İslam’ın hayat anlayışı – I
By Haki Demir on Eyl 5, 2008 in Makale
Giriş
İslam’ın hayat anlayışını çerçeveleyebilmek fevkalade zordur. Bu zorluğun sebepleri, hayatın çeşitli ve girift olması kadar İslam’ın da zengin kaynaklara sahip olması ve hayatın her konusu ile ilgilenmiş olmasıdır. Komünizmde olduğu gibi hayatı sadece ekonomi temelli kabul ederek kaynaklarını ve alanını darlaştırmak garabetine düşmemiştir. Proleter iktidarından bahsetmek ne kadar kestirme ve kolaydır. Fakat İslam, hayatı tüm unsurlarıyla ele aldığı için, hayattaki giriftliklerin ve tezatların tamamı ile ilgilenmek durumundadır.
İslam, temel anlayış olarak kendini merkeze alan ve bu merkez çevresinde bir sacayağı kuran usule sahiptir. Sacayağının ayakları, varlık, insan ve hayat bahisleridir. Hayat bu sacayağından koparılıp alındığında (müstakilleştirildiğinde) bir mana ifade etmez hale gelmektedir. Varlık, insan ve hayat bahislerinin birbirinden müstakilleştirilememesi, İslam’ın temel yaklaşımıyla beraber aynı zamanda bu konuların mahiyetleri gereğidir.
Aşağıda İslam’ın hayat anlayışını dokuyan temel esasların her birini birkaç paragrafla özetlemeye çalıştık. Fakat bunların her biri ayrı bir veya birkaç yazı konusudur ve müstakil yazı olarak yayınlanacaktır. Bu yazı, başlığından da anlaşılacağı üzere giriş mahiyetindedir.
*
İslam ile hayat arasındaki temas noktası doğru tespit edilmelidir. Kasabın eline neşter alıp ameliyat masasına geçmesi gibi, İslam’ı hayata hoyratça savurmak, “İslami hayat” için doğru değildir. İslam’ın tekliflerinin hayat ile nasıl ve hangi şartlarda buluşacağı doğru anlaşılamadığında ortaya çıkacak insan tipi, kaba softa ve ham yobazdır.
İslam’ın “doğru”ları ile hayatın “gerçek”lerinin kesişme noktası, İslam’ın hayat ile kurduğu temas noktasıdır. İslam’ın hayatı bulduğu noktada muhatap alması bu başlangıç noktasını kabule zorlamaktadır. Fakat bu nokta sadece başlangıçtır ve asla orada kalmaması veya oraya kilitlenmemesi gerekir.
*
İslam’ın hayattan geri çekilme payı var mıdır? Varsa geri çekilmenin nihai hattı nedir? İslam hayattan hiçbir şekilde geri çekilmeyecek kadar sert ve kaba mıdır? Eğer böyleyse hayatı yaşamak (İslam’ı yaşamak) nasıl mümkün olabilir?
İslam’ın hayattan geri çekilmesi, kendini hayattan tecrit etmesi ve temel esasını reddi değildir. Geri çekilmenin ölçülerden vazgeçmek şeklinde anlaşılması zaten yobaz anlayışıdır. İslam, hayattan “tatbik şartları” cihetiyle geri çekilir. Mesela su olmadığında teyemmümün caiz olması veya hastanın oruç tutmayabilmesi veya canın tehlikeye girmesi halinde dil ile inkâra cevaz vermesi gibi. Sistematik bir anlayışla İslam’ın hayattan geri çekilme hattının tespiti fevkalade önemlidir.
*
İslam, hayatı ve insanı bulduğu noktada muhatap alır. Fakat bulduğu nokta İslam’ın yaşanılması için gerekli olan ferdi ve içtimai “gerçeklik” altyapısını oluşturmaz. Bulduğu noktada muhatap alması, insanı ve hayatı o noktada muhafaza etmeyi gerektirmez. İslami hayat kendi “ferdi ve içtimai gerçeklik altyapısı” ile mümkün olduğuna göre, İslam’ın kendi hayatını üretmesi elzemdir.
