Turgut Özal’ı anarken…
By Rafet Gunay on Nis 24, 2008 in Makale
Merhum Turgut Özal’ın ölümünden bu yana on beş yıl geçmesine rağmen hala aranıyor olması, özlemle ve büyük bir samimiyetle hatırlanması üzerinde durulması ve bazı dersler çıkarılması gereken bir husustur. Türkiye’de, hadi Osmanlı dönemini bir yana bırakalım Cumhuriyet döneminde, biraz daha daraltırsak çok partili demokrasi döneminde, onlarca bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı gelip geçmiştir. Bunlardan öte dünyaya göçenlerden kaç kişi Merhum Özal gibi hatırlanıp aranmaktadır?
Herhalde bir elin parmakları kadar bile değildir.
Ölümünden on üç yıl sonra bir mevlit programı düzenleniyor ve ülkenin muhtelif yerlerinden binlerce kişi geliyor, onu rahmetle anarak adeta bir özlem gideriyor, eksikliğini hissediyor ve farklılığına dikkat çekiyor…
Üzerinde düşünülmesi gereken temel soru Merhum Özal’ı farklı kılan özellikler nelerdi? Toplumun değişik kesimleri onda neler gördüler ki bu kadar sahiplendiler?
On üç sene öncesine gidip Özal’ın cenaze törenini hatırlayalım. Binlerce insan O’nun arkasından göz yaşı dökmüş ve “sivil cumhurbaşkanı”, “demokrat cumhurbaşkanı”, “Müslüman cumhurbaşkanı” gibi pankartlar açmışlardı.
Bugün toplumun özlemini duyduğu yine bu nitelikler olmalıdır.
Evet Merhum Özal sivil bir cumhurbaşkanı idi. O bir bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak elbette “politik toplum”a mensuptu. Ancak şimdiye kadar oluşmuş geleneklere pek uyan biri değildi. Davranışları, hayatı, tepkileri sivildi. Sivil kesime mensup kişiler gibi yaşıyor, onlar gibi tepki gösteriyor, onlar gibi davranıyordu. Şort giyiyordu, tişörtle toplum içine çıkıyordu, müzik dinliyordu, tiyatroya, sinemaya, gazinoya gidiyor sıradan insanlar arasına karışıyordu. Toplum onun şahsında kendisini buluyordu. Pek çok konudaki tepkileri sivil insanlar gibiydi. Bütün sorunlarına rağmen eşiyle el ele vererek halkın içine çıkıyor, hepimiz gibi çocuklarıyla sorunlar yaşıyordu. Asla fildişi kulesinde değildi, çarşıda pazarda karşılaşmak mümkündü.
O toplumun gözünde inançlı bir Müslümancı. Cumaya gidiyor, tekkede diz çöküyor, zikir yapıyor, dua ediyor, tevekkül gösteriyordu. Buradan diğer siyasiler bunları yapmıyor veya Müslüman değildiler anlamı asla çıkmamalı. Merhum Özal’ın Müslümanlığı topluma daha sempatik, gerçekçi ve hoş geliyordu. Mesela O, başörtüsünü sorun yapmadığı gibi başı açıklığa karşı da bir tepkisi yoktu. İnsanları olduğu gibi kabul ediyordu. Aynen toplumun büyük çoğunluğunun yaptığı gibi. Hepimizin ailesinde hem başı örtülüler, hem de başı açıklar var ve asla bir sorun teşkil etmeden birlikte yaşamaya devam ediyoruz. Toplum farklılıklarla birlikte yaşamayı biliyor, farklılıkları kendi arasında sorun yapmıyor. Zaten toplumsal hayat ve gerçeklik farklılıklar üzerinde kurulu bulunuyor. Merhum Özal da bunu biliyor ve normal karşılıyordu.
