratta çalıştığı söylentisi ister istemez akıllara kuşku veriyor, olayların daha çok asker ile örgüt arasında cerayan etmesi, ülkemizin ömründen 15 yılı aşkın süre çaldığını ve otuzbin civarında insanı ölümüne yol açan sürecin hala devam etmesi yaşadığımız hazin manzaranın belkide bir özeti sayılır. Objektif olarak düşündüğümüzde PKK’nin Kürt devleti kurması mümkün görünmüyor, kurmaya kalkışsada Barzani ve Talabani mani olur, hatta Sam amca izin vermez, hatta İran ve Suriye geçit vermez..
    Bir zamanlar ana dilde konuşmanın ve Kürtçe şarkı söylenmenin yasak olduğu dönemden, yasakların kalktığı dönemine girdiğimiz sancılı süreç içerisinde Ahmet Kaya’da andıçlanarak doğup büyüdüğü topraklardan sürgün ediliyor, ‘beni ölürken değil, yaşarken anlayın’ diyerek yabancı topraklarda ölmesi düşündürücüdür. Ama o sağcısından solcusuna kadar her kesimden müziğini dinletmeyi başararak farklılıkları aynı müzik platformunda bir araya getirdiği halde etkin güç tarafından Kürtçü ve bölücü yaftasından kurtulamadan bu dünyadan uzak diyarlarda ülkesine küserek kelebek misali veda ederek bu dünyadan göçeder.
    Türkçüler-Nurcular
    Nihal Atsız ve arkadaşlarının Türkçülük kapsamında faaliyetleri suç kapsamına alınarak aralarında genç bir subay olan Alparslan Türkeş’in de bulunduğu 1944 milliyetçilik olayları zorlu geçmiş ve genç Türkçülerin tabutluk denen hücrelerde hapsolunmalarına neden olmuş, ama mahkemelerde uzun süren sorgulamalar sonucunda ergeç adalet yerini bulup beraatlerine karar verilmek zorunda kalınmıştır.
    Yine Risale Nur önderlerinden Said-i Nursi’nin iman hakikatleri üzerindeki faaliyetleri mercek altına alınarak uzun süren gündemi meşgul edecek tarzda nurcu avına dönüştürülmüştür. Öyleki, 27 Mayısın ardından Said-i Nursi’nin mezarı bilinmeyecek şekilde ölüsünden bile endişe edilerek gizli gizli defnedilmiştir. Belli ki devleti idare edenler ne Türkçü’si ile ne de Nurcu’su ile barışık kalmayı beceremiyorlar, aksine düşman ilan ediliyor her kesim. Oysa hasım ilan ettikleri davalarına daha da sıkı sarılarak çemberlerinin genişlemesine yardımcı olmuş oluyorlar. Nitekim, geldiğimiz nokta itibarıyla gerek Türkçülük damarından gelen Ülkücü kesimle Risale-i nur çizgisinden gelen cemaat tüm baskılara rağmen adından söz ettirecek seviyeye gelebilmişlerdir..
    Darbeler
    Türkiye’de her on yıl içerisinde darbe yapılması da provakatif eylemlerin sonucu ortaya çıkmıştır. Tek parti iktidarının milli şef uygulamaları milleti canından bezdirmiş, hatta ezanı bile orjinal halinden uzaklaştırıp Türkçe okunmasını sağlayan CHP’yi seçimlerde sandığa gömerek tek başına iktidara gelen Menderes, ülke içinde rahatlama getirdiği gibi tekrar ezanı iade-i itibar kazandırmasını çekemeyenler değişik entrikalarla 27 mayıs ihtilalin eşiğini getirerek pamuktan örülü hükümete darbe yaptırılarak devrin Başbakanını idama kadar götürecek gelişmelere sebep olmuşlardır.
    Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi kişileri kovalarcasına soğuk savaş döneminin o ürkütücü psikolojik ortamından istifadeyle vatan hain ilan edip ülke genelinde gerilim yaratılarak 12 Mart gerçekleştirilir. Hakeza 12 Eylül 1980 darbesi de Kenan Evren’in NATO kontrolünde şartların tam olgunlaşmasıyla sahneye konulmuş bir ihtilaldir.12 Eylül öncesinde gizli bir el ülkücülerle solcu grupları karşı karşıya getirerek her iki tarafı da temizleme yoluna gidilmiş, nitekim ortalık süt liman olduktan sonra bir mermiden yola çıkılarak kriminal incelemeler neticesinde aynı silahın hem ülkücülerden hemde solcu gruplardan birçok insanı öldürdüğü isbatlandı.
