Türk solu neden ayna sevmez?
By Rasim Ozan Kutahyali on Haz 24, 2008 in Türk faşizmi, Türk Solu, Ulus-Devlet, Ulusalcılık
Oral Çalışlar ve Cengiz Çandar’a yanıt
Türk 68’i ve Deniz’ler tartışmasında benim için esas mesele Deniz’ler edebiyatı üzerinden oluşan atmosfer. Bu yaratılan atmosfer içinde zehir barındırıyor çünkü… Günümüzde Deniz’ler ve Türk 68’i bağlamındaki kitaplar çok satıyor. Sadece Deniz değil, o dönemin sonu trajik biçimde mezarda biten birçok genç aktörüne dair biyografik eserler, daha doğrusu kahramanlık-yiğitlik destanı niteliğindeki güzelleme kitapları peynir ekmek gibi gidiyor. Deniz’ler, Mahir’ler, İbo’lar, Sinan’lar… Ben bunların büyük çoğunluğunu okudum, dönemin özel yazışmaları, mektupları, dergi makaleleri gibi dokümanları da. Zaten beni bunları yazmaya sevk eden de övgü niteliğinde yazılan, örnek diye sunulan benimse okurken irkildiğim bu metinlerdir. Bir ülkenin solunun mirası o metinlerse, zaten o ülke solundan ne beklenebilir, bilmiyorum. Ölümü, ölmeyi ve idealleri uğruna gerekirse de öldürmeyi kutsayan, destanlaştıran insanlık-dışı bir dil ve böyle bir atmosfer var o metinlerin çoğunluğunda… Aynı şey Ernesto Guevera bağlamında da enternasyonal düzeyde yapılıyor, Guevera’nın 80. yaşıyla bu birleşince çok daha profesyonel bir güzelleme ve romantizasyon, hem ülkemizde hem de dünyanın birçok yerinde sürüyor. Guevera meselesi ayrı bir konu tabii, onun da işlenmesi ve üzerine düşünülmesi gerekli… Geçen yazıda belirtmeye çalıştığım Castro ve Chavez’in totaliter yönetimlerini bir ümit gören ve aynı zamanda kendini özgürlükçü-sol görebilme riyakârlığına kadar uzanan, Dünya solunun da büyük bir kısmının ahlaki açıdan iflas ettiği bir mesele bu…
Biz şimdilik kendi 68’imize dönelim… Hepsi birer trajedi kahramanı/ kurbanı olan bu gençlere dair güzellemelerle, destanlaştırmalarla oluşan bu atmosferi ortodoks solun ve ulusalcıların alevlendirmek istemesinde bir ilginçlik yok. İlginç ve üzücü olan ise günümüz meselelerinde gerçekten özgürlükçü-demokrat bir pozisyon almış, bu ülkenin özgürleşme ve demokratlaşma sürecinde son derece onurlu bir duruş gösteren kimi 68’li aydınların da o günlere dair konuşurken, bu romantizasyon ve güzelleme korosuna katılabilmesi… O dönemin aktörlerine ilişkin duygusal bağları çok iyi anlıyorum. Tam o dönem üniversitede okumuş, kendilerini o zaman da şimdi de solda tanımlayan kendi annem ve babamdan da o psikolojiyi iyi biliyorum, sonu bir hukuk cinayeti olan idamlarla biten bu trajik süreç o kuşak üzerinde kapanmayan yaralar açtı. Ama bu 2008’de oluşan yukarıda tanımladığım zehirli atmosferin bahanesi olamaz, olmamalı. Çünkü bu atmosferin tohumları da aynı trajedinin başka biçimde tekrarlanması sonuçlarını verebilir. Bizlerin üstadı olan, günümüz Türkiye’sinde Türk devlet zihniyetine karşı ahlaki duruşlarıyla takip ettiğimiz özgürlükçü-demokrat aydınlar o günlerin hikâyesini örnek