Filmler, Çağrışımlar
By Suzan Nur Basarslan on Tem 4, 2008 in Politika, Sinema, Toplum
Türkiye olarak, Alejandro González Inárritu‘nun filmlerinden birindeyiz sanki. Inarrittyu’yu 21 Gram, Paramparça Aşklar ve Köpekler, Babel filmlerinden hatırlarsınız. Tüm bu filmlerde dikkatimi çeken en önemli noktalardan biri, birbirinden bağımsızmış gibi duran tüm parçaların aslında bütünü oluşturduğu ve birbirinden farklı insanların bir şekilde bir kazayla ortak bir anı paylaşmalarıdır. Birbirlerinden farklıdırlar, hayatları farklı, yaşam kültürleri farklı, zevkleri farklı ve hatta dilleri ve dinleri farklı ama bir şekilde aynı ana/olaya tanıklık ederler ve o anın/olayın parçalarından birini oluştururlar. O ortak andan sonra asla aynı insan olamazlar, büyük bir kırılma yaşamışlardır ve alakasız gibi duran küçük bir ayrıntı, yaşam parçası, acı… İnsanları birbirine kopamamacasına bağlar/ayırır. Sorgulamalar, kin, nefret… ve en önemlisi hesaplaşmalar en dibine kadar yaşanır ve tüm taraflar kendi sorgulamalarını bitirmeden, diğerini anlayamazlar ve affedemezler, ne zaman ki sorgulamada asıl sorgulamanın kendilerine karşı olan hesaplaşma olduğunu anlarlar, işte o vakit suçlu görünenin aslında varlığıyla, yaptığıyla suçlu olmadığını anlarlar ve hayat kaldığı yerden devam eder ama asla aynı şekilde değil. Parçalanmış olarak ve bu parçalarla yeni bir bütün oluşturarak.
Türkiye olarak birbirinden çok farklı insan suretlerini oluşturan karakterleri bir genelleme ile bu filmlerin karakteri gibi görürsek, tam da bir kaza anını paylaştığımızı görmemek işten değil. Şu anda her karakter kazanın kendi gördüğü ve kazaya maruz kaldığı anın bakış açısına hapsolmuş durumda. Karşıdakini tanımıyor, kaza anından önceki varsıllığını kaybettiğini anlıyor ve dağılan parçalarla suçu karşısındakine atarak bir hesaplaşmanın sorgulamasını yaşıyor en dibine kadar. Oysa bu sorgulamada kendisini eleştiremez ve hesaplaşması gerekenin kendisi olduğunu göremezse uzayacaktır filmdeki sahneler ta ki karşısındakinin farklı bir hayattan gelse de aynı kazaya uğradığını ve onun da acılarının olduğunu anlayana dek.
Parçalanmış bir Türkiye ve her bir parçada ayrı dünyalar… İşte bu parçaların kimi parçaları tam da bugünlerde kendisiyle hesaplaşmada ve yeni bir bütün oluşturma yolunda.
Film bu noktadan sonra farklı bir yönetmene kayıyor. Inarritu’dan Wachowski kardeşlere.
Wachowski kardeşlerin son filmi V for Vandetta, işte yeni bir bütün oluşturmaya çalışanların içinde oldukları filmin adı. Vandetta’nın kim olduğunun önemi yok ve zaten bu yüzden Vandetta’nın da bir yüzü yok. O, biri olmak zorunda değil, herhangi biri de o olabilir. Birileri elinizden en önemli varlığınızı, siz olma hakkınızı elinizden aldığında -ki bunun adı sadece özgürlük değildir, özgürlük de sizi siz kılmaya yarayan etmenlerden biridir- siz, sadece bir surat olursunuz, bir maske. O maskeyi kimin taşıdığının bir anlamı yoktur. Çocuk ya da yaşlı, inançlı ya da inançsız, solcu ya da sağcı…Vandetta olmak… Bu bir genelleme ya da tektipleşme de değildir. Yapılana karşı bir karşı-duruş sergilemedir, aynı olmak değil, farklı bir’leri bütünlemektir, asla öteki olmak değil, kendin kalmak için ötekiyle aynı duruşu sergilemektir. Öteki kavramına kızsa da kimileri, aslında herkes diğeri için ötekidir. Önemli olan öteki kavramı değil, öteki kavramının da kendisi için ‘ben’ olduğunu algılamak ve her ben’e kendi ben’in için istediğini isteyebilmektir. Vandetta’daki maske budur aslında, her surat bir ben’dir, ve her ben öteki’nin öteki’sidir.
