Türk milleti ne kadar Türk?
By Nurhayat Kizilkan on Ağu 1, 2008 in Kemalizm, Milliyetçilik, Toplum
1927 nüfusu sayımına göre Türkiye nüfusu 13 milyon 648 bin kişidir. Yani bugünkü ülkemiz yetişkin nüfusunun büyükanne ve büyük babalarının sayısı bu kadardı. Peki, bu insanların, Atatürk dâhil, ne kadarı Türkiye sınırları içinde doğmuştu? Araştırmalar, 19.yüzyılın ortasından Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar göç süreci içinde, Anadolu topraklarına, ölenler hariç, beş milyon civarında “Türk Müslüman” nüfus geldiğini öne sürmektedir. Bu 5 milyon kişinin geldiği tarih ve yerler şöyle detaylandırılmaktadır: (Bu arada sizin de ailenizde “göçmen” varsa aşağıdaki tarihlere bakıp sizinkilerin ne zaman geldiklerini tahmin edebilirsiniz.) : 1860-1922 arasında bir milyonu aşan Kırım Tatarı Türkiye’ye gelmiştir. 1859-1879 yılları arasında yine Kırım ve Kafkasya’dan iki milyon Çerkez gelmiş, ancak bunların tahminen yarım milyonu göç sırasında ölmüştür. 1881-1914 arasında yine Kafkaslardan yarım milyon kişi daha gelmiştir.1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrası 1,5 milyon Rumeli muhaciri gelmiştir(Bunların 300 bininin göç sürecinde öldüğü tahmin edilmektedir.) Bulgaristan ile yapılan anlaşma ile 72.500 Müslüman ve Yahudi 1893-1902 yılları arasında ülkeye gelmiştir. 1913’de yine Bulgaristan ile yapılan antlaşmada Osmanlı’dan kabaca 47 bin göçmen Bulgaristan’a, oradan da 49 bin göçmen Anadolu’ya göç ettirilmiştir. 1912 ve 1913’de Balkan Savaşı sırasında gelen 640 bin muhacirin yerleştirilmesi yapılamadan girilen 1.Dünya Savaşında Osmanlı devleti en çok kaybeden ülke olduğundan kaybedilen topraklardan ülkeye göçler sürmüştür. Kurtuluş Savaşı sonrası Yunanistan ile yapılan mübadele antlaşması sonunda Yunanistan’dan 400 bine yakın Türk daha gelmiştir.
Bütün bu göç eden nüfus ve onların çocukları 1927’de sayıldığında 13.648.270 kişi olarak bulunmuştur.[1] Burada dikkat çeken iki husus vardır: Birincisi, bu nüfusun mevcut nüfus içindeki yüzdesidir. Bu nüfus patlamasını bu günkü rakamlarla karşılaştırırsak, bu gün 70 milyonuz ve aniden değilse bile yıllar içinde bir yerlerden 20 milyon kişinin geldiğini düşünün. Bu insanların bugünkü şartlarda bile düşebilecekleri şartları düşünebiliyor musunuz? Yiyecek fiyatları ve kiralar olağanüstü artar. Gelenler mevcut vatandaşların yapmaya talip olmadığı işleri yapmak zorunda kalır, daha açık bir söyleyişle köleleşir. Göçmenlik psikolojisi yerleşiklerden daha uyanık olmayı beraberinde getirir ve bir göçmen hayata bir yerleşikten daha fazla sarılır ama yerleşik değerlerinden kurtulduğu için suç işlemeye meyilli de bir hale getirebilir vs.vs… İkinci husus, bu göçmenlerin hepsinin Müslüman olmakla beraber hepsinin Türk olmamasıdır. Yani bu göçmenlerden Çerkez, Çeçen, Arnavut, Makedon, Bosna-Hersekli, Gürcü vb.gibi göç eden unsurlar Müslüman olmakla beraber Türk değildiler. Ama onları Türk yapan şey bıraktıkları ülkelerdeki şartlar oldu ve arkalarına bile bakmadan daha birinci nesilde gönüllü bir şekilde Türkleştiler. Doğal bir şekilde Müslümanlık bunda en büyük etken oldu. Çünkü nihayetinde kendi memleketlerinden dışlanmaları da belli oranda Müslüman oldukları için gerçekleşmişti. Din temelli bir ayrışma sebebiyle memleketlerinden olan bu insanlar, kendilerine yer veren bu ülkeyi çabucak bağırlarına bastılar. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam eden göçler ve antlaşmalara baktığımızda Türkiye Cumhuriyet’i yöneticilerinin de aynı son dönem Osmanlı yöneticileri gibi din temelli homojenizasyon politikaları uyguladığını görürüz. Yani her dine eşit mesafede durması beklenen laik devlet anlayışı yoktur. Din temelli bir politika ile, Müslümanlar kabul edilir, gayri Müslimler dışlanır. Yani Müslümanlardan müteşekkil homojen bir devlet kurulmaya çalışılır.
