TV’de Ben Böyle Şey Gördüm! (1)
By Konuk Yazar on Tem 5, 2008 in Televizyon, Toplum
Yazar: Zühre Meryem Kaya
Çocukluğumun kumandasız hatta siyah beyaz televizyon günlerinden hatırladığım -TRT günlerinden- yayının şimdiki gibi sabahlara kadar devam etmediği… Erkenden biterdi yayın. Bizde ailece İstiklal Marşı’nı izleyip o sevimsiz çınlama sesini duyana kadar ekran karşısında kalırdık. “Sadece bizim ev böyleydi.” diyeceğim ama hangi akrabamıza, tanıdığa bir dosta misafirliğe gitsek bu defa daha kalabalık bir kitle ile kapanışı izliyorduk.
Dün gibi hatırlarım (Bu da ne garip bir cümle “Dün gibi hatırlarım…” o kadar zaman olmuş. Hey hat! Gel gör ki ben dün gibi hatırlıyorum. Bu alenen ben çok akıllı biriyim demek gibi bi’şey!) askerlerin gelişini, İstiklal Marşı’nın okunmasını ve en sonunda çıkan o yuvarlak -sahi şekil neden yuvarlak yapılmış, televizyon şeklinde de olabilirdi pekâlâ!- şekle öylece baka kalmamızı. Uyuşup kalmış gibi neyi bekliyorduk halen anlamış değilim!
Sonra renklendi görüntüler ve bir bir kaldırıldı o emektar televizyonlar. Yerini renkli üstelik daha gösterişli televizyonlar aldı. Eşyayla duygusal bağlar kuran bana zor geldi ayrılık. Babam eski televizyonumuzu ihtiyacı olan bir adama verdi. Adam televizyonumuzu alıp -bilmediğim- bir köy evine götürdü diye sevinmiştim. Düşümde köyler mutlu olunan yerlerdi!
Herkes pek sevdi bu renkli televizyonları. Ben hep eski televizyonumuzu özledim. Bana hayatım boyunca doğanın dışında oluşturulan tüm renkler yapay kalıyormuş gibi geldi. Sevmedim renklerle oynamayı. Okul yıllarımda hep kara kalemle resim yaptım. İlk resim sergimde bir tane renkli resim vardı ve yine insanlar, onu beğendiler. Halen kara kalem resimler yaparım ve siyah beyaz çektirilmiş o eski fotoğraflara tutkuyla bakarım. Annemle babamın evlilik fotoğrafları gibi sıcak ve yapaylıktan uzaklaşmış fotoğraflardır onlar. Böylece renklenen televizyon bana uzaklaştı, ama herkese daha yakın olmaya başlamıştı. Kadınlar için yayınlanan yabancı diziler başladı. İzleme oranına bakılınca ne kadar doğru yolda olduklarını anlamalarından olacak, halen yabancı uzun süreli diziler TV kanallarında yerini alıyor.
Etrafı parmaklıkla kapatılmış büyük bir iş yerinin lojmanında büyüyen bir çocuk olarak, yetişkin olan insanlarla hayli vakit geçirdim. Hayat Ağacı mıydı, Yalan Rüzgârı mıydı onu hatırlamıyorum ama işten kaçan teyzelerin bizim evde kalabalık bir küme oluşturup dizi için anlamsız tartışmalarını, bu tartışmadan sıkılıp onları terk edene kadar diziyi izlemek zorunda kaldığımı çok iyi hatırlıyorum. Bende diziyi sonuna kadar izleyip aralarına katılmak isterdim, ama oyun her daim daha keyif veren bir alternatifti ve öyle oldu…
Televizyon keyfini ikiye katlayan, bunun yanında insanları tembelliğe sürükleyip televizyon odaklı kalmasını sağlayan o iğreti alet “kumanda” bulundu. O kadar ki yerinden kalkıp su içmeye bile üşenir hale geldi insanlar. O yüzden Türkiye’de obez insan sayısı her geçen gün arttı. Hem bu televizyon bile olsa, kim ister ki öyle küçük bir hareketle kumanda edilmek? Hoş değil…
…Bu makale ilginizi çekti ise…
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Öğretmenlik, savcılık, soytarılık, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
3 Yorum
Yazan:blue Tarih: Tem 6, 2008 | Reply
Tek kanallı TV’ler zamanında aile içi kavgalar yoktu. Büyüklerin en sevdiği şey “ajans” izlemekti. Bir de Pazar günleri konserleri vardı ki bunu kim izlerdi merak ediyorum. Kim kaldırdıysa minnetlerimi sunuyorum. Artık kumanda çıktı, huzur bozuldu. Kızım bir yandan “Selena, Bez bebek, pulsar” gibi diziler ister, hanım pembe dizi hastası, evde kumanda kapanın elinde kalıyor. Her odaya bir TV alan uyanıklar da var; evin içinde herkes kendi hayatını yaşıyor. Şimdi bir de plazma ve ses sistemi olayı devreye girdi. HD yayın da geldi mi hayatımız iyice sanallaşıp gerçeklikten uzaklaşacağa benziyor.
Yazan:suzannur Tarih: Tem 6, 2008 | Reply
Sayın Blue,
Ben pazar konserlerini izlerdim ve bayılırdım 🙂 ve hafta sonları pazar sinemasını.
Hatırlar mısınız, pazar konserlerinde bir Danny Kaye vardı orkestra şefi, çok ilginç yönetirdi ve insanları güldürürdü.
Zühre Hanım’ın ellerine sağlık, eski günlere döndüm. Ben de televizyonun evimize ilk geldiği günü, mutluluğumu hatırlıyorum çok net ve sonrasında elbette dizileri. Neydi o dizi, hani köleydi ve melezdi falan filan.
Acaba eskide kaldıkları için mi güzel geliyor ya da çocuk gözüyle çocukluğun verdiği güzellikle mi herkes için eskiyi anmak güzel, ayırt edemem.
Yazan:Levent Cetin Tarih: Tem 7, 2008 | Reply
Leman dergisinde “Mevzusuzlar” diye bir kose vardi. Ona benzemis.