alınacak harika günler olarak değil, Türk devlet zihniyetinin özünü anlamak konusunda bize çok yardımcı olacak, ders çıkarılması gereken günler olarak anmalıdır, bunun özgürlükçü-demokrat 68’liler için ahlaki bir yükümlülük olduğunu düşünüyorum. Sonu feci biten o trajediyi anlayabilmek, Hem Türk devlet zihniyetini hem de öz olarak bu zihniyetle aynı olan Deniz’ler zihniyetini anlayabilmek bugünün özgürlükçü-demokrat gençlerine yararlı olabilir ancak…
İşte tam da özgürlükçü-demokrat duruşuyla bilip sevdiğimiz iki 68’li aydın, bu Türk 68’i ve Deniz’ler tartışmasına dair yazdı geçtiğimiz günlerde. Oral Çalışlar 1 haziran da Cumhuriyet gazetesinde, Cengiz Çandar da 3-4 haziran da Referans gazetesinde bu tartışma bağlamında yazılar yazdılar. 7 haziran da Star gazetesinde Necef Uğurlu bana özellikle Cengiz Çandar’ın yazılarını okumamı tavsiye etti, Çandar’ın tartışmaya nokta koyduğunu söyledi… Aslında bu yazıları ilk yazmaya başlarken beni tam da ilgilendiren konu Cengiz Çandar gibi Türk 68’ini yaşamış, o dönemin aktörü olmuş, bugünse özgürlükçü-demokrat bir pozisyon almış aydınların tavırlarıydı. O dönem aktörlerinden olup, günümüzün gerçekten özgürlükçü-demokratları olabilmiş aydınların paradoksuydu benim esas ilgilendiğim. Cengiz Çandar bu iki yazısında da bu paradoksu yeniden örnekliyor maalesef. Oral Çalışlar son 10 yılı dikkate aldığımızda Çandar’a göre özgürlükçü-demokrat çizgide daha gelgitli ve problemli bir tavır içinde bir aydın olmasına rağmen bence o günlerle hesaplaşmak konusunda çok daha cesur ve dürüst. Türk sol hareketinin çıkışında olan Kemalizmi, o Kemalizmin otoriter modernist anlayışıyla birebir benzeş olan sosyalist rejimlerin son derece paralel bir zihniyet yapısında oluşunu özlü bir dille belirtiyor Çalışlar. Kendi gibi Milliyetçi/ Kemalist bir düşünce yapısıyla yetiştirilen dönemin gençlerinin, Deniz’lerin, Mahir’lerin sosyalizmi benimsemekte hiç zorlanmadığını söylüyor ve şöyle diyor;
“Tabii bu sosyalizmin benimsenip yaygınlaşmasında o dönemde ülkemizde etkili olan anti-Amerikancılık da önemli bir altyapı hazırlamıştı. Sosyalist ülkelere yakınlaştıkça ABD aleyhtarlığı da kendisine sağlam bir zemin buluyordu. 27 Mayıs 1960 askerî müdahalesi de bu otoriter modernleşme isteğini tazelemişti. ‘Yeni ve daha ileri solcu bir 27 Mayıs’ beklentisi de sol kesimlere cazip geliyordu. Doğan Avcıoğlu’nun başını çektiği darbeci grup CHP’den kopmuş, ‘sol Kemalizm’in teorisini geliştiriyordu. O yıllarda Arap dünyasında etkili olan Baas rejimleri de ‘sol 27 Mayıs’ için bir örnek olarak ele alınıyordu. Avcıoğlu, Yön-Devrim dergilerinde ‘kapitalist olmayan yol’ teziyle bu eylemlerin yönelimini de dile getiriyordu. ‘Kapitalist olmayan yol’ tezi, Arap ülkelerindeki Baas örneğinden ilham alıyordu. Buna göre kapitalizme karşı olan askerî güçler, dünya sosyalist hareketiyle de birleşerek ABD karşıtı ilerici rejimler kurabilirlerdi.”
