İnsan maymunlaşabilir mi ?
By Mehmet Yılmaz on Nis 11, 2008 in İnsan
Etiler’deki Güveççi Abdullah lokantasının güler yüzlü sahibesi Nükhet Hanım her zaman yaptığı gibi masalara uğrayıp müşterilerine hal hatır soruyordu. Lokantanın müdavimlerinden Kenan Bey işkembe çorbasını afiyetle yudumlarken gördü onu. Kısa bir sohbetten sonra:
“Hanım efendiciğim, paça çorbası yapmıyor musunuz? Bendeniz çok severim de paça çorbasını”
Nükhet Hanım nazikçe paçanın menülerinde olmadığını söyledikten sonra masadan ayrıldı.
Aradan uzun bir zaman geçti. Kenan Bey’in hoş sohbetini özlemiş olacak ki telefon açıp lokantaya neden uğramadığını sordu. Cevap veren yakınları Kenan Bey’in çok ağır bir hastalık geçirdiğini ve hastahanede olduğunu söylediler. Bir süre önceki konuşmayı hatırlayan Nükhet Hanım mahallenin ciğercisinden paça aldırdı, çorbayı hazırlayıp sarımsağı ve sirkesiyle hastahaneye gönderdi.
Kısa bir zaman sonra telefon çaldı. Kenan Bey gözlerinde yaşlarla teşekkür ediyordu dualarla karışık. Nükhet Hanım’ın da tüyleri ürpermişti. Faturalar, tahsilatlar, mutfaktaki ocakların bunaltan sıcaklığı arasında birden bire serin bir esinti hissetmişti yüreğinde.
Neden böyle olmuştu? İstanbul’un en lüks otellerinden birinin sahibi olan Kenan Bey canı her istediğinde paça çorbası yaptıramaz mıydı kendi otelinde? Hatta meselâ Bolulu bir aşçıya ısmarlayıp ayağına getirtemez miydi?
Zevk almak insanı mutlu eder mi?
Kenan Bey ve Nükhet Hanım paça çorbasının aynasında bir şey gördüler. Çorbanın geçici hazzı kalıcı ve paylaşılabilen bir güzelliğe dönüştü. İnsanı mutlu eden güzellikler ile sadece bireye haz veren, insanı geçici olarak tatmin eden şeyler arasında aşılmaz bir sınır var. MUTLULUK ve TATMİN kavramları birbirlerine taban tabana zıt aslında.
Gerçekte hayatımızı anlamlandıran veya tersine onun anlamını yok eden bazı süreçler var devreye giren. Harvard Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Daniel L. Schacter’in “Searching for Memory: The Brain, the Mind, and the Past” adlı eserinden bir örnek ile konuyu derinleştirelim:
“Bahçede çiçeklerle uğraşıyorsunuz. Salonda TV seyreden çocuklarınızın çığlığı ile irkiliyorsunuz. Koşuyorsunuz içeriye. Çocuklar ekrana kilitlenmişler, gözleri korkudan büyümüş. Ekrana bakıyorsunuz. Sakin sakin çayını içen birinin görüntüsü var. Hiç bir şey anlamıyorsunuz… Çünkü katilin o tasa zehir koyduğu sahneyi görmediniz. Sizin için sıradan bir çay tası geçmişte katilin zehiriyle, gelecekte ise çayı içenin kaçınılmaz ölümüyle bağlantılı. Ama siz ne geçmiş ne de gelecekle ilişkilendiremediğiniz bu sahneyi [=anı] anlamıyorsunuz.”
Geçmişten ve gelecekten kopuk bir vaziyette anı yaşamak insanları daracık bir hapishaneye koyuyor: Anın hapishanesi. Bu tecrit hücresine tahammül etmenin tek yolu ise anlık hazlara sığınmak. Ama hangi haz kalıcı olabilir? Paça çorbasını Kenan Bey kadar seven birisi bile sanırım en fazla iki veya üç tas içer. Kaldı ki son kaşıklar kayıtsızlık hissi hatta ızdırap bile verebilir.
Zevke ve hazza adanmış ömürler hiç bir hazzın bulunmadığı sefil hayatlar kadar yıkıcı aslında. Zira geçici teselliler sağlayan ve sürekli tekrarı gereken hazların bir “kaza sonucu” engellenmesi insanı kendine veya çevresine karşı çok saldırgan yapabilir.
Geçenlerde böyle “kaza” sonucu yaşamı alt-üst olan bir genç kız gazetelerin başlıklarındaydı. Türkiye annesinin boğazını kesen bir kızın haberiyle irkildi. Okumuş bir anne babanın evladı, varlıklı bir ailenin çocuğu, üniversite öğrencisi… Tabi bazıları kolaya kaçarak “ah! Gençlik nereye gidiyor?” çığlıkları attılar ama gene basına yansıdığı kadarıyla sorunlu geçen bir boşanma süreci ve bir bunalım söz konusuydu.
Boşanma hazmedilmesi basit bir “yaşam kazası” değil. Psikologlara bakılırsa yaşamını, varlığını anne ve babanın birlikteliği ile anlamlandıran çocuk bu beraberliğin bozulmasını kendine dönük bir saldırı gibi görüyor. Yukarıda sunduğumuz çay tası örneğinde zehirin konduğu anın o sahneye anlam vermesi gibi anne-baba da çocuğun ANLAMI oluyor geçmişi, ortaya çıkış hikâyesi dolayısıyla.
Dünya sağlık örgütü WHO’nun şiddet üzerine hazırladığı rapora göre “başarılı” intihar girişimlerinin %45’ini anne-babasını ölüm ya da boşanma sebebiyle kaybeden gençler oluşturuyor. Yani saldırganlık hedef olarak yakınları seçmezse çocuğun kendisini hedefleyebiliyor.
Ama boşanma yaşayan her çocuk böyle saldırganlaşmadığına göre anlamsızlaşma girdabından “paçayı kurtaranlar” nasıl yapıyor? Önemli bir ipucu sanırım tanınmış İtalyan psikanalist Piera Aulagnier’nin sözlerinde saklı:
“Izdırap diye bir şey yoktur, dayanılmaz olan dış dünyadaki olayların içimizde temsil ettiği anlamlardır”.
