Hangi kesimin okuru ve yazarısınız?
By Suzan Nur Basarslan on Tem 8, 2008 in Sanat, Toplum
Frankfurt Kitap Fuarı Ulusal Yürütme Komitesi’nin düzenlediği “Türk edebiyatında kültürel tartışmaların odağında kadın” isimli toplantıya Türkiye’den Ayşe Kulin ” ben başörtülüleri tanımıyorum hiç karşılaşmadım, bu nedenle kitaplarımda yer almıyor” şeklinde bir cevap vermiş, neden kitap kahramanlarınızdan birisi başörtülü değil sorusuna. Ki bu soru başka bir yazara, tam tersinden de sorulabilirdi, neden inançsız bir kahramanınız yok şeklinde. Değişen bir şey olmazdı soruyu sorma “algı”sı açısından. Hatta öyle bir şey var ki, bırakınız yazarın kahramanını, yazarın kendisine de yönelik bu algı şekli ümit kırıcı sahneleri ortaya çıkartabiliyor. Fatma Karabıyık Barborosoğlu’nun kapalı olduğunu gören bir okurun, onu ters bakış açısıyla olsa da aslında aynı şekilde ve aynı yanlış algıyla eleştirmesi gibi.
Soru kadar verilen cevabın da vehametini, tahmin ettiğinizi sandığınız siyaset ya da din üzerinden değil, tam da konunun bam teli üzerinden yazar ve okur üzerinden ve doğal olarak edebiyat bağlamında değerlendirecek, bu ülke okurlarındaki en büyük sorunlardan birine parmak basarken, yazarların da nasıl bir yol izleyerek ya da izlemeyerek gerçek okurlarını hayal kırıklığına uğrattıklarından bahsedeceğim.
Bir okur; yazarın kahramanlarını seçmek, yazarın kahramanlarının formuna müdahale etmek hakkına sahip midir ve bir yazar yarattığı kahramanlarını tanışıklık üzerine kurguladığını söyleyerek fiction bir yaratı olan roman dünyasını kısırlaştırdığının farkında mıdır?
Okurdan başlayalım soruna. Öncelikle okur, yazma sürecinde ve yaratının hiçbir aşamasında “etken” bir rol oynayamaz -bu rol oynamaz demek değildir- ve bir yazara neden şöyle bir karakter yaratmadın sorusunu soramaz. Yazar, okuyucu kesiminin beklentilerinden etkilenebilir belki ama bu beklenti ona okuyucunun istediği eseri yazmayı değil, yazdığı eseri okuyan okuyucuyu oluşturması için bir kriter oluşturmalıdır. Bunu başaramayan yazarlarda sorun yazdığı değil, yazmak isteyip de yazamadıklarıdır ki, bu da yazma yetisini sınırlandıran bir olgu olduğu için yazarın kendi varlık alanına dair bir sorunu ortaya çıkartacaktır. Burada dikkatten kaçmaması gereken şey, yazarın yazma tutumunda kendisinden yola çıkmasıdır, ancak sosyal bir varlık olduğumuz gerçeği ile yazarın da dışsal etkilere maruz kaldığı gerçeği de elbette gözden kaçırılmamalıdır. Bu yeni bir sorunu ortaya çıkartır. Yazar belli bir ideolojiyi savunmak zorunda mıdır, kimi insanlar bunu bir mecburiyetmiş gibi dayatır, oysa Kundera, “Romancı hiç kimsenin sözcüsü değildir ve bu görüşü kendi düşüncelerinin bile sözcüsü olmadığını söyleyecek kadar ileri götüreceğim.” [1] der. Bu ifadeyle, romancının kendi dünya görüşünden yeri geldiğinde rahatlıkla sıyrılmasını öngörür. Okuyucu kendi sözcülüğünü yapmasını istediği yazara aslında sınırlar çizer ve yazara, neden şunu yazmadın diye bir dayatmanın içine girerse ya da onun yazdıklarını kendi ideolojisine uymadığı için eleştirirse, bu, okuyucuların roman dünyasını bilmedikleri, daha doğrusu kurmaca yapının nasıl inşa edildiği gerçeğini gözden kaçırdıklarını -bilinçli ya da bilinçsiz- gösterir ki bu tarz okuyucular okumak istemezler, sadece kendi doğrularının tekrarını görmek isterler ve hiçbir yazar bunu yapmakla mükellef değildir. Çünkü mükellef hissettiklerinde, yaptıkları yeni bir yaratı, kurgu, hayal dünyası, gerçekliğin yeni bir gerçeklikle inşası değil, gerçekliğin gösterilmesi beklenen tek taraflı bir taklidi olur.