İslam’ın kendi hayatını üretmesinin temel anlayışı, malzemeleri ve vasıtaları nelerdir? Hangi “mimari anlayış” ile kendine mahsus hayatı inşa edecektir? İnsan ve hayatı bulduğu ve muhatap aldığı noktadan, kendi hayat alanına nasıl taşıyacaktır? Bu soru konjonktürel olarak fevkalade önemlidir.
*
İslam, insan tabiatında ve hayatın mahiyetinde mevcut temel özellikleri ve mecraları reddetmez. İnsan tabiatında mevcut olan ve hayatı yaşamayı ve devam ettirmeyi mümkün kılacak “arzular” ile hayatın içine döküldüğü ve akışını temin ettiği mecralar, İslam için yok hükmünde değildir. Mülkiyetten cinselliğe kadar hayatı üreten ve yaşanmasını mümkün kılan temel arzular ve bu arzuların hayatta açtığı mecralar kabul edilmeksizin, “yaşanmaya değer hayat”ın inşası kabil değildir. İslam, Katolikler gibi evlenmeyi, komünistler gibi mülkiyeti reddetmek basiretsizliğine düşmemiştir.
Kabul etmek, tanzim etmemeyi gerektirmez. İslam, insan ve hayatın zaruretlerini kabul etmiş fakat onları tanzim ederek “insanileştirmiştir”. Cinsel arzuyu kabul etmiş fakat yolunu evlilik olarak göstermiştir.
*
Hayat ve insan çok girifttir ve adaletsizlik eşitsizlikten doğduğu gibi eşitlikten de doğabilir. Aslolan muvazenenin kurulmasıdır. Zengin ile fakirin eşitlenmesi, zengin lehine neticeler doğurmaktadır. Muvazene, iki unsurun bir arada yaşayabilmesini mümkün kılan denge halidir. Muvazenenin kurulabilmesi için genellikle zayıf lehine düzenlemeler yapılması gerektiği anlaşılmalıdır. Aylık geliri 100.000.00 YTL olan fabrikatörle, aylık geliri 500,00 YTL olan işçisi kavga ettiğinde ve her ikisi de onar ay hapis cezası aldığında ve hapis cezalarının günlüğü 10.00 YTL den paraya çevrildiğinde, toplam ceza 3.000.00 YTL olmaktadır. Fakat bu miktar fabrikatörün (zenginin) bir günlük geliri bile değilken, işçinin altı aylık maaşıdır. İşte eşitlikten doğan bir adaletsizlik.
Muvazene, hakların yerli yerine oturtulması ve kullanılabilir hale getirilmesidir. Kâinatta her şey muvazene üzerindedir ve muvazene bozulduğunda hayat ve varlık dağılmaktadır. Mesela su, iki hidrojen ve bir oksijen atomunun belli bir kıvamda bir araya gelmesiyle oluşur. Suda hidrojen ve oksijen atomları var diye her ikisinden de birer atom alarak su meydana getirmeye çalışmak ahmakça bir çabadan başka bir şey değildir.
*
Hayat alanlarının tamamı (genel anlamda) kabul görmüştür. Her alanın kendi merkezinde bulunması esastır. Hayat alanlarından bir diğerine geçmeyi gerektirecek manevi lüzum yoktur. Fikir-ilim, iktisat-ticaret, askerlik-cihat ve siyaset-devlet hayatın içinde aktığı dört temel mecradır. Bu mecraların içinde bulunan sayısız hayat alanı (meşru çerçevede) muteberdir. Müslüman insanın temel hedefi olan tevhide ulaşmak her hayat alanında kabildir. Aslolan her insanın yaşadığı hayat alanının hakkını vermesidir.
