Türklük sorunlu kavram mı?
By Konuk Yazar on Haz 23, 2008 in Makale
Alperen Gürbüzer
Yükselen milliyetçilik her nedense paylaşılamıyor, her türden siyasi partiler milliyetçiliğe vurgu yapmakta adeta yarış içerisindeler. Kimi Türklerin tarihte on altı devlet kurmanın gurur okşayıcılığından kendinden geçerken, kimide alaycı usulupla ‘on altı devlet kursak ne yazar, bir o kadar da devlet yıkmışız‘ karşılığını veriyor, kimi milliyetçiliği Atatürk Milliyetçiliği eksenine oturturken, kimi de ulusalcı ya da Türk Milliyetçiliği çerçevesinde meseleyi ele alıyor. Anlaşıldığı kadarıyla milliyetçilik etrafında cereyan eden çeşitlilik hergeçen gün artıyor, ne diyelim sürüsüne bereket diyesimiz geliyor içimizden.
Evvela şu onaltı devlet olayını ele alsak mı, bakalım bu mesele neymiş diye. Tarihe şöyle bir gözattığımızda söz konusu devletlerin arasında hem aidiyet yönünden, hem de yönetim bakımdan Türk olanda var, olmayan da. Ne var bunda deyip, olabilir gibi kaçamak cevaplar da gelebilir. Fakat bu tür karşılık vermekle de, mesele bir çırpıda çözülmüyor aslında. O halde tarihi değiştiremeyeceğimize göre bu kuru gürültü niye? Şurası bir gerçek ki; Türklüğü kafatası yönünden değerlendirenleri ya da damarlarındaki kana kadar indirgeyenleri bir takım tarihi gerçekler memnun etmese de tarihi tespitler saf ırkın ve saf yönetimin olmadığı yönündedir. Bizim meselemiz kendini Türk hisseden herkes Türktür anlayışında olanlarla değil elbette ki. Mesele kimin Türk, kimin Türk değil sorunu da değil zaten. Meselemiz tarihi gerçeklerle yüzleşmekten kaçınıp sloganların ardına düşenlerle. Dolayısıyla bu tutum devam ettiği müddetçe Türklük kavramı sorunlu olmaya devam edecektir, bu böyle biline. Maalesef bu konu öyle aşırı noktalara taşınmış ki; ‘Ya sev ya da terk et’ diyecek kadar gözü dönmüş bazı kesimler işi çığırından çıkartmışlar bile.
Malum olduğu üzere Kıbrıs Barış Harekâtından sonra, birtakım devletlû elitlerimiz acaba ne yapsak da yavru vatan Kıbrıs’ı Cumhurbaşkanlığı forsunda mevcut olan onaltı yıldıza dâhil etsek diye kara kara düşünmeye koyulmuşlar, derken çareyi listede pekte dikkat çekmeyen Batı Hunlarını çıkarmakta bulmuşlar. İşte KKTC, bu şekilde on altı yıldızın arasında kendine böyle yer bulabilmiş ancak. Tarihle oynamak işte buna derler. Bunun adı çözümse. Oysa tarih müdahale edilen meta değil ki, tarih yaşanıp kayda geçen bilgi hazinesi olarak bakmalı. Hele hele bir milleti onaltı devletle sınırlandırmak veya eksiltmek ya da olmayanı olmuş gibi göstermek girişimleri başlı başına skandal niteliğinde girişimler olup son derece vahim, bir o kadarda tarihi katleden arızalar olsa gerektir. Bırakınız bu konuları tarihçiler halletsinler, sırça köşklerde ele alınacak konular değil ki bu meseleler. Nitekim onaltı yıldızın içinde olmayıp ta tarihte yerini almış nice Türk toplulukların olduğu artık bir sır değil bugün.. Meğer ne kadar merakmışız simgeleşmeye, hatta donuklaşmaya ve rozetleşmeye…
TÜRKLÜK
Türklük bugünkü anlamda artık içi boşaltılmış ulus devlet olmanın aracı sadece. Bir zamanlar Türklük kavramı değer ifade ediyordu, üstelik ulu orta her zaman konuşulabilecek bir kavram değildi de. Çünkü değerli ziynetler hep en güzel yerlerde muhafaza edilir, saklı kalır itina ile hep, pazara dökülmezler, ucuz olan şeyler ulu orta yerlerde sergilenir ancak. Bundan dolayı Osmanlı altı asır boyunca Türk olduğu halde adının Türk olduğundan sıkca bahsetmemiş, hatta gerek bile duymamış. Utandığından mı? Elbette ki hayır. Bu demek değildir ki Osmanlı Türklüğü ağzına almamakla aslını, atasını inkâr eden ne idüğü belirsiz bir devletti. Tam aksine Osmanlı’nın evvela bir dünya görüşü olan misyonu vardı. Yani devleti aliyyenin İla’yı Kelimetullah için âleme nizam vermek ideali söz konusu idi. Onun için milliyetçiliğin dar kalıplarına kendilerini mahkûm etmediler, ‘Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz’ düsturunu şiar edindiler hep. İslamı ön plana alıp arkasına da Osmanlılık şuurunun itici gücünü katıp hükümran olmuşlar tüm cihana. Türkler kurduğu devletlere bile ya kurucularının adını, ya da sülale isimlerini vermişler, yani Al-i Selçuklu, Al-i Osmanlı şeklinde kodlayarak yetinmişler sadece. Bağrında taşıdığı milliyetlere öteki gözüyle bakmadıkları içindir ki; üç kıtada hükümran olmayı başarabilmişlerdir.