Bir roman yazarı, kurmaca bir eser meydana getirirken sorumsuz davranabilir mi? Ne kadar özgürdür ya da? Elbette yarattığı karaktere en akla gelmedik şeyler yapabilir, onu aç-susuz bırakabilir, aşktan karakterinin aklını başından aldırabilir, en olmadık trajedileri kahramanına yaşatabilir hatta onu öldürebilir hatta ve hatta Müslüman ama laik bir ülkede de yaşasak başı açık ya da kapalı bir kahramanı tam tersi hallere sokabilir… Yazara sınırı hatırlatan nokta neresidir/kimdir? Bu noktada devreye okuyucu girer. Her yazar okunmak amacıyla yazar. İster belirli bir kesim için, isterse kendisinden sonra gelecek kuşaklar için yazsın. Amacı okunmak ve etkilemektir. Bu amaç, eserini yaratırken yazarın sınırlarını belirler. Heinrich Mann, “yazarlar olarak başkalarına etki etmemizin şartı, tabii ki edebiyat yetimizdir. Çoğu yazarın sorunlara yanıt aramak için iyi niyetli bir biçimde hazırladığı bildirgeleri ya başarısız kalmış, ya da tersine yazar konuyu bizzat kendisi duyarak yaşamış, bu meseleyi kendi içerisinde yeniden yaratmış, kendine özgü sanatın aracılığıyla gözlerinizin önüne sermiştir. Bununla birlikte yazar, yalnızca günümüz okuyucu kitlesini değil, daha sonra gelecek okuyucuları da hesaba katmak isterse, işte o zaman eseri olağanüstü ve güçlü olmak zorundadır.”[2] der. Çünkü yazar, “hayâlinde arzularını ve bunların gerçekleşmesini kurar ve bu hayâlleri edebi araçlarla öylesine işler ki okuyucuyu da burada kendi arzularını bulur ve tatmin olur, hem de utanmayacağı bir tarzda. Yazar gerçekliği, küçültülmüş bir model biçiminde kopyalar ve gerçekliği bize fark ettirir. Başka bir dünya icat eder. Davranış provası yapar ve bizim bununla daha iyi davranmamızı sağlar. Yazar dille oynar ve bu oyundan tat alır, … o, bilinçli olarak rüya görür, çok katlı anlam taşıyan eserin, aynı bilinçsiz rüya sürecinin rüyayı oluşturması gibi biçimler. Potansiyel okuyucuyla içinden konuşur.”[3] Burada devreye potansiyel okuyucu girer. Eco, “…metinle, daha önce yazılmış bütün öteki metinler arasındaki diyalog (kitaplar yalnızca başka kitaplar üstüne ve onların çevresinde yazılır) ve yazarla örnek okuyucu arasındaki diyalog.”[4] vardır derken, potansiyel okuyucunun üstünde bir okuyucu kitlesinden bahseder ve okuyucuyla ilgili yeni bir kavramı tanımlar: Örnek okuyucu. Yazarın kafasında tasarladığı ve eseriyle biçimlendirmek istediği yeni okuyucu kitlesi olarak tanımlayabiliriz örnek okuyucu kavramını. Yazar ve okuyucu arasındaki ilişkiyi incelerken: “Bir yazar belli bir görgül(ampirik) okuyucu kitlesini düşünerek yazabilir; tüccarlar ve eşleri için yazan, çağdaş romanın kurucuları Richardson, Fielding ya da Defoe’nun yaptıkları gibi. Ama ideal bir uykusuzluktan etkilenen ideal bir okuyucuyu düşünen Joyce da kitleler için yazıyordu. Her iki durumda da, insan ister cebinde parası, kapıdan çıkan bir kitleye seslendiğine inansın, ister gelecekteki bir okuyucu için yazdığını öne sürsün, yazman metin aracılığıyla, uygun okuyucu örneğini oluşturmaktadır.”[5] diyerek uygun okuyucu örneğini oluşturmaktan bahseder.
