Tuzla’ya tuz basmak
By Ekrem Senai on May 22, 2008 in Makale
Yandaki fotoğraf 1932’de ABD’de bir gökdelen inşaatında çekilmiş. Resimde en çok dikkat çeken nokta yerden yüzlerce metre yükseklikte mola vermiş işçilerin yüzündeki kanıksamış ifade. Sanki bir metrelik bir duvar üzerinde oturuyorlar!. Hiçbirinde emniyet kemeri yok. Ayakkabıları göründüğü kadarıyla bu işte çalışmaya hiç uygun değil. Ama hakkını yememek lazım, bazılarında eldiven var. Bu inşaatta birçok insanın öldüğünü tahmin etmek hiç de zor değil. Eminim bu fotoğraftaki manzaradan önce de aynı inşaatta ölenler olmuştur. Ve muhtemelen patronları işçilerini “daha dikkatli çalışmaları” konusunda uyarmıştır. Ve hatta hepsine kemer dağıtmış olduğuna da eminim. Peki ne oluyor da aynı hatalar sürekli tekrarlanabiliyor, ve 70 sene içinde ABD’de iş güvenliği konusunda neler değişti ki artık böyle bir manzara görmek mümkün olmuyor?
Bir arkadaşım Tuzla’da ölen işçilerden birinin komşusu. Bugün dert yanıyor bana “Her gün dul eşini ve yetim çocuğunu görüyorum, içim sızlıyor, elimden bir şey de gelmiyor..” diyor. “Ne işçiler, ne de patronları ibret alıyor. İnsanlar gözleri önünde ölürken aynı hatalar tekrarlanabiliyor”… Stajyerken bütün vücudu yanmış bir abimizle tanışmıştım. Madende fotoğrafla çekim yaparken flaş, biriken gazı ateşlemiş ve bir an içinde tüm vücudu başından tırnağına kadar kavrulmuş. Hayatı altüst olmuş. Defalarca intihar etmeyi düşünmüş ama eşi ve çocukları için yaşamayı seçmiş. Çalıştığı şirket cebine biraz para koymuş, hastane masraflarını ödemiş ve işe devam etmesini sağlamış. Bu, onun minnet etmesi için yeterliydi. Ne kimseden hesap soracak gücü, ne de hakkını savunacak dirayeti vardı. Tuzla’daki sorunlardan biri bu işte. Vasıfsız işçi, karnını doyurmak için bir iş buluyor. Hatta, iş, ne kadar riskliyse maaşı o kadar yüksek olduğu için güvensiz işleri tercih ediyor, üç kuruş fazla kazanabilmek için. İşçi, işsizliğin bu denli yüksek olduğu bir ortamda, çalışma koşullarını gözardı edip çalışmaya mecbur kalıyor. Taşeronlaşma ise bir diğer sorun. Büyük şirketlerin, istihdam ettiği elemanların güvenliğini sağlama imkanı ve gücü var. Ama taşeron şirketler küçük kar marjlarıyla çalışıyor. İş güvenliği konusunda önlem almak, onlar için kazandıkları paradan vazgeçmek anlamını taşıyor. Bu yüzden, şirketler, risk değerlendirmeleri, ramak kala raporlamaları, maruziyet azaltılması, eylem planı oluşturulması ve uygulanması, eğitim verilmesi gibi masraflı (!) şeylerle uğraşmak yerine işçisine “baret, gözlük, kemer” verip “dikkat etmesi” konusunda uyarmak dışında bir şey yapmamayı tercih ediyor. Sanayi devriminin başından beri Avrupa’da da, Amerika’da da böyleydi. Ne zaman şirketlerin ödedikleri tazminatlar ve cezalar yüksek yekünler tutmaya başladı, büyük sanayi şirketleri iş güvenliği konusuna eğilmeye başladılar. Ne yazık ki sanayicileri, insan canı konusunda ikna etmenin yolu da, yine para yönünden canlarını acıtmaktan geçiyor. Tuzla’daki üçüncü büyük sorun ise, aslında tüm Türkiye’nin sorunu: Bilinç eksikliği . Hayır, bunun eğitim düzeyiyle bir ilgisi yok. İnsan yaşamına değer vermemek gibi temel bir sıkıntımız var. Mesela, yanından yürüyerek geçtiğimiz inşaattaki işçinin kemer takmaması bizi pek ilgilendirmiyor, ve uyarmaktan imtina ediyoruz. Peki çocuklarımızı elektrik çarpmaması için önlem alıyor muyuz? Evimizde kaçak akım röleleri var mı mesela? Peki kaçımızın evinde yangın söndürücü var? Sürekli işverenlerin sorumluluğundan bahsediyoruz. Peki evimizde camlarımızı pencereden sarkarak silen temizlikçiye kemer taktırmayı düşündünüz mü hiç? Neden düşünmediniz, ona bir şey olmaz mı? Anlatmak istediğim şu ki, iş güvenliği kollektif kültürün bir parçasıdır. İnsan yaşamına ne kadar değer verildiğiyle ilgilidir. Bu bilinç oluşmadan bir şeylerin hızlıca düzeleceğini beklemek yanlış olur.