Bütün imparatorlukların hemen hepsi kozmopolittir. Bunlar arasında Osmanlı’nın tek farkı engin tolerans anlayışına sahip olmasıdır. Bizanslılar yıllardır Yahudilere insanca muamele yapmayıp hırpalayarak itip kalkıştığı içindir ki cihanşümul imparatorluk esprisini yakalayamamışlardır. İşte Osmanlının cihanşümul olmasının temel esprisi soy sop faslına dayalı milliyetçilik yapmamasıdır, yani milliyetler çelişkisine meydan vermemesidir. Dolayısıyla Osmanlının bilinci tek ırka dayanarak gelişmemiş, aksine Türk unsurunun yanında gayr-i müslim tebadan derlenen seçkinler tabakasınıda yönetime dâhil ederek içte ve dışta birliği dirliği sağlayabilmişler bu yüzden. Osmanlı aynı zamanda Müslüman Romadır, batının ortasında kurulması da bu durumu teyid ediyor zaten.
Türklüğü ulus devletinin aracı olarak kullananlar ne yapıyor? Derseniz, onlar da Türklüğü değer olmaktan hızla uzaklaştırıp bir ideolojik kalıbın ürünü olarak lanse ediyorlar sürekli. Türklük böyle sunulunca bu kavram ister istemez sanki medeniyetten yoksun, sadece Nihal Atsız’ın öğretilerinde yer alan güçlü, kahraman veya ‘Bir Türk dünyaya bedel’ meydan okumasına dönüşüyor. Nitekim bu tür Türklüğün içerisinde Mevlana’nın; ‘Ne olursan ol yine gel’ yahut Yunus’un; ‘Yaratılanı sev yaratandan ötürü‘ sevgi içerikli sözleri çağrıştıran ana temalarını göremiyoruz.
Oysa bizim ecdadımız Moğol kasırgasını Horasan Erenlerinin irşad soluğu ile bertaraf etmişlerdi, ama ne yazık ki geldiğimiz noktada ise Türklerin Moğollaştığına şahit oluyoruz sanki. Malum olduğu üzere Moğollar medeniyet nedir bilmez yıkıcılardır, zaten tarihi süreç içerisinde yerleşik olamadıkları için bir yüzyılı bile aşamayacak şekilde ömrünü tamamlayıp tarihin harabelerine gömülüp kayboldular. Bu gerçeklere rağmen etrafa korku salan, insanlıktan nasibini almamış Moğol serdarlarını, Hülagoları, Cengizleri genç kuşaklara örnek sunmaya kalkışırsak bu Türklüğü yüceltmez, bilakis Türklerin Cengizleşmesi yahut Moğollaşması demek olur. Asıl milliyetimizin izlerini bulmaya çalışacaksak Ahmet Yesevi’nin yaktığı sevgi ateşinde aramalı. Bakın Yesevi güneşi için Yahya Kemal Fuad Köprülü’ye ne diyor: ‘Ahmet Yesevi’yi bir inceleyin göreceksiniz ki, bizim milliyetimizin temelleri orada bulacaksınız.’
Gerçekten de Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi (k.s)’ın dergâhına gelen Türk’ün Alp’i ruhunu erenlikle süsleyerek kuru cihangirlik davasından uzaklaştığı gibi alperenlik kimliğine de kavuşmuş oluyordu. Böylece Yesevi güneşi sayesinde Türklük aşama aşama yerleşikliğe, ordanda medeniyete, derken üç kıtaya hükmeden cihangir imparatorluğa geçiş yapmıştır.
İslamiyet öncesi Türklüğün pazu kuvvetiyle yetinseydik belki de şuanda yeryüzünde Türk adına hiçbir devletin varlığından söz edemeyecektik. Milliyetçilik eğilimlerin kıpırdadığı şu hengâmede Türklüğü sadece bilek kuvvetine endeksleyenler, bu gücü dışa karşı yansıtsalar belki gam yemeyiz, ama maalesef ‘kol kırılır yen içinde kalır’ misali kuvvetimizi her ne hikmetse iç dengelerin ayarlamasında kullanıyoruz. Moğollaştırılmak istenen Türk’ün Moğollardan tek farkı dışa karşı yumuşak ve esnek, içe karşıda daha sert ve katı tavır sergilenmesi şeklinde sunulmaya çalışıldığıdır. Nitekim bu handikabımız gözlerden kaçmıyor, maalesef kendi ülkesinde parya durumuna düşüpte yabancı diyarlarda eğitimini sürdüren başörtülü kızlarımız bunun en tipik dramatik misali. Galiba içte kan kaybına uğramak birilerinin hoşuna gidiyor, bakalım bu sevinç nereye kadar sürecek şimdilik bilinmez ama yine de Mevla neylerse güzel eyler demekten başka tutunacak dalımızda yok gibimize.
Adını Türklükle bağdaştıran Göktürkler bile kullandığı sikkelerinin bir yüzünde Çince, diğer yüzünde Göktürkçe yazılar koymasından yüksünmemişler. Hakeza Çinli Türk Başbuğlarının varlığı, Selçuklunun İranlı Nizam’ül Mülk’ü veziriazam yapması, yine Osmanlı Padişahlarının Bizans prensleri ile evlenmesi, devşirme sisteminin yıllarca uygulanması ve Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı bir dilinde sarayda kompleksiz bir şekilde kullanılması gibi hoşgörüye dayalı Türklük örnekleri tüm çıplaklığı ile önümüzde dururken, günümüzde şekilci dediğimiz basmakalıp simgesel Türklük türetilmeye çalışılıyor durduk yerde. Türklüğü dışa açık çerçevesinden, kendi iç kabına çekmeyi marifet sanan sığ beyinler ne akla hizmet ediyorlar doğrusu anlamış değiliz. Bizler göçebe topluluklar halinde bile bu denli tekilci değildik, Türk olarak uzak diyarlara göç ettikçe değişik ırktan insanlarla tanışmıştık, hem kültürlerine renk katmışız hemde onlardan birşeyler almışız, bunun neticesinde de farklılıklarla birarada nasıl yaşanacağını keşfederek bütün cümle âleme esnek davranma kabiliyetini göstermişiz ve ispatlamışız da. Göç ettikçe açılmışız, her açılış ufkumuzu ötelere taşımış ve nihayetinde medeniyet vasfını elde etmişiz. Zaten büyük medeniyetler hicretin ardından doğarmış, bizimki de öyle olmuş nitekim.