Izdırabın evi: Zamanın hapishanesi, mekânın hapishanesi
Hannah Arendt insandaki hapsedilmişlik hissine dikkat çekmek için şöyle bir örnek veriyor İnsanlık Durumu adlı kitabında:
“..1957’de ilk yapay uydu Sputnik fırlatıldığında Amerikalı bir gazeteci “Dünya hapishanesinden kaçışta ilk adım” diye başlık atmıştı…”
İzleyen sayfalarda düşünür genetik üzerinde araştırma yapan bazı araştırmacıların “yapay bir hayat” oluşturma ve insanı bu “kusurlu bedenden kurtarma” söylemlerinden bahsediyor.
Az önce anın, zamanın hapishanesinden bahsetmiştik. Arendt ise mekânın hapishanesine işaret ediyor. Vatan hasretinin gerçekte ruhun aslî vatanını özlemesinin bir tecellisi olduğunu anlatmıştık bir başka yazımızda. Gidemeyenlerin uzak ülkeleri düşlemeleri, gidenlerin ise vatanlarını özlemesi işte bu mekân hapishanesinin birer tecellisidir kanaatimizce.
İnsan yaratılışını, bu dünyadaki yaşamını ve her an yaklaşan ölümünü anlamlandıramaz ise psikolojik olarak çok kırılgan bir hale geliyor. Bu tür kerteriz kaybı halinde insanın özellikle cinayet işlemeye nasıl müsait olabileceğini O Gün Bebek Nasıl Katil Oldu? adlı yazımızda ayrıntılarıyla anlatmıştık.
Bu kırılganlaşmayı şöyle bir benzetme ile açıklayalım:
Duvarları eğri büğrü aynalarla kaplı bir labirenttesiniz. Ne kendinizi ne labirenti ne de sizin gibi kaybolmuş insanları net olarak görebiliyorsunuz. Duvarlara veya diğer insanlara çarptığınızda hissettikleriniz gördüğünüzü sandığınız şeyler ile örtüşmüyor. Bu ne büyük işkencedir!
Neden? İnsanın varlığı kavramasında iki temel eksendir mekân ve zaman. Meselâ insan vücudu gibi bir sistemi sadece maddeden, meselâ organlardan ibaret kabul edemeyiz. Sindirim, solunum, terleme, hücrelerin çoğalması ya da ölmesi gibi süreçler bu varlığın tarifi için mutlaka gereklidir. Benzer şekilde doğada azotun veya suyun çevrimini anlamadan sadece dağları, okyanusları göz önüne alarak hiç bir şeyi tarif edemeyiz. Zaman ve mekân insanın analitik aklının sınırları fakat aynı zamanda temel direkleridir. Bunlardan soyutlanmış bir varlığı insan aklının içine sığdıramayız.
Bu zamanı ve mekânı anlamlandırma meselesini en iyi açıklayan âlimlerden biri şüphesiz Hz. Mevlânâ’dır:
- o Şunu iyi bil ki, kâinatta var olan her şey, sevgilinin tecellîsinden ibârettir, onun yarattıklarıdır. Onun kudretini, yaratma gücünü göstermektedir. Aslında, âşık bir perdedir. Var olan, diri olan ancak sevgilidir. Âşık ise bir ölüdür. Var gibi görünen bir yoktur.
- o Bu hakîkati sezemeyen, ilâhî aşka meyli, isteği olmayan kimse, kanatsız bir kuş gibidir. Vay onun haline, yazıklar olsun ona…
- o Sevgilimin inayeti, lûtfu, ihsanı, nûru beni aydınlatmasa, bana yol göstermese, ben nerden geldiğimi, nereye gideceğimi nasıl anlayabilirim? (Mesnevî, Cilt I, Beyit 30-32)
Demek ki içinde yaşadığımız gölge tiyatrosuna benzer alemin yansıttıkları “gerçekten” var olan bazı sıfatların beyaz bir perdedeki yansımalarıdır.
A’raf suresi 143cü ayette de bu beyaz perdenin ardındaki gerçeği görmenin insanın analitik aklına sığmayacağı şöyle anlatılmış:
“Ne zaman ki, Musa, mikatımıza geldi, RABB’i ona kelâmıyla ihsanda bulundu. “Ey RABB’im, göster bana kendini de bakayım sana” dedi. RABB’i ona buyurdu ki; “Beni katiyen göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni göreceksin”. Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir ediverdi, Musa da baygın düştü. Ayılıp kendine gelince, “Sen sübhansın”, “tevbe ettim, sana döndüm ve ben inananların ilkiyim,” dedi.”
İnsan maymunlaşabilir mi?
Evet, insan evrim geçirerek maymunlaşabilir. Hem de milyonlarca yılda değil bir insan ömrüne sığabilecek kadar kısa bir zamanda. Kullanılmayan organların körelmesi konusunda en azından psikolojik boyutta evrimcilerin haklı olduğunu düşünüyoruz. Neden?
Hiç küçük bir çocuğun herhangi bir şey için sabrettiğini gördünüz mü? Hele 1 yaşın altında meselâ geceleyin karnı acıkmış bir bebek düşünün. Zamanı henüz anlamlandıramayan bu insancıklar için iki durum söz konusu: “Karnım aç, karnım tok”. Acıkınca dünyayı yıkarcasına ağlayan bebek bir kaç yudum süt çektikten sonra nasıl uysallaşıyor hatta gülümsemeye başlıyor.
Zaman ile arası iyi olmayan bebekler için belli bir yaşa kadar “süre” denen bir şey yok, sadece durumlar var. Annem yanımda/yanlızım, Karnım tok/aç, Korkulacak bir gürültü var/yok… Bütün ihtiyaçların vakit kaybetmeksizin tatmin edilmesi gerekiyor.