Bu noktada fark okuyucu arasında değil, metinler arasında çıkar. Örnek okuyucuya yazılan metinle, okuyucuların isteklerine göre biçimlendirilmiş metinle. Biri kendi okuyucusunu yaratır, diğeri kendi yazarını veya eserini. Ama “yazar yeni olanı planladığı, değişik bir okuyucu tasarladığı zaman, dile getirilmiş isteklerin listesini yapan bir pazar araştırmacısı değil, kuşkusuz Zeitgeist kurgularını sezinleyen bir filozof olmak ister. Okuyucu kitlesine, kendisi bilmese de, istemesi gerekeni açıklamak ister.”[6] Eco’nun ideal olanı yansıttığı söylenebilir bu görüşünde ancak roman piyasasına baktığımızda örnek okur yaratmaktan çok, okuyucunun isteklerine göre biçimlendirilmiş eserlerin daha fazla yer tuttuğunu söyleyebiliriz. “Okuyucu kitlesinin… talebi neticesinde, belki de belki de bütün edebi türler içinde en fazla piyasaya dönük olanı, parayla ilişkisi en sıcak ve ticaret metaı olmaya en yatkın olanı, yani içinde oluşarak geldiği toplumun kriterlerini ve niteliklerini en fazla yüklenen bir edebi tür olanı diye de görebileceğimiz romanın bizde de kısa sürede bir arz-talep mekanizması kurduğunu, teknolojik olarak modernleşen, Batı tarzı bir alt yapı istediğini ve basım, yayım ve dağıtım ağları içerisinde hemencecik bir ticari faaliyet alanını beslemeye başladığını görmemiz zor değildir. Roman okuru etkilemiştir, okur bu etkilenişleri neticesinde talebi büyütmüştür, bu talep ise arzın niteliğini belirlemeye doğru bir yapıyı beslemiştir.”[7]
Artık yazarı etkileyen bir okuyucu kitlesi ile yüz yüzeyiz. Yine de ne kadar etkin olursa olsun okurun durması gereken bir sınır vardır. Bir yazarı yönlendirebilirler, ona müdahale edebilirler hatta metin hakkında yorumda da bulunabilirler ama müdahale edemedikleri bir alan vardır. “Okurlar metinlerden, metinlerin açıkça söylemediği şeyleri çıkarsayabilirler ancak metinlere söylediklerinin tersini söyletmezler.[8] Okurla eser arasındaki ilişki yazarla eser arasındaki ilişki bittikten sonra başlar ve söz söyleme sırası okuyucuya geçer. Eserin okunması ile, eseri unutmak veya yaşamak, metni bir defa veya defalarca okumak, örnek okur -Meriç’in ifadesiyle gerçek okur- veya kitle okuyucusu olmak… işte bu, tamamen okuyucunun tercihidir ve Eco’nun dediği gibi yazar artık dışarıdadır ve yapabileceği hiçbir şey yoktur. Buradaki sınırı fark etmek için yinelemek lazım.
