MÜTAALAYLAYLOM
By Ekrem Senai on Haz 1, 2008 in Makale
Başsavcının yeni mütalaasını okudunuz mu? Önceki iddianamede yine söylediklerini biraz hukuk kılıfına uydurma çabası vardı, bu mütalaada böyle bir çaba da yok, doğrudan ulusalcı tondan siyaset yapmış. Mesela ben AKP’nin Kurtuluş Savaşı sırasında kurulduğunu hiç bilmiyordum. Bakalım ne yazmış başsavcımız:
“Ulus egemenlik yetkisini ilahi bir güçten değil, bizzat kendisinden alır. Ulus egemenliğinin ilahi bir kaynağı yoktur ve bu nedenledir ki laiklik, cumhuriyetin temel karakteristiğidir.”
Evet hakikaten hatırlattığı iyi olmuş, son 24 saattir işitmemiştim bu sözleri. AKP’nin “totoloji” eleştirisine de kızmış, totoloji olacak kaygısıyla söylemekten vazgeçecek değiliz demiş. Doğru demiş. Bir kere daha vecdle iman tazeleyelim: Türkiye laiktir, laik kalacak ! Savcı devam ediyor:
“Kurtuluş Savaşı yıllarında Ulus’un kurtuluş mücadelesini sekteye uğratan isyanların elebaşları, kışkırtıcıları, tertipçileri, bu din taciri molla, şıh, şeyh ve derviş takımıdır. Bin yıllık Türk yurdu Anadolu’yu işgale kalkışan Yunan Ordularını, İslam’ın ve Halifenin koruyucusu olarak gösteren ve öven de bu işbirlikçi mürteci zihniyettir. İrticanın kendi ulusuna ihanetleri, Kurtuluş Savaşı dönemi ile de sınırlı değildir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Şeyh Sait’ler, Derviş Vahdeti’ler İngiliz altınlarının parıltısıyla ve şeriat devleti-hilafet çığlıklarıyla ayaklanmışlar, binlerce şehit kanı dökmüşlerdir.”
Rejimin, rakiplerini saf dışı etmek için kurguladığı çarpık tarih anlayışını bir kenara bırakalım. 85 yıldır prim yapıyor sonuçta, okuduğu tek kitap nutuk ve çılgın Türkler olan insanlara ne anlatacaksınız. Bırakın kusursuz önder ve asr-ı saadet mitine inanmaya devam etsinler. Tabi Yalçınkaya’nın Derviş Vahdeti’yi cumhuriyet kurulduktan sonra diye nitelemesi tarihi cehaletini ortaya koyuyor. Derviş Vahdeti 31 Mart hadisesiyle ilgilidir ve Osmanlı döneminde oluşmuş bir isyan hareketidir. Yalçınkaya’nın kasdettiği Menemen hadisesini gerçekleştiren Derviş Mehmet olmalı. Her neyse, yukarıdaki vahim paragraftan çıkan şu sonuçları değerlendirmek lazım:
1. Kurtuluş Savaşı yıllarında din tacirleri isyan etmiştir. Bu da demektir ki AKP’lilerin de din’le bir ilişkisi olduğu için (genellikle namaz kılıyor, oruç tutuyor ve dahi hacca dahi gidenler mevcut !) tabiatı isyancıdır. Tabi aynı mantıkla Çerkez ve Laz milletvekillerimizin bulunduğu CHP’nin de her an bir ayaklanma başlatmasını ve Büyük Çerkez veya Rum-Pontus devleti kurmak için harekete geçmelerini bekleyebiliriz. Hatta Şeyh Said’le aynı memleketten olan Abdurrahman Bey’in de takıyye içinde olduğu ve AKP’yi kapattırıp ülkeyi kaosa sürükleyerek bir büyük Kürdistan emelinde olduğu iddia edilebilir. Zira doğuda DTP’nin tek rakibi AKP’ydi. Saf dışı edilmiş AKP’siz bir seçimde doğuyu ayrılıkçılara teslim etmek kaçınılmaz olacaktır. Muhafazakar insanları aynı kalıba koyma geleneği de yeni bir şey değil. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da Şeyh Sait isyanına “odak olmak” sebebiyle – o zaman yargıtaya gerek yoktu- Atatürk tarafından kapattırılmış, yöneticileri idam ettirilmiş, ya da sürülmüş, hapsedilmişti. Geçen gün Adnan Menderes’in idama götürülürken 1961 yılında çekilmiş görüntüleri izliyorum. Arka fondaki ses: “İşte Şeyh Sait’lerin, derviş Vahdetilerin temsilcisinin ibretlik anları” diye şeyler söylüyordu. Hayret ettim. Yani aynı argüman 85 yıldır prim yapıyor ya… Sanki 1930’lardaki adamları mumyalamışsın, 2000 yılında tekrar diriltmişsin, hala Sevr’den, 31 Mart’tan, Derviş Vahdeti’den konuşuyorlar.