Bu arada ben de belirtmek isterim ki ben bu kuşağın dünya görüşünün özü olan Kemalizm/ milliyetçilik bağlamında bazı şeyler söylerken, “Kemalizm/ milliyetçilik kötüdür fakat sosyalizm harikadır, bu gençler milliyetçilik çizgisinde kaldılar solcu/ sosyalist olamadılar” demiyorum. Bilakis Çalışlar’ın de belirttiği üzere bu iki ideolojik bakış arası geçişliliğin çok kolay olacağını, bunların çok rahat uyumlu bir bütünlük oluşturabileceğini söylüyorum. Milliyetçilik ve sosyalizm sadece bizde değil nerdeyse tüm üçüncü dünya (Latin Amerika, Afrika ve Asya) deneyimlerinde de çoğu kez iç içe geçmiş, uyumlu bir birliktelik oluşturmuştur. Çünkü öz itibariyle iki ideoloji de kolektivist bir zihniyet yapısına ihtiyaç duyar. Bu gençlerin zihninde de birbirini besleyen ve kuvvetlendiren bir kolektivist-totaliter bulamaç haline gelmişti bu iki ideoloji. Öte yandan benzer birçok üçüncü dünya deneyiminde olduğu gibi bizde de esas tetikleyici duygusal güç milliyetçilikti. Sosyalizm çok daha presentable bir jargona sahip olduğu için, teorik dil ve söylem sol yönde hakimiyet gösterse de, esas motivasyon zeminini milliyetçilik oluşturmaktaydı. Cengiz Çandar’ın yazısında hiç bahsetmediği 1962-64 Türk-Amerikan ilişkileri konjonktürü de o kuşağın sözde anti-Amerikanizminin ve anti-emperyalizminin temel sebebiydi. Üstad Çandar bu ilişkilerin tarihini benden kat be kat fazla, tüm detaylarıyla bilen bir entelektüeldir. Fakat bu konuda hislerine tamamen yenik düşüyor, meseleye serinkanlı yaklaşamıyor. Oral Çalışlar’ın da ve birçok dönem aktörünün de 68 anılarında açık açık belirttiği üzere o dönem ülkede genel anti-Amerikan havayı Johnson mektubuyla biten o süreç oluşturuyordu. Amerikan 6. Filosu’nun İstanbul ziyaretine yönelen gençlik hareketini tetikleyen şey asla ve asla Vietnam savaşı meselesi değildi. ABD’deki zencilere yönelik ırkçılık ve Vietnam meselesi gibi sebeplerden Türk 68 gençliğinin anti-Amerikan olduğu asla söylenemez. Bu bugünden retrospektif yaparak kendini kandırmaktır. Türk 68 gençliğinin anti-Amerikanizmi ve sözde anti-emperyalizmi ABD’nin o dönem Türkiye’yi gözden çıkarmışçasına yaptığı dış politika hamleleri sebebiyledir. Bu hamleler sadece gençlikte değil devlet içinde de toplumun büyük kesiminde de infial, panik ve korku yaratmıştı. O sebeple ABD’yi protesto mitinglerinde “Sağcı Solcu Her Türk’ü Amerika’ya Karşı Direnişe Çağırırız” diye dev pankartlarla kalabalıklar yürümüştür. 65-71 döneminin Demirel hükümeti de aslında ABD ile gayet mesafeli, epeyce “bağımsız” bir dış politika izlemiştir. 1967 Arap-İsrail savaşında Sovyet uçakları İsrail’e direnen güçlere yardım etsin diye hava koridorunu açan o hükümettir. Genel olarak da Türk devlet zihniyeti Johnson mektubu sonrası dönemde ABD’ye alttan alta direnme politikasını benimsemiştir, Genelkurmay da NATO’dan ayrı tümen kurulmuştur. İşte bu gençlerin son dönemece kadar önlerinin açılması, sırtının sıvazlanması da bu konjonktür sebebiyledir. Zaten dönemin iktisat politikası da tamamen ithal ikameci, dışa kapalı, yine o büyülü sözle “bağımsız” denebilecek bir politikaydı. Sembolik seviyede dış ticaret rakamları olan, dünya ile iletişimi en az demirperde ülkeleri kadar sınırlı olan, adeta kapalı bir hapishane mantığıyla yönetilen bir ülkede sözde “ilerici” gençler bu rejimin bu kapalılığını bile yeterli bulmuyorlardı! Demirel her sebepten suçlanır da, “tam bağımsızlık” gibi bir sebepten suçlanması haksızlıktır. Belki tam aksine ülkenin ekonomik yörüngesini o dönemden dışa açmadığı, ülkeyi kapalı bir hapishane ortamından çıkarmak için zerre girişim yapmadığı için, evrensel vizyonu olan bir lider olmadığı için suçlanabilir. Bu daha ciddi ve altı dolu bir itham olur.
