Kemalistlerin samimiyetlerini sınamak için
By Omer Oduncuoglu on Haz 25, 2008 in Kemalizm, Militarizm, Milliyetçilik, Ulus-Devlet
Çağdaş uygarlığın vazgeçilmez gereklerinden biri olan demokratik toplumun tesisi söz konusu edildiğinde yan çizenlerin, devamlı olarak tam bağımsız bir Türkiye’den bahsetmeleri elbette bir tesadüf olmaktan uzak. Zira tam bağımsızlık kulağa oldukça hoş gelen, ancak ona vurgu yapanların zihniyetlerinde farklı yönlerde araçsallaştırılabilecek bir kavram. Özellikle de söz konusu zihniyet otoriter bir yönetimin sürekliliğini ima etmekteyse.
Bu gerçekliği en çarpıcı şekliyle, tam bağımsızlık kavramını sıklıkla kullanan ulusalcı bakış açısında gözlemleyebilmek mümkün.
Ulusalcı felsefe, post modern dinamiklerin tüm dünyayı şekillendirdiği ve küreselleşmenin daha demokrat ve katılımcı yapıları zorladığı günümüzde içe kapanmacı ve baskıcı bir düzenin savunucusu olarak ön plana çıkmakta. Bu nedenle ulusalcılar Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecine kesinlikle karşılar ve AB‘nin Türkiye’ye “dayattığı” demokratik ve hukuksal açılımların ülkeyi bölmeyi ve ele geçirmeyi ifade eden büyük bir komplonun parçası olduğunu ileri sürmekteler.
Ne var ki günümüzün siyasal ve toplumsal çevresi statik olmaktan son derece uzak. Dolayısıyla da yeni dinamiklerin yarattığı olgulara “karşı duruş” sergileyenlerin ciddiye alınabilmeleri için alternatif çözümler ortaya koyabilmeleri gerekiyor.
Bu bağlamda ulusalcıların ürettiği alternatif son derece basit ve yüzeysel: “her türlü dinamiği M. Kemal Atatürk dönemine referans vererek algılamak ve o dönemki uygulamalara göre sorunları çözümlemeye çalışmak”.
Hal böyle olunca da söz konusu dönemde hayata geçirilen politikaların tamamının mutlak doğruluğunu ve ebedi geçerliliğini peşinen kabullenmek bir zorunluluk haline geliyor, yoksa bu bakış açısının çökmesi ve anlamsızlaşması kaçınılmaz oluyor.
Böyle bir durum da, doğal olarak bizlere ulusalcıların M. Kemal Atatürk’ün uygulamalarına karşı samimiyetlerini sınamak için bir imkân sağlıyor. Bu bağlamda 1923 – 1938 arası dönemde Atatürk’ün batının temsil ettiği değerler ve bakış açısına karşı nasıl bir politika izlemiş olduğu kritik bir öneme sahip. Zira söz konusu zaman dilimi ulusalcılar tarafından “tam bağımsızlığın doruklarına ulaşıldığı dönem” olarak kabul ediliyor.
M. Kemal Atatürk’ün dünya görüşünü yansıtan ilke ve devrimlerinin hayata geçirildiği dönemin düşünsel temelleri için pek çok tespitte bulunabilmek mümkün. Bunlardan bir tanesi de, kökleri Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler zamanına dek uzanan modernleşme ve batılılaşma hareketlerinin en açık şekliyle hayata geçirildiği dönemin bu zaman dilimine denk gelmiş olması.
Buna ek olarak M. Kemal Atatürk’ün batılılaşma konusunda Osmanlı modeline göre daha radikal bir tavır aldığını da görmekteyiz. Nitekim kendisi, Osmanlı İmparatorluğu‘nun en üstün döneminde bile Batı’ya yüz çevirmiş olmasını ciddi bir hata olarak nitelendirmektedir:
“Ülkeler çeşitlidir. Fakat uygarlık birdir ve bir ulusun ilerlemesi için de bu yegâne uygarlığa bakılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, Batı’ya karşı elde ettiği muzafferiyetler nedeniyle üstünlük duygusuna kapılarak kendini Avrupa uluslarına bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrarlamayacağız“. *
Böyle bir arka plan dâhilinde, zamanın bazı aydınlarının savunduğu üzere batılılaşma hareketlerinin yalnızca bir teknoloji transferinden ibaret kalmayacağını kestirebilmek pek de güç değildi. Nitekim öyle de oldu ve Osmanlı modernleşmesinde bir araç olarak kullanılan batılılaşma kısa bir zamanda cumhuriyet kadrolarınca bir amaç haline getirildi ve çağdaş bir toplumun olmazsa olmaz şartı olarak benimsendi. (Hiç şüphesiz bu durum, Osmanlı modernleşme çabalarıyla cumhuriyet batılılaşmasını ayrıştıran temel faktör olarak karşımıza çıkmaktadır).