Anadolu’ya gelenler bu durumda iken Anadolu’dan gidenlerin, yani gayri Müslimlerin nüfus büyüklüğü hakkında ise farklı kaynaklardan elde edilen bilgiler oldukça tutarsızdır. Burada da önemli husus, gidenlerin hepsi gayri Müslim olmakla beraber hepsi gayri-Türk değildi. Yani gidenlerin küçük de olsa bir kısmı Türk’tü ama Hristiyandılar.
Düşman kuvvetleri ile işbirliği yaptıkları gerekçesi ile 1915’te Ermeniler, Kurtuluş Savaşı sırasında da Rumlar Anadolu’dan kitleler halinde zorunlu göç yapmışlardır. Göç ve iç çatışmalar sırasında her iki grup da önemli kayıplar vermiştir. En düşük tahminlere göre 2,5 milyon Rum ve Ermeni’nin göç ettiği, bir milyona yakınının da öldüğü belirtilmektedir. Shaw (1998), Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918’de gayri-Müslimlerin Anadolu topraklarından çıkartılması politikasının yanlışlığını kavrayıp, geri dönmek isteyenlere Osmanlı tabiiyetini kabul etmeleri koşuluyla yardımcı olduğunu ve bu dönem içinde binlerce Ermeni ve Rum’un döndüğünü, aralarında yine binlerce kadın ve çocuğun Müslümanlığa geçerek Türkleştiklerini söylemektedir. Bütün bu gelişmeler ve zorunlu göçler Anadolu’da dini açıdan görece homojen bir nüfus yapısı oluşmasında önemli ölçüde rol oynamıştır.
Öte yandan “Türkleşenler” grubunda önemli oranda çocuk yaş grubunda olan bir başka grup daha vardır. Rum ve Ermeni kız çocukları, çatışmalarda sahipsiz kaldıkları için ( ya da bu durum gerekçe gösterilerek) Türk ailelerin yanına evlatlık olarak verilmişlerdir. Erkek çocukların akıbeti ise tam olarak bilinmemektedir. Mübadele sözleşmesinden sonra Türk ailelerin yanındaki Hıristiyan çocukların ev ev dolaşılarak Yunanistan’a gönderilmek üzere toplandıklarını anlatılmaktadır. İstanbul’da, Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu kentlerinde yetişmiş olanlar, hemen her ailede Ermeni dadı, evlatlık, hizmetçilerin bulunduğuna ilişkin gözlemlerini ve deneyimlerini aktarmaktadır. Resmi bir heyetle Hıristiyan çocuklarının toplatılmasında hedef grubun daha çok erkek çocukları olması muhtemeldir.[2] Ferhunde Özbay’a göre, korunmaya muhtaç bu çocuklar, kızlar evlatlık alınma, erkekler ise askeri okullara gönderilmek suretiyle dönemin koşullarında iyi niyetli uygulamalar olarak değerlendirilebilirse de Osmanlı’nın devşirme geleneğinin bir devamı niteliğindedir.[3]
Sonuç olarak, Özbay ve Yücel’e göre, Cumhuriyet hükümetlerinin Osmanlı muhacir politikasını önemli bir değişikliğe gitmeden sürdürdüklerini söylenebilir. Yani Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki milli kimlik arayışı çerçevesinde ve devletin yönlendirmesi ile oluşan bu politikada nüfus dini açıdan homojenleştirilmeye çalışılmıştır. Özetle, Türkiye’de hükümetlerin zorunlu göç politikası açıktır: Balkanlardan “Türk soyundan gelme Müslüman” göçünü teşvik etmek, Müslüman olmayanları (Hıristiyan Türkler de dahil olmak üzere), bütünüyle dışlamak, Sünni ve Hanefi Müslüman Rumeli muhacirlerini tercih ederken, Orta Asya, Orta Doğu ve Afrika’dan gelen Türk ve/veya Müslümanları “vatandaş” olarak benimsememek Bu göç politikası, hem II: Abdülhamit’in İslamcı, hem de Atatürk’ün laik Türk kimliğinin oluşturulmasında önemli bir rol oynamıştır. [4]