*
İnsanlardaki mizaç çeşitliliği vakadır. Hiçbir insanın mizaç hususiyetlerinin tamamı başka bir insanda mevcut değildir. Mizaç hususiyetlerinin tamamı sayılabilir veya tespit edilebilir. Bu manada milyarlarca insanın sayılabilir olan mizaç hususiyetleri içinde aynısına sahip olamaması imkânsız gibi görünüyor. Fakat aynı mizaç hususiyetlerinin farklı dozlarda meydana gelmesinden kaynaklanan “mizaç terkibi” sayısı milyarlarca insandan daha fazladır.
Farklı mizaç terkiplerine sahip olan insanların, aynı ahlak anlayışına muhatap olmalarına rağmen, aynı ahlaki donanımı edinmelerini gerektirmez. Başka bir ifade ile muhatap olunan aynı ahlaktan mizaçlarındaki farklılığa göre farklı nispetlerde edinmeleri gerekir. Böylece mizaç ile ahlakın mütekâmil terkibine ulaşmak ve orada şahsiyeti inşa etmek, doğru yoldur.
Mizaç ve ahlak toplamına bir de yaşanılacak hayat alanını katmak lazımdır. Hangi hayat alanında nasıl bir hayat yaşanacaksa ona göre mevcut mizaç hususiyetlerine lüzumlu olan ahlaki katkıyı yapmak gerekir.
Farklı mizaç ve ahlak toplamından meydana gelecek olan şahsiyet terkiplerinin farklı olabileceği, hatta farklı olması gerektiği temel bir kabuldür.
*
İslam’da hayatın ahlak tarafından inşa edilmesi esastır. Hukuk, hayatı muhafaza altına almak içindir. Ahlakı inşa unsuru kabul etmek, hayata müdahaleyi esas olarak “gönüllülük” üzerine bina etmektir.
Ahlakın (ve zaten hukukun da) kaynağı imandır. İman ise icbardan azade kılınmıştır. İslam, kendinin yaşanmasını Müslüman’dan talep eder. Müslüman ise iman etmiştir. İman etmişse eğer irade etmelidir. Hukuk, iradeyi sakatlayan ve engelleyen vakaları temizler. İrade olmadan imtihan olmayacağı için, irade esastır. İrade esas ise ahlak temel kurucu unsurdur.
*
İslam, özel hayatı kabul etmez. Zira Müslüman’ın tüm hayatını tanzim etmiştir. Fakat her alanın tanzimi farklı kaynaklar ve usullerledir. Farklı kaynaklardan kastımız, edep, ahlak ve hukuktur. Edep, kişinin yalnız başına bulunduğunda insan (ve Müslüman) olmanın gereğini yapmasıdır. Ahlak, hayatın içtimaileşmiş alanında vardır ve müdahildir. Nizamın tesisi söz konusu olduğunda hukuk kendini gösterir.
Özel hayatın olmaması, İslam’ın teorik müdahalesi cihetiyledir. Fakat mahrem hayat vardır. Mahrem hayat, özel hayatın içtimai ve siyasi müdahalelerine karşı korunmasıdır. Mahrem hayata müdahale mutlak olarak men edilmiştir. Zira mahrem hayat, saf iradi olan hayattır. İçtimai ve siyasi hayat ise irade dışında etkilerin de söz konusu olabildiği alandır.
*
İslam, hayatı doğum-ölüm parantezinde kabul etmez. Doğumdan önce “âlem-i ervah”tan başlayan hayat, ölümden sonra kabir hayatı ve cennet-cehennem uzantısında devam eder. Bu durum hayatın gerekçelerinin sadece “dünya gerçekliğinden” alınmasına manidir. Hayatın gerekçeleri arasında dünya gerçekliğinin de olduğu vakadır ama bundan ibaret değildir.
Hayat kompozisyonu bu hacimde olduğunda, Müslüman insanın zihni-akli organizasyonunun da farklı olacağı vakadır. Aklın inşasında İslam’ın hayat kompozisyonunu bu çapta dikkate almayan anlayış ve eğitimler, felsefi manada “salt rasyonalist” olurlar. Hayatın tüm gerekçelerini sadece dünyadan almak, İslam’a ne kadar uygun görünürse görünsün “ladini” bir anlayıştır.