Diğer yandan Merhum Özal demokrat bir liderdi. Halkın oyuna, tercihine saygı duyuyordu. Çoğunculuğu yadsımıyor bir avantaj olarak görüyordu. O bir mühendisti ama toplum mühendisliği yapmıyordu. Türk seçkinlerinin bir türlü vazgeçemedikleri toplum inşasına yönelmemişti. Dünyanın nereye doğru gittiğinin farkındaydı ve ülkesinin bu gelişmeleri ıskalamaması gerektiğini savunuyordu.
O kendi toplumuyla barışık olmanın yanında dünya ile de barışıktı. Komşularla olan sorunları barış ve diplomasi yöntemleriyle çözmekten yanaydı. Gerektiğinde güç kullanılmasından da kaçınmıyordu. Ancak devletlerarası ilişkilerde klasik güç kullanımı yöntemlerinin artık gündemden düştüğünü ve yerini ekonomik ilişkilerle teknolojik gelişmelerin aldığının farkındaydı.
Merhum Özal, toplumu dünyaya açmaya çalışıyordu. Başkalarından yardım dilenmektense iş yapmayı önemsiyordu. Öncelikle insanımızın yıllardır incinmiş, kırılmış ve rencide olmuş gururunun ve kendisine güveninin sağlanması gerektiğine inanıyor ve bunun için çaba gösteriyordu. Türk insanı inanılması zor bir kompleks içindeydi ve dünya ile ilişkileri sorunluydu. Bunun aşılabilmesi için çok çaba göstermişti.
Turgut Özal milletimizin gönlünde kalıcı bir yer edinmiştir. Onun bu yeri tesadüfi değil politikalarının, kişiliğinin ve gerçekleştirdiklerinin bir sonucudur. Onu rahmetle ve minnetle anmak yapılabilecek en mütevazi bir davranıştır.
Arkadaşları bakınız nasıl tarif ediyorlar:
Kenan Evren (12 Eylül darbesi lideri, eski Cumhurbaşkanı): Özal’ı Köşk’te kabul ettim. Yanıma yanaştı tokalaştık. Sonra beni kendine doğru çekti ve öpüştük. Aklımda sarılıp öpüşmek yoktu. Ama sıcak bir diyalog oldu. Özal’la başbakanlığı süresinde beraber çok iyi ve uyumlu bir şekilde çalıştık. Çok çalışkandı… Zaman zaman bazı anlaşmazlıklar oluyordu ama birbirimizi daima kollardık.
Mehmet Keçeciler (Eski bakanı): Demirel, Turgut Bey’in parti kurmasını, başbakan olmasını, cumhurbaşkanı olmasını hiçbir zaman hazmedememiştir.
Abdulkadir Aksu (Eski bakan): Özal, aklına bir şey gelirse gecenin ikisi üçü hiç fark etmez, bize, bürokratlara, müsteşarlara, genel müdürlere, belediye başkanlarına telefon açardı. GAP’a önem verdiğinin belgesi olarak Bakanlar Kurulu toplantısını Atatürk Barajı’nda yaptı.
Hasan Celal Güzel (Eski bakanı): Turgut Bey, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Emniyet’in tahsisatlarını artırmada cimri olmamıştır. “Türkiye’nin güvenliği için ne isterseniz veririm” demiştir. Diğer taraftan, mümkün olduğu kadar bu kurumların anti-demokratik ilişkilerini kesmeye çalışmıştır.
Şerif Ali Tekalan (Eski YÖK üyesi): Son Orta Asya ziyaretinde Azerbaycan’daydık. Özal bana; “Şerif Ali bey, ben bu gezide Hocaefendi’nin teşvikleriyle yapılan çok güzellikler gördüm, kendisiyle bunlarla ilgili konuşmak isterim, döner dönmez Fethullah Gülen Hocaefendi’yle bir görüşsek, benim bu isteğimi kendisini iletir misiniz?” dedi.