Elbette insanlar büyüdükçe zamanı ve onunla sağlıklı ilişkiler kurmayı, meselâ sabretmeyi öğreniyor. Çocuklar büyürken özgürlük kadar bir başka şeye daha ihtiyaç duyuyorlar: Sınır. Yapabilecekleri ve yapamayacakları şeyler olduğunu bilmek çocukların hayatına ANLAM katıyor.
Ama bu ANLAMI öğrenemeyenler veya unutanlar da var. İnsanlığını kullanmayarak körelmeye terk edenler işte bu yüzden giderek hayvanlaşabilirler.
Bunun en bariz örneği TeleVole kültürü. Neredeyse günün her saatinde “çılgınca” eğlenen insanlar:
- 1) Bağırıp çağıran, soyunan,
- 2) Başından aşağı içki döken,
- 3) Kıyafetleriyle havuza atlayan,
- 4) Araba yarıştıran,
- 5) Kadın ayakkabısından içki içen…
Hepsinden önemlisi de bunları kameraların karşısında yapan insanlar. Zira yapılan “eğlence” aslında o kadar da eğlenceli olmadığı için “hiç olmazsa” teşhircilik ile tatmin olmak söz konusu.
Yüksek dozda uyuşturucudan veya araba kazasından ölen ne çok ünlü isim var. Geriye doğru bir adım atıp büyük resme baktığımızda gördüğümüz şey şu: Bu zavallı insanların hepsi aynı şeyi arıyor: ANLAM. Ortada bulamadıkları anlamı kenarlarda, sınırlarda arıyorlar:
- 1) Yüksek hız ve otomobillerin teknik sınırları = trafik kazları,
- 2) Kanunların koyduğu sınırlar = olmayacak suçlar işleme,
- 3) Vücutlarının biyolojik sınırları = alkol koması, yüksek dozda uyuşturucu,
- 4) İçlerinde yaşadıkları toplumun ahlâk sınırları = cemiyet içinde sevişme, vb.
Sanıldığının aksine ahlâkî bozulma sebep değil sonuç. Sözde özgürlük adına yaşadıkları bu sınır arama çabası gerçekte bu zavallı insanların zamana ve mekâna hapsolduklarını gösteriyor.
Zaten sorun “paranın şımartması” olsaydı bu tür sorunların sadece zengin ailelerde görülmesi gerekirdi. Bir çok zengin aile bu sorunları yaşamadığı gibi çok mütevazî çevrelerde aynı sorunlar başka şekillerde ortaya çıkıyor.
Evin altındaki hazine
İzmir’in köyü Torbalı’da altında hazine gömülü bir evde fakirlik çeken bir ailenin hikâyesi yayınlandı bir süre önce. Tabi böyle bir evde oturanların detektörleri olsaydı hazineyi bulabilirler, oturdukları evi yıktırıp yerine daha güzelini yaptırabilirlerdi. Tesadüfe bakın ki Mevlânâ da şu beyitleri yazmış asırlar önce:
Evin, yâni varlığın temelini yık da, bulacağın “Yemen’in akîki” ile yüzbinlerce ev yapmak kabildir!
Define, evin altındadır; onu bulmak için, evi yıkmaktan başka çâre yoktur! Bu yüzden evin yıkılacağını göze al; zararlı çıkacağını düşünme ve durma!
O defineden elde edilecek para ile güçsüz, zahmetsiz binlerce ev yapılabilir.
Zaten, zamanı gelince bu beden evi, nasıl olsa yıkılacaktır; o zaman, altındaki define de apaçık meydana çıkacaktır!
Yalnız, o vakit o ecel ile yıkılacağı için defîne senin olmaz! Çünkü rûh için olacak o gayretler, o uğraşmalar, evin senin didinmen ile yıkılmasına karşılık verilen bir ücrettir!
Peki insan içindeki hazineyi nasıl bulacak? Hangi detektöre güvenecek? Daha önce alıntıladığımız beyitlerde gene Mevlânâ’nın verdiği ipuçlarına göre bu dünya bir perde, bir tecelligâh, bir gölge tiyatrosu. Sadece bizi üzen veya sevindiren olayların değil kendimizin de neyin tecellisi olduğunu çözdüğümüz ölçüde yani bu dünyayı idrak ettiğimiz oranda içimizde gömülü hazineye yaklaşıyoruz.
Zamanın hapishanesinden kurtulmak
Her an haz almaya, hızla tatmin olmaya programlanmış, robot gibi yaşayan insanın hayatında ANLAMIN dolayısıyla mutluluğun doğması için gerekli vakit yok. “İnsan maymunlaşabilir mi?” isimli paragrafta bunun için bu soruya evet dedik. Böyle insanlar ancak tatmin olabilirler, mutlu olamazlar.
“Rahmetim cehennemi bile kapsar” diyen ALLAH her yerde. Ancak biz insanlar önlü-arkalı yaratılmış varlıklarız. Sırtımızı anlık ve bedensel zevklere dönebildiğimiz zaman yüzümüzü mutluluğun kıblesine dönmüş oluyoruz.
İnsan zamanı yaratan ALLAH’ın bu kavramdan nezih olduğunu hatırlayarak başlayabilir işe. Bir işin sonunu sabırla bekleyemediği (acil tatmin aradığı) anlarda nefsi onu RABB’inden (ve mutluluktan) nasıl da uzaklaştırır.
Kur’an’da da açıkça belirtildiği gibi:
Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir. (Bakara,153)
Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler. (Nahl, 61)
Zira dışarıdan bakıldığında teslimiyet ve tevekkül boyun eğmek gibi görünse de EL-VEKiL, EL-MÜCÎB, EL-HALÎM, EL-VÂRİS bu kayalık sahillere konmuş birer deniz feneri gibi aydınlatmıyor mu önümüzü? Ama zaman kavramıyla ilişkimizi normalleştirmek için en önemli kerteriz noktası ES-SABÛR olmalı.
Buraya kadar anlattıklarımız için ilham aldığımız satırlarla bitirelim yazımızı:
Dünya bağını kopar, maddeye olan bağlılıktan kendini kurtar da, hür ol, ey oğul ne zamana kadar altının, gümüşün esiri olacaksın?