*
Hayat alanlarının birbirinden tamamen bağımsızlaştırılması, hayatın dağılmasıdır. Tevhit, hayatta da vakidir. Fakat hayattaki tevhidin gerçekleştirilmesi usulü, tecrit ve tenzih değil, illiyet rabıtası ve maksat unsuru marifetiyledir.
Hayat alanlarının tamamı, maksat unsuru marifetiyle aynı merkeze doğru hareket halindedir. İlliyet rabıtası takip edildiğinde ise zaten o merkezden geldiği görülür. Hayat illiyet irtibatıyla geldiği merkeze, istikamet (maksat) güzergâhıyla avdet eder.
*
İnsanda iki temel mecra vardır. Zihni-akli mecra ve ruhi-kalbi mecra… İslam, sonsuz hayat anlayışına sahip olduğu ve bu anlayışın merkezine vahyi (metafizik gerçekliği) yerleştirdiği için sadece zihni-akli mecra ve bu mecradaki akış ile iktifa etmez. İman, akli bir tavır değil, kalbi-ruhi bir temayüldür. Bu manada kalbi-ruhi mecra insanda gerçekleşmelidir.
Şeriat, akla hitap eder ve onu mesul tutarken, şeriata riayetin esası olan samimiyet ve takva, zihni mecrada aklın gerçekleştirebileceği bir hamle değildir.
*
İslam, hayatın inşasını ahlaka, muhafazasını da hukuka emanet etmiştir. Hukuk hayat inşa etmez. Hayat inşası, zor ve büyük bir insani hamledir. Bu sebeple gönüllülük esastır. İnsanları icbar etmek, hayatın inşasını değil hile-i şer’iyyeye sevk eder. Bu yaklaşım İslam hukukunu (şeriatı) asla gereksiz ve gerekçesiz bırakmaz. Burada temas edilmek istenen nokta, ahlaki kaynakları harekete geçirilemeyen Müslüman’ların hayat ve medeniyet inşa edemeyeceği hususudur.
*
İslam’daki önem sırası şudur; fert, cemiyet, devlet… Bu sıralama aynı zamanda; iman, ahlak, siyasettir.
İman hayatı ilzam eder, hayat ahlaki şart kılar, ahlak cemiyeti gerektirir, cemiyet siyaseti üretir, siyaset devleti kaçınılmaz kılar. Veya iman eden fert imanını yaşamalıdır, imanını yaşamak için ahlaka ihtiyaç duyar, ahlak ve hayat cemiyetsiz olmaz, cemiyet teşkil olunduğunda siyaset vücut bulmuştur, siyaset zuhur ettiğinde devlet kaçınılmaz olur.
*
Haklar ve salahiyetler devlet ve onun müesseselerinden alınmaz. Devlet de hak ve yetkilerini, ferdin ve cemiyetin aldığı kaynaktan alır. Yani İslam’dan alır. Bu durum, devleti veya başka bir müesseseyi kutsallaştırmayı gerektirmez. Devlet için fert feda edilmediği gibi cemiyet hiç feda edilmez.
Devlet ve onun müesseselerinin de kaynağı her hak gibi İslam olduğu için, hiçbir şahıs veya kuruluş imtiyaz sahibi olamaz. İmtiyaz, sadece hayatta muvazene kurulması için zayıflar lehine düzenlemeler yapılması gerektiğinde söz konusu olabilir. Güçlülerin imtiyaz sahibi olması, zinhar menedilmiştir.