Buna paralel olarak, ülkeyi geri kalmışlığa mahkûm ettiğine inanılan Osmanlı toplumu fikir ve dünya algılayışının büyük ölçüde ortadan kaldırılmasını ve yerine batılı bir yaşam ve düşünce tarzının ikame edilmesini amaçlayan politikalar da son hızla hayata geçirildi.
Bu doğrultuda tasarlanan yeni yapının hukuksal temelini Avrupa’dan değişikliğe uğratılmadan getirilen Ticaret Kanunu, Ceza Kanunu ve Medeni Kanun gibi bütünler oluştururken, kıyafette yapılan yenilikler, Latin harflerinin kabulü, hafta tatilinin pazar gününe alınması, Soyadı Yasası, uluslararası takvime geçilmesi ve çok sesli batı müziğinin benimsenmesi gibi geniş bir batılılaşma pratiğin de ayrıca uygulamaya konduğuna tanık olmaktayız.
Tüm bunların ışığında, Kemalist devrimin modernleşmeyi batılı yaşam tarzı üzerinden okuduğunu, batısal bakış açısını içselleştirdiğini ve toplumu bu yönde kanalize etmek için şekillendirici bir uğraş verdiğini net bir biçimde söyleyebilmek mümkün.
Günümüzde bu politikanın başarısı, Prof. Dr. Şerif Mardin‘in “imam – öğretmen” ayrışmasında ifade ettiği gibi tartışmalı olsa da, şehirli kitlelerin büyük ölçüde batılı bir yaşam biçimini benimsemiş olduklarını görmekteyiz. Çoğunluğu oluşturan muhafazakâr tabakanın ise geleneklerini korumakla birlikte küreselleşmenin de etkisiyle kabuk değiştirdiğine ve söz konusu yaşam tarzı konusunda eskisi kadar yadırgayıcı olmadığına tanık oluyoruz.
Dolayısıyla işin pozitivist boyutu bir kenara bırakıldığında, batıyla bütünleşme ülküsünün en azından toplumsal zihniyet nezdinde başarısızlığa uğradığını iddia edebilmek pek de kolay değil. Tam da bu noktaya vurgu yapan ünlü tarihçi ve Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis de Türkiye’nin kamu hayatının önemli alanlarında batılılaştırıcı devrimin başarıya ulaştığını ve geri dönülemez bir dönüşümü başardığını dile getiriyor. **
Bu tarihsel ve sosyolojik tespitler karşısında, ulusalcılığı savunanların batıya dayalı çağdaşlaşma ve yenilenme çabalarına karşı takındıkları tavırlara M. Kemal Atatürk’ün uygulamalarını örnek göstermeleri doğal olarak son derece ciddi bir tutarsızlığa işaret ediyor. Özellikle de günümüzde sivil bir anayasa çatısı altında kanunları AB müktesebatına uygun hale getirmeye çalışan siyasi erkin ihanetle suçlanması, cumhuriyetin erken dönemlerinde en temel kanunların bizzat Atatürk’ün emriyle Avrupa’dan doğrudan intikal ve tercüme edildiği göz önünde bulundurulduğunda son derece ironik.
İşte bu noktada, ulusalcı bakış açısının M. Kemal Atatürk’ün dinamik duruşuna karşı ne denli statik bir noktada olduğunu görebilmek mümkün.