Rızıklar denizini, bir testiye dökecek olsan, ne kadarını alır? Ancak bir günlük kısmet, bir günlük su…
Harîslerin, dünyayı çok sevenlerin göz testileri hiç dolmaz. Sedef de kanaat edici olmayınca, içi inci ile dolmaz.
Halbuki, ilâhî aşk yüzünden, nefsaniyyetten kurtulan, benlik elbisesi yırtılan kimse, hırstan da, ayıptan da, kötülüklerden de tamamiyle temizlenir.
Ey bizim sevdası hoş olan, güzel olan aşkımız, ey bizim bütün mânevî hastalıklarımızın, dertlerimizin tabibi; sevin, şâd ol…
Ey bizim kibir ve gurur hastalığımızın, böbürlenmemizin devâsı olan aşkımız! Ey bizim hasta gönlümüzün Eflâtun’u, Calinus’u! […]
Ben de, bütün beşerî kirliliklerden kurtulup, beni yaratana ve yaşatana yakın olsaydım da kendimi onda bulsaydım. Kâmil bir insan olarak, ney gibi aşkın söylenmesi gereken bütün sırlarını ve hakîkatlerini söylerdim.
Fakat kendi dilinden anlayanlardan, kendi dilini konuşanlardan uzak düşen kimse, yüzlerce dil, yüzlerce nağme bilse, yine dilsiz olur, susar.( Mesnevî Cilt I, beyitler 19-29)
Takviye okuma
… Bu makale ilginizi çektiyse …
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
9 Yorum
Yazan:yavaş yavaş Tarih: Nis 11, 2008 | Reply
böyle çok referanslı yazı okumak oldukça tatmin edici.
insanın anlam arayışından bahsediyorsak varoluşçu felsefeye de dokunmak gerekiyor. “insanın anlam arayışı” adlı kitaptan bu konuda bahsedilebilir.
kişinin anlam arayışında problemler yaşamasında kendine saygı kavramı da oldukça etkili. iletişim yayınlarından “kendine saygı” bu konuyla ilgili iyi bir kitap. bu kitapta belirtiliyor “kendine saygısı düşük seviyede olan bireyler, daha büyük bir aile içinde eriyerek gerilimlerinden kurtulabiliyorlar. amerika’da ve avrupa’da bulunan bir çok tarikatın muritlerinde kendine saygı seviyesi düşük olarak belirtiliyor.” ayrıyeten kendine saygının bir bireyin kendini mutlu hissedip hissetmemesi konusunda da önemli ölçüde etkili olduğu belirtilmiş.
bir zamanlar amerikada birkaç aylık bebeklerin ağlamalarına aldırış edilmemesi, sütün düzenli verilmesi tavsiye ediliyormuş. böylelikle çocuk şımarmayacak ve ebeveyn uykusunu adam gibi alacak. yalnız 20 sene sonra bu yaklaşımın sınır kişilikleri arttırdığı tespit edilmiş. yani çocuklığun ilk dönemlerinde bir sıcak temasın da kendini mutlu hissetmekle ilgisi var.
ayrılıklar konusunda da bildiğim kadarı ile şiddetli geçimsizliğin olduğu ailelerdeki çocukların suç oranı, ayrılmış ailelerdeki çocukların suç oranından oldukça fazlaymış.
biliyorum aksini idda etmemişsiniz ama ben bahsedeyim. eğlence fetişizmi nasıl bir uçsa, eğlenceyi bireye yasaklayan anlayışlarda öteki uçta. biri acıdan unutarak kaçışı temsil ediyorsa öbürü de acının içinde kendinden vazgeçmek olarak tanımlanabilir.
Yazan:suzannur Tarih: Nis 12, 2008 | Reply
CEMİL MERİÇ geldi aklıma bu yazıları okurken:
“Geçen devirlerde yaşamak, yani derinleşmek ve ömrü alabildiğine uzatmak. Başka ülkelerde yaşamak, başka insanlarla acı çekmek, başka insanlarla gülmek.
Damlayken denizleşmek. Ve an’a ebediyeti sığdırmak. Kalbini bütün heyecanlara açmak.
Yani sınır taşlarını devirmek, çağların ve politikarın sınır taşlarını. Bütün insanlığı aynı büyük aşk içinde birleştirmek.”
Zaman ve mekana gebe insanın ona ebediyeti sığdırması ve zamanı ve mekanı aşması…
Geçmiş ve geleceği kendinde harmanlaması ve aynı zamanda hem geçmiş hem gelecek olması…
An’ı yaşayan kalp olmalı.
Geçmiş, gelecek ve sonsuzluk…onun içinde.
Kalbin içinde bir sır, bir hazine bilinmek isteyen.
Oraya sığar çünkü ebediyet, onun dışında nereye sığabilir ki bu dünyada?
Yazan:beddavi Tarih: Nis 12, 2008 | Reply
insan maymunlaşırmı onu bilmem ama ondan daha da kötü de olabilir ve meleklerden üstün de olabilir ki bunların örnekleri çok da vardır ama görmek istemek lazım… dünyaya yaşamaya geldiğine inanan insandan ne beklenir??? imtihana geldiğine inan insandan da ne beklenmez??
Yazan:alperen Tarih: Nis 12, 2008 | Reply
EVRİM SORULARI
ALPEREN GÜRBÜZER
Çeşitli hayvan tiplerinin organlarının aynı görevi yapması evrime delil olabilir mi?
Böyle bir soru karşısında verilecek tek cevap tereddütsüz hayır. Çünkü benzeri fonksiyonlar için Yüce Yaratıcı benzer yapıları kullanmıştır. Genler değişmeyeceğine göre aynı canlıdan farklı canlı meydana gelemez. Velhasıl her canlı tipin genetik yapısı sabittir.
İkinci soru:
Zencilerin çevre şartlarından dolayı siyah olduğnu söylerler doğru mu?
El Cevap:
Evrimciler zencilerin tropik iklimler de yoğun ultraviyole ışınlarına maruz kaldıkları için siyahlaştıklarını savunurlar. Oysa güney ve kuzey Amerika da aynı ışınlara maruz kalanların siyahlaşmadığı görülmüştür. Yaratılışçılar ırkların teşekküle esnasında deri renklerinin genetik özelliklere bağlı olduğunu ileri sürerek evrimcilerin iddialarını yalanlamışlardır.
