Konuşamayanların şiddeti
By Ferhat Kentel on Nis 16, 2008 in Makale
Geçen Şubat ayının sonları… Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyonu… Aynı sıralarda Akdeniz Üniversitesi’nde “Toplumsal barış ve uzlaşma” konulu bir panel… Cengiz Güleç bir psikiyatrist gözüyle, ben sosyolog gözüyle “nasıl olacak bu barış ve uzlaşma?” sorusuna cevap(lar) aramaya çalışıyoruz. Ben “Kurgular, kimlikler ve gündelik hayat” başlıklı sunuşumda aşağı yukarı şunları anlatıyorum: İktidar dilini belirleyen güçlü kurgular ve dayatılan egemen kimlik tanımlamaları gündelik hayatı esir alıyor, sömürgeleştiriyor. Hayatın içinde barış var, ancak o hayat üzerinde egemenlik kuran dil savaş mantığı içeriyor. Uysal bedenler yaratmaya çalışan iktidar dilinin bizzat kendisi çatışmacı. Çünkü kendi formatına, “teorisine” uymayan insanlık hallerini kendisine uydurmak için her türlü yolu mübah görüyor; uymayan durumları “felaket” olarak tanımlarken, aslında kendi teorisi bir “felaket” halini alıyor. Bu “felaket” karşısında, gündelik hayattaki her türlü yaratıcılığın yok edilmesine ve empoze edilen kimliklere karşı insanlar direnebilmek ve kendileri olarak kalabilmek için alternatif kimlikler -yani kurgular- inşa ediyorlar. İşte bu yeni kurgular egemen dil tarafından çatışma nedeni olarak kabul edilip, kendi çatışmacılığına -kutup arzusuna- meşru zemin yaratıyor. Kutuplaşmanın bu kısır döngüsünden çıkmak lazım. Yani, barış için tam da gündelik hayattaki potansiyele, “içiçeliklere” yani insanların “başkalarındaki varlıklarıyla” sahip oldukları öznelik hallerine dayanmak ve güvenmek; tekleştirici savaş diline karşı, kurguların altındaki mütevazı insanlık hallerini görünür kılmak, çoğulluğun dilini güçlendirmek gerekiyor…
O panelde bunları anlatıyorum ama bu çok önemli değil; burada anlatmak istediğim başka bir şey var…
Sunuşlardan sonra sorular geliyor… Vakitten tasarruf etmek, tansiyonu yüksek bu memleket meselesinde potansiyel gerilimlere yol açmamak için sorular yazılı olarak alınıyor… Onlarca soru; bana sorulanların çoğu Kürt meselesine ilişkin… Henüz bir ay sonraki Newroz’un kayıtlara düşmediği Kürt meselesine ilişkin… Ama bir soru var ki, diğerlerinin hepsini kuşatıyor; gerilimi engellemek adına soruları “yazılı” almanın yani insanları “konuşturmamanın” anlamını (ya da anlamsızlığını) ortaya koyuyor:
“Ben sorularımı, içerisine ses tonumu, mimiklerimi ve heyecanımı katarak sormak isterdim. Siz benim oturduğum koltukta bulunsaydınız, cümlenin sansürü karşısında ne yapardınız?”
Doğru dürüst cevap veremiyorum. Çünkü ne yapardım, tam olarak bilmiyorum… Herhalde konuşmaya çalışırdım, elimden geldiği kadar…
Ya da şu soru: “Şırnak’ta panzerle çocuğu eziyorlar. Bir Kürt genci olarak ne yapmam gerekiyor? Halkım asimilasyona uğruyor, kültürleri gelecekleri gasp ediliyor. Bir Kürt genci olarak ne yapmam gerekiyor?”
İsmini önce yazıp, sonra -neme lazım başına bir şey gelmesin diye- karalamış bu gencin ne yapması gerekir onu da tam olarak bilmiyorum. Daha doğrusu belki bir şeyler biliyorum ama “onun adına” bilemiyorum. Ben sahip olduğum akademik meşruiyete, yaşımın sağladığı korunağa dayanarak “konuşuyorum” ve bir “barış ve uzlaşma” dili üretmeye çalışıyorum… Ama o konuşamıyor… Ve konuştuğu zaman, tam olarak ne anlatacağını, benim “dilimin” onun için ne kadar anlamlı olduğunu bilemiyorum… O salondaki gençleri, o üniversitedeki gençleri, diğer birçok üniversitedeki gençleri duymam mümkün değil… Duymuyoruz, duyamıyoruz…
Panelden sonra yanıma geliyor bazıları. İçlerinde kalanları konuşmak istiyorlar. Ama biz “büyükbaşların” zamanı sıkışık… İki arada bir derede kalıyorum…
İçim daralıyor…
Ve bugün o iç daralması dört nala geri geliyor… O gün Akdeniz Üniversitesi’ndeki o konuşamayan gençler -konuşmamaya devam etmeleri için- saldırıya uğruyorlar… Siyah takım elbisesi ve içinde beslediği katilin nişanesi olarak alnındaki kara lekesiyle bir adam silahını boşaltıyor gençlerin üzerine… Başörtüsüyle girilemeyen üniversiteye silahıyla giren (silah, “siyasi sembol” olmadığı için) siyah takım elbiseli adam yalnız değil; çünkü onunla birlikte başkaları da satırlarıyla girmekte bir engelle karşılaşmamışlar…
Ankara Üniversitesi’ndeki Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde olduğu gibi… İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüs yemekhanesinde olduğu gibi… Ankara Üniversitesi Tandoğan Kampüsü’nde olduğu gibi…
Konuşmak isteyen genç insanların üzerine salınmış, polis korumasında “organize satırlı birlikler”… Öğrenci avına katılıyorlar…
Ne yapılabilir bu durumda? Bana “ne yapması gerektiğini” soran genç, çoğulluğun dilini nasıl hayata geçirecek? En güçlünün bir altındakini konuşturmamaya yemin ettiği bir siyasal atmosferde, hiç konuşmasına izin verilmeyen genç nasıl “çoğulluğun dili”ni sahiplenecek?
