AKP Ergenekon ile pazarlık mı etti?
By Omer Oduncuoglu on Ağu 6, 2008 in Adalet, AKP, Ergenekon Nedir?
Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti‘nin kapatılmamasına yönelik kararı daha uzunca bir süre tartışılacağa benziyor. Bu açıdan çeşitli kesimlerin kendi ideolojik duruşlarına göre yorumlar yapacağı ve yargı mekanizmasına karşı yeni tutumlar geliştireceği farklı bir sürece girme ihtimalimiz hayli yüksek.
Bunun ilk işaretini Cumhuriyet Halk Partisi İzmir milletvekili Canan Arıtman vermiş durumda.
Arıtman, Anayasa Mahkemesi’nin kararı hakkındaki görüşleri sorulduğunda, yaşadığı büyük hayal kırıklığı ve kızgınlığı şu sözlerle ifade etmiş: “Bundan sonra Türkiye’de yargının rejimin teminatı olup olmayacağı konusunda bende bir soru işareti oluştu. Kişisel görüşüm, Anayasa bir kere delindi. Bundan sonra delik deşik bir Anayasa ve delik deşik Anayasa Mahkemesi olur”.
Arıtman bu değerlendirmesiyle pek çok ulusalcının hislerine tercüman olmuş gibi görünüyor. Zira yüksek yargı ulusalcılar tarafından her zaman laikliğin yılmaz kalelerinden biri olarak kabul edilmekteydi. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin son birkaç yıl içerisinde verdiği kararlar, mahkemenin ne denli siyasallaşmış bir kalıba büründüğünü ve kanunların hukuka değil, Kemalizm’e uygunluğunu denetler bir hale geldiğini tüm netliğiyle gözler önüne sermişti.
Beklenmeyen Gelişme
Tüm bunların ışığında, bu davanın kapatılmayla sonuçlanmaması için hiçbir neden de görünmemekteydi. Nitekim iddianamenin sunulması sonrası, raportör Osman Can’ın davanın reddine ilişkin görüşüne karşın mahkeme dosyayı işleme almakta fazla tereddüt göstermemişti. Üstelik Anayasa’ya göre ancak vatana ihanet suçuyla yargılanması söz konusu olan cumhurbaşkanının da sekize karşı üç oy çokluğuyla davaya dâhil edilmesi uygun bulunmuştu.
Hal böyleyken, çoğunluğu Ahmet Necdet Sezer’in atadığı üyelerden oluşan ve ideolojik yaklaşımları oldukça belli olan bazı yargıçların AK Parti’nin kapatılmaması yönünde oy kullanmış olması hayli ilginç.
Daha da ilginci, evrensel hukuk anlayışında yeri olmayan “odak olma” suçunun işlendiğine, ancak bunun “ağır bir biçimde vuku bulmadığına” kanaat getirilmiş olması.
Yani bir yandan partinin rejimi tehdit eder potansiyeldeki fikirlerin bir araya toplanma yeri olduğunun altı çiziliyor, diğer yandan da bu tehlikenin henüz olgunlaşmamış olduğundan hareketle partiye verilen para cezası ile yetiniliyor.
İşin en çarpıcı yönü ise, bu potansiyeli açığa vurduğu iddia edilen ve bunu eylem ve söylemleriyle “ispatlamış” olan parti yetkililerine hiçbir kişisel yaptırımın öngörülmemiş olması.
Yani AK Parti’li yetkililer tarafından ortaya konan icraat ve ifadelerin suç olmadığı, ama suça meyleder bir psikolojiyi kendi içerisinde barındırdığı gibi tuhaf bir saptama söz konusu.
Böyle bir mantığın, herhangi bir bireyin suça yatkın olabileceği varsayımıyla suç sayılacak fiilleri gerçekleştirmeden önce cezalandırılmasından pek de bir farkı yok. Bu denli gayrı hukuksal ve arkaik bir düşünce tarzının iki binli yıllarda halen geçerli olabileceğini görmek son derece düşündürücü.