Diğer taraftan Cumhuriyet’in kurulması ile beraber, İstanbul’dan Ankara’ya orta sınıf, eğitimlilerin göç etmesi Ankara nüfusu içinde önemli yapı değişikliklerine yol açmıştır. “Başkentli” olma kavramı geliştiren bu yeni “sahipler” sadece Ankara’nın değil, yeni kurulan Türkiye’nin de sahibidirler. Burada önemli olan husus, bu defa ülke içinde ikinci kez göç eden”beyaz Müslüman” olarak tanımlanabilecek bu göçmenler en fazla ikinci kuşak muhacirlerdir. Öte yandan Türk Müslüman muhacirlerin özellikle İstanbul, İzmir, Ankara gibi şehirlerde nüfusa katılması ile “kentli” nüfusun yeniden tanımlanmış olması bir başka önemli konudur. Çünkü bu yeni tanımlama iki grubu dışlayan bir tanımlamadır. Birincisi büyük kentlerin yerli nüfusudur. Çünkü “yerli” nüfus geçmişe, yani Osmanlılığa, toprağa ve dine bağlı olduğu ölçüde ve yeniliklere ayak uyduramadıkları gerekçesi ile dışlanmaktadır. İkinci grup ise gayri-Müslimlerdir. Onlar da Türk Müslüman olmadıkları için dışlanırlar.
Özbay ve Yücel’e göre, sonuç olarak 1850’lerden günümüze kadar çoğunluğu zorunlu göç türünde olan bu nüfus hareketleri devletin bir Müslüman ülke olarak “Batılılaşma” projesinde önemli bir yer tutar. Gayri-Müslimlerin azaltılması, Türkleştirilmesi ve Avrupa kültüründen gelen Müslümanların göçler yoluyla arttırılması projesi, bir yüzyılı aşkın bir süre içinde gerçekleştirilmiştir. Ve halen de bu politikalar kapsamında Türkiye Cumhuriyeti genel bir politika olarak doğudan Müslüman muhacir kabul etmemekte ve bu politikaları bir anlamda sürdürmeye devam etmektedir.
Bu makaleden çıkarılması beklenen en önemli sonuç ise şudur: Bugünkü Türkiye’de yaşayan “Türkler” dediğimiz nüfus, aslında Türk olmayan ama Türk kültürel havzasının etkisi altındaki unsurları da barındırmaktadır ve bu unsurlar aslında nüfusun önemli sayılabilecek bir kısmını oluşturmaktadır. Bu durumu ancak, “Osmanlı bakiyesi” bir toplum veya “imparatorluk bakiyesi” bir toplum olduğumuz gerçeğini kabul ederek aşabiliriz. Ancak bu gerçeğin kabulü ile homojenizasyonu bozduğuna inandığımız unsurlara (misyonerlik yapan rahipler, gayri-Müslimler, özellikle Ermeniler; ve Müslüman olmasına rağmen Kürtler) olan tahammülümüzün artması mümkün olacaktır.
REFERANSLAR
Türkiye’de Nüfus Hareketleri, Devlet Politikaları ve Demografik Yapı, Özbay F. ve Yücel, B. , Nüfus ve Kalkınma Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü. Ankara. 1-69. (2002)
Tekeli, İlhan.(1990).”Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze Nüfusun Zorunlu Yer Değiştirmesi ve İskan Sorunu” Toplum ve Bilim.50:49-71
Behar, Cem.(1996). Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye’nin Nüfusu:1500-1927. Tarihi İstatistikler Dizisi.2.Ankara: DİE
[1] Bu makale büyük oranda Ferhunde Özbay ve Banu Yücel’in birlikte yazdıkları ‘Türkiye’de Göç Hareketleri, Devlet Politikaları ve Demografik Yapı’ adlı makalesinden yararlanılarak yazılmıştır. Tekeli (1990) ve Behar’ın (1996) bu dönem için verdikleri toplam nüfus büyüklükleri arasında ciddi farklar vardır. Behar 1913’de Anadolu nüfusunun 15,8 milyon olduğunu, 1923’e gelindiğinde ise 13,1 milyona düştüğünü aktarmaktadır. Tekeli 1912’de 17,5 milyon olan 1922’de 12 milyona düştüğünü yazmaktadır.[2] A.g.e. sy 7. Özbay aynı dönemlerde bazı Müslüman Türk çocuklarının da Amerikan ve Fransız misyonerleri tarafından Ermeni ve Rum oldukları iddiasıyla kaçırıldıklarını bildirmektedir.[3] A.g.e. sy.8[4] A.g.e. sy. 11
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?
İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin.
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız. “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
7 Yorum
Yazan:kemal özker Tarih: Ağu 1, 2008 | Reply
2008/7/29, kemal özker :>> kemal özker şöyle diyor:> atatürk ve islam.M.kemal muhafazakar bir hayat yaşamamış olabilir belki> yaşanan zamanın sebeb oldugu sitres belkide şartlar…onun sözleri onun> uygulamaları sorumluluk sahibi bir müslanın örnek bir müslümanın olması> gerektigi gibi olmuştur.ve o islama ve yaşıyanlarına sahp> çıkmıştır.unutulmamalıdırki anadolu daha cok muhafazakarlaşmalıdır> sözü ona aittir.ancak günümüzün yobazları atatürkcülügü maske> edinmiş din ve devlet düşmanlar atatürkü insanımıza ve yine> insanlarımıza islamıyeti yanlış tanıtmışlardır kasıtlı olarak.bugun> vatandaşına inancını ögretmeyen bir yönetim vardır.insan inancını> kendisine devletin ögretmedigini gördügünde ögrenmek için nereye kimlerin> yanına giden cevabı basıt tarikatlar cünkü halkın bilgi açlıgına cevap> veriyorlar devletin boşlugunu doldurarak.devlet vadandaşına inancını> ögrettiginde bu ülke şeriat tehdidinden kurtulmuş olacaktır..
Yazan:suzannur Tarih: Ağu 1, 2008 | Reply
“Öte yandan ”Türkleşenler” grubunda önemli oranda çocuk yaş grubunda olan bir başka grup daha vardır. Rum ve Ermeni kız çocukları, çatışmalarda sahipsiz kaldıkları için ( ya da bu durum gerekçe gösterilerek) Türk ailelerin yanına evlatlık olarak verilmişlerdir. Erkek çocukların akıbeti ise tam olarak bilinmemektedir.”demişsiniz. Bunlar birebir doğru bulgular. Kökenimizin topraklarında Türk ve Rum köyleri yan yana ve hatta Rum asıllı olup ailesi olmadığı için evlatlık olarak kalan ve zamanla müslümanlaşıp Türkleşen yakınlarımız da var. Aslımızı araştırdığımda Revan’dan geldiklerini gördüm. Araştırmalara göre Türk kabilesi. Ancak, o kadar iç içe geçmiş toplumuz ki(heterojen ama zamanla homojene yaklaşmış, ama yine de homojen değil), ben saf Türk’üm diyenin şecere çıkartmadan öyle olduğu fikrini iddia etmesi çok komik geliyor.
Ne kadar Türksün? Hissettiğin kadar 🙂
Bence Türklük değil de Türkiyeli olmak daha doğru argüman. Toprakla yoğrulup vatanının parçası olmak. Tabii bu anlayışta da sorunlar çıkmıyor değil. Amerika örneğinde olduğu gibi. Milliyetçilik fikrini ne kadar anlamlandırmaya da çalışsam bir deliği mutlaka çıkıyor.
Irka dayalı arilik, saçma, anlamsız ve kibirle yoğrulan dayatmadan başka bir şey değil. (Kanıma bakın, kırmızı-beyaz akar. Alyuvar ve akyuvar :))
Bu noktada son paragrafın sorunu çözümde etkili ama tam anlamıyla yeterli olmayacağı kanaatindeyim. Demokratik kültürün içselleştirilmesi ve insan haklarının tavizsiz uygulanması, tahammülü değil, bir üst anlayışı, hakkın verilmesini sağlayacaktır görüşündeyim. Bu topraklarda yaşayan bir birey(ırkı, dini, dili ile) neden senden daha az bu toprakların sahibi olsun ki?!Senden farklı olması, seni ondan üstün, onu da senden üstün kılmak için bir ölçüt olamaz çünkü. Ve bu ölçütün değerlendirme kriteri de asla çoğunluğun ırkı, dini, dili olamaz. Kimse, farklı bir coğrafyada aynı konuma düşmek istemez sanırım(ki bu bile, aslında doğruya ulaşmak için doğru tez olamaz, sadece empatiye yönelik bir algılamada faydalı olabilir) ya da farklı coğrafyalarda yapılan yanlışlıklar bu tarz bir anlayışı haklılaştırmaz.