Aynı saatte, aynı mekanda, aynı taleple, aynı haklarla, aynı şeyi isteyerek durursak, İnarritu’nun tüm o parçalanmış hayatlarından, Vandetta’nın bütünlüğüne ulaşabiliriz. Bunu başarmaya çalışıyor Türkiye ve bunu başarmış olanlar var. Önemli olan, aynı şeyi istemek, kendimiz olma hakkını. Ve bu hak, aslında tek bir şeymiş gibi dururken, tek şey olmaktan çıkarak, her birimiz için ayrı anlamlar kazanarak, bizi tek bir hareketten toplumsal bir harekete ulaştırabilir ve ona ulaştığımızda önümüzdeki engeller bizleri durduramaz.
Sonuçta Vandetta’nın taktığı da bir maskeydi ve onun altındaki yüzün bir sureti yoktu. Bu ne mi demek, ilk hareketi kimin başlattığının ve onun yüzündeki suretin ne olduğunun bir anlamı yok demek; önemli olan tüm yüzlerin bir araya gelerek, kendi suretini aşarak sonunda maskelerden kurtulması ve kendisi olabilmesi.
Kendimiz olabilmek için, şimdi herkesin aynı maskeye ihtiyacı var, ayrı ayrı suretlere ve ayrılıklara değil, aynı surete ve aynılıklarımıza ihtiyacımız var bugün. Ve bunu yapamazsak, İnarritu’nun filmlerindeki kaza anını yeniden ve yeniden yaşayacağız demektir.
Filmler insana çok şey anlatırlar. Anlatılanları hep kurgusal dünyanın zararsız camından izleriz, başımıza hiç gelmez güvencesiyle. Oysa geliyor. Şimdi hangi sahneyi yaşamak istediğimize karar verelim seyirci olarak. Michael Haneke’nin Ölümcül Oyunlar filminde Paul’e yaptırdığı gibi filmi geriye sarıp son illa da benim istediğim gibi olacak anlayışına son vermek için, sonumuzu istedikleri gibi bir finalle sonlandırmak isteyenlerin ellerinden o kumandayı alalım ve tıpkı filmin kahramanlarının yaptığı gibi klasik gerilim filmi kahramanlarının yaptığı bildik hataları yapmaktan vazgeçelim.
Yok artık, bu kadar da olmaz ama dediğimiz sahneleri gerçek hayatta gerçekleştiren bizlere de birileri aynı şeyi söylüyor olmalı değil mi? Kim mi? Bizi renkli camın arkasından tıpkı bir film izler gibi izleyenler ve sonu nasıl olacak diye merakla bekleyenler elbette.
Dört yönetmen, filmler ve çağrışımlar…
İşte tüm bu filmlerin beni ulaştırdığı yer şurası. Bir filmin içinde değiliz ve beğenmediğimiz sahneleri yeniden çekme şansımız yok. Zaman geçiyor ve bu zamanda bir izimiz olmalı, tıpkı Tanpınar’ın Mahur Beste’de dediği gibi: “…esas olan, zaman dediğimiz şeyi insan ruhunun benimsemesi, bir meyve ısırır gibi, kendi izlerini ona kuvvetle geçirmesiydi. Her türlü saadet ve felaket düşüncesinin üstünde bir talihin kendisini tamamlaması lazımdı. Izdırap insanoğlu için gündelik ekmek, ölümse sadece bir kaderdi. İkisinden de kaçınılmazdı. Asıl dava, derin bir şekilde yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata şahsi bir çeşni vermekti.”
Hakikaten, bu zamanda bir izimiz olsun istiyor muyuz?
… Bu konu ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
7 Yorum
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Tem 4, 2008 | Reply
Evvela bu yazının bende pek çok çağrışım yarattığını belirteyim.Bir nebze olsun bizi yutan siyasi çekişmelerin,sonu gelmez tartışmaların dışına çıkabileceğiz.Belki de tam da ihtiyacımız olan şeydi bu,birinin kendimize gelmemiz için birşeyler yapması gerekiyordu.Suzan hanım,insan odaklı derinlikli bakış açısıyla bunu başarmış,kendisini kutluyorum.
Ancak bu yazının bende yarattığı çağrışım yukarda anlattıklarımla sınırlı değil.Bana çok daha önemli bir şeyi hatırlatıyor:İşe kendimizle başlamak.
Peki bunu ne kadar başarabiliyoruz?Burdan bakıldığında sanırım özgür düşünemediğimizi ve içimizdeki benin aslıda hep başkaları tarafından şekillendiğini anlamak hiç de zor olmayacak.Zira kendimiz olmak adına giriştiğimiz en masumane,en insancıl çabamız bile ötekileştirdiklerimiz tarafından başkalaşıp ötekileşmemize engel olamıyor.Bir anda tepkilerimizin bizim dışımızda belirlendiği,denetimi tamamen başkalarına devrettiğimiz bir oyunun içinde buluyoruz kendimizi.Bu,bir bakıma derinlerimizde varolan kişilik kodlarımızın irademiz dışında çözülmesi demektir.