Bunca tuhaflığın ortasında insan doğal olarak, hukuksal bakış açısını çoktan kaybedip siyasallaşmanın doruklarına ulaşmış olan Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti‘yi kapatmaktan niçin özellikle imtina etmiş olduğu düşünmeden edemiyor.
Varsayımların Tutarsızlığı
Bu durumu açıklama noktasında doğal bir sürecin işlemiş olduğu değerlendirmesinde bulunanlar iki temel varsayıma dayanmaktalar.
Bunların ilki, kapatmayı gerektirecek bir suç göremeyen mahkeme üyelerinin bu gerçekliği teslim ettikleri ve kendilerine yakışanı yaparak “hukuksal” davrandıkları tezinden yola çıkıyor.
İddianamedeki Danıştay saldırısının şeriatçı bağlantısının boşa çıkmış olması, zaten başörtüsünden başka elle tutulur bir şey bırakmamış vaziyette. Bu konudaki söylemlerin de “düşünce özgürlüğü” bağlamında değerlendirilmesi doğal olduğuna göre, mahkeme üyeleri her türlü ideolojik kaygılarına karşın partinin kapatılmaması yönünde görüş bildirmiş durumdalar.
Ne var ki bu varsayım, mahkemenin bundan iki ay kadar önce başörtüsü serbestisi yönündeki anayasa değişikliğini reddetmiş olduğu gerçeği göz önüne alındığında oldukça havada kalmakta. Çünkü hukuksal objektifliğe bu denli bağlı oldukları varsayılan Anayasa Mahkemesi üyeleri söz konusu davada yetkilerini açıkça çiğneyerek bir anayasa değişikliğini esastan incelemişler ve bu incelemeyi meşruiyetlerini bizzat kendisinden aldıkları anayasanın amir hükmüne karşı gelerek yapmışlardı.
Üstelik yine anayasada açıkça belirtilmiş olmasına karşın, iptal kararının gerekçesini de açıklamamışlardı.
Aradan geçen dokuz haftalık süre içerisinde ne mahkemenin dünya görüşünde ne de üyelerin hukuk algılayışlarında değişim olduğuna dair elimizde bir veri bulunmadığına göre, bu varsayımını kabullenmek için bir neden olmadığını ifade etmek pek de yanlış olmayacaktır.
İkinci ve daha güçlü bir varsayım, mahkemenin Türkiye’nin ekonomik gidişatındaki olası bir bozulmayı ve uluslararası anlamda uğrayacağı prestij kaybını göz önüne alarak siyasi bir değerlendirme yaptığı ve AK Parti’nin kapatılması gerekliliğine inanmasına karşın ülke çıkarlarını düşünerek bundan vazgeçtiği yönünde. Böylece AK Parti’ye ikinci bir şans daha tanınarak Türkiye’nin önünün kapanmaması için gerçek bir fedakârlıkta bulunulmuş olmakta.
Ne var ki bu varsayım da Anayasa mahkemesi’nin daha önceki icraatları düşünüldüğü zaman hayli iyimser duruyor. Zira 27 Nisan e-muhtırasının ardından mahkemenin verdiği 367 kararı Türkiye’nin dünyadaki itibarını fazlasıyla sarsmaya ve ülkenin bir yarı-askeri cunta rejimi olarak yaftalanmasına fazlasıyla yetmişti. AK Parti iddianamesi büyük bir çoğunlukla kabul edilirken de ekonomik sarsıntıya fazla aldırış edilmemişti.
Üstelik hali hazırda AK Parti’nin kapatılacağı olasılığı piyasalarda fiyatlanmışken ve AB’nin tepkileri de göreceli olarak yumuşamış durumdayken, mahkemenin gösterdiği bu “fedakârlık” son derece garip kaçıyor.
Öyleyse, bu kapatmama kararını anlamlandıracak daha güçlü bulgulara ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz.