    Aman Allahım neydi o günler. O günlere şöyle göz gezdirdiğimizde ilginç anekdotlarla karşılışırız. Malatya Bağımsız Belediye Başkanının bombalı suikasta kurban gitmesi, o günün iktidar sahiplerinin peşin yargılarla Olayın MHP taraftarlarının işlediği yalanını ortaya atarak olayları önlemede ki zafiyetine kılıf olarak ortaya atması, ardından Türkeş’in suçlamalar karşısında; ‘bu iddialarını isbat edemeyenlerin dünyanın en alçak ve şerefsizidirler’ şeklindeki karşı tavrı kulislerde yankı bulmuştu. Yine Kahramanmaraş olayları öncesinde ‘Güneş Ne Zaman Doğacak’ adlı ülkücü görüşlü filim sahne alırken, biranda sinemada patlak veren bomba ile saman alevi misali dalga dalga büyüyen olayların başlaması ve yine bu olayların zamanın İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in olayları daha araştırmadan, incelemeden aralarında Ökkeş Şendiller’in bulunduğunu iddia ederek faturayı ülkücülere kesmesi MHP’nin sabrının sınanmasına neden olmuştu. Fakat 12 Eylülden sonrası Ökkeş Şendiller ‘Kahramanmaraş olayları’ isimli eseri ile olayların gerçek yüzünü aydınlatarak tarihe not düşmüştür.. Ki; MHP o yıllarda yirmi bini aşkın ülkücünün olayların üstlenmesi için işkence gördüklerini ispatlayan işkence dosyasını hükümete vererek parti binasının önüne siyah çelenk koyarak protesto etmişlerdi. Ecevit’in ikide bir her olayın ardında televizyonlarda kendi tabiriyle faşist dediği ülkücüleri hedef alması ortamı daha da işinden içinden çıkamaz hale getiriyordu. Türkeş’te Ecvit’in tam aksine ülke üzerinde oyanan oyunları bozmak adına birlik beraberliğe çağrı anlamında gönül seferberliği mitingleri düzenlemesi yüreklere su serpiyordu, ama gönül seferberliği çağrısı devletin derin koridorlarında pekte inandırıcı bulunmadı. Çünkü hükümet iktidar olmanın avantajı ile üzerindeki suçlu psikolojisini birtakım manevralarla manüpüle ederek şalvoyu atlatmanın hesabını yapıyordu habire.
    Bilindiği gibi, MC hükümeti zamanında Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak ve genç müsteşarı Namık Kemal Zeybek ile birlikte kaçakçılığa karşı yürüttükleri başarılı icraatleri göz doldurmuştu, ama pahalıya mal olmuştu. Nitekim Gün Sazak hayatına mal olacak başarılı icraatların neticesinde menfur bir şekilde hunharca katledilmiştir. Ki; Gün Sazak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilkkez kaçakçılığın canına ot tıkayarak adeta sınırda kuş uçurtmayacak kadar mücadele örneği vermiş dürüst bir şahsiyet. Hakeza Gün Sazak’ın öldürülmesi ardından Türkeş’in soğukkanlılığı devreye giriyor ve yine o bildik sükunete davet çağrısıyla çıkması muhtemel olayların önüne set çekmiştir.. Ancak Gün Sazak’ın ölümünden sonra otel odalarında motel odalarında pazarlıklar sonucu milletvekili transfer edilerek MC hükümeti düşürülmüştür. Kelimenin tam anlamıyla hükümet kaçakçılara aman vermeyen Gün Sazak ve ekibi yüzünden düşürülerek tekrar Ecevit’e teslim edilmiştir. Ecevit Hükümeti kabinesinde Hilmi İşgüzar ve Tuncay Mataracı gibi yolsuzlukları ile tescillenmiş milletvekillerine yervermesi ta baştan hükümetin ne maksatla kurulduğunu belli etmesine yetti bile. Kurulan hükümette bakanlık görevinde yer alarak, görevini suistimal ederek çıkar sağlayan bu iki bakan iktidarın devrilmesiyle mahkûm edilerek tarihe kara leke olarak geçmiştirler. 