Türk ulusu ne kadar üstündür?
By Konuk Yazar on Haz 17, 2008 in Makale
Alperen Gürbüzer
“…Millet sözcüğü Kuran’da din anlamındadır, sonradan bu kelimenin dini anlamı göz ardı edilerek ulus anlamı yüklenmiş. Ulus kavramı tek başına bir inancı belirleyemez zaten, belki belli soydan gelenleri kapsayan sözcük olabilir, bundan ötesine taşamaz. Şayet bir kısım aydınlarımız bu tür kavramları kaynağına dokunmadan yerli yerinde kullanabilselerdi ulus kavramıyla başımız ağrımaz ve problem çıkmazdı da...
Şeytan ateşle toprağı kıyasladı. Tıpkı bazı insanların zaman zaman ırkını başka ırkla kıyaslamaları gibi; işte şu ırk kötüdür, bizim ırk üstündür şeklinde sonu gelmez günlük tartışmalarda yaşadığımız hadiselerde olduğu gibi. Oysa Kur’anın mesajları herhangi bir ırkın kabına girecek kadar dar değil…”
Türk ulusu ne kadar üstündür?
İnsanlığın ortak atası Hz. Âdem olmasına rağmen peki bu çeşitlilik niye? Beşeriyetin çeşitlilik arz etmesi hikmeti ilahiyedir çünkü. Bu durum Kur’anda Hucurat suresinde belirlenmiş zaten. Hucurat suresi iyi incelendiğinde belli bir ırka ait hitap yok, belli ki Kur’an’ın muhatabı bütün insanlık. Nitekim renklerimizin ya da fiziki yapılarımızın farklı olması herhangi bir ırka üstünlük vermiyor. Yani bütün ırklar salt insan olmak bakımdan Allah indinde eşittirler. Şişmanı, zayıfı, kölesi, efendisi ne olursa olsun fark etmez. İnsanı diğer insandan ayıran takva ölçüsüdür sadece. Bu bakımdan ruhun ırkı yoktur, olamaz da. Allah ruz-i mahşerde bedenimize, kalıbımıza bakmayacak, doğrudan kalbe bakacak. Beden farklılıkları, soy sop farklılıkları birinin diğerine karşı üstünlük yetkisi vermiyor. Her ırk, her insan Allah’a hizmet ettiği ölçüde değer kazanabiliyor ancak. Ahirette her millet dünyada iken ait olduğu milletin bayrağı ile toplanmayacak, bilakis orada Peygamberlerin bayrakları dalgalanacak, her peygamber kendi ümmetini toplayacak ve en son bizim ümmet-i Muhammediye ise Rasulullah (s.a.v)’ın Livai Hamd denilen sancağı altında cem olacak. Ne diyelim, İnşallah o sancağın altında toplanıp da kurtulanlardan oluruz.
Görüldüğü gibi insan ete kemiğe bürünmekle fiziki bakımdan eşit oluyor, fakat ahlaki bakımdan eşit değildir. İnsan dünyada ne ekerse öte âlemde de onu biçecek hükmü uhrevi birikimle ilgili bir mesele. Bu yüzden Ben-i Âdemi topyekûn benzer karakterlerde eşitlemeye kalkışmak abesle iştigal olduğu gibi insanlığa yapılacak belkide en büyük zulüm olacaktır. Çünkü her insanın doğuştan gelen fıtri yapısı dediğimiz mizaçları değişiktir, tıpkı beş parmağın beşi bir olmadığı gibi.. Dolayısıyla falan kişi güzel ahlaklıdır, çünkü şu millete mensup denilse zırvadır. İnsanın huy seciyesini herhangi bir ırk belirleyemez, huy her ırkta değişik olabileceği gibi, aynı aile fertleri arasında aynı ortak baba ve anneden gelen kardeşler arasında bile farklı farklı olabiliyor. Üstelik hiç kimse önceden kendi ırkını seçme tercihine sahipte değil. Zira insanoğlu biyolojik açıdan da aynı genetik yapıya sahip, yani dokuz ay embriyonik hayat geçiren bir çocuk yarı anneden yarı babadan aktarılan kromozomlarla genotipi şekillenebiliyor. Tüm insanlık bila istisnasız istisnalar hariç anne karnında aynı dokuz aylık embriyolojik gelişim evresinden geçerek dünyaya adım atıyor.. O halde cahiliye devrinin düştüğü soy-sop övünmesini çağımızda hortlatmaya gerek yoktur. Başka kavimleri küçük görmek ya da kendi milletini olduğunda fazla abartarak göklere çıkarmak çabaları yeniden cahiliye adetlerini canlandırmak demektir. Oysa ki dini bakımdan kardeşlik kriterlerimiz önceden belirlenmiş; bütün inananlar kardeştir diye.. İnananları ne Kürtlük, ne Türklük, ne Farslık, ne de Acemlik ayırabilir, tıpkı aynı namaz safında beraber Allahın huzurundan ayrılmadığımız gibi. Hac adeta renk cümbüşümüz, şöyle ki Hacıların Arafat’ta çokluk içinde kalpleri bir noktada odaklanmış, yürekler tek yürek, hatta diller tek kelime de birleşmiş; hep birlikte Allah demek için. Bu manzara hem çokluk içinde birlik halkasında tanışıp kaynaşmamızı, hem de Allah’ı zikretmenin fırsatını sunuyor tüm Müslümanlara.