Üçüncü soru:
Embriyonun safhaları evrime delil olabilir mi?
Delil olamaz. Çünkü Embriyonun evreleri evrimin tekrarı ise o zaman insan kalbinin önce bir odacıklı, sonra iki, sonra üç ve en nihayet dört odacıklı sırayı takip etmesi gerekirdi. Oysaki insan kalbi oluşurken evvela iki, sonra bir, daha sonra da dört odacıklı olur. Demek ki, küçükten büyüğe veya basitten karmaşığa doğru bir evrimleşme sözkonusu değildir. Hatta insanda beyin sinir kordonundan önce, kalp de kan damarlarından önce geliştiğine göre evrim gelişmesinin tam tersini göstermektedir. Bu gerçekler evrim teorisini baştan çürütmeye yetiyor.
Dördüncü soru:
Evrimciler insanda 180’eyakın işe yaramaz ve körelmiş organın bulunduğunu ileri sürerler, doğru mu?
İnsan da timus bezi, epifiz bezi, bademcikler ve kuyruk sokumu kemiği gibi önemli organlar önceleri işe yaramaz ve körermiş olarak biyoloji derslerinde anlatılırdı. Ama gelinen noktada bugün timus bezi ve bademcikler mikroplara karşı savunma görevi yaptıkları anlaşıldı. Kör bağırsak ise vücuda giren yabancı unsurlara karşı aktif görev yapmaktadır. Kuyruk sokumu kemiği de kuyruğun kullanılmayan izleri değil aksine kalça kemiklerinin insanın bazı kasların tutunma noktasıdır. Kuyruk sokumu olmaksızın rahat oturmak mümkün değildir. Kısaca evrimcilerin insanın atası diye ilan ettikleri maymunların kuyruklarının zamanla körerek insanda kuyruksokumu halinde oluştuğunu söylemek büyük bir yanılgıdır.
Beşinci soru:
Neadarthal Adamı nedir?
Evrimcilerce Yarı dik yürüyen hayvana yakın insan benzeri olarak ilan edildi. Oysa Neadarthal dedikleri adam tamamen dik yürüyen bir varlık olup, D vitamini eksikliğinden dolayı kemiklerin iltihaplı ve sakat olmasından kaynaklanan bir durum. Gerçekte sakatlığı olmazsa o da bizim gibi dik yürüyen bir insandır. Hâsılı o insan atası değildir.
Yazan:blue Tarih: Nis 12, 2008 | Reply
Mutluluğa sebep olan şeyin “anlam” olduğunu çok güzel tespit etmişsiniz. Sözler’de şöyle bir temsil vardır:
Bir padişah iki adama birer elma bahşediyor. Birisi alır almaz yemeye başlıyor ve mideye indiriyor. Diğeri ise yemekten bir süre imtina edip öpüp başına koyuyor. Said Nursi, iki adamın aldığı lezzeti karşılaştırırken şöyle diyor:
Birinci adamın aldığı lezzet bir elma lezzetidir, ve elmayı yeme süresiyle sınırlıdır. Öpüp başına koyan adam ise, elmayı değil, onun arkasındaki padişahın teveccühünü sever. Aldığı lezzet kıyas kabul etmez. Anlamlandırmak… İman ile inkarın arasındaki basit fark da sadece bu değil mi?
Tespit ettiğiniz ikinci nokta da önemli. İnsan, mutluluğu an’ın içine sıkıştırmaya çalışıyor; elde ettiği ise sadece tatmindir; mutluluk bahsettiğiniz gibi geçmiş ve geleceği de içine alan geniş bir kavramdır. Rızık denizinden alacağı ancak bir günlük kısmeti. Ama harislerin gözleri hiç doymaz. Nasıl güzel ifadeler bunlar böyle… İnsan tabiatı böyle işte… Öyle bir hırs ki, o göz testisi hiç dolmayacak sanıyor.
Izdırap diye bir şey yoktur, dayanılmaz olan dış dünyadaki olayların içimizdeki anlamlarıdır, cümlesi de çok güzel. Aslında mutluluğun formülünü de sunuyor:
İnsan, güzellikleri anlamlandırıp geniş bir mutluluğu elde etmeye çalışırken; acılarına olumsuz anlamlar yükleyip derinleştirmeye çalışmamalı. Tabiri caizse arabeskleştirmemeli.
Sizin yaptığınız gibi hayatı anlamlandıran şeylerden biri, onu Esma penceresinden okuyabilmek. O zaman ızdıraplar bile mutluluk vesilesi olabilir. Niyazi-i Mısri’nin dediği gibi:
Kahr u lütfu şey-i vahid, bilmeyen çekti azap
Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi…
Bu, kahra sabırla ilgili bir şey değil. Daha çok kahrı ve lütfu verene tam teslimiyetle ilgili galiba. Rıza makamı…
Yazan:arif Tarih: Nis 12, 2008 | Reply
Karmaşık sorunların iç yüzünü anlamakta aciz kalıp; Aklımızın yetmediği yerde, imdad makamına sığınmak, Yar’in kapısını çalabilmek ne saadet. Kapı açılmasada küsmek yok. Sabırla bekleyeceğiz. Kapının sahibi var biliyoruz.
Hiç ummadığın yerde/Nagahan açılır perde/Derman erişir derde/Görelim mevla neyler/Neylerse güzel eyler.
Yazan:rafet günay Tarih: Nis 12, 2008 | Reply
İnsanoğlu yürümeden önce koşmuş olabilir mi?
——————————————————————————–
Yeni bir araştırma, insanın evrim sürecinde dört ayak üzerinde yürümeden, direkt olarak iki ayağa geçtiğini savunuyor. Bu teze göre, insan yürümeden önce koşmayı başarmış olabilir.