Okurla eser arasındaki ilişki ancak eser bittikten ve okuyucuyla yüz yüze geldikten sonra başlar ve bu ilişkide eserin söylemediğini zorla söyletemezler.
Ancak yazar dışarıda kalacağı ana dek, yazarın sorumluluğu, eseriyle okuru arasındaki sınırı iyi belirlemek ve kendisine yarattığı karakterler üzerinden gelecek sorular soran bir okuyucu kitlesi oluşturmasıdır, yaratmadığı karakter üzerinden sorular soran bir okuyucu kitlesi değil. Oluşturması öngörülen bir kahraman yaratma istemine de cevabı asla, tanışıklığım yok diyerek kurgu ve hayal dünyasını küçülten ve yazarlığı/yazarlığını küçülten bir cevap vermemelidir, ne kadar iyi niyetli olursa olsun. Her yazar tanışıklık üzerinden eser çıkartsaydı sanırım edebiyat dünyamız tanışıklık romanı ya da bir üst dil kullanırsak biyografi-anı roman üzerinde dallanıp budaklanırdı ki bu da edebiyatı sınırlar içine hapsetmek ve onun dayandığı kurgusal dünyayı yok etmek anlamına gelecektir. Bu noktada tanışıklık esas alınsaydı Amerika’yı hiç görmemiş bir yazar olan Kafka’nın Amerika’sı, Selim İleri’nin Hepsi Alev’deki kahramanı İrene’si, Elif Şafak’ın Pinhan’ı, George Orwell’ın Winston Smith’i… ve sayamayacağım roman ve karakterler olmazdı.
Bir yazar kendi okuyucusunu yaratamıyorsa, okuyucunun yarattığı yazardır ve eseri de kendinden öte, okuyucunun yarattığı eserdir. Hangi yazar bu konuma düşmek ister?
Sanırım Ayşe Kulin ve ona bu soruyu soran okur veya ülkemizdeki yazarlara kendi düşünce dünyasından değer atfetmeye alışmış olan okurlar ve bu atfı kabul eden yazarlarımız, yazarlarımızın ve yazarlara yönelik tuhaf, siyasi, tek taraflı tutumumuzun bu ülkedeki göstergeleri. Bilinmesi gereken de şu ki, bu göstergeler tamamen edebiyat alanının dışındaki bir alana ait, çünkü asla edebiyata ait bir alanın problemlerini yansıtmıyorlar. Bu algı sürdüğü sürece de, günümüz edebiyat alanının, şu ya da bu kesimlere ait yazarlar ve okurlar düzeyini aşıp, kendisini dünya edebiyatına adapte etmesi ve bugününü aşması çok zor görünüyor.
Bir kesimin yazarı ya da okuru olmak mı, gerçek bir yazar ya da okur olmak mı?
Seçim sizlerin…
[1] Kundera Milan, Roman Sanatı, çev.Aysel Bora, Can Yayınları,İstanbul, 2002, s.180.
[2] Mann Heinrich, “Roman Üzerine Düşünceler”, 20.yüzyıl Edebiyat Sanatı, Yay.Haz. Hüseyin Salihoğlu, İmge Kitabevi, Ankara, 1993, s.100.
[3] Aytaç Gürsel, Genel Edebiyat Bilimi, Papirüs Yayınları, İstanbul, 1999, s.32.
[4] Eco Umberto, “Sonrası” Alfabeta Dergisi, 1983, sayı 49, çev. Şadan Karadeniz,Gülün Adı, Can Yayınları,İstanbul, 2002,s.586.
[5]Eco Umberto, “Sonrası” Alfabeta Dergisi, 1983, sayı 49, çev. Şadan Karadeniz,Gülün Adı, Can Yayınları,İstanbul, 2002,s.587.
[6]Eco Umberto, “Sonrası” Alfabeta Dergisi, 1983, sayı 49, çev. Şadan Karadeniz,Gülün Adı, Can Yayınları,İstanbul, 2002,s.588.