Tuzla’yı siyasi malzeme yapmak hata olur. Ama sendikalar ve sivil toplum kuruluşlarının siyasetten beklentileri vardır ve haklı taleplerdir. Taşeronlaşmanın önüne geçilmesi bunlardan biridir, sıkı denetimler ve güvensiz firmaların kapatılması da çözüm olabilir. Ölümlerden kaynaklı cezaların arttırılması da gereklidir. Bunun yanında işverenin vergi yükü azaltılmalı, iş güvenliği harcamaları teşvik edilmelidir. Fakat bütün bunlar gerçekleşince ölümlerin biteceğini sanmıyorum. Çünkü sorun, sadece Tuzla tersanelerinde var olan bir sorun değil; bizi çepeçevre kuşatmış bir sorundur. İnşaat sektöründe de, maden sektöründe de, demir-çelik sanayisinde de her gün ölümlü kazalar yaşanıyor ve bu durum yıllardır böyle. Umarım Tuzla, işçilerimize de, ama özellikle işverenlerimize ve tüm siyasilerimize örnek olur. Çünkü mevcut durumumuz resimdeki kaygısız metal işçilerinden pek farklı değil.
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
3 Yorum
Yazan:çuvaldız Tarih: May 22, 2008 | Reply
Anlatmak istediğim şu ki, iş güvenliği kollektif kültürün bir parçasıdır. İnsan yaşamına ne kadar değer verildiğiyle ilgilidir. Bu bilinç oluşmadan bir şeylerin hızlıca düzeleceğini beklemek yanlış olur.
Yazıyı okuyup,resme bir süre baktıktan sonra “bilinç “ dediğiniz şeyin nasıl oluşturulabileceğine dair düşünürken aklıma seneler önce Aids ile ilgili caddelerde bir gece vakti yapılan ropörtajda söylenenler geldi.”atın ölümü arpadan olsun” yada “aids bize bir şey yapmaz”.Bu ve buna benzer yayınlarla beraber pek çok kampanya ile insanlarımızın nasıl Aids den korunacağı pek de ala ve ses de getirecek şekilde anlatılmıştı.Aids hakkında az yada çok bilgi sahibi olmayan sağır sultan kalmamıştır herhalde.Toplumumuzun Aids’ten “korunma” konusunda ulaştığı bilinç düzeyi iş kazalarından nasıl “korunulacağına” dair oluşması beklenen bilinçten daha yüksektir eminim.
Bu örnekle de sendikaların bunca zaman sessiz sakin durup şimdi “can güvenliği” derdine düşmüş gibi görünmeleri, kandırmaca/göz boyamaca/işçiyi siyasi amaca alet etmek için sokaklara taşıyıp paravan olarak kullanmaktan öte bir anlam ifade etmiyor.
Bunları söyleyen kim? 28-30 Temmuz 2000’de yapılan DİSK 11. Genel Kurulu 2. turunda 356 geçerli oyun 222’sini almayı başarıp başkan olan Süleyman Çelebi!
• 1992-2004 arası 12 yılda 41 işçi ölümü
• 2004’te 5 işçi ölümü
• 2005’te 8 işçi ölümü
• 2006’da 10 işçi ölümü
• 2007’de 12 işçi ölümü
• 2008’in ilk 1,5 ayında 6 işçi ölümü.