12 Eylül öncesi bitmek bilmeyen olayların ardından gelen darbe ise işin tuzu biberi oldu. 11 Eylül öncesine kadar devam eden olayların 12 Eylül’le birlikte bıçaktan kesilir gibi biranda durmasının izahı hala bugün hafızalarımızda silinmedi. Ne oldu da sihirli bir el marifetiyle olaylar hız kesti. Beşyılı aşkın süren meşhur MHP davası ve devrimci fraksiyonları aynı terazinin kefesine koyarak mahkemelerde yargılandılar. O davalardan yargılanıp da daha sonra tekrar milletvekili ve idareci konumuna gelen bir sürü insan var. 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren’in Türkeşin beş yıl hapis yattıktan sonra çıktığında hiç birşey olmamış gibi el sıkışmaları düşündürcüdür. Hatta Türkeş’in kendi tabanını göz ardı ederek laiklik mitingine önderlik etmesi, Abdullah Çatlı ve arkadaşlarına sahip çıkmaması gibi tavır değişiklikleri ülkücü camiada hayal kırıklığına yol açan kırılmalara neden oldu. Demek ki suçlu addettikleri insanlar bugün memleketin kaderi için tehlike teşkil etmiyormuş. Peki, bu durumu bunca can kıyıldıktan sonra anlaşılmış olsa da akan kanların vebali nasıl ödenecek, hiç düşünüldü mü acaba?
    12 Eylül sonrası iktidara gelen Özal’la birlikte Türkiye yeni birdöneme girerek dışa açılmayı başarabilmiştir. Bu dönemde dindar insanların çoğalmasından rahatsızlık duyan zinde güçler gerek Özal’ın parti kongresinde konuşurken ansızın kurşuna hedef olması, gerekse 24 Ocak 1993 günü Uğur Mumcu’nun arabasına konan bombanın patlamasıyla Ankara caddelerine dökülen kitlelerin; ‘Mollalar İran’a, Türkiye Laiktir Laik kalacak’ sloganlarına sahne olması, bilerek ya da bilmeyerek Türkiyenin huzuruna kurşun attıklarını farkında bile değillerdi. DGM savcısına bombayı kimler attığını sorduklarında; ‘Onlar bilinmez’ diye cevap vermesi manidardır. Uğur Mumcu’nun kardeşi Ceyhan Mumcu ısrarla cinayetin gizli bir el tarafından işlendiğini defalarca söylemesine rağmen dikkate alınmadı. Olaylardan ibret almamanın bedelini Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok gibi insanlarımıza yönelen bombalar ve susmayan silahlardan anlıyoruz. Belli ki Türkiye’nin laiklikten ödün verip aşırı sağ çizgiye kaymasını önlemeye yönelik batılı gizli istihbarat kaynaklı provakatif eylemdi. Tıpkı birzamanlar Atatürk heykellerine saldırılar düzenlenerek laik Kemalist kesimin bir tehlike karşısında kenetlenip toparlanmasına yönelik büstleri çekiçle kırdırarak ‘yobazlar harekete geçti’ lafını zihinlere kazımaktaki çabalarda gözüktüğü gibi. Bütün bu filimi tekrar tekrar Türkiye’ye sık sık seyretmemize rağmen oyuna düşmekten kurtulamıyoruz. İtalya’daki gibi temiz eller operasyonuna benzer harekete benzer bir güç devreye giripde bağırsaklarımızı bir türlü temizliyemiyoruz. 