Üstünlük duygusu çok kötü bir hastalıktır. Şeytanı dergâhı ilahiyeden tard eden bizatihi üstünlük duygusuydu. Allah Âdeme secde et buyurunca, o tevile kaçtı dedi ki; o topraktan ben ateşten onun için secde etmem. Böylece İlahi buyruğa karşı çıkınca şeytanın sonu malum,
Melunluk damgasıyla narı cehennemlik olarak lanetlenip ilahi huzurdan kovulmakla son buldu, ebedül ebed..
Şeytan ateşle toprağı kıyasladı. Tıpkı bazı insanların zaman zaman ırkını başka ırkla kıyaslamaları gibi; işte şu ırk kötüdür, bizim ırk üstündür şeklinde sonu gelmez günlük tartışmalarda yaşadığımız hadiselerde olduğu gibi. Oysa Kur’anın mesajları herhangi bir ırkın kabına girecek kadar dar değil. Zira Kelamı Kadim evrenseldir. Muhatabı tüm beşeriyet, beşeriyet O’nunla soluklanır her dem, O’na uydukça da itibar kazanır. Irk şeref ve haysiyeti tek başına belirleyemez. Mizanda sadece dünyada işlediğin amel esas alınır, mizanın bir kefesine şişman bir adam, bir kefesine de zayıf koysak cüssesi ağır olan daha ağır basacak diye kural yok, olamazda. O öyle hassas bir terazi ki zerre miskal hayır işlensen de, zerre miskal şer de işlensen karşılığını gösterecek bir ölçüdür mizan. Kelimenin tam anlamıyla ruhun soyu sopu yok, soy sop faslı ırka ait bir kavram olup dünyevidir.
Millet sözcüğü Kuran’da din anlamındadır, sonradan bu kelimenin dini anlamı göz ardı edilerek ulus anlamı yüklenmiş. Ulus kavramı tek başına bir inancı belirleyemez zaten, belki belli soydan gelenleri kapsayan sözcük olabilir, bundan ötesine taşamaz. Şayet bir kısım aydınlarımız bu tür kavramları kaynağına dokunmadan yerli yerinde kullanabilselerdi ulus kavramıyla başımız ağrımaz ve problem çıkmazdı da. Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti İslami Millet kavramını kullandı çünkü. Lozan’nın 37 ila 45. maddelerine bakıldığında sözkonusu azınlık olarak görülen Müslümanlar değil Müslüman olmayanlardır, yani gayrimüslimlerdir. Bu yüzden ayrılıkçılığı körüklemeye çalışan PKK yandaşı Kürtler bu maddelerle köşeye sıkışmış durumdalar. Çünkü Lozan’da tarif edilen millet anlayışı Osmanlı da uygulanan Millet-i Hâkime ve Millet-i Mahkume tarifi ile örtüşüyor. Her nedense bu gerçekler halkımızdan gizleniyor. Osmanlı şemsiyesi altında asırlarca yaşayanlar şayet Müslüman’sa Milleti hâkime, gayri müslim ise millet-i mahkume diye ad alır. Sakın ola ki Milleti Mahkume tabirinden gayri Müslimlerin mahkûm edilerek zulme maruz kalmış topluluklar anlaşılmasın, tam tersi Müslüman olmayan toplulukların askerlik ve zekât gibi ödevlerden muaf olmanın karşılığında, ya da belirli cizye karşılığında özgürce karşılıklı rızaya dayalı beraberce yaşamanın adıdır bu kavram. Bilakis Müslüman olmayan topluluklar kendi ülkelerinde göremedikleri özgür muamele karşısında; ‘‘Latin şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmek yeğdir” lafını dillendirmişlerdir üstelik. Hâsılı Lozan’da Müslümanlar azınlık değildir Osmanlıda olduğu gibi. Hakeza Osmanlı da milletin anlamı ‘Müslümanlar kardeştir’ hükmünün gereği İslami kimlik adı altında tek millet, tek yürek olarak yoklukta ve varlıkta beraberce yaşamak olarak ifadesini bulur. Onun için gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı gibi birçok müslüman devletler, devletlerinin adına sülale isimleri koymuşlar, ırkını anımsatacak sözcüğe ihtiyaç duymamışlar. Hatta böyle yaparak ne nesillerini ne atalarını ne de mensubiyetini unuttular. Günümüzdekine benzer ikide bir temcit plavı gibi afra tafra yapıp ‘ben şuyum, ben buyum’ diyerek kendilerini soyca ispatlama kaygısına girmediler, ‘ayinesi iştir lafa bakılmaz’ kuralını yol bildiler. Onlar Al-i Selçuk, Al-i Osmanlı olmakla soy sop faslına girmediler, doğrusu da bu idi zaten.