2. Yunan ordularını İslam’ın ve Halifenin koruyucusu olarak gösteren bu zihniyetmiş. Ben de ne zamandır Tayyip Erdoğan’ın Yunanistan başbakanıyla neden bu kadar içli dışlı olduğunu çözmeye çalışıyordum. Demek ki Fenerbahçe muhabbetinin arasında gizli gizli hilafet işbirliği içindeymiş. Tabi “işbirlikçi” sözünün ulusalcı jargonda ne anlama geldiğini biliyoruz. “Ne AB, ne ABD, tam bağımsız Türkiye” demek. Peki Atatürk öyle mi demişti? Neden bizden Kurtuluş savaşında Atatürk’ün Amerika’dan “muavenet” talep ettiğini, Amerikalı yetkililerle görüştüğünü yıllarca gizlediniz? (http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=amerikan+mandasi ). Neyse şimdi ağzınızın tadını bozmayalım, okullarda öğretilen tarihe devam…
3. Cumhuriyet kurulduktan sonra Şeyh Sait’ler, Derviş Vahdetiler… İngiliz altınlarının parıltısıyla… Bir dakika? Yani adamların hilafetçiliği yalan mıymış? dertleri İngiliz parası mıymış? Tuncay Özkan gibi mi yapmışlar yani? Peki Şeyh Sait’in bizkackisiyiz.com‘larının suçu neydi? Hilafet, dini bir kurum muydu, yoksa siyasi bir lider miydi halife? Orta Doğu ve hatta Hindistan’a kadar tüm Müslüman ülkelerle bağımızı sağlayan bir kurumun bir günde ortadan kaldırılması siyasi bir taktik hata değil miydi? Bu karara bir isyan beklenmiyor muydu? Neyse, konumuz tarih değil.
Abdurrahman Bey mütalaasına şöyle devam ediyor:
“Davalı parti laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nce kapatılan Fazilet Partisinde liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından kurulmuştur. Bu ekip mirasçısı olduğu laik rejim karşıtı partilerin geçmiş siyasi deneyimlerinden ders çıkarmış, siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiştir. Örtülü programını gerçekleştirirken, olası tepkileri bertaraf etmek için demokrasi, insan hakları, din ve vicdan, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi evrensel değerleri kullanmaya başlamıştır.”
Benim anlamadığım şu: Madem demokrasi, insan hakları, din ve vicdan, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi evrensel değerleri “kullanmak” prim getiren bir şey, neden muhalif sosyal demokrat (!) muhalif partiler bu değerleri kullanmaktan imtina ediyorlar? Hem nasıl oluyor da bu evrensel değerlerden dem vuran bu devlet memuru, halkın oylarıyla iktidar olmuş bir hükümetin gizli niyetini okuyup partiyi kapatma gücünü elinde bulunduruyor?
Şöyle diyor Abdurrahman Bey:
“siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğunda kuşku yoktur. Ancak bu onların faaliyetlerinin sınırsız olduğu, demokratik yöntemleri kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırmalarına geçit verilebileceği anlamına gelmez.”
Başsavcıların bürokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olduğunda kuşku yoktur. Ancak bu onların yetkilerinin sınırsız olduğu, anayasadaki açıkları kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırmasına geçit vereceği anlamına gelmez. Herkes haddini bilecek. Demokratik bir sistemde bürokrasi halkın tercihleri üzerine çıkamaz. Çıkarsa o sisteme demokrasi denilmez.
Şöyle diyor başsavcı:
“Siyasi partilerin faaliyetlerine sınır çizilmesi, bazı eylemleri nedeniyle yaptırım uygulanması, özgürlükçü demokratik düzenin korunması amacına yöneliktir”
Hakikaten çok özgürlükçü bir duruş. Bu şekilde her türlü zorbalığa bir kılıf uydurabilirsiniz. Darbe de meşru olur, adam asmak da meşru olur, hatta özgürlükçü demokratik düzenin korunması için halkın yarısının imha edilmesi dahi meşruiyet kazanabilir. Yeter ki başsavcının niyetinin temiz olduğuna inanalım.