Moda milliyetçilik simgesel Türklük tanımı doğuruyor. Ne yazık ki; Simgesel Türklükle siyasi Kürtlük, yani iki zıt etnisite birbirini besliyerek etki tepki etkileşimden kaynaklanan bir tanım üretiyorlar birlikte. Bu nasıl oluyor derseniz, birbirlerine ültimatom yağdırarak gerçekleşiyor tüm bu aymazlıklar. Dolayısıyla herkesi aynı kalıba sokma yarışının varacağı nokta birbirlerinin kuyusunu kazarak kültürlerini kurutmak olacaktır akıbetleri. Abbasilerden, Selçuklulardan, Osmanlıdan arda kalan boşluk giderilmediği sürece bu sıkıntılar devam edeceğe benziyor. Osmanlı unutturulmaya çalışılsa da tarihi çekim gücü onu asla hafızalardan silinmesine geçit vermiyor. Bu yüzden tarihimizi redd-i miras yapmakla hem kendimize zulmediyoruz hemde ulu çınarımız Osmanlıya haksızlık ediyoruz. Dünyanın neresini turlarsanız turlayın Osmanlı bir şekilde kimliği ile karşımıza çıkıyor. Diyelim ki yolumuz Macaristana düştü, ister istemez karşımıza Mohaç çıkacaktır muhakkak, bu da Osmanlının hala canlı olduğunun göstergesi değil mi?
Hala tarihi gerçekler ortada iken göçebe döneminin at üstünde kılıç sallamanın hayaliyle etrafa korku salan Türklük modelini yerleştirmekte ısrarcıyız. Dünyanın hiçbir yerinde bizimki kadar etnik meseleler bu denli kaşınmıyor, hatta ülkelerin birçoğu diğerini ötekileştirmenin mahzurlarını fark eder etmez derhal eski huylarını terk etmişler, ama şimdi o hastalık bize sirayet etmiş olsa gerek ki onların bıraktığı noktada şimdi de biz etnisite problemleriyle uğraşır konuma geldik. Oysa yeni Türklük tanımı iç ve dış düşman dürtüsüyle sınır bekçiliği talep ediyor bizden. Ulus devlet mantelitesi tabiatıyla tektip milliyetçilik tanımı öngörüyor, buna tepki olarak etnik toplulukların kök bağlarını tetikleyerek kendi etnik kimliklerine dört elle sarılmalarına yol açıyor. Tehlike ne Türk insanında, ne de dışarı ile ilişkilendirilen emperyal devletlerde, asıl tehlikeden söz edeceksek beynimizin derinliklerinde mevcut olan tehlike senaryolarında aramalı, bu hal artık öyle bir psikolojik maraz hale geldi ki bu konuda ne yapacağımızı da bilemez haldeyiz. Örnek aldığımız Fransanın modelinin ortaya koyduğu menfi milliyetçiliğin topraklarımıza sıçraması sonucu ulus devletçilik anlayışının ürettiği tek tipçilik marazı, maalesef Türklerin farklılıkları zenginlik gören anlayışını yerle bir ederek birlikteliğimizi tarumar eyledi. Şimdi bu içi boş ulusal kimliğe büründüğümüze sevinelim mi ağlayalım mı ne dersiniz? Kimileri ellerine kına yaksa da etnisiteye dayalı siyaset farklılıkları insanımızı geriyor, birleştirmiyor, tam tersine hepimizi ayrıştırıyor.
OBJEKTİF TARİH ANLAYIŞI
Gerçek Türklükden bahsedeceksek Erol Göka’nın; ‘Türkler uygarlık sentezci yönüyle tarihe damgasını vurmuştu..’ sözlerini referans almalı.. İşte kökse kök, tarihse tarih bu tarifte gizli.. Objektif tarih değerlendirmesi buna denir. Unutmayalım ki; Cumhuriyeti kuranlarda Osmalı’nın kadrolarından çıktı, köklerinde Osmanlılık mevcut. Sadece kadrolar mı, elbette ki hayır. Parlamentosunu, siyasi partisini, basınını ve tüm müesseselerini devr aldık. Genç Cumhuriyetimizin Osmanlının mirasının devr alınması bile başlı başına köklerimizi inkâr etmediğimizin bariz bir delilidir. Nitekim Atatürk; yeni bir ulus kurduk, yeniden bir millet yarattık demiyor, aksine eski cemaat toplumundan modern bir toplum meydana getirdik diyor. Yani gelişmeciliğe vurgu yapıyor. Dolayısıyla kurulan Cumhuriyetimiz Osmanlının değişik bir tür devamı niteliğindedir diyebiliriz. Bugün gelinen noktada ise ne kadar redd-i miras yapılmaya çalışılsa da dünyanın gözünde biz hala Osmanlıyız. Dünya unutmamış Osmanlıyı, biz nasıl unutabiliriz ki?