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=15485
Taksime gitmek için direten sonra da “can güvenliğimiz yok “ diye son dakika gitmekten vazgeçen adama sendika başkanı sıfatına sahip olduğu için sorarlar;
Bu zamana kadar “can güvenliği konusunda” aklınız nerdeydi,görevde olduğunuz 8 senedir planlayamadığınız “ölümleri önlemeye katkı sağlayacak girişimleriniz nelerdir?
İşçinin canından önce aklınıza neden hep maaşı,bayramı geliyor?İşçi bayramını Taksim’de büyük kalabalıklarla kutlamayı akıl ettiniz de siz başkan olduktan sonraki dört sene de dahil olmak üzere 12 yılda 41 işçinin öldüğü bir sektörde cirolar katlanmadan “can güvenliği” önlemleri ile ilgili kayda değer bir şeyler yapmayı neden düşün(e)mediniz de bir haber sunucusunun çözüm odaklı sorusuna neden kem küm ederek cevap verdiniz?”diye insan düşünmeden edemiyor.
Sendikalar gibi toplumu örgütleyebilenler siyasi rant peşinde yukarıda dövüşmeyi bırakıp aşağıdaki bireye haklarını anlatsa belki bu bilinçlenme kaplumbağa hızından kurtulur.
Yazan:ALPEREN GÜRBÜZER Tarih: May 22, 2008 | Reply
GÜVENLİK SİSTEMİ VE İSTİHBARAT ANLAYIŞIMIZ
ALPEREN GÜRBÜZER
Güvenlik konusu bizim toplumumuzda en son düşünülen unsur maalesef. Tevekkül yönümüzden mi, bilgisizlikten mi bilinmez ama duyarsızız bu konuda hala. Tedbiri al takdiri Allah’a bırak sözünü hayatımıza geçiremedik bir türlü.
Kayıtsızlığımız başımıza hiç beklemediğimiz anlarda bedeli ağır olaylara sebep oluyor. Nemelazımcılık içinde bulunduğumuz bir hastalık tablosu. Dayanışma şuurunu yitirmiş fertlerde görülen marazi bir hastalık. Böyle olunca toplumsal güvensizlik doruk noktalara ulaşabiliyor. Bu durum bir toplumun bile bile kurban edilmesine, kendi kendine idam fermanının ilan edilmesine yol açmaktadır. Bu gidişe son vermeli. Öyle ki toplumun devletine güven duyduğu devletinde toplumun hizmetkârı olduğu sistemin kurulması elzem haline gelmiştir
Ülkemiz hala geçiş süreci yaşayan bir toplum durumunda. Yani tarım toplumunda sanayileşmiş bilgi toplumuna geçişi tam anlamıyla gerçekleştirememişiz… Dolayısıyla geçiş içinde bulunan toplumların güvenlik sistemi de sancılıdır. Çünkü daha henüz sanayileşmesini tamamlayamamıştır. Sanayileşmeye paralel olarak modern güvenlik sistemi de o oranda önem kazanacaktır. Güvenlik sistemimizi kurmak için milyarlarca para dökmekten çekinmemeli, bu da yetmez bu iş için özel kalifiye elemanlara da ihtiyaç vardır. Güvenlik sistemimiz adeta taşeronlara havale edilmiş, profesyonel güvenlik ağı olmayınca da başımız dertten bir türlü kurtulamıyor. Zaten sürekli medyada; Devlet-mafya-polis üçgeninden sıkça bahsedilmesi doğru dürüst güvenliğimizin olmadığını gösteriyor.