Cemil Çiçek (Eski bakanı): Özal dindar bir insandı. Bu ülkede en önemli reformları, halkla bu anlamda en kalbi yakınlığı ancak toplumun inancıyla ters düşmemiş insanlar başarmıştır. Sayın Cavit Kavak sol, ben sağ kulvarda yer alıyorduk. Özal bizi bir araya getirdi; “Kavga edeceğinize somut sorunlara kim ne katkı verir bunu tartışın.” dedi.
İhsan Doğramacı (Eski YÖK başkanı): Özal’dan önce cebinde on doları olanı hapsederlerdi. Çünkü dolar bulundurmak yasaktı. Şimdi cebinde kredi kartıyla istediğin yere git. Özal, reformcuydu, cesurdu.
(mülakat zaman gazetesi portalından alınmıştır.)
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
4 Yorum
Yazan:ALPEREN Tarih: Nis 24, 2008 | Reply
BİR DEĞİŞİM ÖNDERİ ÖZAL
ALPEREN GÜRBÜZER
Bir Anadolu insanı, hayallerinin ak ve kara olmadığı, insanları ötekiler diye tasnif etme düşüncesinden bağımsız vizyonu, dindarlığı, demokrat tavrı ve duyarlılılığı ile dikkatleri çeken bir lider.. Bu fani dünyadan öteki aleme uğurlanırken Fatih Sultan Mehmet’in manevi soluğu altında bulunmak adına vasiyetinde; Beni İstanbul’a defnedin diyecek kadar da iman abidesi. Fatih Sultan Mehmet de çağ kapatıp çağ açarak tarihe geçmişti çünkü.
Türk siyasi hayatı iki ekoldan dallanıp budaklandı bugüne dek.. Bu iki siyasi kanalın biri CHP, diğeri DP’dir. Her ikiside İttihat Terakki kökenli, aralarındaki fark; İsmet İnönü’den beri birinin sol, diğerinin sağ, yani biri devletçi diğeri daha liberal çizginin öncüsü olmasıdır.. Özal, her iki çizgininde ötesine taşarak kendi ifadesiyle dört eğilimi bi arada tutan, Türkiye’nin önüne yeni bir yol haritası koyacak kadar bir dizi reformlar ortaya koyan usta bir deha.. Dolayısıyla Turgut Özal’a Türkiye’ye yeniden çağ açan anlamında reformist diyenlerde oldu. O, gerçekten alışılmışın dışında siyasi kalıpları bir bir devirerek Türkiye’ye ufuk açtı.. Biliyordu ki; 12 Eylül öncesi siyasi anlayışla doksanlı ve ikibinli yıllar mahv olacak, ya da üçüncü dünya ülkeleri kategorisine dahil olacağımızı. Bu gidişe son verilmeliydi, düşündü, taşındı, kafa yormaya koyuldu, Önce dünyayı karış karış gezdi, gezdikçe de vizyonu arttı, asla ara vermedi çalıştı, inandı ve sonunda amacına ulaştı. Türkiye’yi kapalılıktan aydınlığa taşıdı. Onun genlerinde başarılı olmak azmi vardı zaten.. Euromoney dergisinde bir bayan gazetecinin bile gözünden kaçmamış Özal’ı öylesine iyi analiz etmişki, röportajı esnasında Demirel’in parlak dönemlerinin bile Özal’ın yanında bulunduğu zamanlarda gerçekleştiği teşhisini ortaya koyuyor.
O, dünyada ne olup bitiyor, bizatihi yakinen takip eden biri olmasıyla damgasını vurdu Türk siyasetine.. Gerçekten bir siyasetçi ne kadar Ankara’ya mahkumsa o siyasetçiden ve o liderden iş çıkmadığı gibi, gözü kapalı ülkeyi idare eden lider demektir.