Ne yazık ki Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik rüzgârlarının dalga dalga coğrafyamıza sıçramasıyla birlikte bir anda dengeler sarsıldı, olanlar oldu ve sonunda Osmanlı gibi nice hanedana dayalı imparatorluklar dağılma sürecine giriverdi. Öyle ki kavmiyet fikri Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın tahtan düşürülmesiyle de hız kazanıp, birinci cihan harbinin eşiğine geldiğimiz süreçte Osmanlının yıkılışına sahne oldu tarih…
Osmanlının dünyevi yönünü temsil eden Devlet şuuru, İslam’ın hizmetkârlığını temsilen ise Hilafeti vardı, tıpkı bugün İngiltere de olduğu gibi. Devlet-i Aliyye Hilafet denilen bütünleşme politikası ile İslam Âlemini tek çatı altında kardeşçe bir arada asırlarca idare etmeyi başarmışlardı. Nasıl mı? Tabi ki, Milleti Hâkime dediğimiz ruhla. Ne zaman ki Milleti Hâkime berhave edildi, ister istemez sakiler meclisten çekilir oldu, bir baktık ki bir bir bağımsızlığını ilan etmiş kabilelerden oluşmuş devletçikler türeyiverdi. Böylece fikri alanda milliyetçilik sloganı ile İslam ülkelerinin Osmanlıdan koparılması sağlandı. Bugün Ortadoğu da yaşanan manzaralar Osmanlıdan ayrılmanın belkide bir bedeli olsa gerek ki, ayrılanlar bir türlü iflah olmuyorlar. Hala gözyaşı, hala kan durmuyor, oysa ki şemsiyemiz altında Milleti Hâkime iken ne güzel mutluyduk, tek yürek, tek kalp idik, şimdi ise vahim durumdayız, içler acısı manzara karşısındayız maalesef.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda hala Osmanlı’nın bakiyesinin izleri olsa gerek ki, ilk Mecliste Kürdistan mebusu, Lazistan mebusu anmaktan yüksünmemişiz. Çünkü bu kavramlar ayrılık gayrılık içermiyordu, , sadece bulunduğu bölgedeki insanları temsil sıfatını ortaya koyuyordu. Bu kavramları doğal mecrasında kullanmakla başımıza dert açmıyorduk. Nezaman ki uluslaşma düğmesine hızla bastık, o zaman bu kavramlar korku filmlerini aratmayacak şekle büründüğü gibi, bugün bu kavramları zikretsek başımızın derde gireceği malum. Oysaki Lozan bile ırka, soya vurgu yapmadan Müslümanları çoğunluk olarak ilan etmiş, o halde bu kavga niye? Belli ki Atatürk’ten sonraki bir kısım idareciler otoriter mantıkla İslam dünyası ile bağlarımızı koparma cihetine gitmişler, hatta bir şairin; ‘‘on yıl içinde onbeş milyon genç yarattık her yaştan” şiiri ile köksüz kuşak doğması hedeflenmiş. Belli ki hedeflenen bu ülkü ile mağdur olan sadece Müslümanlar değil Türklerde nasibini almıştır. Çünkü ulus kavramı din dışında bir kavram olarak ele alınmış, Lozanda tarif edilen geleneksel millet tanımına zıt bir anlayışla milletsiz elit devlet ortaya çıkmıştır. Milletimiz millet denilince hala soyut, yani dini içerikli bir kavram olarak algılıyor. Peki ya devlet erki! Maalesef devletin halkını tanımlamadaki zaafiyeti bir sürü başımıza onarılmaz yaralar açıyor ve günümüzde bilerek ya da bilmeyerek etnik çatışmaları körükleyecek ortamın doğması sağlanıyor habire.
Yeniden ulus inşa etmek iddiası çok büyük iddiadır. Çünkü sosyolojik gerçekler köksüz millet oluşturalamayacağı yönündedir. Bir milletin dilini, dinini, geleneğini unuttursanız da yeni ulus inşa edemezsiniz. Neden mi? köksüz ağaç olmazda ondan dolayıdır. Aslında kurtuluş savaşımızı zaferle neticelendiren o eski dediğiniz milletin azmi ve kararı gerçekleştirmiştir. Miletimizi çağdaş uygarlığın seviyesinin önüne geçirmek için çaba sarfetmek varken, bu hedefe varma yolunda milleti engel görmekle on yılda onbeş milyon genç yaratmak sloganı ile kendimizi avutmuş olmuyor muyuz? Laiklik ilkesini gerçek anlamda Milleti Hâkime ve Milleti Mahkume sistemiyle en iyi şekilde uygulayan Osmanlıyı örnek almak varken, bugün Milleti Hakime’nin inançlarını baskı altına almak adına militan laiklik anlayışıyla laikliği kullanılan kalkan olarak algılama niye? Tarihten hiçmi ders alınmaz. Bakın Osmanlı asırlar boyu engin bir hoşgörü bir siyaset takip ederek, hiç kimsenin ne dinine ne de milliyetine karışmıştır. O halde tepeden inmeci anlayışla toplumu formatlamanın adı millet olmamalı, bu olsa olsa toplumun değerlerini, aslını, neslini unutturmak girişimidir. Şükürler olsun ki farklılıkları zenginlik olarak algılayan halkımız var. Seküler batı kültürünün ulus kavramı ile; aba altında sopa gösterme politikaları geldiğimiz noktada tıkanma sinyalleri veriyor. Neyse ki küreselleşme rüzgârı ile milliyetçilik eğilimleri artık eskisi kadar hız kazanamıyor. Türkiye de yurttaşlık kavramının zaman zaman devlet yöneticileri tarafından ara sırada olsa anılması, bu yönde olumlu dönüşümlerin ipuçlarını veriyor. Ancak bu tür telaffuzlar devletin derin mekanizmalarında sert dirençle karşılık bulup törpülenmesi bu yolda daha çok mesafe kat edileceğini gözler önüne seriyor. Dolayısıyla Türkiyelilik şemsiyesi altında yurttaşlık kavramını ön plana almak çok zor gibime. Tabular, ön yargılar ve gereksiz bölünme korkusu gibi unsurlar Milleti Hâkime yolunda takozlar olsa gerektir. Toplum hayatında tek tip arayış modeli marazi bir durum olduğu gibi, çoğu zamanda öldürücü olabiliyor da. Türk’ün topyekûn bir milleti karşılamadığı apaçık gerçek iken elitist seçkin oligarşik kafaların handikapları ve batılıların nation (ulus) kavramının modernizmin bir sonucu olarak gördüğü son aşamayı Türkiye coğrafyasına uygulama dayatmasına gidiyorlar. Oysa Tarihi süreçte tek sabit olan ve bizi bölmeyen, parçalamayan tek kavram Milleti Hâkimedir.