Güvenlik sisteminin şuuruna varmamış şirketlerde ve özel korunması gereken yerlerde çok kere maliyetten kaçma temayülü görülüyor. Sürekli kar duygusu, eylem planlayıcıların işini daha da kolaylaştırmaktadır. Çok büyük geri dönülemez ihmallerle karşı karşıyayız, sonrada bunun ceremesini toplum çekiyor. Artık şehirlerimizi, bir köy gibi düşünemeyiz, güvenliğimizi köy koruyucusu edasıyla çözeceğimizi düşünüyorsak hala tarım toplumunun geleneksel birtakım öğelerinin üzerimizden atmadığımızı gösterir. Bu görünüm bize itibar kazandırmaz, dünyada bizi küçük düşürür de. Kaderimizde ne yazılıysa o olur, deyip geçiştiremeyiz. Elbette kaderde ne varsa o olur, ama kadere iman etmek tedbirsizlik demek değil ki. İnanıyorsak tedbirimizi alıp takdiri Allah’a bırakmanın gereğini yapmamız gerekiyor. Ulu Hakan Abdülhamit Han veli tabiatlı padişah olmasına rağmen, sadece tevekkülle yetinmeyip dünyanın en gözde istihbaratını kurarak muhtemel olaylara önceden emniyet tedbirleri almıştır. Ulu Hakan kurduğu güvenlik ağı sayesinde kurtlar sofrasında 33 yıl Osmanlıyı ayakta tutmayı başarabilmiştir. Nitekim Yıldız İstihbarat Teşkilatı devrinin en ileri güvenlik sistemine sahip, dünya dengeleri ayarlayacak şekilde teşkilatlanmış bir güvenlik örgütü idi. Cennetmekân Ulu Hakan tahttan indirilince istihbaratımızda zayıflamış ve Osmanlı’nın hızla çöküş süreci başlamıştır böylece.
Terör olaylarına kayıtsız kalmamalı. Çünkü anarşi sadece dar alanları hedef almıyor, büyük şehirleri ve metropolleri de tehdit ediyor. Hele hele toplu iş merkezlerinde mevcut güvenlik sistemine rağmen birbiri ardına eylemler gerçekleştirilebiliniyor. Bu tip yerlerde silah kullanmak yerine tahrip gücü yüksek bombalar tercih ediliyor. Çünkü silahla birkaç kişinin yok edilmesi söz konusu, paketli bombayla infilaka yol açarak kitle niteliğinde can kaybına uğratabiliyor. Genel güvenlik sistemimiz var, ama her nedense tahrip gücü yüksek bomba sokulabiliyor. Demek ki; silahlı eylemin verdiği zarar sınırlıdır. Fakat tahrip gücü yüksek bombalar böyle değil.
Tabii ki modern güvenlik sistemini de kurmuş olsak da güvenliğimizi yüzde yüz ortadan kaldıramaz. Bir kere terörist kafasına cinayeti koymuş, onlardan ne beklenir ki? Güvenlik sisteminde ileri gelişmiş ülkelerin seviyesine gelmekten kastımız, caydırıcılığı hâkim kılmak içindir. Kurulacak olan evrensel standartlardaki güvenlik sistemi tehlikeyi tamamen ortadan kaldırmasa da etkisiz hale getireceği muhakkak. Her zaman güvenlik konusunda her zaman planlandığı gibide gitmeyebilir. Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki; insan faktörünü teknik konusu gibi düşünemeyiz. Geçtiğimiz yıllarda işlenen Sabancı Center cinayeti olayı birçok zihinlerin ufkunu açmıştı. Sabancı Center merkezi son derece güvenlik sistemlerinden kurulu donanıma sahipti, hatta yüz milyara yakın bir meblağ tekabül eden bir paralar karşılığında ithal edilerek kurulmuş sistem ağı vardı. Gel gör ki Sabancı Centerin hali içler acısı, üstelik binanın 25. katında cinayet önlenememişti. Teknik donanım mükemmel görünse de insan unsuru her zaman hesapları altüst etmeye yetmişti bile. Sabancı Centerde kamera sistemi yerleştirilmiş fakat kapılarda alarm ve detektör sistemi yoktu. El detektörleriyle silah tespit ediliyor ama onunda pratik yönü yok. Aslında kapı detektörü bu iş için pratik çözüm olup, silah sokamazsınız. Nitekim bont çantalarla elini kolunu sallayıp, teröristler rahatlıkla eylem yapılabiliyor. Türkiye’de yirmiyi aşkın özel güvenlik şirketi var ama, bu şirketler güvenlik ifa etmekten çok, gözetim görevi yapmaktadırlar. Demek ki, teknik donatımlı güvenlik sisteminizi kursan da çok iyi eğitilmiş güvenlik görevlerine sahip değilsen, milyarlara mal olan güvenlik ağı da işe yaramıyor. Öyleyse güvenlik elamanın eğitiminde hemfikir olmalıyız.