Muvazzaflar Sorunu
Bu konuda gereksinim duyduğumuz malzemeyi bize “Ergenekon davası” fazlasıyla sağlamakta.
Geçtiğimiz hafta iddianamesi yayımlanan Ergenekon Terör Örgütü’ne üye olmakla suçlanan pek çok ünlü isim arasında, başta örgütün lideri olmakla itham edilen Veli Küçük olmak üzere bazı emekli subaylar da bulunuyor.
Altıncı dalga tutuklamalarla beraber bu isimlerin arasına 1. Ordu Eski Komutanı Hurşit Tolon ve Jandarma Eski Genel Komutanı Şener Eruygur’un da eklenmiş olması hiç şüphesiz Türk Silahlı Kuvvetlerinde ciddi bir rahatsızlık yaratmış durumda. Zira bu denli yüksek rütbeli emekli subayın örgüt içerisinde yer aldığı iddiası, muvazzaf TSK mensuplarının bazılarının da şu anda bu yapılanma içerisinde olabileceklerini ciddi biçimde ima ediyor. Çünkü bu isimlerin çete faaliyetleri esnasında hiçbir muvazzaftan yardım almamış olması veya hali hazırda hiçbir görevli subayla bu yasadışı organizasyon bağlamda ilişki halinde bulunmamaları akla çok yatkın gelen bir durum değil.
Nitekim Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök’ün de bir nevi zımni kabule yanaştığı Özden Örnek’in darbe günlüklerinden “sarıkız” ve “ayışığı” kod adlı iki darbe girişimi planlandığını bilmekteyiz. Kamuoyundaki genel kanı da günlüklerin iddianamede mutlaka yer alacağı yönündeydi. Böylece Ergenekon oluşumunun ordudaki uzantılarının kovuşturmaya resmen dâhil edilmesi ve pek çok farklı rütbelerdeki muvazzafın örgüt üyesi olduklarının deşifre edilebilmesi mümkün olabilecekti.
Ne var ki böyle bir durumun TSK’yı toplum nezdinde ve uluslararası planda ne kadar yıpratacağını öngörebilmek pek de zor değil.
Faili meçhul cinayetlere bulaşan ve bir darbe ortamı yaratabilmek için her türlü manipülasyonu meşru sayan illegal bir örgütün kendi mensupları içerisinde de kök salmış olabileceği gerçeği ve bunun tüm çıplaklığıyla ortaya dökülebilme olasılığı Silahlı Kuvvetlerde derin bir endişe ve huzursuzluk yaratmaya fazlasıyla yetiyor.
Dolayısıyla kesin kanıt bulunmamasına karşın şüpheli görüldüğü için ucu açık bırakılan birtakım yargıların aksine iddianamede, “Ergenekon Terör Örgütü’nün TSK ile hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır” ibaresinin kullanılması, adeta belli bir noktada durulmuş olduğu izlenimini vermesi açısından oldukça dikkat çekici.
Buna ek olarak darbe günlüklerinin beklenenin tersine iddianame kapsamına alınmaması, TSK’nın bu hassasiyetinin dikkate alınmış olduğunun diğer bir göstergesi gibi duruyor.
AK Parti hükümetinin bu soruşturmaya verdiği destek düşünüldüğü zaman, savcılığın böyle bir yola hükümetten bağımsız olarak başvurduğunu söylemek pek mümkün değil. Hükümetin Ergenekon soruşturmasına TSK’yı doğrudan karıştırmama yönünde atmış olduğu olası bir adım ise, bunun mukabilinde ne çeşit taahhütler almış olabileceği sorusunu gündeme getiriyor.