Osmanlı adeta 72 milletten mürekkepti, onları ayıran milletleri değil inandıkları dinleri idi. Buradaki dini ayırım bölünme anlamında değil kimlik bakımdandır. Yani Müslümanlar arasında tek bağ imana bağlı bir bağ söz konusu olup, soy sop bağı değildi.
Osmanlı Müslim ve gayrimüslim çatı altında müteşekkil bir organizasyondu. Osmanlıda etnik ve mezhepsel çatışmaların olmaması bunun en belirgin ispatı. Osmanlı gittiği yerlerin dilini ve kültürünü kurutmamış yeşertmiştir. Fakat dünyayı kasıp kavuran milliyetçilik dalgası Osmanlı, Avusturya, Macaristan ve Rus imparatorluğuna ağır darbe vurmuştur. Bu darbede en çok ağır yara alanda hiç şüphesiz devlet-i âliyedir. Nitekim Osmanlı hasta yatağına düştüğünde şifa bulmak adına çareler arandı, hatta derde deva aramalar sırasında Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Batıcılık akımları doğdu. Bu tartışmalardan konjonktürel olarak ister istemez Osmanlıcılık ve İslamcılık gibi akımlar batıdan gelen ulus devlet anlayışına yenik düştüler. Osmanlının yıkılışı ile bu seferde yönetim anlayışı noktasında sonu gelmez tartışmalar başladı. Nihayet Lozan’dan sonra yeni anlayış doğdu, vizyona sokulan bu yeni ideolojinin adı kendini Türk kabul edeni Türk kabül edileceği noktasında karar kılmaktır. Yani ulus ilkesine bağlı bir bağ esas alındı. Manadan uzak kuru cihangirlik davasından da öte ne idiğü belli belirsiz bir şey.
Japonlar alfabesini, kılık kıyafetini değiştirmeden batının teknolojisini alarak dünyanın gelişmiş ülkelerinin arasına girmeyi başardılar, biz ise şekli değişiklikleri batıcılık sanarak yaşam biçimine kadar her şeyi değiştirmeyi marifet sandık.. Burada hedef tek tip model, çoğulculuktan uzak yeni nesil inşa etmek olmuş, ama günümüzde henüz bu süreç tamamlanmış da sayılmaz. Her ne hikmetse bir türlü aşı tutmuyor. Demek ki bir millete Türk denilmesi her şeyi çözmüyor, Türk denilmesinden de gocunan yok zaten, asıl mesele milletimize dayatılan elbisenin dar gelmesidir. Uluslaşma hedefi ile milletin bağrında derin yaralar açıldı, oysa mazimizde Milleti Hakimenin ana ruhu ile bağrımızda taşıdığımız her çeşit insanla hiç problem yaşanmadı, bilakis millet devlet ikilisi el ele, gönül gönüle verip birbirinde fani olarak ‘Allah devletimize zeval vermesin’ anlayışının yerleşilmesi sağlanmıştı. Osmanlı altı asır boyunca şemsiyesi altında yaşayanlara ; ” Benim gibi olacaksın” şablonunu dayatmadıkları gibi asabiyetçilik de yapmayarak ortak hafıza oluşturmayı başarmışlardı. Kesretten vahdete yani çokluk içinde birlik ülküsünün en iyi tatbikatını o çağda uygulayan tabir caizse bir Osmanlı mucizesi vardı karşımızda.. Hak ve özgürlükleri sınırlayan değil aksine teşvik eden anlayışı oturtan bir sistemi kurarak dünyaya medeniyet dersi vermiş ilayı kelimetullah için âleme nizam veren bir cihangir imparatorluk söz konusuydu. Kelimenin tam anlamıyla vahdet(birlik) şuuruyla hareket eden ve insanlığa eşrefi mahlûkat olarak bakan bir devleti ebed müddet ülkümüz vardı.
Bir Osmanlı hayranı tarihçimiz İlber Oltaylı diyor ki; ‘’ Türklük, bedeli ağır ödenen bir kimlik olmuştur… Oysa Türkçe öğrenmek dahi Türk olmak için yeterli sebebtir.. Şecere araştırma hastalığı marazdır..”
Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere Türkçülük kavramının, Türk insanının bile ilgisini çekmeyen kavram olduğu anlaşılıyor. Çünkü millet deyince milletçe bir şairimizin ; ‘Biz kökü mazide olan atiyiz’ dediği dini dışlamayan Mileti Hâkime anlıyoruz.