Vizyon sahibi liderlere bir bakın hepsi dünyaya açılan çok okuyan, düşünen, değişim öncüsüdürler. Özal, 1952’de Amerika’ya gitme imkanı elde etti. Sonra Türkiye’ye dönüşü ile birlikte ODTÜ’de matematik derslerini verdi, daha sonraki yıllarda Amerikada Dünya bankası uzmanlığında bulunmanın yanısıra Demirel’e müşavirlik ve akabinde planlama müsteşarlığı yaparak başarı basamaklarını adım adım ilerlemiş, en nihayet Cumhurbaşkanı olarak devletin zirvesine oturmuş, ama o tepe noktası Başbakanlık kadar faal olmadığı için son zamanlarında siyasete bile dönme işaretlerini vermişti.
Mazide yaşananlara da vakıftı aynı zamanda. Tarihe de büyük bir merakı vardı, zaten yaşadığı çocukluk ve gençlik dönemlerinde siyasi açıdan ilginç önemli kesitlerin bulunması avantajdı, dolayısıyla herbir kesit onun için canlı birer tarihi malzeme oldu. Eskiyi yaşamış tecrübe edinmiş, üstelik yaşadığı dönemlerde yeniliğin Cumhuriyet ve yılbaşı baloları ile simgeleştiğini yakından gördü. Hatta Ezan’ın Arapça okunduğu devirleri, memurların devletin simgesel değişikliklerin kobayı olarak kullanıldığı günleri de gördü. Yine bizatihi ebeveyni memur olması dolayısıyla böyle balolara götürüldüğünü yakinen müşahade etti, insanları zorla dans ettiklerine şahit oldu. Bütün bu yaşadıkları ve gördükleri beyninde ve ruhunda gedik açtı, sırası geldiğinde isteyen dans eder isteyen dans etmez anlayışının yerleştiği bir Türkiye bıraktı ardından. O namazı bile yaşadığı aile ortamında öğrenmedi, sadece yengesini namaz kılarken görmüşlüğü var, okuduğu teknik üniversitede namaz kılan gençlerin yanına sokularak banada öğretin demiş ve öyle başlamış dini hayatın ilk basamağına, yasaklı dönemlerde gizli gizli namazlarını kılarak kendini ele vermemenin psikolojisini yaşadı ruhunda ve arkadaşlarıyla birlikte takibe alındıklarını gördü hep. Ardından tasavvuf büyüklerinin soluğuyla soluklanma şerefine nail oldu.. Öyle ki aldığı tasvvufi terbiyenin tesiri olsa gerekki; 12 Eylül sonrası Muhammed Raşit Hz.lerinin askerlerce Gökçeada’ya sürgün edilmesi sonucunda Cumhurbaşkanı Evrenden mecburi ikametin kaldırmasını talep etmiş ve bununla da yetinmemiş bu yönde gayret göstermiş, nihayet iki yıl sonra tekrar Menzil’e dönmesini sağlamıştır. Bütün bu yaşadıklarından ders çıkartmayı da ihmal etmedi; bu gidişin iyi gidişat olmadığını iç dünyasında muhasebesini yaptı, canı sıkıldı ülkemize yakışır manzara olmadığını idrakiyle hedef edindi, silkindi; ya değişecek, ya değişecek diye and içti ve kötü gidişatı değiştirmeye karar verdi kendi kendine.