Ülkemiz gerek iç, gerekse dış güçlerin ilgi odağı herkesin gözü bizde. CIA başkanı CNN’de yaptığı bir konuşmada; dağılan Sovyetlerin bulunan ajanların bundan böyle, Ortadoğu ve bilhassa Türkiye’de cirit atacağını söylemesi, güvenlik konusunda ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini gösteriyor. Her yaşanan olayın ardından taziye demeçleriyle geçirecek vaktimiz yok. Aksi takdirde akan gözyaşlarımız dinmeyecek. Birtakım dış istihbarat birimlerini etkisiz hale getirilmesi için Abdülhamit Han’ı örnek alıp, kendi gönüllü ajanlarımızı devreye sokmalıyız. Fakat bunu yaparken siyasi iktidarın kontrolü eşliğinde olmalı ve toplumun âli menfaatlerine ters düşmeden yapılmalı.
Özellikle güvenlik sistemimizi kurarken teknik düşünmenin yanı sıra toplumsal duyarlılığı da geliştirecek projeler de ortaya koymalı. Metropol şehirlerde, büyük iş merkezlerinde öncelikle çevre güvenliğini sağlayacak sistemi yeniden yapılandırmalı, çağın gereklerine uygun donanımda olmalı. Bugün genelde kullanılan sistem Çit sistemidir. Öyle ki bu sistem bir temas neticesinde sinyal verebiliyor. Böylece bütün bina kameralarla gözetlenebiliyor. Girişler şifreli kart sistemiyle sağlanmalı, üst katlara sadece yöneticilerin çıkabileceği sistem ağı kurulmalıdır. El detektörü yerine kapı detektörleri kullanılması daha doğru olacaktır. Bunlardan en önemlisi de iyi yetişmiş kalifiyede teknik donanımlı güvenlik elemanların istihdam edilmesi ve görevlendirilmesidir. Güvenliği taşeron zihniyetle sağlama hevesi hayalden öteye geçemez. Bütün bu tedbirleri aldıktan sonra muhtemel meydana gelebilecek olayları yüzde yüz ortadan kaldırmasa da caydırıcılığının olacağı muhakkak.
Dünyanın en iyi istihbarat birimlerinden olduğu söylenen MOSSAD dahi İzak Rabin’in ölümüne engel olamamıştır. Terörün önüne geçip geçmeme ayrı bir konudur. Önemli olan tehlikelere karşı duyarlı olup olmadığımızdır. Kendimize ve dostlarımıza gösterdiğimiz güvenimizin birazını da bu konulara da yer verebilirsek toplumsal güvenliğimiz biraz daha artmış olacaktır.
Toplumda güven aşınması daha çok derinleşmeden hedefleri ve gerekli güvenliği sağlayacak uygulamaları hayata geçirmeli. Güvenlik sisteminin olmadığı yerlerde çeteler cirit atmaya başlar. Aslında devlet içinde palazlanmış bir takım güçler bize mahsus bir durum değil. Malum olduğu üzere, İtalya’da P–2 Mason locası ile ilgili tartışmalar, devlet içinde odaklanmış Gladio denilen örgütün varlığını ortaya çıkarmıştı. Benzeri örgütler sırasıyla bir başka ülkelerde de ortaya çıktı. Tabiî ki devlet güvenliği sağlamak için ve olması muhtemel tehlikelere karşı ajanlar sızdırmalıdır. Fakat şurasını iyi ayırt etmeli: Güvenlik adına devletin görevli ajanı teröristlerle işbirliği yaparak bir insanın canına kıyamaz. Hukuk devleti olmanın gereği gizliliği kabul etmekle beraber, bu işi siyasi otoriteden habersiz ve insan haklarını ihlal etmeden yapılmalı. Önemli olan güvenliği sağlayacak olan gizli birimlerin, amacı dışında kullanılmamasıdır. Zaten maksadını aşan durumlarda pis kokular er-geç bir şekilde ortaya çıkıyor.