Şöyle diyor Yalçınkaya:
“Savcıların görev unvanlarının başında taşıdıkları ‘cumhuriyet’ sıfatı, cumhuriyeti korumak için verilmiştir. ”
Ama yanlış anlamayın. Kendi mevhum cumhuriyet anlayışını cumhur’dan korumak kastediliyor. Kafasındaki cumhuriyet şablonu ise, velayet-i fakih/ mollalar tarafından yönetilen İran İslam cumhuriyetinin modeli. Zira onlar da halka karşı kendi cumhuriyetlerini koruma iddiasındalar.
Şurada da Abdurrahman Bey’in engin diplomasi anlayışı gözler önüne seriliyor:
“Türkiye’nin AB ile birleşme müzakereleri davalı parti zamanında başlamayıp uzun zamandan beri süregelmektedir. Kaldı ki uluslararası ilişkiler parti temelinde değil, devletler ya da onların oluşturduğu kurumlar temelinde yürür.”
Ve bakın AKP’nin AB sürecindeki etkin rolünün sebebi neymiş:
“Diğer yandan davalı parti AB ile müzakere sürecini laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunma için uygun ortam olarak değerlendirmiş, ülkemizde kendi siyasal gelişimi ve hedeflerine engel olarak gördüğü bazı kurumları tasfiye etmek, etkisizleştirmek için kullanmıştır.”
Peki AB ile müzakereleri yapan AKP değil de CHP olsaydı o kurumlar tasfiye olup etkisizleşmeyecekler miydi? Peki ordunun darbe yapamaması kötü bir şey midir, devlet memurlarının parti kapatamaması, demokrasinin kökleşmesi kötü bir şey midir? Şüphesiz demokrasi, tüm seslerin kısıldığı ve yalnız devletin konuştuğu otoriter rejimlere göre daha rahatsız edicidir. Çünkü demokrasilerde herkesin söz hakkı vardır; demokrasi özgürlük taleplerini arttırır, çatlak sesler duyulmaya başlar, herkes heybesindekini ortaya döker, her şey açıkça tartışılır. Bürokratik oligarşinin rahatsız olduğu otoritelerinin çökmesi ise bu rahatsızlığını açıkça ifade etmelidir. Yoksa demokrasiye kendileri de sahip çıkıyor gibi görünüp, biz zaten demokrasiyi korumak için otoritemizi arttırıyor demek ikiyüzlülüktür.
Doğrusu, ortada artık ne hukuk var, ne adalet. Eceli gelmiş oligarşik elitist yönetimin son çırpınışları. Bu, beklenen bir tepkiydi ve büyük ihtimalle AKP’nin kapatılmasıyla sonuçlanacak. Umarım ekonomik ve toplumsal gerilimler artmadan dava bir an önce sonuçlanır. Çünkü bu süreç çatışmaları arttırıyor, insanların arasındaki mesafeyi gittikçe açıyor. Sizi bilmiyorum, benim çevremde bu tartışmalardan sonra herkes birbirine küsmeye başladı. Akrabalarımda görüşmeyi kesen kardeşler var. Küçücük çocuklar bile siyasiler gibi konuşmaya başladılar. Siyaseti takip etmek iyi bir şeydir ama bu kadar politize olmak iyi midir emin değilim. İnsanların AKP’nin “gizli emellerinin” olmadığını anlamaları daha kaç yıl sürecek; insanlar ne zaman vehimlerini ve korkularını terk edecekler, birbirileriyle siyasi görüşleri üzerinden değil, insani özellikleri üzerinden ilişki kuracaklar çok merak ediyorum.
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:A. Altan Tarih: Haz 1, 2008 | Reply
Altınların parlaklığı…
Laflar şakırdamaya başladı mı benim kuşkum artar.
Çünkü şakırtılı bir hamaset her zaman bir “kofluğu” ya da yalanı gizlemek için kullanılır.
Siz hiç, “binlerce şehidin kanıyla sulanmış bu topraklarda yakalandığınız boğaz enfeksiyonu ancak büyük önderimiz sayesinde iyi olacaktır,” diyen bir doktora rastladınız mı?
Böyle konuşan bir doktora gider misiniz?
Doktor, hastalıktan emin olduğunda net konuşur.
“Boğaz enfeksiyonu var.”
Arkasından da reçetenizi yazıp ilacınızı vererek tedavinize başlar.
Tıbbın ciddiyeti bunu gerektirir.
Peki, hukuk tıptan daha az ciddi bir iş midir?
Yargıtay Başsavcısı’nın, AKP’nin kapatılması için verdiği mütalaayı okudunuz mu?