Tüm bu mantık zinciri bize TSK’nın doğrudan veya dolaylı olarak Anayasa Mahkemesi’nin bazı üyelerine AK Parti’nin kapatılmaması yönünde bir telkinde bulunmuş olabileceğini fazlasıyla ima etmekte. Üstelik TSK’nın Anayasa Mahkemesi üyeleriyle böyle bir dirsek temasında olamayacağını söylemek de mümkün değil çünkü bir süre önce ortaya çıkarılan Paksüt – Başbuğ buluşması hâlâ anlamlı bir örnek olarak karşımızda duruyor.
Eğer böyle bir ilişki söz konusuysa, ortaya çıkan sonucun bu ilişkinin varlığı konusunda mümkün olduğunca şüphe uyandırmayacak bir içeriğe sahip olması büyük önem taşımakta. Bu açıdan mahkeme üyelerinin oy dağılımındaki radikal bir değişimin göze batma ihtimali de oldukça yüksekti.
Nitekim 6’ya karşı 5 gibi bir sonucun ortaya çıkmış olması oldukça mantıklı görünüyor. Böylece hem AK Parti’nin kapatılmamasına karşın kıl payı kurtulmuş olduğu görüntüsü veriliyor, hem de ulusalcı muhalefete çoğunluk üyelerinin karşı yönde oy kullanmış olmasıyla bir söylem üretme imkânı tanınıyor. Ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin Demokles’in Kılıcı gibi her an AK Parti’nin tepesinde durduğu izlenimi de kamuoyuna yeterince yansıtılmış oluyor.
Kaybeden Ulusalcılar
Bu koşullar altında Ergenekon soruşturmasının artık muvazzaflara dokunma olasılığı oldukça düşük görünüyor. Ancak aleyhlerinde kuvvetli deliller bulunan ve faaliyetleri deşifre edilmiş olan başta Veli Küçük olmak üzere birçok emekli subayın gözden çıkarıldığı aşikâr. Bu yasadışı çetenin muvazzaflar arasındaki uzantılarını uzun vadede temizleme görevi ise TSK’nın kendisine düşüyor. Zira artık TSK’nın bu denli ağır bir yükü taşıması pek mümkün görünmüyor.
Kendisine siyaset dışı yeni bir konum belirlemeye istekli görünen TSK için bu hem oldukça mantıklı duruyor, hem de siyasetin asıl zeminine kayması açısından benimsenmesi gerekli bir tavrı ifade ediyor.
Bu bağlamda önümüzdeki dönemlerin Yüksek Askeri Şura toplantılarında beklenmedik şekilde terfi ettirilmeyen veya emekliliğe sevk edilen pek çok muvazzafla karşılaşmamız çok şaşırtıcı olmayacaktır.
Tüm bu karmaşık denklem içerisinde kaybeden tek kesim ise, tüm kartlarını siyaset dışı unsurların müdahalesi üzerine oynamış olan ulusalcılar. Çünkü TSK’nın kendini siyaset arenasının dışına çekmesi ve yargının ideolojik bakış açısını terk etmek durumunda kalması, siyasetin normalleşme sürecine girdiğini ima ediyor. Normalleşmeye başlayan siyaset ortamı da, bu ortamda yer alan aktörleri “gerçek siyaset” üretmeye mecbur bırakan bir niteliğe sahip.
Sürekli olarak siyaset dışı unsurlardan medet uman güdük bir politik yaklaşımın böyle bir süreçte etkinliğini kademeli olarak yitirmesi ve ufalanması kaçınılmaz.
Dolayısıyla ulusalcılar AK Parti’nin odak olduğunun tescillendiği tesellisiyle avunadursun, Canan Arıtman’ın sözlerinde ifade bulan onulmaz karamsarlık hali bu gerçekliğin açık bir itirafından başka bir anlama gelmiyor.
1 Yorum
Yazan:Cüneyt Tarih: Ağu 9, 2008 | Reply
Gercekten cok güzel bir yazi, sahsen tebrik ederim.
Bu sayfada -af buyurun- ota boka koltuk cikma mahiyetinde yorum yazan güruhun da bu yaziyi es gecmesi fazlasiyla mânidar.