Tarihten maksat kişileri ya da bir ırkı övmek veya yermek değil, tarihe objektif yorumlar getirebilmek esas olanı, hatta geçmişten ibret alabilmek ve tarih bilincini yakalayabilmektir gaye. Resmi tarihin ve ideolojiinin varlığı hiçde önemli değil, önemli olan ortak hafızamızın halkın kabulünü kazanıp kazanmaması hususudur. Gerçeklerin konuşulmasından korkulması, yasak kurallar koyulması resmi tarihin ve ideolojnin iflası değil mi? Arşivlerin uzun seneler incelenmeye müsaade edilmemesi hep bu kaygının işareti değil mi? Resmi tarihe karşı çıkış olarak Kemal Tahir, Kazım Karabekir, Mete Tuncay, Dr Rıza Nur vs. gibi tarih çalışmaları var önümüzde. Fakat her nedense Cumhuriyetimizin resmi anlayışı yayınlanmasına izin vermiyor. Hürriyet yazarı Murat Bardakçı’nın bile Şahbaba‘yı yazarken bazı bölümleri çıkardığını söylemesi düşündürücü değil mi? O halde geçmişimizle sıkboğaz olmaya lüzum yok, hâsılı tarihi gerçekleri inkâr etsek de Osmanlı gönüllerde taptaze yaşıyor, yaşayacakta bu böyle biline.
Dinimiz gereği birbirimize mütevazı dışarıya karşı çetin olmak gerekirken birbirimizle bu kavga, bu şiddet, ne bu celal niye? Olan milletimize oluyor, içte sertleştikçe aslında kan kaybediyoruz sürekli, dışarda söz ettiğimiz dış düşmanımızın teknolojik silahları ile bile silahlanmadan havanda su dövüyoruz adeta. Kompleksiz yaşamayı yeniden keşfetmeli, tarihimizle yeniden yüzleşerek tabii. Türklük denen değeri yeniden keşfederek doğru mecraya vira vira yelken açarak birlik limanında demirlemeli… Sığ düşüncelerden kurtulmanın yollarını aramalı ırkçı yaklaşımlara geçit vermeden. Sürekli düşman hobisi ile yatıp kalkmak yarınlarımızı boş yere heba ettiğimiz gibi, kardeş coğrafyalarda yaşayan halklara kucak açmamızı önlüyor da. Bu tür absürt tavırların yansıması olarak ‘Ne işi var Mehmetçiğin Yemende, Lübnanda’ demek gibi yaklaşımların doğmasına neden oluyor. Artık dört tarafımız düşmanla çevrili çığırtkanlığına paydos deme zamanı gelmedi mi? Bunca vahdet şuuru(birlik bilinci) birikimimiz varken başka arayışlara yönelmek büyük bir yanılgıdır. Artık kuma gömülmüş başımızı çıkarma zamanı gelmedi mi?
KÜRTÇÜLÜK
Bir diğer kanayan yaramız da Kürtçülük meselesi. Kürtçülüğün asla kabül görmesi mümkün değil, muhatap bile alınmaya değmez, bir bardak suda fırtına koparılmanın ötesinde bir anlam taşımıyor çünkü. Kürtçülük sanıldığının aksine korkulacak boyutta bir mesele gibi görünmüyor, tamamen psikolojik korkuların sonucu yerleşmiş bir kanaat olsa gerektir. Çünkü Kürtçülük akımının yerleşecek zemini yok ki, hatta bu davayı güdenlerin ne doğru dürüst ortak bir dili var, ne de devlet geleneği var, edebiyat desen evlere şenlik, aslında hiç bir şeyleri yok ortada. Bütün bunlardan mahrum olan etnik bir siyasi akımdan gereksiz telaşa kapılarak olmayan birşeyi varmış gibi kendi ellerimizle büyütüyoruz, ama farkında değiliz, adeta yangına körükle gidiyoruz habire. Oysa şimdiye kadar Türküyle, Kürdüyle vs. biz birbirimizi ayrı gayrı görmedik bu coğrafyada, şimdide görmemeli, nezaman ki kendi dışımızdakilerine öteki muamelesi yapmaya başladık işte o zaman Kürtçülük kronik bir mesele olarak karşımıza çıkıverdi biranda. Bilindiği gibi Kürt dediğimiz insanları bu coğrafyada profesör, asker, şarkıcı türkücü, Roman yazarı, her ne arasak her meslekten her etki alanda değerlendirmekten imtina etmedik. Nitekim böyle yapmakla gök kubbe başımıza geçmedi ki şimdi de geçsin. Bırakın kendi doğal mecrasına problem kendiliğinden çözülsün. Tarafların her iki kesimi de sevgiden söz etmeye niyetleri yok galiba, herkes kin kışkırtıcılığına soyunmuş sanki.
Üstelik milliyetçilik kavramıda batıdan kopya edilmiş bir kavram. Tarihi süreçte yaşadığımız coğrafyalarda bizi ırklar ayırmazdı, sadece müslim ve gayr-i müslim tasnifi vardı içimizde. Bu tasnifte ayırım anlamında değildi, dini mensubiyete yönelik adlandırmadır. Zira Osmanlı birlik ve beraberlik denen olayı ‘İnananlar kardeştir’ buyruğuyla çözmüş, gayri müslimlerle ilişkilerimizi de; ‘Dinde zorlama yok’ ilahi prensibi sayesinde yürütmüş, böylece farklılıkları bir arada tutmayı başarmış, bunun sonucu olarakda gayri müslimler uzun yıllar Osmanlı şemsiyesi altında özgürce yaşama şansını elde etmişlerdir. Ne zaman ki; Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik akımları yükselmeye başladı, Prof.Dr. İlber Oltaylı’nın dediği gibi yeni bir truva atı olarak Türklük, neyazık ki sorunlu kavram olarak gündemimize giriverdi. Milliyetçilik rüzgârları coğrafyamıza sıçradı sıçramasına ama, bu arada olanlarda oldu, birlik beraberlik duyguları törpülendi, ardından bağımsızlıklarını ilan eden milletlerin doğuşuna sahne oldu coğrafyamız.