Adeta bir din gibi algıladıkları laikliği bir “yaşam tarzı” olarak topluma empoze eden, bu yüzden aslında “laikliğe aykırı” davranan odaklar bir siyasal partiyi susturmaya çalışırken çoğulluğun dili nasıl konuşacak?
Bu tür bir baskıya maruz kalan bir siyasal parti, Kürtlerin kendilerini anlatmak için oy verdikleri bir parti üzerindeki baskılara ortak olurken nasıl konuşacak bu dil?
Dinselleşmiş bir laiklik anlayışının mağduru olan bir hükümetin Başbakanı kendisine dertlerini anlatmaya gelmiş, Kürtçe talebini dile getirmiş bir sivil toplum kuruluşunun sözcüsünü “Ana dilde eğitim sadece azınlıklar içindir. Onlara da kurs açılır” diye terslerken; sözcü itiraz edince de “Yalan konuşuyorsun, sen dürüst değilsin” diye hakaret edip fırçalarken nasıl üretilecek bu çoğulluğun ve demokrasinin dili?
Askeriyle, yargısıyla, medyasıyla, partileriyle, sokak çeteleriyle fiziksel ya da sembolik şiddetin ve tehditlerin elden bırakılmadığı bu siyasal kültürde Akdeniz Üniversitesi’nin gençleri nasıl konuşacaklar?
Konuşamayacaklar; çünkü onların konuşmamaları ve savaşa girmeleri isteniyor. Çünkü bu memleketin bütün insanları savaşa sokulabildiği ölçüde en güçlü savaş ve yaptırım teknolojilerine sahip olanlar kazanacaklarını biliyorlar….
İşte bu yüzden, gücün ve şiddetin bu oyununu bozmak gerekiyor…
İşte bu yüzden, şimdilik tek çare gibi görünen yolu güçlendirmek gerekiyor… Yani o şiddetperverleri taklit etmemek, onların şiddetlerinin ellerinde patlamasını sağlamak yani toplumun, gündelik hayatın içinde, “başkalarındaki varlığımızı”, barışımızı inatla aramak gerekiyor…
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
3 Yorum
Yazan:afşar Tarih: Nis 18, 2008 | Reply
akdeniz üniversitesi’nde “konuşturulmayan” gençlerden biri elindeki sopayla insnlara saldırırken ” türkiye’yi tük’lere haram edeceğiz!” diye bağırıyor. çukurova üniversitesi’nde pkkcı öğrencilerin, kurtarılmış derslikleri var.. kim konuşturulmuyor, kim işgal altında elinsaf birazcık hocam el insaf!
Yazan:Dolunay Tarih: Haz 2, 2008 | Reply
Sadece Kürt’leri ilgilendiren bir “tekleştirme” politikasından bahsedilmiyor burda. Tabi ki Kürt’ler bu lanet politikadan an çok etkilenen halktır; hatta bir ulustur. “Kurtarılmış derslik” ibaresi çok ilginç. Yani orda Kürt öğrenciler dışında kimse eğitim göremiyor mu? Tabiki görüyor; ama Gazi Ünv. nde ülkücüler terör estiriyor; buna ne diyeceksiniz? Genç kızlar erkek arkadaşlarıyla el ele tutuşuyor diye bıçaklanıyor…
1 Haziran Mitinginin kardeşlik ve barış ruhunun hep hakim olması dileğiyle…
Yazan:ümit harmancı Tarih: Tem 30, 2008 | Reply
ferhat kentel hoca,bilimsellik örtüsü altında ülkene bir oryantalist gibi baktığının farkında mısın???Daha da kötüsü ‘kafasında şablonlar olan ve bu şablonların dışına çıkamayan bir oryantalist’…asıl resmi ideoloji sizin kafanızdakiler..(suçlu TC,masum kürtler ; kötü statükocular,iyi bizler vb vb vb)..adının önündeki akademisyen titrini koy kenara; ya erkek emine ayna lığa devam et,yada o titrin gerçek hakkını ver….senin sevemediğin bu toprakları sevenler var..(hadi beynindeki ‘şablon otomatik pilotunu’ çalıştır ve boynuma ‘faşist’ yaftası asıp,zihnini rahatlat,hadi hadi!!!!)