2008 yılında açılan bir parti kapatma davasında başsavcı şöyle diyor:
“Kurtuluş Savaşı sadece yabancı işgalcilere karşı değil, onun içteki işbirlikçisi irticaya, din istismarcılarına karşı da verilmiştir. İrticanın kendi ulusuna ihanetleri, Kurtuluş Savaşı ile de sınırlı değildir. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Şeyh Saitler, Derviş Vahdetiler İngiliz altınlarının parıltısıyla ve şeriat devleti-hilafet çığlıklarıyla ayaklanmışlar, binlerce şehit kanı dökmüşlerdir.”
Eee, madem öyle kapatalım o zaman AKP’yi… Yani bu kadar ikna edici bir “iddia” karşısında kim bir siyasi partinin kapatılmasına karşı çıkabilir?
Vahdetiler “İngiliz altınlarının parıltısıyla” ayaklandıklarına göre AKP’nin mutlaka kapatılması gerekir.
Başsavcının sözleri karşısında ikna olmamak mümkün mü?
“Binlerce şehidin kanının döküldüğü bu topraklarda yakalandığınız boğaz enfeksiyonu…”
Yargıtay Başsavcısı doktor olsaydı herhalde teşhisini de böyle ifade ederdi.
Pek de etkili olurdu.
Üstelik bizim başsavcımız sadece “açık” olanı değil, “gizli” olanı da görebiliyor.
“AKP, laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle kapatılan FP’de liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından kurulmuştur. FP’nin siyasi deneyiminden ders çıkarmış, siyasi amaçlarına açık eylem ve söylem yerine birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiştir.”
Yani bayıldım bu açıklamaya.
“Benim elimde hiçbir kanıt ve belge yok ama bu partiyi kapatmak istiyorum” cümlesi bundan daha veciz ifade edilemezdi.
Şu cümleyi bir daha okuyun.
“Siyasi amaçlarına açık eylem ve söylem yerine…”
Bu ne demek?
“Ortada suçlanacak açık bir eylem ve söylem yok” demek.
Peki, ne var?
“Örtülü bir program var.”
Başsavcı “örtünün” altını nasıl görüyor?
Onu bilemiyoruz.
O başsavcı… Canının istediğini görür… Örtünün altını üstünü…
Hatta o kadar yeteneklidir ki olmayanı bile görür.
Öyle biri o…
Bir tür röntgen cihazı.
“Açık eylem ve söylem yok ama örtülü bir şey var…”
Bu net “kanıt” karşısında kim “siyasi bir partiyi kapatmayalım” diyebilir ki?
Belki Avrupalılar.
Ama biliyorsunuz, onlar bize düşman, o yüzden hukuk deyince mutlaka “kanıt olması” gerektiğini söylüyorlar.
Dostumuz olsalar, bir partinin kapatılması için somut kanıtlar ararlar mı?
Bakın başsavcı, halkın ve bu ülkenin dostu, o yüzden de kanıt falan aramıyor.
“Binlerce şehit, parlayan altınlar, Derviş Vahdeti, açık olmayan eylemler, örtülü programla” bir partiyi kapatmak istiyor.
Zaten bu Avrupa Birliği denilen şey sadece “düşman” değil, aynı zamanda “aptal ve saf”, AKP onların bu “aptallığından” yararlanarak “AB ile müzakere sürecini laikliğe aykırı faaliyetler için uygun ortam olarak değerlendirmiş, ülkemizde kendi siyasal gelişimi ve hedeflerine engel olarak gördüğü bazı kurumları tasfiye etmek-etkisizleştirmek için kullanıyor.”
AB ile müzakere ettin mi rahatça laiklikten uzaklaşabilirsin çünkü bu AB laiklikten nefret eden bir “teokratik” düzendir… Kim ki AB ile müzakere eder, mutlaka gizli bir “şeriat” hevesi vardır.
Biz zaten Viyana kapılarına dayanmış ataların ahfadıyız…
Şahlanıyor da aman kolbaşının kır atı…
Aslında bu AB dedikleri habisler, açık eylem ve söylemlerle olmasa da “örtülü programlarla” elde edilmiş şeriatçılar birliğidir.
Ve, asıl kapatılması gereken melanet de odur, lakin bazı “düşmanlar” başsavcıya AB’yi kapatma yetkisi vermiyorlar.
“AB’nin karakteri Derviş Vahdetiler ve parlak İngiliz altınlarıdır.”
Örtünün altını görüyorum, örtünün altını.
Kimse görmüyor, bir ben görüyorum, bir de başsavcı görüyor.
Hukukun hası budur mirim.
“Binlerce şehidin kanıyla sulanmış bu topraklarda sizde biraz asabiyet ve saçmalık var…”
Yaşasın hukuk ve mambo İtaliano…
Oleyyyy…
01.06.2008