TÜRKOLOJİ
Türklüğü o kadar ileri boyutlara taşıdık ki Türklüğe bilimsellik katma adına Türkoloji enstitüsü çalışmalarına bile hızverdik. Oysa Türkoloji başlıbaşına Türklüğü aşağılayan bir kavram, yeri geldiğinde hamaset adına ‘Ayıdan post Moskof’tan dost olmaz ‘diye söyleniriz, fakat bu kavramın Rusların çıkardığından ve loji ibaresinin Rum’a ait olduğundan bihaberiz. Niye çıkarmışlar derseniz mezara defnedilmiş, yani ölü milletler için kullanılan bir ek olması itibariyledir, nitekim Sümeroloji örneğinde olduğu gibi. Capcanlı olmak varken ölmüşüz de ağlayanımız yok haline rızalık niye? Belli ki Türkoloji kavramı ile Osmanlı gözardı edilmek istenmiş, Neden bir Frankoloji yokda Türkoloji var diye kendi kendimize bunun hiç muhasebesini yaptık mı? Asıl bu konulara kafa yormamız gerekirken Türklüğü dar ve içe kapanık kalıplara mahkûm ederek sorunlu hale getirmekte mahiriz. Her ne kadar Osmanlıyı dikkatlerden uzaklaştırmak için Türkoloji kelimesi icat edilmiş olsa da, Osmanlı gönüllerde, hala hafızalarda taptaze ve diri yaşıyor, yaşayacak da.
Türkoloji kavramında olduğu gibi Türk tiyatrosu da batıdan alınma. Batı Hz.İsa’yı anlatabilmek için bu metoda başvurmuş ve oradan da coğrafyamıza gelmiş. Oysa kök değerlerimizde tiyatroyu bulamazsınız, bu hastalığı da aynen kabüllenmişiz maalesef. Üstelik gelenide hatalı şeklinde uyarlıyoruz, edep ve adap olmaktan çıkıp anti kültür görevi yapacak şekilde taşıyoruz bağrımıza.
Velhasıl; daha buna benzer birçok problemli Türklük örnekleri ile hafızamızı kaybediyoruz.
Vesselam.
9 Yorum
Yazan:alperen Tarih: Şub 9, 2009 | Reply
Hepimiz kardeşiz vesselam.
Yazan:alperen Tarih: Mar 26, 2009 | Reply
MUHSİN YAZICIOĞLU NE DEDİ?
ARAŞTIRMACI-YAZAR:ALPEREN GÜRBÜZER
Ülkücü Harekâtın liderlerinden Muhsin Yazcıoğlu ile yapılan röportajda O gönül Sultanı ile ilgili ilginç hatıralara hep birlikte göz atalım:
— Sayın Yazıcıoğlu, Seyyid Muhammed Raşid Erol Hz. (k.s.)’leri ile ilgili ilk karşılaşmanızı anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Kendisini 1970’li yıllarda uzaktan görmüştüm. O zamanlar çok yakın bir temasımız olmamıştı. Ancak, 1987 yılında Menzil’de kendisiyle görüşmek nasip oldu. Kendisiyle uzun uzun göz göze geldik. Elbette o manevi derinliği ve manevi atmosferi daha ilk bakışta yaşadığımı söyleyebilirim. Benim ilk karşılaştığımdaki intibaım hep tasavvuf kitaplarında okuduğumuz ama ulaşamadığımız, yaşayamadığımız, hissedemediğimiz güzel duyguları yaşama ve hissetme durumunda oldum. Orada benim yarım saatlik hemen hemen yarısı sessiz geçen, bir o kadarı da çeşitli konularda görüşlerine başvurduğumuz ve dinlediğimiz an olarak geçti. Akşam kendilerinin emirleri üzerine bizi Mübarek Divanı’nda misafir ettiler.
— Efendim, bu esnada sizin M. Yazıcıoğlu olduğunuzu biliyorlar mıydı?
M. Yazıcıoğlu: Çevredeki sofiler benim olduğumu söylediler. Ama ben cezaevinde iken manevi olarak da irtibatımız oldu. Bazı sofi kardeşlerimiz aramızda haber akışı sağladı. Bu sebeple bizi hem ismen biliyordu, hem de biz cezaevinde iken muhtaç olduğumuz dualarını daima aldık. Kendisine misafir olduğumuz gecenin sabahında, namazdan sonra camiinin dışında büyük bir kalabalık toplanmıştı. Kendileri kalabalık içinden geldi ve beni çağırdı. Bir kenara geçtik. Elini omzuma koydu ve bana güzel bir hikâye anlattı.
— Hikâyeyi dinleyebilir miyiz?