[7] Andı M.Fatih, Roman ve Hayat, Kitabevi, İstanbul, 1999, s.70.
[8] Eco Umberto, Anlatı Ormanında Altı Gezinti, çev.Kemal Atalay, Can Yayınları, İstanbul, 1995, s.104.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
6 Yorum
Yazan:Büyükcan Tarih: Tem 9, 2008 | Reply
Sonuçta kişi,her okuduğuna şıp diye inanmadığına göre,birçok şeyi okuyabilmeli…Sanırım bu ‘Birçok yeri gezmek gerekir’ demek gibi birşey… Ama hakkaten,bir yazarın ne demek istediği açık seçik belli olmalı. Yeniliklere açık olmanında bir sınırı vardır!
Yazan:TT Tarih: Tem 9, 2008 | Reply
yazarın sorumluluğu, eseriyle okuru arasındaki sınırı iyi belirlemek ve kendisine yarattığı karakterler üzerinden gelecek sorular soran bir okuyucu kitlesi oluşturmasıdır, yaratmadığı karakter üzerinden sorular soran bir okuyucu kitlesi değil.
Yazarın böyle bir okur kitlesi oluşturma sorumluluğu/zorunluluğu olduğunu nereden çıkarıyorsunuz.Demek ki Ayşe Kulin gibi kendini ispatlamış bir yazar bu tür bir soruya maruz kaldığından dolayı yazarlık görevini yerine getirememiş-miş!…
Oluşturması öngörülen bir kahraman yaratma istemine de cevabı asla, tanışıklığım yok diyerek kurgu ve hayal dünyasını küçülten ve yazarlığı/yazarlığını küçülten bir cevap vermemelidir, ne kadar iyi niyetli olursa olsun.
Belli ki yazar,kendisine sorulan saçma ve provokatif bir soruyu nazik bir dille savmış…
Bence küçülen yazar değil, Ona dayatmacı bir soru soran şahıs olmuş burada..
Yazan:suzannur Tarih: Tem 9, 2008 | Reply
Birincisi edebiyat salt tanışıklık üzere kurgulanamaz.
İkincisi her yazar kendi okuyucusunu yaratmak ister, yazarın okuyucusu olmakla okuyucunun yazarı olmak farklı şeylerdir. Okuyucunun yazarı olmak demek, yazarın söylemek istediği ama söyleyemediği kelimelere, fikirlere, olaylara tekabül eder ki bu da yazarda varlık alanına yönelik bir sınırlandırma yaratır.
Üçüncüsü, söz konusu olan şey burada Ayşe Kulin ve yazarlığından öte, yazara ideolojik sorular soran okurun varlığı ve yazarın -her ne kadar iyi niyetli olursa olsun- cevabında verdiği edebiyat alanının yaratıcılığını sınırlandıran karşılığıdır.
Olay, ülkemizdeki sınıfsal yazar ve okur kesimini sorgulamak ve bunun edebiyat bağlamındaki karşılığını göstermektir, Ayşe Kulin özelinde yazarı alaşağı etmek değil.
Bir yaratı oluşturan ve yeni bir evren kuran yazar, salt tanışıklık üzerinden karakter yarattığını ya da yaratmadığını söylüyorsa yanlış cevabı veriyordur. Okurun seviyesi yazarın çok altında ise ve saçma sorular soruyorsa, yazarın yapacağı şey kendi kurmaca evrenini nasıl oluşturduğunu ve karakter seçimindeki detayları anlatmaktır ve bunu yapabilmek için de önce, okuyucuya kurgusallığın ne olduğunu anlatmalıdır. Buna zorunlu mudur, elbette değil ama bu tarz bir soruyla karşılaşmak istemiyorsa bunu yapmalı,Elif Şafak’ın kahramanlarından yola çıkarak yazarı hapsetmeye çalışan zihniyetteki insanlarla kendi varlık alanı için mücadele etmelidir.