Ulus devlet anlayışı Osmanlıdan kalan bakiyeyi teşkilatlandıramadığı gibi üstelik Milleti Hakimiyeyi de homojenleştirmeye çabaladı. Oysa din kardeşliği farklı birlikteler oluşturmaya engel görülmemeliydi. Mehmet Akif bile soysopca Arnavut olmasına rağmen ‘Hakkıdır Hakk’a tapan milletimindir ancak’ derken özgürlüğü kast etmiş, ‘Irkıma yok izmihlal’ derken de milletimizin asırlardır İslamiyetin bayraktarlığını yapmanın şeref nişanının karşılığı olarak ırk kavramını kullanmıştır. Yani buradaki ırk kavramı somut değil soyut anlamda kullanılmıştır. Bu yüzden İslamiyet’te hürriyet Allah’tan başka hiçbir şeye kul olmamanın adı olup, dinimize hizmet etmekle de şeref payesine erişmek esastır. Akif; İstiklal Marşı ile kavmi çeşitliliğin Yemen’den Edirne’ye, Trabzon’dan Çanakkale’ye beraber gitmemize engel teşkil etmediğini görerek Milleti Hakime, yani ırkıma yok izmihlal demiş.. Nihal Atsız ise Türkçü olmak için Türk olmayı şart koşmakla kalmamış, hatta Türklük uğruna İslamiyet’ten vazgeçilebileceğini söylemesi, Akif ile Atsız’ın ne kadar farklı noktalarda olduğu ortaya koyuyor. Bu arada unutmamamız gereken Atsız’ın bu çıkışı milli şef dönemine denk gelir ki, o yıllar tek parti uygulamaları yüzünden kimsenin ne ırkını anmasına, ne de dinden bahsetmesine geçit verilmiyordu. Dolayısıyla 1944 milliyetçilik olayları nüksederek Atsız ve arkadaşları tabutluklarda tevkif edildiler.
Osmanlı, Avrupa’nın feodaliteden krallığa, krallıktan Ulus-devlete geçiş sürecini yaşamadığı için milliyetçilik kavramı bu coğrafyaya henüz yabancıdır. Zaten bu tür düşüncelerin yerli olmadığını Ziya Gökalp’ta kabul ediyor ve ‘Türkçülüğün Esasları’ adlı eserinde milliyet fikrini (nation) batıdan aldığını itiraf ediyor. Bakın biz ne yapmışız, Ziya Gökalp’in; Türk Milletindenim, İslam Ümmetindenim, Garp Medeniyetindeyim düsturunun sadece Türklük ve batıcılık kısmını alıp, İslam’ı kısmını da görmezden gelerek yolumuza devam etmişiz.
Günümüzde ise alt kimlik üst kimlik tartışmalarının hız kazanması çağımızda globalleşme realitesinin gereği bu tür tartışmaları zorunlu kılıyor ve üstelik tartışmalar kaçınılmaz da. Çünkü küresel sermayenin ilk çıkış yıllarında uluslaşma o gün gerekli idi, bu günde aynı mantıkla yine aynı küresel çıkarlar gereği ulus devlet bağlarının çözülmesi gerektiği noktasına gelindi. Dünyanın geldiği bu noktada gerek içte ve gerekse küreselleşme karşıtı eylemlerin zaman zaman sahne olması, milliyetçi eğilimlerin reaksiyon vermesi bu tür gerçeklerden kaynaklanıyor. Bugün küreselleşmenin önünde tek barikatmış gibi gözüken milliyetçilik akımları ile beslenen ulus devlet zihniyetidir. Bu yüzden Yugoslavya’yı, Rusya’yı, Pakistan’ı parçaladılar, şimdi ise sırada başka ülkeler var. Oysa Türkiye farklılıkları zenginlik bilen bir milliyetçiliği tercih etse aslında hem içte, hem de dışta oynanmak istenen oyunları biranda bozabilirde, fakat henüz bu iradeyi ortaya koyacak irade ortada yok gibi.. Avrupa Birliği müzakereleri gereği karınca misali de olsa en azından bu konunun rahatlıkla tartışılması bile bir nebze olsun geleceğe ümitvar bakmamızı sağlıyor. Yine de büsbütün ümidimizi yitirmiş sayılmayız.
Galiba bunlar içerisinde zor olanı bizim de bir zamanlar 12 Eylül öncesi içinde bulunduğumuz milliyetçi cenahın karşısında; şuan ileri sürdüğümüz bu tür düşüncelerimizden dolayı Avrupa uşağı, ya da dönek veyahut ta Soros çocuğu gibi ithamlara maruz kalmadan, hatta etkilenmeden dik durabilmeyi başarabilmek olsa gerektir.
Velhasıl; milletin bütün değerlerine bağlı kalmak ideal olanı, gelinen zihni noktada sırf etnisiteye bağlılığın devlete bağlılık için yeterli olduğunu düşünmüyorum. Çünkü hepimiz aynı kilimin desenleriyiz.
Vesselam.
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
13 Yorum
Yazan:Talha Can Tarih: Haz 17, 2008 | Reply
Alperen Bey,
güzel yazınız için teşekkürler, yazınızın altına imzamı atıyorum…
Tarihi bir muvazenede görülen o ki içimize atılan ayrılıkçı tohumlar, bizi bölüyor ve yutuyor… Temelde “insan” paradigası ile geliştirmemiz gereken vizyonumuzu, saflar ve ardından cepheler belirleyerek bölük pörçük ediyoruz… Gelinen noktada görülen ise; Osmanlı gibi kapsayıcı ve kucaklayıcı bir vizyonun ardından ulus ve ulusçuluk gömleği bizlere dar geliyor…
muhabbetle…
Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Haz 18, 2008 | Reply
“Oysa Kur’anın mesajları herhangi bir ırkın kabına girecek kadar dar değil…”
iste bu meselenin özü budur. Müslümanlar Islam’in kaynagina zihnen yakin durabildikleri asirlarda ihya olmuslar, uzaklaktikça da mahvolmuslardir.