M. Yazıcıoğlu: Buyurdular ki:
”Bir zatın iki tane oğlu varmış. Kendisi vefat ederken bunlara üç küp altın bırakmış. Çocuklarına ”Bu küp altınların birer tanesi sizin. Üçüncüsü de dünyanın en ahmak adamının” diye vasiyyet etmiş. Babalarının vefatından sonra bu iki kardeş çok yer dolaşmışlar. Kimi bulsalar bundan daha ahmağı çıkar düşüncesiyle dolaşıp durmuşlar. Çünkü dünyanın en ahmağını arıyorlar. Küçük kardeş bir şehirden geçerken bakıyor ki, bir zatın sakalının bir tarafını yülümüşler, bir tarafı duruyor. (Hatta o, sakalın bir tarafını yülümüşler sözünü söylerken mübarek biraz düşündüler. Tıraş kelimesi sonra aklına geldi, ondan dolayı gülmüştü…) O adamı ayrıca merkebe ters bindirmişler. Kuyruğunu da eline vermişler. Boynuna tezek takmışlar, etrafına çıngıraklar asmışlar. Ve kendisini def, davul çalarak, halkın arasında dolaştırarak rezil rüsva etmişler. O zaman bu küçük kardeş oradaki insanlara sormuş; Bu adamın ne suçu vardı da bu kadar eziyet ediyorsunuz? Cevaben; herhangi bir suçu yokmuş demişler. Bir suçu olduğundan dolayı değil bizim burada adet olduğu için yapıyoruz. Küçük kardeş nedir âdetiniz demiş. Cevaben; bu adam buranın valisi idi. Belli bir süre valilik yapar sonra süresi dolduğu zaman bunu tahtından indiririz. Halkın arasında böyle dolaştırırız. Öbürünü de Törenle tahtına oturturuz dediler. Bunun üzerine küçük kardeş; peki şimdi tahtına törenle oturttuğunuz süresi bittikten sonra aynı bunun gibi halkın arasında dolaştırılacak mı diye sormuş. Onlar da evet demişler. Küçük kardeş hemen eve gidip babasının vasiyet edip verdiği bir küp altını alıp gelmiş. Getirip valinin önüne koymuş. Valiye, bu küp altın babamın vasiyeti üzerine sizin şahsınıza aittir. Yani devlete ait değil. Siz kendi şahsınıza kullanacaksınız. Vali, ama ben sizin babanızı tanımıyorum demiş, küçük kardeş evet, babam da sizi tanımazdı. Zaten bize vasiyet etti ki, dünyanın en ahmağını bul ona ver diye. Vali hiddetle oturduğu koltuğundan kalkmış ve demiş ki, ben koca bir valiyim. Nasıl olur da dünyanın en ahmağı olurum. Küçük kardeş, sizin bir sene sonranızı görüyorum. Bu valilik dönemi bittikten sonra size şöyle şöyle yapmayacaklar mı, sen kendin de böyle olacağını biliyorsun. Bunu bile bile buraya oturmak ahmaklık değil mi demiş.
Bu hikâyeyi anlattıktan sonra elime omzuma vurdu. Dedi ki:
”Manevi rütbelere talip ol. Yoksa insanlar alkışlarlar sonra da taşlarlar. İnsanlara güvenme, önemli olan manevi rütbelere talip olmaktır…”
Tabii ben o zaman acaba siyasete hiç bulaşma anlamında mı söylüyor diye düşündüm. Kendilerine bir vakıf kurduğumuzu söyledik. Vakfa çok sevindi. Vakıf faaliyetlerinin yararlı olduğunu ifade etti. Ayrıca siyasi düşüncelerimi kendilerine aktardım. Bize ”Bu işin çilesini, sıkıntısını çekmişsiniz. Bu sizin bileceğiniz yanıdır. Faydalı olabileceğinize inanıyorsanız yapabilirsiniz.” dediler. Yani o zaman siyasetin acımasızlığını, insanların güç ve kudrete karşı zaaflarını dikkate alarak siyaset yapmamız gerektiğini ifade ettiği manasını çıkardım.
— O günden bu güne birçok görüşmeleriniz oldu. Bu görüşmelerden size kalan hatıralarınızı ve kendisinin tavsiyelerini anlatır mısınız?
M. Yazıcıoğlu: Tabii bunların bir kısmı söylendiği yerde kalması gereken hatıralar, yaşadığımız anda kalması gereken hatıralardır. Ama ben kendisinden hep güç bulmuşumdur. Bizim için manevi bir kuvvet olmuştur. Yalnız üzüldüğüm bir yanı var, o da son Ankara’ya gelişlerinde kendilerini Pursaklar’da ziyaret ettiğimizde bizi akşam eve davet etmişlerdi. Akşam biraz geç olduğu için istirahata çekilmiş olduğunu düşünerek, evi arayıp rahatsız etmek istemediğimizden gidemedik. Bir daha görüşmek de nasip olmadı. O akşam gidemediğimiz için hala üzülüyorum.
— Evet efendim…
M. Yazıcıoğlu: Siyasi Karar Kurultay’ımızdan önce Türkiye’de bildiğimiz gönül dostlarını ziyaretlerimiz oldu. Bunlara gayretlerimizi anlattık. Yani aklımız ve baş gözümüzle tayin ettiğimiz hedefleri bir de gönül dostları nasıl görüyor diye düşünerek bu zatlarla meşveretlerimiz ve danışmalarımız oldu. Bu meyanda Seyda (k.s.) Hazretleri ile de hassaten görüşmüştük. O görüşmemizde kendisi ”Toplayın, toplansınlar, konuşun, tartışın, orası nasıl karar alırsa öyle hareket edin” dediler. Hatta yakından ilgilendiler. Ne kadar insan toplanabilir ve kalabalıklar nasıl olur hususunda sorular sordular. Kurultay sonrasında kendilerine kamuoyunun beklentilerini anlattık. Kamuoyundaki birlik hususundaki özlemleri aktardık. Bu hususta kendileri de ihlâsınızı bozmayın siz, ihlâsınızı bozmamak kaydıyla birliktelikler yapabilirsiniz. Ama birlikteliğiniz ihlâsınızı bozacaksa o zaman kendi istikametinizde devam edin gibi görüşler ortaya koydular.
— Son cümle olarak neler söylemek istersiniz?
M. Yazıcıoğlu: Baktığımız zaman gönlümüzü rahatlatan, manevi hazzımızı artıran, bize manevi iştah getiren bir Mürşid-i Kamil’di. Dolayısıyla bizim manevi dünyamıza çok güzel, tarif edemeyeceğimiz tesirleri var. Allah ondan razı olsun. Seyda (k.s.) Hazretleri ve cümle Allah dostları bizim manevi ışıklarımızı. Biz onlarla görebiliyoruz. Onun bu âlemden ebedi âleme gidişi bizi çok üzdü. Allah dostları her zaman manevi tasarruflarıyla da bizi kuşatırlar. Cisimleri yanımızda olmasa da bize manevi rota verirler. Onlar birlik sembolüdür. Onlar tevhidin nurlu aynalarıdırlar. Biz onlardan yansımalar alırız. O, gönüller sultanı idi. O Sultan-ı Müslümiyn’di. O şimdi Allah’a ve Allah’ın sevgilisi Hz. Resulullah (S.A.V.)’a kavuştu.