Osmanlıda da Hikmet-i devlet adına gizlik söz konusu idi. Devleti âliye devleti ebed müddet ülküsü gereği bazı hassas meseleleri ifşa etmezdi. Gizlilik tarihte de vardı, bugünde var, var olmaya da devam edecektir. Fakat Osmanlı bunu yaparken tebaanın güvenini sağlayabilmişti. Tabir caizse halk devlette fena olmuştu, devlette tebaasında. Yani karşılıklı güven vardı aralarında. Günümüzde devlette toplum arasındaki kopukluk ister istemez güvenlik tartışmalarını beraberinde getiriyor ve gizlilik ilkesine şüphe ile bakılıyor.
Kontr-gerilla tartışmaları 12 Eylül öncesinde başlamış, bugünlere kadar taşınmıştır. Aslında bu tabirde batıdan bize aktarılmış bir kavram. Gerilla mücadelesine strateji kitaplarında kontrgerilla denilmiş. Arzu edilmeyen güçlerin önünü kesmek için harekete geçebilecek yetenekte gizli silahlı güçlere verilen isimdir; Kontrgerilla.
Gladio da kontrgerilla kavramının bir versiyonu olup, İtalyancada diğer ülkelere sıçrayan yeni moda ad.
Bu tür isimlerle ülkelerde boy gösteren örgütler bilinen bir gerçek. Önemli olan bu tür mekanizmaların devlet toplum menfaatine göre mi dizayn edilmiş, yoksa yabancı istihbarat güçlerin kuklaları olarak mı görev yapıp yapmadıkları hususudur. İtalya’da bomba etkisi yapan Gladio örgütünün isminden çok P–2 adlı Mason örgütünün maşası olarak işlev üstlenmesiyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Eğer Gladio, İtalyan ülküsünün idealleri uğrunda görev ifa etseydi bu konu o kadar önem arz etmeyecekti. Amacının dışında birtakım karanlık oyunların aleti olmak İtalya’yı ayağa kaldırmıştır.
İtalya’da, Belçika’da hata İspanya’da buna benzer örgütlerin yankısı, bizde değişik ifadeyle kontrgerilla olarak telaffuz ediliyor. Komünizmin tehdit unsuru olduğu dönemlerde NATO ülkeleri bu çerçevede Gladio benzeri ağ kurması bilinen bir gerçek. Bizimde NATO üyesi olmamız dolayısıyla ister istemez bu tür yapılanmalara tevessül etmişiz, bundan uzak kalınamazdı da. Başka ülkelerde görülen ve bizde böyle bir örgütün varlığı olup olmaması ispat edilemese de var olmadığını inkâr etmek de hiçte kolay bir yol olmasa gerektir. Mevzuumuzun başında da belirttiğimiz gibi devlet içinde gizliliğin olmasın yadırgamıyoruz. Altını çizmek istediğimiz husus bu tür mekanizmaların devlet-toplum ilişkilerini zedelememesi ve güvenliğimize kuşku getirmemesi konusudur. Her zaman güçlü istihbarat teşkilatımızın varlığından gurur duymalıyız. Önemli olan bu birimlerimizin devletten bağımsız, siyasi otoritenin üstünde rol oynamamasıdır. Devlet-toplum ilişkisi ve barışıklığı şart, bu böyle biline.
Konunun bu kadar ehemmiyet kazanması, hala birtakım faili meçhul cinayetlerin aydınlanamaması, ortalıkta mafya türü zinde güçlerin etrafımızda kol gezmesi ve korku salmaya başlaması yeniden öğrenci eylemlerinin nükseder görünmesidir. Ortada oynanan bir oyun var ama, yinede büsbütün de karamsar olmaya gerek yok. Çünkü bu necip millet şimdiye kadar bin bir türlü belaları basiretiyle yok edebilmiştir, yeni belaların da üstesinden geleceğinize eminiz. Yeter ki aslımıza rücu edelim, gerisi kolay.
Vesselam.
Yazan:murtaza kamar Tarih: May 26, 2008 | Reply
Elinize sağlık yazı güzel olmuş. Ancak fotoğrafın gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Fotoğrafa bakarken başım dönmeye başladığına göre…