Cengiz Çandar’ın “68 evrensel bir kuşaktır.78 kuşağı gibi tamamen yerel-ulusal olgularla kıyaslanamaz” yaklaşımı da doğru değil. Bizdeki 78 kuşağının tamamen lokal bir şey olduğu doğru ama Türk 68’inin evrensel 68 sürecinin bir parçası olduğu büsbütün yanlış. Evet, o dönem hem Batı hem demirperde hem de koloni toplumlarında farklı görünürlülükler arz eden ama bir yönüyle birbirine bağlanan bir 68 hadisesi yaşanmıştır. Ama Türk 68’i bu spektrumun hiçbir yerinde değildir. Üçüncü dünyanın “milli kurtuluş”çu, anti-emperyalist hareketler literatüründe Türkiye’nin bir yeri yoktur. Bilinmez, anılmaz. Batı 68’inin Çandar’ın tek tek saydığı isimleri Türk 68’ini de, o dönemin Deniz gibi devrimci-milliyetçi aktörlerini de hiçbir şekilde bilmez, tanımaz. Cengiz Çandar’ın gazetecilik kimliği Türkiye’de nadir görülen şekilde enternasyonal bir geçerliliğe sahip ama Türk 68’inin geçerliliği, konvertibilitesi birçok Türk gazetecisinin de olduğu gibi kapsam olarak da ancak milli sınırlar içindedir. Dışarıda geçmeyen Türk parası gibi Türk 68’i ve destanlaştırılmış bu aktörler de dışarıda geçmez! Dolayısıyla Çandar’ın belirttiği Türk 78’i gibi bu ülkenin 68 kuşağı da ancak yerel ve ulusal bir mahiyettedir. Bugünün kuşağı olan bizlere “özgürlükçülük” “değişim” ve “enternasyonalizm” adına hiçbir olumlu değer bırakmamıştır. Biz bunu Batı 68’inden okuyup edinebiliriz ama kendi babalarımızın ve ağabeylerimizin bize bıraktığı metinler, makaleler, mektuplar, sloganlar, bildiriler, tavırlar, davranışlar, eylemler bugünün özgürlükçü-demokrat gençlerine asla ve asla bunları öğretmiyor. “İdealizm” adına da devrimci-milliyetçi kolektivist hedefler uğruna insan varlığını basit bir araç görmeyi öğretiyor. Soyut muhayyel gelecek hedefleri uğruna “bugün”ü ve “şimdi”yi ve her şeyden önemlisi bizatihi varlığımızı feda etmenin kutsal olduğunu söylüyor bize. Türk 68’inin günümüzdeki özgürlükçü-demokrat aydınları bizleri son 10-15 yıl içinde yazdıklarıyla olumlu etkilediler. Fakat Hasan Cemal ve Gülay Göktürk gibi nadir isimler hariç hâlâ Türk 68’inin ruhuyla ve gerçekliğiyle hesaplaşmama dirençlerini sürdürüyorlar… Kendilerini kandırmaya devam ediyorlar…
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün. Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Kitapta ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
5 Yorum
Yazan:ahmet terzi Tarih: Haz 24, 2008 | Reply
sen yanlış okuyorsun rasim bey 68 solu hiçbir zaman öldürmeyi savunmadı 68 de oluşan devrimci gençliğin üzerine abd işbirlikçisi faşist kadroların saldırması sonucu kendini koruma içgüdüsüdür 68 başlarında öldürülen insanlara bak hepsi solcu ve o yıllardaki dergileri iyi oku ölmek öldürmek gibi bir kelime bulamazsın ama dinci ve faşist dergilere bir bak hepsi öldürmekten bahseder.fazla ileri gitme maraş,çorum malatya katliamlarına bakın bunun gibi bir eylem solun tarihinde yoktur.yakın zaman bakın sivas ta e sivaslcbinlerce insan toplanmış insanları yakıyor.bunları türk solunun tarihinde göremezsiniz ama dinci ve mhp nin tarihinde onlarcasını görürsünüz.siz fazla ileri gitmeyin ve sivası sorgulayın sivasla yüzleşin maraşı çorumu sorgulayın ondan sonra solu sorgulayın.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Haz 24, 2008 | Reply
Esasında aynayı günümüze tutarak çok daha somut gerçeklere ulaşmak mümkün.Mesela üzerinde bu denli tartıştığımız solun günümüz Türkiyesinde neden taban bulamadığıyla başlanabilir.
Bugün solun kitlelerden yeterince destek bulmadığı ve marjinalleştiği gerçeğiyle karşı karşıyayız.Eğer soldan kastımız CHP,DSP ya da tabelasında sosyal demokrat kavramları çağrıştıran diğer muadil partiler değilse,bugüne değin solun parlamentoda hiç temsil şansını pek yakalamadığını görürüz;tabi TİP deneyimini saymazsak.Ki TİP in bugün tartışmakta olduğumuz evrensel sol değerleri ne kadar temsil ettiği ve günümüz özgürlükçü solla ne kadar örtüştüğü de elbette ayrı bir tartışma konusudur.
Burda amacım solun dünyada miadını doldurmuş olduğunu ve dolayısıyla Türkiye’de yaşam bulamayacağını iddia etmek değil.Bilakis her türlü insak haklarının,bireysel özgürlüklerin sol ve sosyalist bir dünya düşüncesiyle yaşam bulacağına,daha adil ve paylaşımcı bir dünyanın bu yolla kurulabileceğine dair umutlarımı koruyorum.