Allah rahmet eylesin.
Yusufiyeden bir ışık: Ahmet Selçuk Özdağ
Bu işin çilesini çekenlerden, Yusufiye diye adlandırdıkları mahpuslarda MHP davasında yargılananlardan Ahmet Selçuk Özdağ’da bakın neler diyor o Gönül Sultanı için:
İnsanlığın gönül dünyasını yıllar sonra aydınlatma görevi verildiğini mana âlemi biliyor, fakat insanlık henüz bilmiyordu…
Yıllarca hiç bıkmadan zahirî ve Batıni ilimlerin müdavimi oldu, her zaman ve zeminde kendisini Allah’a (c.c.) kulluğa ve Allah yolunun yolcuları sadatlara (K.S.) hizmete vakfetti ve Ümmet-i Muhammedin dertleriyle inledi, inledi durdu…
Babası S. Abdulhakim El Hüseyni (K.S.) Hazretlerinin dergâhında nefis terbiyesi altında iken, herkesin uykuda olduğu zamanlar uyanık durur, sofilerin, müritlerin tuvaletlerini temizlerdi.
Babası Gavs (K.S.) Hazretleri bir gün sohbette şöyle buyurdular ”Keşke Gavslık görevi ile görevlendirilmeseydim de benden sonra gelecek olana mürid olsaydım”. Bu söz gelecek şahsın yani S. Muhammed Raşid Hazretlerinin hizmetinin ve makamının büyüklüğüne işaretti.
Kendilerini tanımam 1977 yılında oldu. Gönül dostu, gerçekten bir er olan Ahmet Er ağabey bu mübarek, Mübeccel insana intisaplı idi, sık sık bizlere bahseder, ”devlet olmak için akıl ve heyecan yetmez gençler, gönül lazım, gönül lazım, gönül lazım” derdi… 12 Eylül öncesi bir ağaç için koskoca bir ormanın feda edildiği günlerden önce çok çetin şartlar altında mücadele ederken bile Osmanlı’yı, Selçukluyu dolaşır, insanlığın gönül dünyasını bir güneş misali aydınlatan Süreyya Yıldızı gibi yön gösteren Allah dostlarına gıpta ederdik.
Uğruna her şeyimizi feda ettiğimiz ceylan gözlünün vefasızlığı neticesi ver elini 12 Eylül zindanları…
Ve… Allah’ın şefkat tokatı, zahiren zulme atıldığımız zindanlardan Allah bir nesli yarınlara hazırlıyordu. Üstad cennet mekân Necip Fazıl’ın dediği gibi ”ana rahmi zahir karanlığında nur doğuş sesler duymaktayım, davran ve boğuş…” misali şafak, karanlığın en koyu olduğu yerden doğuyordu.
12 Eylül öncesi şehzadeler şehrinin manevi havasını teneffüs etmemize, Aynalı Camiinde Nûri Efendinin sohbetlerini dinlememize, Şekerci Dedenin zaman zaman dualarını alarak mübarek ellerini öpmemize rağmen Tasavvufun ne olduğunu bilmiyorduk. Herkes idraki oranında nasiplenirmiş ve bir gece Medrese-i Yusufiyede üç dört arkadaşın gördüğü aynı rüya… Gönüller sultanı… Sultanlar sultanı efendimiz, kurtarıcımız Buca cezaevinin 13. koğuşunda rüyalarındaydı… Sonra Ahmet Er ağabeye mektuplarla rüyamızı Muhammed Raşid Hazretlerine sorduk ve gelen cevap: ”Allah rüyalarınızı makbul eylesin, Menzil İslam’ın lekesiz, gölgesiz, tertemiz uygulandığı bir yer ve o zât’da Mürşid’i Kâmildir. Yolunuz ve haliniz mübarek olsun.”
O günden itibaren binlerce kerametine şahit olduğumuz tasavvuf ve istikamet M. Raşid (K.S.) Hazretleri efendimiz, yol göstericimiz, kurtarıcımızdı.
Medrese-i Yusufiyede iken Adıyaman’da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ”Sen Menzil’e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste…” Arkadaşım gitmişti Menzil’e… Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ”Menzil’e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabaktı fakat kardeşi Seyyid Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler…”
Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil’e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk… Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idrakı ile Allah’tan, Resulullah’tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah’ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (K.S.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ”konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz” Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden M. Raşid (K.S.) Hazretleri buyurdular ki: ”Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere düçar olabilirdi… Ah… Ahh… Bir de İslamı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.” Aman Allahım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ”Kürtçülük küfürcülüktür” ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar… Dualar… Dualar… Ediyorlardı.
O, Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet’e ittiba etti, sadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüz binlerce insanı dünyadan ahirete bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi.
Allah rahmet eylesin…
KAYNAK.Kamer vakfı Bülteni
Yazan:Kamer Yalçın Tarih: Mar 27, 2009 | Reply
Sayın Yazıcıoğlu ve beraberinde hayatını yitirenlere Allah rahmet etsin. Üzücü br şekilde aramızdan ayrıldılar.
Siyasi görüş, yaşayış ne olursa olsun neticede hepimz insanız ve bu memleketi daha güzel yapmak için çabalıyoruz. Tüm derdimiz tasamız da bundan ibaret.
Kaza haberini duyduğum andan itibaren derin üzüntü içindeyim. Şu anda da öyle… Allah taksiratlarını affetsin. Yakınlarına ve sevenlerne Allah sabır versin.