İnsanoğlunun ağaçtan toprağa inerek iki ayağı üzerinde yürümeye geçişi, şimdiye dek evrim paradigmasının en önemli konularından biri olmuştu. İki ayağa geçiş, bir anlamda maymundan insana geçişte dönüm noktası sayılıyor. Yeni bir araştırma ise, iki ayağa geçişin aslında sanıldığı kadar da büyük bir adım olmadığını, ilkel insanın bunu tahmin edildiğinden çok daha kolay başardığını savunuyor.
Antwerp Üniversitesi uzmanları, insana yakınlığı itibariyle bonobo maymunlarını inceledi. İnsana en yakın tür olan bonobo maymunlarının anatomi olarak ilk insana benzeyebileceği düşünülüyor. Bu mantıkla bonobolar tüm maymun türleri arasında iki ayaklı hareketlere en yatkın tür. Uzmanlar, maymunları iki ay boyunca yürüme, zıplama, sekme ve koşmaları gözlemledi. Maymunların yavaş yürüyüşten hızlı koşmaya kadar farklı hızlarda iki ayak üzerinde hareket edebildiğini tespit etti. Araştırmada maymunların tırmanmak ve ağaçta sallanmak için kullandığı kasların aynı zamanda koşmada da işe yaradığı ortaya çıktı.
Yürüme ve Koşma Arasındaki Fark
Yürüme esnasında her adım atışta, kinetik enerji bir sonraki adım atışta potansiyel enerjiye dönüştürülerek, belli miktarda enerji tasarrufu yapılıyor. İki ayakta yürüyüş anatomisi gereği bir adım atışta, sonraki adımın da yarısı atılmış oluyor. Buna karşılık koşmada, potansiyel enerji adım atmadan önce tendonlarda ve kaslarda birikiyor, adım atışla kinetiğe dönüştürülerek harcanıyor.
Koşmak Yürümekten Daha Normal
Antwerp ekibi, bonoboların yürüme, zıplama, sekme ve koşmaları eylemleri sırasında tükettikleri enerji miktarları hesapladı; ortaya ilginç bir sonuç çıktı. Bonobolar yürüme adımları attıklarında dahi aslında koşma hareketi gibi enerji harcıyor. Bir diğer deyişle, yürüyor ve zıplıyor gibi gözükseler de, bonobolar aslında sadece koşuyor. Bilim ekibi başkanı Antwerp Üniversitesi uzmanı Evie Vereecke, bu sonucu şöyle yorumluyor; “Bonoboların koşmaya yatkınlığı gösteriyor ki, dört ayaktan iki ayağa geçiş sanıldığı gibi o kadar da zor olmamış olabilir. Belki de bu bir ‘geçiş’ de olmayabilir, zira bonobolar zaten koşuyorlar.”
Bilim insanları, maymunların koşma becerilerinin çok da şaşırtıcı olmadığını belirtiyor, zira ağaçlara tırmanan bir bedenin koşmayla özdeş zıplama hareketlerini yapması, örneğin, yürümeyle özdeş sağlam adım atmaya göre daha mantıklı. Çünkü, maymunlar ağaca yürür gibi değil koşar ritimde tırmanıyor.
İnsanların iki ayağa geçişinde iki tez var. Bir grup uzman insanların toprağa önce dört ayakla bastığını ve sonrasında da zamanla iki ayağa geçtiğini savunuyor. Buna karşıt tez ise, ağaca tırmanma ve sallanma hareketlerinin iki ayağa geçişe kolaylaştırdığını vurguluyor. Antwerp ekibinin araştırması ikinci tezi destekliyor.
bu yazı ntv nin gece kuşağındada çıktı.
http://www.ntvmsnbc.com/news/380476.asp
şimdi bu tür bilgiye güvenmek şahsen beni zedeler zira zıttına bakınız:
Aslında, evrim teorisinin ortaya atılış sebebi, insanlara Allah tarafından yaratıldıklarını unutturmaktır. İnsanlar eğer tesadüfen oluştuklarına ve atalarının bir hayvan olduğuna inanırlarsa, Allah’a karşı sorumluluk duymazlar. Böylece insanlar artık, tüm manevi değerlerini unutur, sadece kendi çıkarlarını düşünen insanlara dönüşürler. Sadece kendi çıkarını düşünen insanlar, vatan sevgisi, bayrak sevgisi, aile sevgisi gibi çok değerli duygularını da kaybederler. İşte evrimciler böyle manevi değerlerden uzak insanlar oluşturmak için evrim teorisini savunurlar. Amaçları insanlara Allah’ın varlığını unutturmaktır. Ve bu nedenle insanlara “Sizi Allah yaratmadı. Siz maymunlardan geldiniz, yani siz gelişmiş bir hayvansınız” derler.
Halbuki insanı Allah yaratmıştır. Ve insan diğer tüm canlılardan farklı olarak konuşabilen, düşünebilen, sevinebilen, karar verebilen, akıl sahibi, uygarlıklar oluşturabilen, iletişim kurabilen tek canlıdır. İnsana bu özelliklerinin hepsini veren Allah’tır.
Hiçbir maymun veya hiçbir başka canlı konuşamaz, düşünemez, karar veremez.
Evrimciler farklı insan ırklarına ait fosilleri insanın atası olan yarı insan yarı maymun yaratıklar gibi tanıtırlar.
Hepinizin bildiği gibi yeryüzünde birçok ırktan insan vardır. Zenciler, Çinliler, Kızılderililer, Türkler, Afrikalılar, Eskimolar ve daha birçok farklı ırklara ait insanlar vardır. Ve tabi ki bu farklı ırklara ait insanların bazı özellikleri de farklı olur. Örneğin Çinliler çekik gözlüdürler, zencilerin derileri çok koyu renktedir, saçları kıvırcıktır. Bir Kızılderili veya Eskimo gördüğünüzde hemen onun farklı bir ırktan olduğunu anlarsınız. İşte geçmişte de böyle farklı ırklardan birçok insan yaşamıştır ve bu insanların bazı özellikleri bugünkü ırklardan farklıdır.
Örneğin Neanderthal ırkına ait insanların kafatasları bugün yaşayan insanlarınkine oranla çok büyüktü. Kasları ise bizimkiyle karşılaştırıldığında çok daha gelişmiş ve güçlüydü.