Ancak bu taleplerimize rağmen gerçeğimizle yüzleşmek ve sayın yazarın da değindiği gibi kendimize ayna tutmaktan kaçınmamaız gerekir diye düşünüyorum.
Dolayısıyla günümüzde meclise solu temsilen tünel kazarcasına bir vekil göndermeyi başarabilmişsek,bu,üzerinde durup düşünmemizi gerektiren ciddi eksiklerin varlığına işarettir.Dünü ve bugünüyle derinlemesine tartışmamıza karşın farklı sonuçlarla karşılaşıyorsak herhalde bu bir tesadüf değildir.
Bu gerçeklerden hareketle,solun tartışılmasına ve özeleştiriye bu kadar direnç göstermek yerine nereye savrulduğumuzu ve nerede durduğumuzu serinkanlılıkla sorgulamamız acaba daha isabetli olmaz mı?68 ruhu madem bizim için bu kadar hayati öneme sahip,madem tek kurtuluş reçetemiz,o halde kitlelerde neden somut ifadesini bulamıyor diye kafa yormamız gerekir.
Gerçekçi olmak gerekirse temel çelişkimiz, meseleye sadece efsaneler,mitoslar etrafında dönerek baktığımızdan ve bu nostaljinin yarattığı havaya kapıldığımızdandır.
Tabi durum böyle olunca da bizi dalmakta olduğumuz romantik rüyamızdan uyandıran sesler rahatsızlık vermeye başlar.Oysa solun evrensel değerleri,ilke ve kuralları sandığımız kadar değişim ve dönüşüme kapalı değildir.Dünya değişmeye devam ediyor,edecektir,bu kaçınılmazdır.1930 larda değiliz,60 lar,70 ler de geride kaldı.Hâlâ o dönemlerin düşünce yapısında ısrar ederek arzu ettiğimiz yeni bir dünya kuramayız.Bakın Üç Dünya Teorisi,Proleterya Diktatörlüğü gibi kavran ve tezler artık tedavülden kalkmıştır.Bunlara yaslanarak bireysel özgürlükleri,dünya barışını,adil bir paylaşımı tesis etmek artık mümkün değildir.
Dolayısıyla böyle bir dünya ve Türkiye özlemi için yeni açılımlara,yeni projelere ihtiyaç vardır.Evet halkların kardeşliğini,özgür bir dünyayı istemişlerdi,bu uğurda nice bedeller verildi,acılar,çileler çekildi.Saygınlığı hakediyorlar.Ama bu hep aynı yerde sayarak geçmişin avuntularıyla yaşayacağımız anlamına gelmez.
Yazan:Talha Can Tarih: Haz 24, 2008 | Reply
Teşekkürler Rasim Bey,
sayenizde Türk solu hakkında gayet aydınlatıcı ve objektif eleştiriler okuyabiliyoruz. Elinize sağlık…
Yazan:Bir Okur Tarih: Haz 24, 2008 | Reply
Öncelikle Ahmet Terzi Bey’e cümlesi cümlesine katıldığımız söyleyeyim. Fakat Rasim Bey için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Bir insan nasıl görmek istiyorsa öyle bakıyor. O dönemle bu dönemi kıyaslamamak gerek. Eylemler, kavgalar, dövüşler… Üzerinize gelen ve çoğuda sizi öldürmek için olan Faşist düşüncelere karşı siz nasıl önlem alırdınız. Tabiki top tüfek ne varsa kullanarak. O zamandaki Ağabeylerimiz de öyle yaptılar. Şimdi bakın bakalım Sol o dönemdeki kadar sert mı ?
Şunuda ekliyeyim ; Sol bugünün Türkiyesinde neden tutunamıyor ? Eğer siz sadece Atatürk devrimleriyle siyaset yaparsanız bu bir yere kadar gider. Bu devrimleri halk ile bütünleştirseniz sonuna kadar gider.
Yazan:fırat Tarih: Ağu 28, 2008 | Reply
bence rasim bey oturup kendiniz yazdığınız yazı hakkında biraz düşünmeniz gerekir türk solu iflas etmedi malesef böyle bir ülkede soldan bahsetmek (sizin gibi arkası başka güçlere dayanan) zordur tabiki övgüyle bahsedez denizden hüseyinden ibrahimden (ibo değil) çünkü onlar bir hareketin şehitleri olmasını bir yana bırakın bütün çağlara isteyince haksızın üzerine gidilebileceğini öğretti. lütfen özür dileyin türk milletinden