Alperen Bey basdöndürücü stili ile ikinci kez uzak/ilgisiz görünen noktalari birlestirmis.
Ama ayni çabayi okuyucudan da bekliyor.
Bu kan-soy-irk vebasindan kurtulmak için ne yapsak azdir.
ALLAH razi olsun Alperen kardesim.
Yazan:alperen gürbüzer Tarih: Haz 19, 2008 | Reply
Birbirinden değerli paylaşımların için canu gönülden teşekkür ederim. Yüreğinize sağlık.
Yazan:Büyükcan Tarih: Haz 21, 2008 | Reply
ASlında ırklar birbirinden üstün olamaz ifadesi şu açıdan doğru olsa da:
‘Sonuçta bireyler esasdır!Üstünlük takva iledir’ falan filan ama…
Ben size üstünlüğün asabiyetini ve asaletini bir milletin nasıl taşıyabileceğini veya çok aşağılık bir toplum haline nasıl dönüşebileceğini acizane açıklamaya çalışayım:
Eğer hırsız bir şahıs,sadece etrafına verdiği ikramlardan dolayı saygı duyuyorsa ve bir köy halkı onu eleştiremiyorsa,hatta ondan borç para istiyorsa o köy aşağılıktır.Küfrü hakeder.Ne yazık ki, o toplum içindeki halis niyetlilerde kötü oluvermiştir.Çünkü o köydendir.Hazin olan, iyinin bu damgayı yemesidir.
Ama üzülmeyin…Çünkü o halis niyetli şahıs bunu hakketmiştir!Çünkü
Falan , filan…Listeyi siz uzatın.
Bakın Alperen Bey,Türk ulusu ‘ya’ ile başlayan,sıralayabildiğim – ki siz buna en az 10 madde daha ekleyebilisiniz,zorlayın kendinizi- bu hastalıklarından kurtulduğu zaman üstün bir birey olabilecek demektir!
Neyse…
Yazan:KEMALİST Tarih: Ara 1, 2008 | Reply
Atatürk’ün Türk lafı kesinlikle ırka gönderme yapmıyor. idin Almanya’ya, Fransa’ya, orada da Alman veya Fransız demek etnik kökeni yansıtmaz. Üstelik Almanya Nazizm felaketini yaşamasına karşın, Yahudisi de, Leh’i de, Çek’i de, Çingene’si de, Alman mısın diye sorarsanız, ben Alman’ım der. Zaten son yıllarda “anayasal vatandaşlık” dedikleri de bu. Ancak kökeni sorulursa, o zaman söyler. İnsanların kökeniyle uğraşmak bizim gibi geri kalmış bir toplumu parça pırtık etmek için bu Batılı’lar tarafından çıkarılıyor. Tabii içeride bunu ön plana çıkaran da Kürt milliyetçileri. Şu kadarını söyliyeyim, bu ülkede yalnız Türki kökenliler ile Kürdi kökenliler yaşamıyor. Üstelik de her iki kökenden olanlar hem Anadolu’da ve çevre coğrafyada yaşayan diğer halklarla karışmıştır, hem de birbiriyle karışmıştır. Irkçlık yapmanın alemi de yoktur.
Atatürk’ün Türk lafı da “anayasal vatandaşlık” anlamında. Yoksa Cumhuriyet’i kuranların içinde Türki kökenlisi de, Kürdi kökenlisi de, Çerkez kökenlisi de, Laz kökenlisi de, Makedon kökenlisi de, Arnavut kökenlisi de, Arap kökenlisi de, hatta Yahudi ve Ermeni kökenlisi de var. Kimse de bundan gocunmamış o zaman. Ne zaman emperyalizmin globalizmi gündeme geldi, bu tartışmalar başlatıldı. Bu tartışmayı önce Fransa ve Almanya yapsınlar da görelim. Amerika’ya zaten söylenecek birşey yok. Amerikan ne demek?
Yazan:Mustafa Akbas Tarih: Ara 1, 2008 | Reply
Sayin Kemalist,
Bakiyorum sizde acayip gelismeler var. Atatürkün partisinin ezeli Baskani Baykalin carsafli kadinlarin carsafina yapisti ve sizde Kürt deye bir irkin oldugunu burda kabul ediyorsunuz. Hatta Cumhuriyeti bile Türklerle Kürtlerin beraber kurdugundan bahsediyorsunuz.
Gelismeler cok vahim… Anitkabirde yatan bunlari duyunca yerinde zip zip hopleyordur.
Yazan:bedestan Tarih: Ara 1, 2008 | Reply
Buyuran kardeşimiz meseleye baktığı yeri açıklarsa münazaraya renk katar. Şunu demek istiyorum, yazıda geçen (Alperen Hocamın eline sağlık bu arada ;)) Nihal Atsız zihniyetine mensup ırkçı materyalist (“materyalist kare”de denilebilir zira ırkçılık aslında ilkel bir meteryalizmdir) cenaha yakın bir yerde iseniz söyledikleriniz normaldir.