Sakin sakin ve tüm trafik kurallarına riayet ederek ağaçlı bir yolda ilerlerken aniden içimizdeki trafik canavarının belirip bize hükmetmesi gibi bir şeydir bu.Farkında olmayarak sahip olduğumuzu sandığımız kişiliğe hiç uymayan bir maske gelir ve yüzümüze yerleşiverir:O anda artık başkasıyız.
İşte bu yazı tıpkı bir film şeridi gibi kendi iç dünyama ait çağrışımlara sürükledi beni.Bir kez daha hiç yoktan teslim olduğumuz öfkenin bizi nerelere savurduğunu anımsattı.Kendimizden ve özgürlüğümüzden vazgeçerek her an asla ait olmadığımızı düşündüğümüz kişiliklere dönüşebileceğimiz gerçeğine götürdü.
Suzan hanıma unuttuklarımı tekrar çağrıştırdığı bu felsefe tadındaki yazısı için teşekkür ediyor saygılarımı sunuyorum.
Yazan:suzannur Tarih: Tem 4, 2008 | Reply
Saf bir ben olabilir mi? Tamamen ben diyebileceğimiz net bir bütün? Ben’in içini oluşturan parçalarımızdan biri mutlaka öteki’nde de vardır. Öteki üzerinden kendimizi forma sokarken aslında kaçırdığımız noktada içimizdeki öteki’ne ait parçadır.
Tanımlama yaparken bir şeyin ne olduğunu ifade etmek bazen onun ne olduğu üzerinden değil, ne olmadığı üzerinden de yapılır ve bu özellikle sınırları tam olarak netleşmemiş, normatif olmayan kalıp ve kurallarla ifade etmekte zorlandığımız alanlarda geçerlidir. İşte “ben” de böyledir. Ben için öteki gereklidir. Ötekinin ötekisi olmak üzerine düşünmeden ve içimizdeki ötekini keşfetmeden daima güdük kalacak ben tanımlamasında işte bu yüzden ne olduğumuzdan çok ne olmadığımıza dair tanımlamalar yaparız. Her hatayı öteki yapar, her yanlış ben olmayan üzerinden kaynaklanır yargılarını sıralarız.
Aslında bilinçaltına başkaları tarafından empoze edilmiş yargılar da bunda etkilidir, bu yüzden tek taraflı okumalar yaparız, tek taraflı yargılardan besleniriz, öfkemizi biler, her ötekini öteki yapmakla kalmaz, ötekileri genelleştirir, sanki hatayı hep onlar yaparmış gibi bir tutum izleriz.
Hakikaten ben dediğimiz parçamız ne kadar ben’dir? Ya içimizdeki öteki’nde de olan parçamız nerede gizlenir? Ben’e ait tabularımızı kırmadan kendimizi ve öteki dediğimizi gerçek anlamda değerlendirebilme hakkına sahip miyiz?
Tartıştığımız her insanı siz de şunu yaptınız bunu yaptınız gibi kolektif kültürel kodların ardından yargılarken, onun ben’ini ve onun ben’inde olan öteki parçasını da yani bizde olan parçayı da eleştirmez miyiz, bunun bize ait olan parça olduğunu görmek zahmetine girmeden?
Ve asıl soru şu, kim ne kadar ben, ne kadar öteki?
Aziz Bey, güzel yorumlarınız için ayrıca teşekkür etmek isterim, siz bu sitede eleştiri üslubunu bilen insanlardan birisiniz ve yorumlarınızdaki objektif üslup -en azından okuduğum yorumlarınızda öyle- sadece eleştirmek üzerine değil, olayları anlamak ve sorgulamak üzerine kurulu.
Saygıyla.
Yazan:Büyükcan Tarih: Tem 4, 2008 | Reply
Çuvaldızı önce kendimize batırmamız lazım tabii…Ama millet kolayına kaçıyor bu aralar,hep suçlamayı kendi dışındakilere yönlendiriyor,hem de ‘hep kaderde bu varmış’ tarzı bir yaşam sürüyor…Doğru insan kaderci olmalıdır ama aynı zamanda adam gibi bazı şeyleri yapmaya çalışarak,yanı elinden geleni yaparak!
Zaten belli bir çevrede yaşamış insanların,yaşayabilecekleri şeyler bir yelpaze ise,illaki o yelpazede bir noktada bulur karşısındakini…
Hem kendimiz hem de öteki nasıl olacağız bunun çok net bir tanımlaması verilmemiş…Ben buna açıkça cevap almak isterim!