Hatta belki de ulusalcılık, Kemalizm’in öngördüğü batılı şekilsel değişimi gerçekleştirmiş, ancak çok daha hayati olan zihinsel dönüşümde güdük kalmış bir kitleyi bizlere tanımlıyor. Çünkü karşımızda batılılaşmayı 1930’ların otoriter ve pozitivist Avrupa’sı üzerinden anlamlandıra gelmiş ve orada takılıp kalmış bir anlayış söz konusu. Elbette Kemalizm’in de o yılların pozitivist anlayışından doğal olarak etkilenmiş olduğu muhakkak, ancak aynı zamanda süregelen bir toplumsal dinamizmi ve batı zihniyetli bir “inkılapçılığı” arzulamış olduğu da bir vakıa. Hatta M. Kemal’in 1920’lerdeki demokrasi denemelerinin bile bugünkü ulusalcı anlayıştan çok ileri bir noktayı ifade ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ulusalcıların batılılaşmaya karşı çıkarken kullandıkları bir diğer argüman ise, milli mücadelenin batının desteklediği unsurlara karşı yapıldığından hareketle Kemalist devrimin batı karşıtı bir “tam bağımsızlık” hareketi olduğu yönünde. Ancak bu argüman daha temelden sakat, çünkü genç cumhuriyet rejiminin uyguladığı batılılaşma politikası milli mücadelenin Avrupalılara karşı verilmiş olmasından bağımsız bir iç şekillenmeyi ifade etmekte. Bununla bağlantılı olarak tüm pratikler ve söylemler, bize M. Kemal Atatürk ve cumhuriyet kadrolarının ana uhdesinin Misak-ı Milli sınırları içerisinde yeniden yapılanmış ve batılı değerleri özümsemiş bireylerden kurulu bir cumhuriyet olduğunu gösteriyor. Bizzat M. Kemal Atatürk’ün ifade ettiği üzere, altına imza atılan tüm çağdaşlaşma politikaları ve inkılaplar, “Türkiye’de garbî bir hükümet vücuda getirebilme” amacını fazlasıyla kanıtlıyor. ***
Dolayısıyla cumhuriyet kadrolarının, batılı fikir yapısına sahip bir zihniyetin devlet ve toplum katmanlarında egemen hale gelmeden modernleşmenin mümkün olamayacağı inancını paylaştıkları da açıkça görülüyor.
Bunlardan hareketle “ulusalcılar batılılaşmada M. Kemal Atatürk düşüncesinin neresinde?” diye bir soru sorduğumuzda, zihniyet bağlamında çok ciddi sorunlarla karşılaşmaktayız. Biraz yüzeysellikten uzak bir bakış, bize M. Kemal Atatürk’ün fikirlerinin bu marjinal akımdan soyutlanarak analiz edilmesi gerektiğini söylüyor.
Ne var ki bir fikrin veya fikirler bütününün reklamı, onu temsil ettiğini iddia eden kitlelerin davranışlarıyla şekilleniyor. Söz konusu fikirler bütünü özünde farklılıklar gösterse bile, o fikri sahiplenen insanların tavırları onun algılanışını kaçınılmaz olarak etkiliyor. Dolayısıyla oligarşik bürokrasinin politikaları sonucu hâlihazırda kapsayıcılık yönünden ciddi bir kriz yaşamakta olan Kemalizm’in, batılılaşma cenahında da ulusalcı kitlelerin tavırlarıyla ciddi bir düzey kaybına uğradığını görmekteyiz. Bu açıdan söz konusu analizin ancak sınırlı oranda bir anlam ifade edebileceğini ve Kemalizm’deki onulmaz yıpranmayı geri çevirmeye hiçbir şekilde yetmeyeceğini teslim etmek gerekiyor.
Sonuç olarak, 2000’li yılların hızla değişen global dinamiklerini anlamlandırabilmek için sürekli olarak seksen yıl öncesine vurgu yapmak ve bundan hareketle çözüm üretmeye çalışmak sağlıklı bir yaklaşım olmaktan uzak ve kendi içerisinde bir dogmalaşmanın ta kendisi.
Ancak rasyonel olsa da olmasa da, Türkiye şartlarında söz konusu kesimlerin bakış açısını bizzat kendi dayanaklarını kullanarak çürütmek önem taşıyabilir. Zira laik kesim içindeki kırılmanın otoriter kanadını temsil eden bu akımın sloganlarla gölgelemeye çalıştığı jakoben karakteri, bazıları için bu şekilde çok daha rahatlıkla ortaya dökülebilir.
Belki böylelikle, ulusalcıların nihai amacının ülkenin “bağımsızlığı” değil, “bürokratik iktidarın bekasını temin” olduğunu fark edebilecek bireylere az da olsa rastlama olasılığımız da yükselebilir.
* Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı (Turhan Kitabevi, Ankara 1896)
** Bernard Lewis, Türkiye: Batılılaşma (University of Chicago Press, 1955)
*** Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III (TTK yy. Ankara,1959)
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?
İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin.