Ancak evrimciler bu ırklar arasındaki farklılıkları insanları yanıltmak için kullanırlar. Örneğin bir Neandertal insanının kafatası fosilini bulunca, “işte bu insanların on binlerce yıl önce yaşamış olan yarı maymun yarı insan atası”derler. Veya bazı ırkların kafatasları daha küçüktür. Bu kafataslarının fosillerini bulan evrimciler bu kez de “bu kafatasının sahibi maymunluktan yeni çıkmıştı, insan olmaya yeni başlıyordu” derler.
Evrim Teorisi’nin iddiaları bununla da kalmaz daha da ileri gider ve insanların maymundan evrimleştiğini, insanların atalarının maymunlar olduğunu iddia ederler.
Ancak, ne Darwin’in ne de diğer evrimcilerin bu iddiasını doğrulayacak hiçbir delilleri yoktur. Bu iddia da yine tamamen hayal ürünüdür.
Aslında, evrim teorisinin ortaya atılış sebebi, insanlara Allah tarafından yaratıldıklarını unutturmaktır. İnsanlar eğer tesadüfen oluştuklarına ve atalarının bir hayvan olduğuna inanırlarsa, Allah’a karşı sorumluluk duymazlar. Böylece insanlar artık, tüm manevi değerlerini unutur, sadece kendi çıkarlarını düşünen insanlara dönüşürler. Sadece kendi çıkarını düşünen insanlar, vatan sevgisi, bayrak sevgisi, aile sevgisi gibi çok değerli duygularını da kaybederler. İşte evrimciler böyle manevi değerlerden uzak insanlar oluşturmak için evrim teorisini savunurlar. Amaçları insanlara Allah’ın varlığını unutturmaktır. Ve bu nedenle insanlara “Sizi Allah yaratmadı. Siz maymunlardan geldiniz, yani siz gelişmiş bir hayvansınız” derler.
Halbuki insanı Allah yaratmıştır. Ve insan diğer tüm canlılardan farklı olarak konuşabilen, düşünebilen, sevinebilen, karar verebilen, akıl sahibi, uygarlıklar oluşturabilen, iletişim kurabilen tek canlıdır. İnsana bu özelliklerinin hepsini veren Allah’tır.
Hiçbir maymun veya hiçbir başka canlı konuşamaz, düşünemez, karar veremez.
Evrimciler insanın maymundan geldiğine hiçbir delil gösteremezler.
Bilim alanında “delil” göstermek çok önemlidir. Eğer siz bir iddiada bulunursanız ve insanların buna inanmalarını isterseniz, mutlaka bir delil göstermeniz gerekir. Örneğin yeni tanıştığınız insanlara “Benim adım Ayşe” dediniz. Ve bu insanlardan biri çıkıp dedi ki “ben sizin adınızın Ayşe olduğuna inanmıyorum”. Bu durumda bu kişiye delil göstererek adınızın Ayşe olduğunu ispatlayabilirsiniz. Deliliniz ne olabilir? “Nüfus kağıdı”nız bir delil olabilir. Bunu karşınızdaki kişiye gösterirseniz, artık size kesinlikle itiraz edemez.
bilimsel bir örnek vereyim: Günümüzden birkaç yüzyıl önce Newton adında ünlü bir bilimadamı çıkmış ve dünyada yerçekimi var demiş. Bunu nereden bildiğini soranlara ise bir delil göstermiş. “Bir elma dalından koptuğunda yere düşüyor, havada durmuyor”. Demek ki yerde onu çeken bir güç var ve bu gücün adına yerçekimi demiş.
Öyle ise evrim teorisinin de bilimsel olarak inanılır olması için delil göstermesi gerekir. Örneğin evrim teorisi diyor ki insanın atası maymundur. Biz de o zaman evrimcilere soracağız: Bunu nereden biliyorsunuz? Deliliniz var mı?
İnsanın atası eğer maymun olsaydı, delil olarak yarı insan-yarı maymun yaratıkların fosillerini bulmamız gerekirdi. Ancak bugüne kadar böyle bir fosil bulunamamıştır. Elimizde ya maymun fosilleri ya da insan fosilleri vardır. Yani EVRİMCİLERİN İNSANIN ATASININ MAYMUN OLDUĞUNA DAİR HİÇ BİR DELİLLERİ YOKTUR!
Sonuç olarak evrimcilerin insanların maymundan türedikleri konusundaki iddialarına delil olarak gösterdikleri fosiller ya geçmişte yaşamış ve bugün soyu tükenmiş maymunlara, ya da soyu tükenmiş insan ırklarına aittir. Yani yarı insan-yarı maymun yaratıklar hiçbir zaman yaşamadılar!
Evrimcilerin en büyük sahtekarlıkları:
1. Piltdown Adamı Sahtekarlığı
1912 yılında evrimci bilimadamları tarafından bir çene kemiği ve kafatası parçası fosili bulundu. Çene kemiği maymun çenesine, kafatası parçası da insanınkine benziyordu. Yani evrimcilere göre bu canlı, yarı insan yarı maymundu. Bu kemik parçalarının 500 bin yıl yaşında oldukları ve insanın maymundan türediğine delil oldukları söylendi.
Ve bu kemikler yaklaşık 40 yıl boyunca çeşitli müzelerde evrimin delili olarak sergilendi.
Ancak 1949 yılında bu kemikler üzerinde bazı testler yapıldığında çok şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşıldı: Çene kemiği 500 bin değil, sadece 2-3 yaşındaydı. Bir insana ait olan kafatası parçaları da ancak birkaç bin yıl yaşındaydılar.
Gerçek sonradan anlaşıldı: Evrimciler insan kafatasına maymun çenesi takmışlar ve üzerine kimyasal maddeler sürerek eski görüntüsü vermeye çalışmışlardı.
Yani evrimciler yarı insan yarı maymun fosili bulamayınca bunun sahtesini üretmeye kalkmışlardı.