İnsan hakları, en temel haklar. Bunun en iyi uygulaması da, demokratik kültürün içselleştirilmesi. Ha, o nasıl olur, zaten bunu başarsak bu makaleyi yazmaya da bir neden kalmazdı değil mi, orası da öyle.
Saygıyla.
Yazan:T.Suat Demren Tarih: Ağu 1, 2008 | Reply
Elinize sağlık.. İyi bir analiz olmuş. Umarım elleriyle kurt işareti yapıp uluyanlar da tarihi gerçekliklerle bakıp ideolojilerinin dayandığı temelleri sorgulamayı denerler.
İhtiyacımız olan şey açık zihinli olmak. Ne var ki bazılarımız ideolojilerini sorgulamaktan korkuyor. Patolojik bir durum sanki bu. Nasıl geçer, nasıl aşılır bilmiyorum.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ağu 2, 2008 | Reply
Suat Bey,
Dilerim umduğunuz gibi olur.Fakat ben bunun olacağından pek umutlu değilim.Mehmet(Yılmaz)Bey’in “Kurtlu Hilal”başlıklı makalesine “ülkücü”camiadan nasıl bir çıkarma yapıldığını hep beraber gördük.Mübarekler hassas bir alarm sistemi gibi ortalığı sirenlere boğdular.Bence şimdiden ikinci bir çıkarmaya hazır olun,eli kulağında dalga dalga geleceklerdir eminim.
Ha,bu arada ben de boş bulunup biraz aranmadım değil.Ee n’apalım ceremesini çekeceğiz.
Selam ve saygılar.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ağu 2, 2008 | Reply
Sn.Nurhayat Kızılkan’ın yazılarını ilgiyle takip ediyorum.Gerçekten aydınlatıcı analizlerde bulunuyor.Ancak(gerekli olmasına karşın)istatiki verilerle de sınırlı kalmamalı diye düşünüyorum.Evet,bilgi aktarımında kuşkusuzki rakamlar büyük bir önem arzediyor.Ancak rakamlar kadar olaylar arasındaki sosyolojik bağların,neden sonuç ilişkilerinin de irdelenmesi gerekiyor.
Yazan:blue Tarih: Ağu 4, 2008 | Reply
Nurhayat hanım, hep söyleyegeldiğimiz bir gerçeği somut bir şekilde ortaya koymuş. Irka dayalı milliyetçiliğin ne kadar köksüz bir şey olduğu ortada. Kendi köklerinin saf kan olmadığını bildiği halde kafatasçılık yapan ise hiç az değil. Bunu endoktrinasyonun başarısıyla açıklamak gerekiyor. İnsanların bedavadan gurur duymasını temin edecek en kestirme yol ırkçılık. Ve gurur duygusunun tatmin edilmesi gerekiyor. İnsanlığa hiçbir faydası olmayan insanın avuntusu da damarlarında akan asil kan oluyor. Futbolda da aynı boşluğu doldurma çabasını izlemek mümkün. Adam, takımı kaybedince bunalıma giriyor. Kazanınca gurur duyuyor. Senin takımına galibiyetinde ne katkın oldu? Hiç. O zaman neden gurur duyuyorsun? Çünkü o benim tuttuğum takım. Ve gurur duyabileceğim başka bir şey yok. Gurur duyabileceğin bir çocuk yetiştirebilirsin? Ah, evet Fenerbahçe kulübüne gönderdim, oğlum futbolcu olacak ! E iyi bari…
Yazan:selim Ayhan Tarih: Ağu 5, 2008 | Reply
Göçlerin Toplumların üzerindeki etkilerini dünyada araştıran ve sonuçlarını bilimsel verilerle yayınlayan başka araştırmaları bulup, cemiyet yapımızla kıyaslamalıyız.
Anadolu dan göç edenlerin hikayelerini Türkçeye çevirip anlamaya çalışmalıyız.
En önemliside Anadoluya Göç edenlerin hikayelerini ortaya çıkarmalıyız. Yıllardır, öğrencilerimi ailelerinin göç hikayelerine yönlendiriyorum. bir netice alamadım. Türkiyeye göç edenler bu acılarını içlerin gömmüş, ruhlarında derin yaralar oluşturmuşlar. Sonuçta Güvensiz bir toplum, başkalarına kapalı aile yapıları, şayialarla anılan akrabalık ilişkileri…Bu göç travmasının tedavi edilmesi toplumsal barışımız adına gereklidir. Nurhayat kızılkan hanımefendiyi tebrik ederim.