Bu yazı Ayşe Kulin iyi yazar değildir önermesiyle yazılmadı, Türkiye’deki yazar ve okur sorgulaması için yapıldı. Paragrafın başında özellikle belirtiliyor, aynı şey başka bir yazarın başına çok daha farklı bir zihniyetle ama aynı algıyla sorulabilirdi. Sorgulanan öncelikle bu algı ve elbette yazarın da verdiği cevapla edebiyat dünyasına yönelik izdüşümünün sorgulanması.
Bu arada bir yazar iyiyse eleştirilemez demek gibi bir algı da tamamen şark kafamızın bir ürünü. Yahya Kemal’in Siyasi ve Edebi Portreleri’ni okumanızı tavsiye ederim, tam da bu algımıza yönelik harika tespitleri var.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Tem 11, 2008 | Reply
Makale,Türkiye’de yazar ve okur sorgulaması üzerine son derece geniş bir bakış açısı sunmaktadır bana göre.Ayşe Kulin,kitaplarını beyeniyle okuduğum bir yazar.Ancak bu iyi yazarların eleştirilemeyeceği anlamına gelmez.Belki eleştirinin edebiyat bağlamında olması gerektiğini düşünenler olacaktır.Fakat unutulmamalıdır edebiyat da dahil hiç bir sanat,yaratıcısının dünya görüşünden,inançlarından bağımsız gelişmez.Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değil,dünyanın her yerinde böyledir.Zira koşulsuz her yazar hem dönüştüren hem de varolan toplumsal değerlerle dönüşen konumundadır;okuruyla ve varolan koşullarla sürekli bir etkileşim içindedir.Dolayısıyla eleştiri,sınırları önceden çizilmiş bir çerçeveye hapsedildiğinde eleştiri olmaktan çıkar.Anlamlı veya anlamsız,gerekli veya gereksiz sorular olsalar bile,bu,okurun olaya katılmasına engel teşkil etmez/etmemeli.Şayet okurun katılma biçimi belirli anlamlandırmalar üzerinden olacaksa o zaman sayın yazarın da değindiği üzere ortaya belli kesimlerin yazarı veya okuru şeklinde,edebiyatın yeniden sorgulanmasını gerektiren garip bir durum var demektir.İdeolojik temele dayansalar bile bu anlamda bir sınırlandırma olmamalı.
Yazan:TT Tarih: Tem 11, 2008 | Reply
Birincisi edebiyat salt tanışıklık üzere kurgulanamaz.
Öyle bir zorunluluk yok tabii ki..
Fakat bana göre tanışık olmamak,tanışmayı tercih etmemek,kahraman adayından alakasız olarak ayrı bir dünyada yaşamak,herhangi bir konuda yazmaManın/yazamaManın önemli bir gerekçesi olarak pekala sayılabilir…
Mesela C.Aytmatov’un acılarıyla,kültürüyle tanışık olmayan birisinin Beyaz Gemiyi yada Gün Olur Asra Bedel’i benzer ölçülerde yazma şansı yoktur.
Köy hayatını hiç bilmeyen bir yazardan kalkıpta Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm” ündeki o akıl almaz köylü tiplemelerini yaratmasını ısmarlamak abes bir şey olur ki böyle bir durumda yazardan; “köy hayatını bilmediği” cevabını almak bizi şaşırtmamalı..
Aynı şekilde marjinal hayatları bilmeyen bir yazarın sadece araştırma yeteneği ile bu açığını kapatabileceğini iddia etmek yazar üzerinde gereksiz bir baskı kurmak değil midir
Bir yazara “salt tanışıklık üzerine kurgu yapılmaz,sen ne biçim yazarsın…o dünyayı bilmiyorsan öğrenirsin…her yazar hikayesindeki kahramanların dünyasına ait midir ki?…türünden dayatmaların yapılması ukalaca bir şey. Dayatmacılığa karşı olduğunuzu siz de yazınızda belirtmişsiniz zaten.
İkincisi her yazar kendi okuyucusunu yaratmak ister, yazarın okuyucusu olmakla okuyucunun yazarı olmak farklı şeylerdir. Okuyucunun yazarı olmak demek, yazarın söylemek istediği ama söyleyemediği kelimelere, fikirlere, olaylara tekabül eder ki bu da yazarda varlık alanına yönelik bir sınırlandırma yaratır.
Bence de…Dediğiniz gibi her yazarın -okuyucunun yazarı olmamak- gibi bir özgürlüğü vardır.Yazar da herkes gibi kişisel ilgi alanına girenlere ya da eserinde kendi kullanacağı malzemeyle alakalı şeylere ilgi duyar.
Tercih ettiğini tanımak öğrenmek okumalar yapmak ister. Ayşe Kulin örneğine dönecek olursak Kulin demiş ki; “çevremde başörtülüler olmadığı için onları tanımıyorum.”
Kulin, eğer bir romanında bir başörtülü kahraman kullanacaksa doğal olarak o tiplemeye ilgi duyar ve romanında yaratacağı tipi en güzel şekilde yansıtmak için özel bir tanıma çabası harcar.Nitekim Kulin’de bir çok romanı için bu tür okumalar yapan birisi…Fakat dediğiniz gibi yazarın varlık alanına yönelik bir sınırlama olmaması için bu durumu yazarın tercihine bakmalıyız…
Üçüncüsü, söz konusu olan şey burada Ayşe Kulin ve yazarlığından öte, yazara ideolojik sorular soran okurun varlığı ve yazarın -her ne kadar iyi niyetli olursa olsun- cevabında verdiği edebiyat alanının yaratıcılığını sınırlandıran karşılığıdır.
Edebiyat alanının yaratıcılığının sınırlandırılması açısından değil, “yazarın kendi ilgi alanını sınırlandırması”, tercih özgürlüğüyü yönünden bakarsak bu durumun bir kesimin yazarı olup olmamayla alakası olmadığını görebiliriz.
Olay, ülkemizdeki sınıfsal yazar ve okur kesimini sorgulamak ve bunun edebiyat bağlamındaki karşılığını göstermektir, Ayşe Kulin özelinde yazarı alaşağı etmek değil.
Bir yaratı oluşturan ve yeni bir evren kuran yazar, salt tanışıklık üzerinden karakter yarattığını ya da yaratmadığını söylüyorsa yanlış cevabı veriyordur. Okurun seviyesi yazarın çok altında ise ve saçma sorular soruyorsa, yazarın yapacağı şey kendi kurmaca evrenini nasıl oluşturduğunu ve karakter seçimindeki detayları anlatmaktır ve bunu yapabilmek için de önce, okuyucuya kurgusallığın ne olduğunu anlatmalıdır. Buna zorunlu mudur, elbette değil ama bu tarz bir soruyla karşılaşmak istemiyorsa bunu yapmalı,Elif Şafak’ın kahramanlarından yola çıkarak yazarı hapsetmeye çalışan zihniyetteki insanlarla kendi varlık alanı için mücadele etmelidir.
Muhafazakar bir romancıya: Neden romanlarınızda marjinal bir kahraman (mesela bir eşcinsel karakteri) kullanmıyorsunuz diye sorulduğunda romancının:
-Hasbünallah.. bu ne biçim soru?..Ben o hayatları tanımam bilmem kardeşim…vs türünden verebileceği bir cevabı da aynı şekilde normal karşılamalıyız . Bunu bir alan sınırlandırması olarak değerlendirmeMeliyiz…
Bu yazı Ayşe Kulin iyi yazar değildir önermesiyle yazılmadı, Türkiye’deki yazar ve okur sorgulaması için yapıldı. Paragrafın başında özellikle belirtiliyor, aynı şey başka bir yazarın başına çok daha farklı bir zihniyetle ama aynı algıyla sorulabilirdi. Sorgulanan öncelikle bu algı ve elbette yazarın da verdiği cevapla edebiyat dünyasına yönelik izdüşümünün sorgulanması.
Yazınız için teşekkür ederim.Önemli tespitleriniz var ancak bana göre Kulin’in cevabı kısmında abartılı bir sorgulama yapmışsınız.
Bu arada bir yazar iyiyse eleştirilemez demek gibi bir algı da tamamen şark kafamızın bir ürünü.
“Şark kafalı olmamız” iltifatınız için de ayriyeten teşekkür ederim..
Bu da bir tür tanışıklık! meselesi işte
Yahya Kemal’in Siyasi ve Edebi Portreleri’ni okumanızı tavsiye ederim, tam da bu algımıza yönelik harika tespitleri var.
Muhtemelen okumuşsunuzdur ama ben de size Y.Ziya Ortaç’ın portrelerini tavsiye edeyim..Eğlencelidir..
Yazan:suzannur Tarih: Tem 12, 2008 | Reply
Sayın TT,
“Muhafazakar bir romancıya: Neden romanlarınızda marjinal bir kahraman (mesela bir eşcinsel karakteri) kullanmıyorsunuz diye sorulduğunda romancının:
-Hasbünallah.. bu ne biçim soru?..Ben o hayatları tanımam bilmem kardeşim…vs türünden verebileceği bir cevabı da aynı şekilde normal karşılamalıyız . Bunu bir alan sınırlandırması olarak değerlendirmeMeliyiz…”
Bu önerme de aynı Ayşe Kulin’in başına gelen şeydir. Ters yönden ama aynı algı ki yazının ilk paragrafı bunu gayet açık izah ediyor.
Yazar, tanışıklıktan etkilenebilir ama salt tanışıklıkla eser kurguluyorsa yanlış yerdedir, özgün değildir ve malzemesi sınırlıdır.İster muhafazakar ister de başka bir fikrin sahibi olsun, yazarın elindeki kurgu dünyası onu gerçek dünyanın üstüne çıkartır ve o dünya da istediği kahramana bir noktaya kadar istediğini yaptırabilir. Ben tanımıyorum diyerek bir açıklama yapmak, ne muhafazakar yazara ne de diğerine yakışan bir tutumdur edebiyat açısından. Eco, Ortaçağ hristiyanlık-macera-polisiye romanlar yazar o çağın çok ötesinden, Selim İleri Bizans’ı anlatır ve antik Yunan kültürünün kahramanı nasıl etkilediğini ortaya -enfes bir dille- koyar, Elif Şafak mistisimdeki döngüselliği cinsiyetteki iki başlılıkla sentezleyerek anlatır. Yazar dediğiniz, ben bunları bilmiyorum kardeşim, dediğinde bu bir alan sınırlandırmasından öte edebiyatın yaratı dünyasına denk düşen bir sorunu ortaya koyuyor demektir ve bence bu o yazar ne kadar iyi yazar olursa olsun, o yazarın hayal-kurgu dünyasını küçülten, sınırlandıran bir cevaptır.
Yazmak zorunda mı okurun ondan istediği karakteri, asla. Kundera’dan alıntıladığım nokta, “Romancı hiç kimsenin sözcüsü değildir ve bu görüşü kendi düşüncelerinin bile sözcüsü olmadığını söyleyecek kadar ileri götüreceğim.” kısmı dahi yazarın alanına bu noktada girilemeyeceğini öngörür, yazar istediği fikirde yazar, olmaz yarın bundan vazgeçer, bu hakkı vardır ve bu da vermesi gereken cevaplardan biridir, ama tanışıklık kısmı benim algılayamadığım bir cevap ve sanırım bunu da algılayabilmem hiç kolay değil.