Fakat ikinci seçenek; islami bir müktesebata sahipseniz, birincisi “falan filan” diye geçiştirdiğiniz “üstünlük takva iledir” Kur’ani ilkesi tevile muhtaç olmayan, islam düşüncesinde görüş ayrılığı olmayacak şekilde kesin olarak kabul edilmiş bir ilkedir.
İkincisi Kur’an’da ifadesini bulan peygamber kıssalarında Peygamberlerin birçoğunun gönderildikleri toplumları eviremediği, ıslah edemediği, ilahi mesajı onlara anlatamadığı ifade edilir. Israrla ifade edilir.(Tevbe Suresi, 70) Son peygamber Hz. Muhammed’e de toplumu ıslah etmesinin sadece O’nun elinde olmadığı ısrarla vurgulanır.(Kasas: 56)
Böyle olunca sizin zaviyenizden baktığınızda peygamberler o “ya…” ile başlayan tanımlamalarınızdan birine giriyor olsagerek.
Dediğim gibi eğer mü’min bir duruşa / bakışa /inanışa sahip olduğunuz iddasındaysanız duruşunuza karşı ihanetten ötürü tevbe etmenizi, Allah’tan af dilemenizi tavsiye ederim.
Şimdi yazdıklarınızdan anlaşılana göre sizin materyalist düzlemde konuyu ele aldığınızı kabul edelim. (saygı duyarız) Bu şekilde sizi anlamaya çalışalım.
Anladığım kadarıyla “bir ırka mensup tüm insanların (halis niyetliler dahil) o ırkın genel temayülünün (verdiği ikramlardan ötürü hırsızı meşrulaştırıp ondan borç istemek gibi kötü bir temayül mesela..)içinde kategorilendirilmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyorsunuz. Çünkü bu ırkın her mensubunun ırkının hastalıklarını tedavi etmeyerek o ırkın kötü yanlarına ortak olmuştur diyorsunuz.
Yani tamamen kategorik bir düşünceyle “İrlandalılar kötü işler yaparlar, öyleyse İrlandalı kötüdür, öyleyse her İrlandalı biraz kötü olmalıdır” kabilinden bir görüşle “ırkların asaletinden” vurgusunu da yaparak ırkçılığa (ırkların [ve dolayısıyla o ırka mensup insanların doğuştan] üstün / aşağılık olabileceğine) bir kapı açmaya çalışıyorsunuz (galiba)
Sorularım olacak.
1. Bu söylediğine gerçekten inanıyor musun ?
2. Sen Türk ırkının bir mensubu olarak Türklerin(bana göre Türklerden bazı insanların) çeşitli güncel ahlak zaaflarını üzerine alabilir misin ? Yani “ben toplumumda dolandırıcılığı engelleyemediğime göre ben de biraz dolandırcıyım” diyebiliyor musun?
3. “Birgün o sayılan “ya…” sıfatlarını haketmeyen bir insan gelip, tüm genel ahlaki zaafları pansuman edecektir” cümlesine katılır mısın?
Yazan:Serkan Çekiç Tarih: Ara 1, 2008 | Reply
Mustafa akbaş ne zıp zıp hoplaması ne diyosun sen.Sevincinden hopluyo diyosan bilemem ama o yatana neler boçlusun çok iyi bilirim. Sevincinden hopladığını söylediğini farzediyorum. Yok öyle demiyosan ve ona olan borcunu göremiyecek kadar kör ve düşünme kabiliyetini yitimişsen benim elimdende bişey gelmez zaten. Evet kemalist geliştirmiş kendini.:D
Hiç bi millet diğerinden üstün değildir. Şartlara yönelik farklılıklar olabilir ancak bunlarda bi üstünlük yaratamaz. Millet dediğin kaç milyonluk bişi cep telefonumu üretiyon o üstün bu üstün diye.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ara 2, 2008 | Reply
Yeni yorumlar sayesinde Alperen Bey’in bu güzel yazısını okuma şansım oldu.Evvela meseleye sadece “insan”odaklı yaklaştığı için kendisini kutluyorum.Bakınız,yazının içeriği bir yana,her kelimesinde,her cümlesinde yapıcı ve birleştirici bir hava hakim.Dikkat edilirse farklı kutuplardaki katılımcılardan bile sert,kışkırtıcı ve tahrik edici tepkilerin gelmediği gözlenecektir.Bu da gösteriyor ki “ırkçılık”diye tabir ettiğimiz hastalıklı ideolojinin insanlar arasına düşmanlık sokmasının en büyük nedeni,tamamen boş çekişmelerin sonucu olduğunu göstermeye yeter.Zira siz bir insana saygı gösterirseniz doğal olarak saygı da göreceksiniz…İnsanları severseniz sevgi bulur,sevgi ile karşılarşırsınız…Hoşgörü,tevazu ve adalet duygusunu elden bırakmayanlar ne kaybetmiştir?Dolayısıyla insanlar arasında böylesi dostane,bir arada kardeşçe yaşama iklimini yeniden yeşertmek elimizde.Sayın yazarın da son derece isabetle değindiği gibi bundan ben de umutsuz değilim.Yeterki kısır çekişmeleri bir tarafa bırakarak birbirimizi dinleyelim,birbirimizi anlama çabası içinde olalım.Her şey biraz empati kurmaya bağlı.İnanıyorum ki bu yönde atacağımız hiçbir adım boşa çıkmayacaktır.