Ama yine de kendimce,düşündüğümü söyleyeyim…
Önce karşıdakine saygı göster ve iyi anla!Sonra da kendini açık seçik ortaya koy!Bırak neyin doğru olduğuna toplum ve zaman karar versin…
Saygıyla!…
Yazan:suzannur Tarih: Tem 4, 2008 | Reply
Sayın Büyükcan,
Hem kendimiz hem de öteki olamayız, ama kendimiz içinde yer alan ben’i irdelersek ötekine ait dediğimiz ve onu suçladığımız ya da yücelttiğimiz -ki bu pek olmaz bizim ülkemizde, oysa olmalıydı- noktaların kiminin kendimizde olduğunu da görürüz. Birçok farklılığı barındıran kendi içsel evrenimiz içinde mutlaka bazı noktalar başkalarında da vardır. Kin, nefret, yargılama; pozitif bakış açısıyla bakarsak sevgi, doğruluk, çalışkanlık, okuma ve sorgulama kültürü. Bir fikirden yola çıkarak diğerini salt öteki yapmak, başka bir alanda aynı tepkiler vereceğimiz, aynı duyguları hissedeceğimiz ötekiyle tüm köprüleri yıkmak anlamına gelecektir.Burada ötekine ait yabancılaştıran bakış açısıyla aslında kendimize de yabancılaşmaya neden olmuş oluruz.
Örnek vermek istiyorum, Aziz Bey(Aziz Bey izninizi almadan isminizi kullanıyorum, umarım yanlış bir şey yapmıyorumdur) ben’im için öteki ve çok farklı fikir dünyalarına sahibiz ama birçok konuya verdiğimiz tepki/yorum aynı. Öteki de olsak birbirimiz için, Aziz Bey’de kendime ait parçaları görüyorum, ötekindeki ben’i ya da ben’deki öteki’ni. Her ötekinde kendimizden bir parça mutlaka vardır anlamında söylüyorum bunu, yoksa hem ben hem o olmaktan bahsetmiyorum. Ki bu zaten mümkün değil.
Saygıyla
Yazan:Büyükcan Tarih: Tem 5, 2008 | Reply
Anladığım kadarıyla siz,toplumda veya etrafınızdaki insanlarda kendini bulmak gibi bir düşünceye sahipsiniz…Özellikle çözmek istediğiniz problemleri bu şekilde çözümlemeye çalışıyorsunuz.Yani gözlem yolu ile problem çözüyorsunuz…Ben size birşey anlatayım.
Ben bu yöntemi bir türlü çözüme kavuşturamadığım bir problemde denedim.Sorun insanlarla iletişimle alakalıydı.8 yaşımda bir başka kişiye karşı duyduğum önyargı ve onun neticesinde sergilediğim bir davranış, beni içime kapattı.17 yaşında zor çözüldüm ama iş işten geçti biraz. Bayağı bir arkadaş edindim,şu anda dışarıdan beni gören birisi de zaten daha önce içime kapanık biri olduğuma ihtimal vermez orası ayrı ama bir türlü duygusal açıdan eşim olacak birine bağlanamadım.Hatta ikili bir ilişkiye girmeye dahi cesaret edemedim.Yaşım şu anda 25,çokta geçmedi ama tam 2 yıldır,çevremi sadece bu sorun çerçevesinde gözlemledim…
İçine kapanık olan kişilerin iyi bir gözlemci olduğu söylenir ama iç dünyasındaki karmaşa sanırım etreftaki unsurları çözümlemesini zorlaştırıyor.Bari dedim ,en azından taklit edeyim ama etrafımda o kadar farklı davranış kalıpları gördüm ki, bir türlü işin içinden çıkamadım.
Şimdi daha kestirme bir iş yapıyorum.Kitaplar var bu konuda yazılmış birçok biliyorsunuz…Onları okuyorum.Birçoğunun yabancı yazarlar tarafından yazılması belki bir dezavantaj.Ama birçoğunda bulunan ortak noktalardan hareketle birşeyler yapmaya çalışıyorum.
Şunu demek istiyorum.Sizin söylediğiniz şeyi problem çözümünde kullanmak son derece yetenek isteyen birşeydir.Öyle herkeste yapamaz. Zaten kolay birşey olsaydı,siz bu yazıyı yazmak zorunda kalmazdınız. Zaten sizde ‘ki bu pek olmaz bizim ülkemizde, oysa olmalıydı’ derken bunun farkındasınız.
Zorluğuna gelince,hem sıfıra yakın bir önyargı – Önyargılı insanlar,karşı tarafa kafa dahi yormaz – hem de çok az bir kıskançlık gerektirir.(Siz aynı odada kaldığınız arkadaşı bir takip edin bakalım,’niye onun yerinde ben yokum?’ sorusunu kendinize sorduktan sonra iyi niyetli olarak bu işi sürdürebilecekmisiniz.)
Neyse…Size çalışmalarınızda başarılar!
Yazan:Matsumato Tarih: Tem 5, 2008 | Reply
Vendetta olacak.
Yazan:suzannur Tarih: Tem 5, 2008 | Reply
I hope soooooo.