Bu olay tarihe en büyük bilim sahtekarlığı olarak geçti…
2. Nebraska Adamı Sahtekarlığı
Dişe bakarak çizilen Nebraska adamı. Evrimciler ne kadar da hayalperestler değil mi?
1922 yılında, bir azı dişi fosili bulundu. Evrimciler bu dişin insan ve maymunların ortak özelliklerini taşıdığını iddia ettiler. Daha sonra bu tek dişten yola çıkılarak bu dişin ait olduğu canlı olarak insan-maymun arası hayali bir canlı çizildi.
Hatta daha da ileri gidilerek bu canlının bir de ailesi çizildi. Tüm bu çizimler tek bir dişten yola çıkılarak yapılmıştı… Şöyle bir düşünün. Dişlerinizden biri düştüğünde, bu dişi sizi hiç görmemiş olan bir insan alsa ve dişe bakarak sizin resminizin aynısı yapacağını söylese ona inanınır mısınız? Hatta bu dişe bakarak sadece sizi değil ailenizi de çizeceğini söylese, bu teklif son derece saçma olmaz mıydı? Elbette ki sadece bir dişe bakarak bir canlıyı ve hatta ailesini çizmek tamamen mantıksızlıktır.
1927 yılında ise çok ilginç bir gelişme oldu. Dişin ait olduğu canlının iskeletinin öbür parçaları da bulundu. Diş ne maymuna ne de bir insana aitti.
Diş bir domuzun dişiydi…
Bu olay evrim sahtekarları için tam bir hayal kırıklığı olmuştu.
Aşağıdaki resimleri görüyor musunuz? Her evrimci tek bir kafatasına bakarak ayrı ayrı şeyler çizmiş. Onlar da ne çizeceklerine karar verememişler. çünkü böyle canlılar hiçbir zaman yaşamamış. Bunların hepsi koskoca profesörlerin hayal güçlerinin ürünü. Yani şimdi siz de sokakta bir kemik parçası bulsanız ve elinize bir kalem alıp böyle bir resim çizseniz ve sonra da arkadaşlarınıza götürüp “işte bu canlılar daha önce yaşamışlardı” deseniz size ne derler?
5 Nisan 1964 tarihli Sunday Times’da yer alan çizim Maurice Wilson’un çizimi N. Parker’ın çizimi N. Geopraphic Eylül 1960
Ama siz bunu yapmazsınız, çünkü bunun ne kadar akılsızca olduğunu biliyorsunuz. Fakat evrimci profesörler her nasılsa bunun akılsızlık olduğunu anlayamıyorlar!
Dört ayak üzerinde yürüyen maymunların iki ayak üzerinde yürüen insana dönüşmeleri kesinlikle imkansızdır.
EN BÜYÜK FARK
İnsanla maymun arasındaki en önemli farklılık ise insanın ruh sahibi olması maymunun ise ruhunun olmamasıdır. İnsan bilinç sahibi, düşünebilen, konuşabilen, düzgün cümleler kurarak düşüncelerini diğer kişilere aktarabilen, karar verebilen, hisseden, zevk alan, sanatı bilen, resim yapabilen, beste yapabilen, şarkı söyleyebilen, aile, vatan, millet sevgisi gibi manevi değerleri olan, bilgi sahibi bir varlıktır. Bu sayılan özelliklerin hepsi insanın ruhuna ait özelliklerdir. Hayvanların ise ruhları yoktur. İnsan dışında hiçbir canlı bu özelliklere sahip olamaz.
Ahtapotların gözleri insan gözüne çok benziyor diye insan ahtapottan geldi demek çok saçma olmaz mı?
İşte evrimcilerin cevaplayamadıkları sorulardan biri de budur? Bir maymunun insan olabilmesi için hem fiziksel özelliklerinin değişmesi gerekir, hem de bu insanlara ait özelliklere sahip olması gerekir. Doğada, bir maymunu konuşturabilecek, ona resim yapma, düşünme, beste yapma yeteneğini verebilecek bir güç var mıdır? Elbette ki yoktur.
Allah insanı bu özelliklerle yaratmıştır, ama hayvanlara bu özelliklerin hiçbirini vermemiştir.
Görüldüğü gibi bir maymunun insana dönüşmesi kesinlikle imkansızdır. İnsan ilk yaratıldığı günden bu yana hep insandır. Balıklar hep balık olmuşlardır, kuşlar da hep kuştur. Hiçbir canlı bir diğerinin atası değildir. İnsanı ve tüm canlıları yaratan Allah’tır.
Evrimcilerin insanların maymundan oluştuğunu iddia etmelerinin sebebi arada fiziksel bir benzerlik görmeleridir. Oysa dünyada maymundan daha çok insana benzeyen özellikleri olan canlılar da vardır. Örneğin bu resimlerde gördüğünüz papağanlar konuşabilirler. Veya ahtapotların gözleri insanın gözüne çok benzer. Kedi ve köpekler ise sizin de bildiğiniz gibi söz dinlerler, kendilerine söylenenleri yaparlar. Biri çıkıp insanlar eskiden köpekti veya papağandı ya da daha doğrusu ahtapottu dese siz ne düşünürsünüz? İşte evrimcilerin söyledikleri yalanların da bundan bir farkı yoktur.
efndim beni ikinci anlatım daha etkiledi.
tercih sizin benden u kadar
AKLI OLAN GÖLE YATSIN:)
Yazan:irem Tarih: Haz 3, 2008 | Reply
bence böyle bişiy asla olamaz.Çünküevrenin bir yaratıcısı vardır.ve bu Allah’tır.Allah insanları
güneşi yeri yaratmıştır.Böyle bişey asla olamz yani insanlar maymunlaşamaz.
Yazan:falay Tarih: Eki 11, 2008 | Reply
Ama evrimciler yalan söylemiyor ki…yalnızca tüm bilim dallarında olduğu gibi gerçeği bulma peşindeler…sizin hoşunuza gitse de gitmese de…ayrıca bir gün evrim yanlışlansa bile (ki artık dünyanın evrenin merkezi olmadığı bilgisi kadar gerçektir) bu gene de yaradılışın doğru olduğunu kanıtlamıyor…