28 Şubat’ın diğerlerinden tek farkı Batı Çalışma grubu, Fadime Şahin, Müslüm Gündüz, Aczimendi, andıçlama vs. gibi unsurları oldukça zengin vitrini ile tasarlanmış postmodern darbe niteliği taşımasıdır. Hep biz bu filmi seyrettik dedittirecek türden olan bu senaryoyu çizenler kadar aktörleri ve kullanınları da toplumca tanımış meşhurlar üzerine kurulu sürecin adıdır 28 şubat.. Topluma yönelik mühendislik planını bağrında taşımasıyla, hatta hala günümüze kadar izleri devam eden en ağır darbe diyebiliriz. Çünkü 28 Şubata direnenleri silindir gibi ezdiler, yalakalığını yapanlarıda rezil rüsvay eden bir toplumsal sancı doğuran özelliği ile siviller üzerinden gerçekleşmiş bir darbedir. Olay öncesi birtakım kültürel etkinlikler bahane edilerek daha önceden pişirilip boza haline getirilerek Sivas’ta Madımak otelinde yakılarak can vermesi, Susurluk’ta kamyon kazasıyla ortaya çıkan, birbirinden farklı fikre sahip aralarında Abdullah Çatlı ve bir milletvekilinin de bulunduğu arabada çıkan silahların varlığını görmezden gelip faso fiso diyen hükümetin bariz hatalarını da eklersek, Laiklik -gericilik eksenli provokasyonların sonucunda İmam Hatiplerin önünün kesilmesi, iktidarın düşürülmesi gerçekleşebilmiştir. Bunca kıyıma rağmen 28 Şubat’ın mazlumları bugün ülke yönetimin başında. Bu ne perhiz bu ne lahana demezler mi adama, nasıl izah edilebilir ki bu olay.
    Türkiye ekonomik krizin ardından işbaşına gelen Tayip Erdoğan hükümetiyle krizin yaralarını sarmış, Avrupa Birliğine giden yolda önemli adımlar atılmışken, tam rahat nefes almayı gerçekleştirme noktasında iken Danıştaya yönelik girişilen eylemle yeniden birilerinin düğmeye bastığını bizlere hatırlattı. Danıştay eylemini ters yüz gösterip irtica hareketi olarak takdim etmeye başladılar, ama hevesleri kursaklarında kalacak gelişmelerin aydınlattığı ilk gelen bilgilerden devlet içinde ya da dışında çöreklenmiş çetelerin varlığının tespiti, yeniden provokasyonların bitmeyeceğini gösterdi bizlere. Bu arada Şemdinli olayının örtbas edilerek savcının askerle bağlantılı noktalara değinmesinin ardından görevinden açığı alınması ümidimizi söndüren gelişmeler olarak kayda geçti. Kendini devlet yerine koyarak fütursuzca gözünü kırpmadan eylem yapma yetkisi görenler maalesef yarınlarımızı karartıyorlar. Enson Danıştaya girişilen hunharca saldırının asıl amacı cumhurbaşkanının mevcut hükümet tarafından seçilmesine önlemeye yönelik aynı zamanda hükümeti düşürmeye yönelik bir eylem olduğu gayet açık. Tarih bunu olayla ilgi elde edilen bilgilerle böyle yazacak, bu böyle biline. Aklın yolu bir çünkü. Maalesef Türkiye’de her şey normal seyrinde devam etmiyor, hep birileri aydınlığa taşıyor, birileride takoz görevi yaparak yolumuza devam ediyoruz. Bakalım böyle giderse nereye varacağız.
    Velhasıl; kominist , ülkücü ve milli görüşçü diye suçladıkları insanlar Türkiye’yi yönetiyor, o halde Ülkeyi yönetmek için illada düşman ilan edilmek mi gerek..

  3. Yazan:Anadolu Tarih: Mar 29, 2008 | Reply

    http://www.haksozhaber.net/news_detail.php?id=2663

    Bu haber içeriğinde yapılanlarında Ergenekonla itikadi açıdan bağlantısı kurulabilir mi?

    Bütün sitelerin ve blogların bu konuları görmesi ve tevhidi anlaması gerek.

    Teşekkürler HAKSÖZ
    Teşekkürler ÖZGÜR-DER

    Aynı sitede Şubat ayı “hak” ihlalleri var okumadan geçmeyin.

  4. Yazan:engin Tarih: Tem 2, 2008 | Reply

    ergenekonun intikamı olucak devletin ayakta durması için gerekli olan bu bu güç yyenilmez sayın başbakan oturduğu o yeri haketmedi sattı satıldı şimdi kendine sahip arıyor.

  5. Yazan:engin Tarih: Tem 2, 2008 | Reply

    ergenekonu destekliyorum çünkü onlar olmasa meydanı boş zanlederler

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin