Madımak,Alevifobia ve Bataklık
By Rasim Ozan Kutahyali on Tem 13, 2008 in Demokrasi, Özgürlükler
Madımak katliamı bağlamında Alevi meselesini irdelediğim yazılarda en çok rahatsız olunan şey altını çizmek istediğim Alevifobia histerisi oldu…Bu ülkenin Sünni toplumunun hepsinde değil ama ciddi kısmında,değişik derecelerde de olsa bir Alevifobia histerisi olduğuna inanmayan(yada inanmak istemeyen) buna itiraz eden epey okur mektubu aldım…Bir yönüyle “inanmak istememe” duygusu,inkar etme arzusu asil bir hissiyattır.Bu toprakların yüzyıllar,binyıllar içinde ürettiği bir bilgelik varsa,işte tam da o kadim bilgeliğin temsilcisi olan merhum Hrant Dink,1915 meselesi bağlamında bunu söylerdi hep…Bir katliamın yada genel olarak insanlıkdışı,ahlakdışı ve vicdansız bir davranışın “biz”ler tarafından yapıldığına,yapılabileceğine inanmak istememek,bunu gururuna yedirememek,önyargılı bir nefret duygusuna sahip olunduğunu kendi içinden geldiği kesime konduramamak…Gerçekten de bu bir yönüyle çok insani bir eğilim,neticesi kendini kandırmak bile olsa masum ve ahlaki saflıkta bir durum…
Her geçen gün 1915 ve benzeri bağlamlarda “Evet yaptık ama haklıydık,yapmamız gerekirdi,onlar da bunu hak ettiler,zaten onlar da şunu şunu yaptılar” benzeri alçakça meşrulaştırmaların arttığı bir Türkiye olmaya doğru gidiyoruz.Ulusalcılık denen zehirli sarmaşık bu toprakların bünyesini sarmaya devam ediyor.Özellikle LAST(Laik yaşam tarzına sahip Sünni Türk) orta sınıfı ciddi bir manevi&zihinsel kriz içinde.Bu kriz sürekli olabilecek bir hastalık noktasına doğru adım adım evriliyor.Bu krizin etkilerini bir süre daha yaşayacağız gibi görünüyor.Bu kriz kalıcı bir hastalık olup yerleşik hale gelecek mi? Ne kadar yeni kuşaklarla birlikte eleştirel duruş ve iç sorgulama artarak LAST kimliği kendini yeniden “egemen” değil eşit bir kimlik olarak inşa edebilecek?…Bu ihtimallerden hangisi galip gelecek? LAST içinden çıkmış aydınların-daha ziyade nüfuz sahibi aydınların- bu hastalığa doğru evrilmekte olan durumu yetkinlikle teşhis edip sürekli ve etkileyici bir dille ifade etmesi ikinci güzel ihtimalin galip gelebilmesi için çok önemli…Gelecek açık bir süreç ve şüphesiz bizlerin normatif çabalarıyla şekillenecek.Ne yapılırsa yapılsın kaçınılmaz olarak gidilecek yer burası olur,şurası olur diye bir şey yok…Bu determinist ve saçmasapan bir inanç.İnsanın olduğu yerde hiçbir şey kaçınılmaz değildir…
Konuya dönelim;İnsanlıkdışı bir davranışa,tavra,önyargıya ilişkin “Yaptık haklıydık,gene yaparız” yada “Evet,böyleyiz ve öyle olması gereklidir,öyle olmalıdır” tipi barbarca eğilimlerin arttığı bir ülke de inkar eğilimi,inanmama istemi,reddetme arzusu dahası kendine yalan söyleme durumu bile çok soyluca diye inanıyorum…O bakımdan bu hissiyatta olanlara gerçekten saygım var.Fakat bir şeyleri total düşünüp,total olarak suçlamak yada aklamak zaten makul bir duruş değil…Bugün varolduğu noktasında hiç kimsenin şüphesi bulunmayan Holocaust vahşetine dair bile “Almanlar Yahudileri kesmiştir” gibi bir cümle kurmak isabetli değildir,ahlaki de değildir…”Şunlar,bunlara şunu yapmıştır” tipindeki her önerme için bu geçerli aslında.Bu kaba önermeler her zaman olayın özünü anlama noktasında bizlerin gözüne perde indirmek işlevini görebilirler sadece…Holocaust’u var kılan bir zihniyet vardır.O zihniyet bir şeylerin olmasını mümkün kılmış,o zemini yaratmış ve o zemin üzerinden adım adım pervasızlaşan bir vahşet yaşanmıştır…Madımak katliamı bağlamında da mesele budur.Mesele o imkan,o zemin daha doğru tabirle o bataklıktır…O bataklığın yarattığı sineklerdir o vahşeti gerçekleştiren,hayata geçiren…Sineklerin uzaklaştırılması göreli ve geçici bir ferahlama yaratabilir,geçmişte olanları unutup,bir daha o sinekler geri gelmeyecek diye düşünüp kendimizi kandırabiliriz…Sonrasında bataklık yeniden pislik atmosferi yaratarak yeni sinekler yaratır,o sinekler yine unutulmak istenen günleri geri getirir,belki bu yeni sinekler eski sineklerle akraba bile olmadıklarını,kendilerinin bambaşka bir haşerat türü olduğunu iddia edecektir…Bunlar hep zahiridir,aslolan o haşeratın sürekli üreyeceği ortamın kendini sürekli var kılabilmesi ve değişik başlıklar altında yeniden felaketlerin tekrarlanabilmesidir…”Şu sinekler,şu çiçekleri kuruttu” diye sert bir edayla,müntekim bir dille söylemek ahlaki bir tavır gibi gözükebilir ama bu kaba ve radikal tavır esasen çiçekleri sürekli kurutacak atmosferin var kalmasına hizmet etmek işlevi görmekten başka işe yaramaz,yaramıyor…İşte merhum Hrant Dink bunun çok farkında bir bilgelikte insandı,laf dönüp dolaşıp Hrant’a geliyor çünkü işte bu bataklık Hrant’ı da katletti.Basit sinekler değil,esas bu bataklık Hrant’ın katilidir…Bu anlattığım analojik çerçeve aslında şu an yaşadığımız tüm ama tüm ahlaki sorunları kapsıyor desem yanlış olmaz…Bu sayfalarda çokça yazılan,tartışılan Denizler ve Türk 68i mevzusunda da esas mesele budur,Alevifobia meselesinde de budur…Zahiri isimler,kesimler,gruplar,şunlar bunlar değil zihniyetler…Şu renkte,şu cinste bu cinste sinekler değil,tüm o sinekleri var kılan bataklık…O bataklığı hep birlikte,insan olmaklığımızdan hareketle yok edebilmek yada elimizden geldiğince kurutabilmek,boyutunu küçültebilmek…Mesele bu…
Bir etnik mesele olarak Alevilik/Kızılbaşlık
Alevifobia konusunda altını keskin şekilde çizmemiz gereken noktalar var.Bu konu Alevilik inancı,hatta daha yaygın da deyişle Alevi-Bektaşi inancı bağlamında alınıyor.Bu inancın kökenlerine gidiliyor,herkes Alevilik konusuna gelince bir anda kültürel antropolog oluyor(zaten Kürtçe mevzu bahis olursa da biz de herkes bir anda filolog olur,başörtüsü konusunda da teolog olur,hatta o da yetmez fakih olur) Alevilik İslam dairesi içinde midir,şu mudur bu mudur derken buradaki temel sosyal&siyasal mesele gölgeleniyor…Bu ülkede içeriğini nasıl tanımlarsa tanımlasın kendini Alevi/Kızılbaş diye adlandıran yurttaşlarımız vardır.Mesele bu insanların taleplerinin İslam teolojisi açısından meşruiyetini tartışmak değil,gerçek laik bir devlet gibi bu talepleri yerine getirmektir.Gerçek laik devlet yurttaşlarının inancını tartışmaz,o inanç bağlamındaki haklarını ve özgürlüklerini teminat altına alır.En Kemalist Alevi bile “Türkiye laiktir,laik kalacak” palavrasına kanmaz o sebeple,tüm Alevi toplantılarında tekrarlanan bir slogan var “Türkiye laik değildir,laik olacak” diye.Yalnız Alevilerin değil tüm demokratların temel sloganı olmalı bu haklı ve yerinde söz.Mevzunun başka bir tarafında dönersek aslında Alevi bile modern dönemde uydurulmuş bir kelime.Alevilik kavramı Yahudilere Musevi,Çingenelere de Roman denmesi gibi bir nevzuhur olgu aslında.Bu yurttaşlarımıza hem karşıtları pejoratif/olumsuzlayıcı anlamda,hem kendileri tanımlayıcı anlamda Kızılbaş derlerdi…Evet,adını koyalım,bu toplumun Kızılbaşları vardır.Kızılbaşlık sonradan edinilecek,benimsenecek bir kimlik değildir.O bağlamda tercih ederek her insanın girebildiği Bektaşilik gibi asla değildir.İtikadi yol bağlamında Alevi-Bektaşi yolundan bahsedilebilir,nerdeyse tüm Alevi aydınlar da bu itikat yolu bağlamını hep bu şekilde zikreder ama bu toplumda bir sosyal mesele olarak Alevifobia konusunun itikat ile doğrudan ilgisi yoktur…Bir verili kimlik olarak,sonradan edinilmeyecek,doğuştan kazanılan,soydan gelen nesebi bir olgu olarak Kızılbaşlık/Alevilik burada öncelikle bahsetmemiz gereken kimliktir.Alevifobia histerisinin muhatabı bu etnik/verili kimliktir…Belirtmeliyiz ki ciddi şekilde Alevifobia histerisine sahip yurttaşlarımız da çoğunlukla en içten inanışlarıyla aynı zamanda Hacı Bektaş’ı ulu bir zat olarak görürler,Hasan ve Hüseyin’in katlini lanetlerler,Muaviye ve Yezid figüründen nefret ederler,Ehlibeyt hikayelerini tüm samimiyetleriyle gözleri yaşlanarak dinlerler ama bir yandan Kızılbaşlar diye pejoratif vurguyla,dışlayıcı bir duyguyla bu kimliğe sahip insanları anarlar,türlü hurafeleri zikrederler,çocuklarına da öyle öğretirler…Bu topraklarda birçok yörede yaşanan şey budur.O Kızılbaş/Alevi yurttaşın neye inandığı,neyi yaptığı yapmadığı değildir mesele,bizzat Kızılbaş olmasıdır.Bir verili cemaat kimliği olarak oradan gelmesidir.Bu yönüyle Alevilik meselesi Yahudilik benzeri bir meseledir.İnanç kimliği ile etnik/verili kimlik örtüşmüştür.Bu bir etno-dinsel cemaat kimliğidir.Tekrarlıyorum başkalarının benimseyerek girecekleri bir inanç ve dahil olacakları bir cemaat değildir.Soydan gelen,nesepten gelen bir kimliktir.Tekinsizlik ve güvensizlikten başlayıp sevgisizlik hatta nefrete kadar uzanan duygu da bizzat bu verili/etnik kimliğe yöneliktir.İnanca dairmiş gibi olan semboller bu Alevifobia özelinde bizi kandırmamalıdır.Üstelik toplumumuzda dediğim gibi çatışmaya hazır duran taraflar dinsel/ideolojik bağlamda son derece yakın zeminlerde de bulunabilmektedirler.Yaygın Sünni düşüncesi de bazı Alevilerin tasavvur etmek istedikleri gibi değildir.Ehlibeyt sevgisi ve Ehlibeyt soyunun zulüm bağlamında yaşadığı anlatılan hikayeler ailesinden ciddi Alevifobia içeren hikayeler/hurafeler devralmış bir Sünni yurttaşı samimiyetle de ağlatabilir,ağlatır.Alevi yurttaşlarımız da bilmeli ki Alevifobia bağlamında özsel nokta felsefe ve dinsel algılama farkı değildir.Öz mesele verili kimliklere dayalı ayrışmış,temas kurmamış ve kurmadıkça da kafasında hayali imgeler yaratmış iki toplum meselesidir…Modernleşme kentsel mekanda zorunlu olarak temas getiriyor,karşılaşma getiriyor,bu sebeple modernleşme ve modernite bıçağın iki yüzü gibidir.Liberal-demokrat bir zihniyetle tanımaya,tanışmaya,birbirini anlama ve karşılıklı beslenmeye yönelik normatif çabaların eksik olduğu bir modernleşme/modernite deneyimi menfaat ve iktidar rekabeti ortamında ateşle barutun teması anlamına gelebilir ve toplumsal kesimlerin çatışabilmesi ,daha doğrusu egemen olanın ötekine zulmedebilmesini mümkün kılabilir(muhtemelen de öyle olur)…Ayrı yerleşim birimlerinde birbirlerine dair hayali imgeler yaratan kesimler iktidar rekabetine dayalı modern arena ortamında birikmiş nefretlerini kusabilirler,bu modernleşme sürecinde birçok toplumda yaşanmıştır,sonu katliamlara varan sonuçlar üretebilmiştir…Alevilik ve Alevifobia meselesine devam edeceğiz…
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
6 Yorum
Yazan:ahmet aga Tarih: Tem 13, 2008 | Reply
Üstad;yazının doğruları taşırken, yanlış binekle yolculuk yapıyormuşunuz gibi geldi, bana..
Evet,bu ülkede aleviler vardır, onları sevmeyenler de.. Ama, konu ile ilgilenen(sizi bilmem) çoğu çok bilmişin ne komşusu, ne de yakını alevidir.Hrant’dan yola çıkarak yaplıan yorum, Hrant’ın doğrularını da zedeler.
Kolay gele
Yazan:ü.h. Tarih: Tem 14, 2008 | Reply
1400 yıl önce 2 arap grubu iktidar pastasını paylaşım kavgası vermiş;biz türklerde kraldan çok kralcı olarak bir tarafı tutup ,birbirimize yan bakar olmuşuz..VE hala iki taraftan da birileri için rant kapısı olmuş mezhepcilik.. KARDEŞ KAVGASINA evam edin yurdumun güzel,saf insanları….
Bu arada sayın makale yazarı,1915 olaylarına da atıf yaparak sapla samanı karıştırmayın lütfen..çünkü peşinen kabul etmişin bazı tezleri..
Yazan:TT Tarih: Tem 15, 2008 | Reply
Bu sayfalarda çokça yazılan,tartışılan Denizler ve Türk 68i mevzusunda da esas mesele budur,Alevifobia meselesinde de budur…Zahiri isimler,kesimler,gruplar,şunlar bunlar değil zihniyetler…Şu renkte,şu cinste bu cinste sinekler değil,tüm o sinekleri var kılan bataklık…O bataklığı hep birlikte,insan olmaklığımızdan hareketle yok edebilmek yada elimizden geldiğince kurutabilmek,boyutunu küçültebilmek…Mesele bu…
Evet mesele gerçekten bu…
Bataklığı oluşturan şartları ortadan kaldırmak meselemiz…Bu esas alınırsa problemlerin çözümü gerçekten kolaylaşacaktır. Bunu bir çok olayda görebiliriz…Mesela güneydoğu problemi de bunlardan biridir…G.doğunun müreffeh ve özgür bir bölge olması,mesela Erbil’den bakanların imrendiği bir yer haline gelmesi, bataklığı kolaylıkla kurutacak ve terör sinekleri oralarda hayat alanı bulamayacaklar…
Alevifobia histerisi, doğru bir tespit ve bu histeri sünnilerin büyük bir kısmında var.Fakat bunun tersinin de geçerli olduğu unutulmamalı…
Yani aleviler de kendi içlerinde yoğun bir “sünnifobia” ile büyüyorlar…Tarihe bakışlarını biraz sorgulasanız bir çoğunun geçmişe takılı kaldıklarını hemen farkedebiliyoruz…
Yani tarihte yaşanan bir takım acıların bir bataklık vazifesi görmesi hem aleviler hem ermeniler hem de diğer unsurlar için büyük bir sorun halinde… Hrant Dink çarpıtılan meşhur yazısında ermeni cemaatine Türkfobiadan oluşan beyinlerdeki zehrini atmalarını ,bataklığı kurutmalarını öğütlüyordu…
Demek istiyorum ki sünniler çoğunluk olduğu için bu ülkede tek taraflı bir fobi var olduğu(alevifobia,ermenifobia…vs) zannedilmemeli buna her türlü zararlı fobiyi de eklemeliyiz …
Bu durum yani milletlerin birbirine kuşkuyla bakması birazda topluluk halinde -ayrı ayrı yaşamanın- getirdiği sonuçlardan biri.
İç içe yaşayan toplumlarda yani yüzyüze bakan insanlarda daha bir hoşgörü,saygı ve anlayışın varolduğuna ,fobi azlığına şahit oluyoruz. Kısaca diyalog ve hoşgörüye devam etmeliyiz. Çünkü diyalogsuz ve birbirinden ayrı yaşayan topluluklar birbiri aleyhinde çok rahatlıkla aslı astarı olmayan fobiler üretebilirler.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Tem 16, 2008 | Reply
Konu kimlik çatışmaları olunca,insan nereden başlayacağını kestiremiyor.Ben işe makalenin sayın yazarı Rasim Beyle başlamak istiyorum.Zira insanları eleştirmek her zaman en kolay yöntemdir.
Hiç kaçırmadığım yazılarından,olaylara son derece iyi niyetle yaklaştığını görüyorum.Çabası,tam da ihtiyacımız olan birarada yaşama kültürünün bu ülkede hayat bulması yönündedir.
Ancak iyi niyet her zaman o arzu edilen yapıcı ve birleştirici ortamı kurmaya yetmeyebilir.Zira kültür ve kimlik farklılıklarının yarattığı zenginlik bu noktada bir dezavantaj olarak karşımıza çıkmakta ve dolayısıyla her farklılığın farklı okuma ve anlamlandırmalara yolaçabileceği bir algı karmaşasına dönüşebilmektedir.Meselenin canalıcı noktası asıl buradadır.Yani samimiyet ve iyi niyetle olsa bile,bunun tam tersi sonuçlar doğuracağı bir hassasiyet ortamı var.
Konuya dönecek olursak,iyi niyeti bir yana doğruluğu da tartışmasız olan fikir ve düşünceler bazan yıkıcı bir etkiye dönüşebiliyor.Zira her araştırmanın,her bilginin,tarihsel analiz ve değerlendirmenin tıpkı bir kan davasına dönüşebileceği bir toplumsal gerçeklikle karşıkarşıyayız.Elbette böyle bir hassasiyet var diye eleştirmekten,tartışmaktan,çözüm üretmekten vazgeçmeyeceğiz.Fakat kabul etmek gerekir ki bunu yaparken toplumuzun varolan yapısını da dikkate almak durumundayız.Bu da haliyle hesaplaşmak ve sürekli suçlu aramak yerine,çözüm getirebilecek yeni bir dil,çok daha farklı yol ve yöntemler gerektirir.
Biraz açmak gerekirse,tarihte yaşanmış trajedileri sürekli gündeme getirmekle tarihi asla geri getiremeyiz.Rasim Beyin de değindiği üzere yaşanmış olan tüm trajedilerin o varolan bataklıktan beslendiğini görürüz.Bu dün için böyleydi,aynısı günümüz için de geçerlidir.Dolayısıyla eski defterleri kurcalayarak sadece kabuk bağlamış yaraları tekrar açmış oluruz ve bunun üzerinden sonu gelmez yeni çatışmalara zemin yaratmış oluruz.Bu,Ermeni hadisesi için de geçerli,yazının konusu olan yaşanmış üzücü olaylar ve bugün hâlâ yaşamakta olduğumuz etnik ve dinsel çatışmalar için de geçerli.
O halde bütün çabamız bu topraklara ve tüm dünyaya barış iklimini yeşertmek olmalı.Hesaplaşarak değil affederek barış olur.Tenzih ederim,burda Rasim Beyi suçladığım anlaşılmasın,bilakis bütün kalbimle onun barış elçiliğne soyunduğuna inanıyor vbu konudaki çabalarını takdire değer buluyorum.Asıl söylemek istediğim bazan doğruların sandığımızdan çok daha farkl etkiler yaratabildiğidir.Aslında kendisi de bunu zaten teyit ediyor;inkar ve kabulenememenin beşeri bir duygudan kaynaklandığını ve bunu anlayabildiğini belirtiyor.O halde insanları sürekli kabulenememeye,meseleye salt bir savunma refleksine dönüştürecek kısır döngüden kurtarmamız gerekir.Ki o da affedebilme erdemiyle mümkündür.İşte o zaman karşıdan beklediğimiz barış eli bize doğru uzanacaktır.
Yazan:Danny Tarih: Tem 16, 2008 | Reply
Demokrat Müslüman bireylerin bipolar davranış algılama sorunsalı
Sanırım olan biten bu kargaşa ve çalkalanmanın sonunda gerçek anlamda
hür ve demokrat bir ülkenin, şeffaflaşmış bir devletin ortaya
çıkmasını; dini hayatlarını yaşamakta yıllardır sıkıntılar
çekmiş, kız çocuklarının eğitim hürriyeti ellerinden alınmış, iki
üç kişi bir araya gelip mevcut despotik askeri darbe kanunlarına göre bile
suç sayılamayan kitapları okuduğu için hapislerde çürümüş,
ayrılıcılığın daniskasına muhatap olmuş ve de hala kendilerini
memleketin zencileri sayan mütedeyyin Müslüman bireyler dört gözle
beklemekteler. Herhalde bu ülkede Kürt’lerden sonra ya da (hadi kimsenin
hatırı kalmasın) en az onlar kadar zulme maruz kalan “Öz vatanında
parya” muamelesi görenlerin de onlar olduğuna itiraz etmek pek mümkün
değil.
Peki, bu bireyler acaba bu isteklerinde ne denli samimiler mi ya da memleketin
“Beyaz derilileri” onlar olsaydı hala bu kadar büyük bir hasretle
demokrasinin peşinden koşarlar mıydı? Bence bu sorunun cevabı tek kelime
ile hayır. Maalesef bu düşüncenin bende kökleşmesine; kendi mantık
prizmasının dışından süzülen bin bir türlü renge kem bakışlı
(düşman demek istedim önce ama sanırım bu biraz ağır kaçacaktı),
aykırı düşüncelere karşı sabırsız, ayrık yaşantılara ise hepten
dirsek çevirmiş, keşke herkes Müslüman olsa keşke herkes 5*5 kıvamına
gelse diye hayal eden ama bunun yolunu açacak olan hoşgörüden habersiz ve
nasipsiz Müslüman demokrat arkadaşlarım sebep oldular.
Birisini aşağılamak isteyince “ Ermeni dölü” diyen, eşcinselleri
toplumdan tecrit etmekten bahseden, Aleviliği hala “Mum söndü”
safsatasından ibaret sayan, PKK deyince Kürt, Kürt deyince de PKK diyen o
kadar Müslüman Demokrat var ki etrafta.
Sadece bireylerin tavırları değil beni bu düşünceye sevk eden: Bakıyorum
okuduğum, abone olduğum gazeteme; Akciğer Kanseri olduğunu bile bile
tutuksuz yargılanmasına izin verilmemiş Kuddusi Okkır’ın hakkını ne
kadar savunuyor diye. Haber olmuş olsun diye birkaç satır, o kadar. Tamam
“Doğan medyası belden aşağıya vuruyor, düşmana cephane yetiştirmenin
anlamı yok” mazeretleri hem kulaklarımı hem vicdanımı tırmalıyor.
Biraz da nala vurmalı diyor mıhın yanında.
Maalesef menfi milliyetçilik illeti bünyemize o denli sinmiş ki; inancın
duruluğundan kaynaması gereken muhabbetin çağlayanları gereğince
kalplerimizi yıkayamıyor, aklımıza giden yollarda ırkçılığın
karanlığında kayboluyoruz. Kendimize benzemeyenden korkuyor, üstüne
üstlük kendimize benzetmek için var gücümüzle çabalıyoruz. En doğru
değil de tek doğru olduğumuz zannına kapılıyor, seçilmiş insan
psikolojisinin sınırlarında yürümekten sanki haz duyuyoruz.
Katılımcılığı, çoğulculuğu benimsemeden, başkasının fikrinin
ifadesinin namusumuz olduğuna inanmadan sadece kendimize demokrat olmanın
bize bir şey kazandırmadığını artık anlamamız lazım…
Yazan:yucel Tarih: Eki 27, 2008 | Reply
Eğer demokrasiden bash edeceksek Alevi inanç hakları tanınmalıdır.Devlet yüzyildan beri var olan bu inançi sorgulamamali Cem evleride ibadet hane olarak tanınmalı Alevi-Bektaşı dedelerinede din adamı statusu verilmelidir.Alevi köylerine cami yapılma işi durdurulmali Alevi çocuklarına zorla din dersi verimemelidir.yani Alevilerin sünnileştirme işlemine son verilmeli modern devletin dini ve mezhebi olmaz ve mezheplerde taraf olamaz.madımak oteli derhal müze yapılmalıdır.