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız. “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:turan çevik Tarih: Haz 25, 2008 | Reply
atatürk bizi ineğe tapmaktan da kurtarmış mıdır?
geçenlerde televizyonda atatürk’ün bizi nelerden ve kimlerden kurtardığını sıralayan bir gazeteciyi on dakikalığına dinleme imkanım oldu.
cumhuriyetten önce toplumdaki okuma yazma bilmeyenlerden,arap hegamonyasından (bu da ne oluyorsa)ve şu an irandaki durumdan bahsetti.
eğer atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler olmasa imiş,birden fazla eşi olan erkekler olacakmış, başı açık gezmek yasak olacakmış vs vs.
burada gazetecinin sözlerini kumandanın düğmesiyle kısıp fikirlerimi bi kaba doldurup çubukla şöyle bir karıştırayım.
(yamacıma gelin)
dil ve konuşma gelişimini tamamlayan her birey içinde bulunduğu toplumun diline paralel zeka seviyesine sahip olur.
Ben de onu diyorum ya işte;
İyi bir dil ve üslup iyi bir zekanın ürünüdür.
Konuşmacı ve onun fikir yapısına sahip arkadaşların zekası konusunda kesinlikle olumsuz bir yargıya sahip değilim.
Üzüldüğüm nokta; o tip insanların neden yeni bir edebi açılım yapamadıkları…
‘cumhuriyet,özgürlük,laiklik,Atatürkçülük ve devrim’ ( bir de akp eklendi şimdilerde) sözcüklerini kullanmadan konuşma yetisi olmayan insanların konuşmaları haklı da olsalar beni çok sıkıyor.
E bu sözcükler olmadan meramını anlatamaz insan ama.
O da doğru.
da..
neden mesela cumhuriyetten önceki arabaların silindir hacmi ile cumhuriyetten sonraki arabaları, ya da cumhuriyetten önceki aşı türleri ile daha sonraki aşı türlerini karşılaştırmazlar??
Neden benimle karşılarında ben yokmuşum gibi konuşurlar?
Neden şiir gibi konuşurlar? (bozuk plak diyenlerde var).
Geçelim.
Eğer Atatürk bizi diğer ülkelerdeki olumsuzluklardan kurtardı ise.
ki öyle..
İneğe tapmaktan, salyangoz eti yemekten, fok balığı avlamaktan, köle çalıştırmaktan da kurtarmış mıdır?
Dur dur haritanın içine gireyim.
Tarlayla takas edilen gelinlerden,
Sevdiği kızı kaçırdığı için öldürülen gençten,
Haftada on tane kadın değiştiren hovarda zenginlerden,
Balkondan silkelenen halılardan,
Kırmızı ışık yanar yanmaz arkandan korna çalan tabakhane yolcularından,
Mendil satan çocuklardan
Ve ve ve uzayıp giden bir sürü listeden
Kurtarmış mıdır??
Hayır kurtaramamıştır.
Kurtarmasını bekleyeninde aklından şüphe ederim.
İnsanın genetiği ile ilgilenmedi Atatürk.
Yolda nasıl yürüyeceğini anlatmadı halka..
Bunlar onun görevi değil zaten.
kabesi çankaya olamayan insanlara saldırırken biraz daha nezaket lütfen.
bir adam dört dil konuşsa, profesör olsa,yeni icatlar geliştirse gene de gerici ve yobaz olmaktan kurtulamıyor.( son derece ilginç)
ama 4 yılda bir yapılan seçimlerde malum tarafa oy vermişsen, sandık kabininden ilerici çağdaş ve aydın birisi olarak evine dönüyorsun(!)
İki de bir beni İran örneğiyle tehdit edip durmayın arkadaşım.
İran nereeee??…..
Yazan:Bedestan Tarih: Haz 25, 2008 | Reply
Şu varki, Kemal Atatürk’ün bir kemalist olmadığı açık.
“Cahil cesurdur” düstûru geçerliliğini hiç kaybetmiyor. Öyle bir tablo çiziliyor ki “milli mücadele kahramanları kemalizm için can verdiler” hezeyanının komik görüntüsü sürülüyor önümüze. Çanakkale’de ölenlerin amacı meğerse Padişahı devirip Kemalist devrimi vusule erdirmekmiş demek diyorsun kendi kendine.
Vahşi kapitalizmine karşı kemalizmi sözümona alternatif olarak gösteren kemalistlerin yapması gereken ilk iş “ciddi olmak”.