Yazan:erol duyar Tarih: Mar 7, 2011 | Reply
Merhabalar… Yukarıda Türklük ile ilgili yazınızı okudum. Son zamanlarda gazetelerin köşe yazılarında bu tür yazıların sayısında bir artış olduğunu düşünüyorum. Bu tür yazıların içeriğine baktığınızda sanki gerçeği arayan, yanlışın korkusuzca üzerine giden bir düşünce varmış gibi bir izlenim uyandırıyor insanda. Bana göre insanlarımızın beyinlerini yıkamaya yöneliktir bu tür yazılar. İthal kaynaklı düşünceler bilinçli olarak Türkiyemizin üzerinde bölmeye yönelik oynanıyor/oynatılıyor.
Yazan:ali duman Tarih: Mar 7, 2011 | Reply
@erol duyar
bir türlü bölemediniz gitti bu ülkeyi.
87 yıldır bir ülkenin her daim bölüneceğinden söz edilir mi?
en büyük bölücüler her ağızlarını açtıklarında konuyu “bölünmeye” getirenlerdir, zira bir ülkenin bölünmesi bu denli kolay mıdır? kolaysa da bölünsün, artık kabak tadı verdi, bu “bölünme paranoyası”
paranoyalar bölecek bu ülkeyi, başka bir şey değil.
Yazan:aryg Tarih: Tem 17, 2011 | Reply
Yanlış bilgiler vermişsiniz, -loji eki ölü milletler ya da diller için kullanılmaz. Sinoloji diye bir bilim dalı da var Çinbilim demek, İranoloji var bu alanlar Çin Dillerini ve İranî Dilleri inceler. Çinliler ve İranî Diller konuşan halklar da ölü müdür?
Frankoloji diye bir alan yok çünkü Fransızca’nın yazılı kaynakları çok eskiye gitmiyor ve eski devirlerden kalma çok fazla yazılı kaynak yok. Bu nedenle genel anlamda Hint-Avrupa Dilleri içinde değerlendirilir.
Bugün “Fransız” dediğimiz adamlar aslen Latin değildir, ancak şu anda konuştukları dil bir Latin Dili. Franklar Latinleşmeden önce Cermenleşmişler ondan önce de özleri itibariyle Kelt kavmidirler. Yâni atalarının dilini konuşuyor olsalardı bugün Galikçe’ye (İrlanda dili), İskoçça’ya benzer bir dil konuşuyor olacaklardı.
Franklar kendi dillerini bırakıp önce Cermnence, sonra da Vulgar Latincesini benimseyince böyle bir durum ortaya çıkıyor. Yâni Latince’nin Fransa dolaylarında halk tarafından benimsenmiş şeklini konuşmaya başlayalı çok fazla zaman geçmediğinden dil köklü değil. Frankoloji kuracak malzeme yok, bu nedenle Frankoloji diye bir alan yoktur.
Asteriks diye bir çizgi roman vardır, Frankların (Latinlerin verdiği adla Galyalılar) henüz Latinleşmediği dönemleri anlatır.
İrlanda Dilinin özgün adı da Galik’tir (< Galia) Gal-lerliler de bir Kelt Halkıdır.
Yazan:Orhan Kınık Tarih: Tem 17, 2011 | Reply
Kemalistler Türklük kavramının içini boşalttı diye Türklükten istifa edecek değiliz.Bizim yapmamız gereken bu kavramın içini doldurmaktır.Kemalist asimilasyon politikasından en çok etkilenmiş, en çok zarar görmüş olanlar Türklerdir. Dilleri, dinleri, kültürleri Kemalistler tarafından tahrip edilmiştir. Örf ve adetleri Batıya endeksli şekilde dönüştürülmüştür.Töresi soyu kurutulmuştur.
Yazan:türkoloji mevzu Tarih: Tem 21, 2011 | Reply
Rusların türkoloji konusunda iyi yetişmiş alimleri vardır. Çünkü rusların, önce çarlık, sonra sscb döneminde hakimiyetleri altına aldıkları milletler arasında slav kökenli olmayan en büyük kavim türklerdir. Türk kökenli kavimlere orada genel olarak tatar derler. “Rusu biraz kazı altından mutlaka Tatar çıkar” diye bir atasözleri vardır. Zaten 16ncı yüzyıla kadar bugün rusya dediğimiz topraklar bir tatar aşiret koalisyonu olan, Altın Ordu Hanlığının idaresi altında idi… Bundan dolayı, Eski türklerle ilgili antik objelerin bulunduğu en büyük koleksiyon, bugün Petersburg’daki etnoloji müzesindedir. Çünkü, rusya’nın tarihi türklerle başlar.
Halil Berktay hoca, bir dönem Taraf gazetesindeki yazılarında Ukrayna ve Baltık bölgesinden köle ticareti yoluyla İstanbul’a getirilen slavların izini sürüyordu. rakamlar kesin olmasa da, 19’ncu yüzyıla kadar yüzbinlerce slavın, bu yolla istanbula getirilip, birçoğunun çocuk sahibi olup, müslüman olduğunu ve zamanla türkleştiklerini biliyoruz. İşte Çarlık rusyası da bunun bir benzerini müslüman ya da şamanist türki boyları ortodoks-rus kültürüne asimile ederek gerçekleştirmiş.
Yazan:türkoloji mevzu Tarih: Tem 21, 2011 | Reply
Yazının tamamını okumamıştım. İlginç bir düşünme biçimi doğrusu:
Kök değerinizde (artık bu nasıl birşeyse) sinema, tv dizisi gibi şeylerde yok. Televizyonda sabah akşam karagöz hacivat oynatın öyleyse. Gerçi, onun da sizin kök değerinizden mi yoksa helenlerden mi kaynaklandığı şüpheli.