Her alanda hantallık gırla gidiyordu, bürokrasi desen; Allah versin evlere şenlik, yan gel yat, al maaş anlayışıyla yönetiliyordu devletin kurumları… Sadece hantallık ve statükoculuk iç politakada mı, dış politikada da geçerli akçe.. İnönü tutuculuğu o alana da sirayet etmişti. Atatürk öyle değildi; bir bakıyorsun Hatay’ı topraklarımıza katıyor, diğer yandan Boğazlar meselesini Montro’da değiştiriyor, gah bakıyorsun İngiltere’ye Fransa’ya göz kırparak müttefik gibi gözüküp, İtalya ve Almanya’ya karşı kendimizi sağlama alıyordu. Fakat İnönü çizgisinde bunu görmek mümkün gözükmüyor, daha çok suya sabuna dokunmamak anlayışı hakim maalesef. Bu yüzden gerek hariciye, gerekse dahiliye bürokrasisi İnönü’nün yolunun takipçileridir her biri.. Bürokrasi olaylara at gözlüğü ile bakmaya alışmış bir kere, masabaşından değerlendirmekten hoşlanırlar, korkakdırlar , ürkekdirler,değişim çizgisinden yana değildirler, zaman zaman zinde güçlere ihtilal davetiyesi çekmede de hünerdirler, hatta birifing almaya da pek merakdırlar. Bürokrasimiz hiçbir zaman seçilmişlerin yanında yer almazlar alamazlarda, çünkü atanmış kollu kuvvetlerinin yanında konu manken olmak risk oluşturmadığının bilinciyle işin kolayını tercih ederler. Bu arada İcraatlerini sergilerken de Atatükçülüğü koz olarak kullanmayı da ihmal etmezler. Oysa, izledikleri yol Atatürk’ün yolu değil, İnönü’nün statükocu çizgisidir. Bu zavallı aklı evveller Atatürk ve Fatih Rüştü Zorlu gibi ustalıkla anında karar veren, atik, başarılı dış politikada dudak ısırtacak hamlelerden çok uzaktalar, üstelik başarısını kıskandıkları Zorlu’nun idamına da ses çıkaramadılar. Bir takım klişeleşmiş sloganlarla övünmek meziyet addedilmiş, nitekim incelendiğinde pek çok işe yaramaz adamların, hatta iki koyunu bile gütmekten aciz insanların köşebaşlarında durmaları için sloganları birkoz olarak kullanıldıkları görülecektir. Kavgacıdırlar, ikna edici değillerdir, dünya ile yarıştan uzak konumdalar çünkü..
Artık dünya tek kutuplu sisteme kaydı, ama bilahare iki denge sistemine oturacak elbette. Çünkü dünyanın doğuşundan beri hep iki kutuplu, Habil ve Kabil kavgasında olduğu gibi, henüz dünyadaki değişim tamamlanmış sayılmaz, süreç devam ediyor ve işliyor.
Dünyada özgürleşme adımları hızla ilerliyor, hergeçen gün insan hakları konusunda duyarlılık daha da artıyor.. İşte Avrupa Birliği, işte Amerika, işte Kanada, işte Meksika, hakeza Güney Amerikada ayrı birliktelikler kuruluyor, birbaşka gelişme ise Japonya’yı da merkez alan uzak doğudaki örgütlenmeler, bizdeki Karadeniz işbirliği gibi bölgesel adımlar dünyanın yeni bir döneme girdiğinin işaretleri, daha sayamadığımız bir dizi nice dönüşümler ve değişim paktları sözkonusu dünyada..
Bir zamanlar refah devleti ülkü edinilmişti, yakın bir zamanda da sosyal devlet olma ideali, her ikiside bitti . Artık devletin misyonu yerine insanın rolü devreye giriyor şimdilerde, Devlet baba geleneğinde israr etmek yarınlarımızı kaybetmek demekti zaten, nihayet deniz bitti, ister istemez insanın refahı ön plana geldi gündeme. Devlet rızık kapısıdır anlayışı gerilerde kaldı Özal’la. Gerçi Özal’ın da devletin değişik kademelerinde hizmet vermesi dolayısıyla azda olsa devletçi yönleri görüldü, ama zihniyet olarak özelleştirmenin ve bireyi ön plana almanın getireceği avantajlarının şuurunda bir zihniyete sahipti. Makul olanı İnsanı merkez almaktı, devleti değil. Müteşebbisin önündeki engeller kaldırılmalıydı. Evvela Köprüyü satarsın satamazsın tartışmalarıyla aralandı özelleştirme girişimleri. Sonra sınırlarına haps olmuş ülke yerine dünyaya açılan konumuna geldik, iyide oldu. En azından gözümüz açıldı, aksi takdirde siyah beyaz ekrana esir kalıp tek kanalla dünyadaki gelişmeleri takip etmeye çalışacaktık..