Yazan:KEMALİST Tarih: Ara 2, 2008 | Reply
Liberallere bir soru:
Türkiyeli kimliği hakkında ne düşünüyorlar? Türk üst kimliği yerine Türkiyeli kimliği yerleştirilmelidir? Türk üst kimliği, etnik grubu mu yoksa Türkiye’de yaşayan tüm etnik grupları mı içermektedir?
Bilgi amaçlı soruyorum. Liberallerin sorularımı cevaplaması mümkün mü?
Saygılarımla…
Yazan:Mustafa Akbas Tarih: Ara 2, 2008 | Reply
Sayin Serkan Çekiç, herhangi bir sözde Ataya varligindan ötürü borclu deyilim.Militarist Kemalist Doktirine göre Türkler varligini Atatürke borcluymus.. sormak lazim acaba Atatürk varligini kime borclu oluyor???
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ara 2, 2008 | Reply
@KEMALİST,
Anayasa`nın 10. Maddesi
Kanun önünde Eşitlik Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.
Anayasa`nın 12. Maddesi :
I. Temel Hak ve Hürriyetlerin Niteliği Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.
Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.
*****
Sayın KEMALİST Anayasa’da belirtilen hükümler ile mevcut uygulamalara baktığımızda sorun gayet net bir biçimde ortaya çıkıyor.Zira ülkemiz çok kimlikli ve çokkültürlü bir toplumdan oluşuyor.Ancak mevcut uygulama ve kanuni düzenlemeler bu farklılıkların birarada yaşamalarını sağlayacak yeterlilikte değil.Sorun da burada başlıyor zaten.Dolayısıyla yasal güvenceye kavuşturulamamış temel hak ve hürriyetler toplumda bir hoşnutsuzluğa,bu da yaşamakta olduğumuz iç çatışmalara,kutup ve kamplaşmalara yol açıyor.
Şayet Anayasa’da belirtilen tüm hak ve özgürlükler eşitçe uygulanır ve yasal teminat altına alınırsa zaten “üst kimlik”-“alt kimlik”diye yeni tanımlamalara gerek kalmaz.Yani üst kimlik-alt kimlik tartışması tam da çözüme kavuşturulamayan bu sorunlar neticesinde ortaya çıkıyor ve dolayısıyla her bir farklılık ve aidiyet “diğeri”ne karşı bir kompleks içine giriyor.Bu,farklı diller için de böyledir,farklı din,inanç ve tercihler için de.
Çözüm,bana göre bu tarz tuhaf kategorileri icat etmekten geçmiyor.Önemli olan toplumun tüm kesimlerini ortak değerler etrafında birleştirecek bir toplumsal zeminin kurulabilmesidir.Böyle bir zemin yaratıldığında pek çok kompleks kendiliğinden ortadan kalkacaktır.Yani kısacası “Türk”lük ile”Türkiyeli”lik arasında o kadar da önemli bir anlam farklılığı kalmayacak ve doğal olarak bu kavramların dillendirilmesi de sorun olmaktan çıkacaktır.Hattızatında bu sadece Türk’lükle,Kürt’lükle de alakalı(veya sınırlı)bir durum değil.Anadolu coğrafyası daha pek çok farklı etnik toplulukları içermektedir.Etnik çatışmalar daha çok bu iki etnisite üzerinden yapıldığı için böyle bir görüntü arzediyor.
Sonuç olarak bireysel hak ve özgürlüklerin yaşanması önündeki engeller kaldırıldıkça toplumdaki kutuplaşmaya yol açan nedenler de ortadan kalkacaktır.Senin dinin -benim dinim,senin dilin-benim dilim,yok bu Kürttü,şu Araptı,bu Aleviydi diğeri Sünniydi diye beyhude bir çekişmeye enerjimizi tüketmemize de gerek kalmazdı.
Tabii bu benim naçizane görüşüm.Yok bu yöntemler ülkemizin pek hayrına olmayacak diyenler de olabilir/olacaktır.Böyle düşünebileceklere şimdiden bir sorum olacak:Şu an yaşadıklarımız çok mu iyi?Sorun yok diyorsanız mesele yok,kaldığımız yerden devam edelim.
Yazan:Serkan Çekiç Tarih: Ara 2, 2008 | Reply
Sayın Mustafa Akbaş.Ben militarist de değilim kemalistte. Diğer yazılarımdanda bunu rahatça anlayabilirsiniz tahmin ediyorum. Ama ortada işgal edilmiş bi imparatorluktan bir cumhuriyet kurup üstüne ne fransada ne ingilterede ne de rusyada eşine rastlanmamış devrimler yapabilen bi adama şu an sahip olduğun birçok şeyi borçlusun demektir. Bu borcu sahiplenmemen bu borcun varlığını değiştirmez. Ancak bu borcu kemalist olarak en iyi şekilde karşıladığını düşünmekte aynı oranda saçmadır. İnsanlar Atarük’ü doğmatikleştirdi diye Atatürk’ü suçlamak ne kadar doğru? Ki kendi dönemin de yani 1923 ila 1938 arası devletin pekte demokratik bir yapıya sahip olmamasının suçunuda Ata’ya atmak? Zira o dönem sosyologlar tarafından bile sosyolojinin dışınde bir dönem olarak kabul edilir. Eğer o 15 yılı öyle yaşamasak belki hala hilafeti kaldırmaya uraşıyor olacaktık. Atatük’de varlığını türk halkına borçlu. Senin derdin sosyal demokrat devlet geleneğinin sorumluluğunu üstüne yükleyecek birini bulmaksa İnönü var. Atatük’de varlığını türk halkına borçlu.