Birzamanlar tek tip yönlendirmelerle evimizin önünü bile temizleyemez halde bir Türkiye idik. Özal’ın o engin ufku Ülkemize yansımasaydı internetten habersiz kalıp Ecevit tarzı daktilo tuşlarına dokunmakla ömür tüketecektik, Özal adeta bir çağ kapattı çağ atlattı, ufuk açtı ülkeye, vizyon denen şey bu. Yerellikten evrensilliğe gidişin süreci onla başladı, açtığı yoldan geri dönüldüğünde asıl o zaman dananın kuyruğu kopacak dediğimiz irtica tehlikesinden söz edebiliriz belkide. Başörtüsünü irtica simgesi göstermek çabası şimdiye kadar Ülkemizi geriye götürdükleri eylemlerinin örtbas için ileri sürdükleri bahane olsa gerek. Bir elde yerellik, diğer elde evrensel değerler ilkesini onunla kavradık. Sıçrama ise böyle bir sıçramadan ancak söz edilebilir, gerisi laf-ü güzaf.
Artık Türkiye kabına sığmıyor, öteler kanatlanmak istiyor, halkın gözünde parlayan ışıktan belli değil mi?. O ışıktan, derin devletin mekanizmaları ve elitist seçkinleri endişelenseler de değişim kaçınılmaz. Dünyaya kapalı bürokrasi ve siyaset anlayışı halkı canından bezdirmişdi, Özal’ın şahsında yürütmede hızla karar vermeyi ve gerçek siyaseti öğrendik, tabi bu; iş bilenin kılıç kuşananın işi, bir koyup üç alırız diye irade sergiliyenin işi.. Ezikliğimiz onunla aktif dış siyasetine dönüştü, ABD’ye gittiğinde Başkana elini uzatarak ben buraya para talep etmeye değil, ticaret yapmaya geldim diyerek kapı kapı para dilenen Türkiye portresini bir kalemde siliverdi..
Eski anlayışlar pirim etmiyor artık, küresel rüzgarların estiği dünyamızda yeni şeyler söylemek yeni kararlara imza atmakla belirleniyor siyaset. Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağar abad olurdu. Günümüzde başımız dik, alnımız açık Türkiyeden söz eden siyasetçi revaçta, diğerleri iki anahtar ya da herkese bir araba gibi duygu sömürüsü vaadleriyle eski alışkanlıklarından devam ettikleri müddetçe tarihin boş sayfalarına gömülmeye mahkumdurlar…
Velhasıl, O gönüllerde hala taptaze, ruhu şad olsun.
Yazan:fuatogl Tarih: Nis 24, 2008 | Reply
Guzel bir yazi. Cok guzel ozetlemissiniz. Bende izninizle ozetin ozetini cikartayim:
(12 Eylül darbesi lideri, eski Cumhurbaşkanı)
(Eski bakan)
(Eski bakan)
(Eski bakan)
(Eski YÖK üyesi)
(Eski bakan)
(Eski YÖK başkanı)
Bana arkadasini soyle, sana kim oldugunu soyleyeyim denir ya 🙂
Yazan:turan çevik Tarih: May 7, 2008 | Reply
sadece barış manço ve
merhum şehid turgut özal ı televizyonda görünce gözlerim yaşarıyor. meğer ne çok özlemişim ikisini de.. çocukluğumuzdaki “adam”lardan..
Yazan:Tayfun Tarih: Nis 1, 2010 | Reply
”başbakan, cumhurbaşkanı vs. vs” sıfatları bir yana, her şeyden önce VİCDAN sahibi, manevi vasıflarını yitirmemiş bir İNSANdı. Bu nedenle de sistemin kölesi olmadı. Sistem onu zincirleyemedi, derin devlet ona istediklerini yaptırtamadı, suikastler düzenlediler, elinden geleni ardına koymadılar. Umarım o zihniyetler bu ülkede bir daha asla iktidar olamayacaklar!