*
Müslümanlar kardeştir. Bu ölçü, Müslümanlar eşittir ölçüsünden çok daha ileridedir. Eşitliği ihtiva ettiği gibi fedakârlığı, vefayı, hürmeti vesaire tüm ahlaki unsurları da ihtiva eder. Eşitlikteki “sen sensen, ben de benim” anlayışının ilgililer arasında aşılmaz mesafeler ürettiği vakadır. Bu anlayış, yardımlaşmayı, vefayı, fedakârlığı vesaire üretmez. Kardeşlik ise, “seninki senin fakat ihtiyacın varsa eğer benimki de senin” anlayışına kadar uzanan bir âlicenaplığa teşne olmaktadır.
*
İslam, kendi ölçülerini kendini kabul etmemiş olanlara tatbik etmez. İslam, teklif ettiği edep, ahlak ve hukuku Müslümanlara tatbik eder. Gayrimüslimler, İslam ahlak ve hukuku ile bağlı değillerdir. İslam siyasi hakimiyetinde de böyle davranır. Yani İslam devletinde gayrimüslimler kendi hukuklarına tabidir.
İman edilmemiş (kabul edilmemiş) olan hukuka riayet talebi, zulümdür. Çünkü bu durumda tatbikat ancak silahla gerçekleşir.
Bu günün dünyasında temel hak ve hürriyetler bahsinde hiçbir siyasi sistem bu noktaya kadar uzanan bir çerçeve oluşturamamıştır. İslam tarihinde (Medine dönemi dahil) 14 asırdır tatbik edilen bu anlayış, günümüzün gelişmiş siyasi sistemleri tarafından hayal dahi edilememiştir.
2 Yorum
Yazan:Sever IŞIK Tarih: Eyl 5, 2008 | Reply
Sayın Haki Demir oldukça ufuk açıcı bir yazı yazmışsızınız. Teşekkürler.
Bugün özellikle tartışılması gereken konu İslami kesimin muhafazakarlık söylemi üzerinden muhafaza-i kâr etmek üzere yerleşik ve “trend” olan “high life “yaşam tarz/lar/ına ve “siyaset etme” biçimine eklemlenmeleridir. Bu intibak bir imkanın/islamın berhava edilmesi ile sonulanabilir. Sizin deyiminizle “İslam hayata hoyratça savrulumaktadır’. Yani cari hayat gerçekliğini dönüştürme potansiyeline sahip olan iman/imkan devre dışı kalmaktadır.
İslam tam olarak Müslüman/lar/ın ameline, Müslümanlarına da ameli tam olarak sahih bir hakikat olan imana ve İslama indirgenemez elbette. Ama din/İslam kendi müntesiplerinin/mü’minlerinin ameli üzerinden hayata dahil olur. Yoksa din metafizik olarak hayattan çekilmez. Çekilen Müslümanlardır dönecek olanda yine onlardır tabiî ki eğer bunu irade ederlerse.
İslam yaşamı bazı prensipler üzerine inşa eder; ki bir kısmına değinmişsiniz. İslam yaşamı düzenlerken insan tabiatını es geçmez, zira insani olan aynı zamanda İslami olandır. başka yaşamlar ve imanlar salt formu değiştirilerek İslamileştirilemez.
Tıpkı Adorno’nun dediği gibi “yanlış yaşam doğru yaşanılmaz.” Gayri-islami olan şey İslami olarak yaşanılamaz.
Yazan:haki demir Tarih: Eyl 7, 2008 | Reply
Sayın IŞIK
İslam’ın hayattan geri çekilmesi bahsi, yazı dizisinin üçüncü bölümünde müstakil bir makale halinde ele alındı.
İslam’ın hayattan geri çekilme bahsi nazik ve zor bir konudur. Esasen İslam, insandan geri çekilmez. İnsandan geri çekilmeyeceği yani insandan vazgeçmeyeceği için hayattan geri çekilebilmektedir.
Fakat, İslam’ın hayattan geri çekilmesi bahsi ile müslümanların hayattan geri çekilmesi bahsi farklı konulardır. Bunları üçüncü bölümde izah etmeye çalıştım. Üçüncü bölüm yayınlandığında özellikle değerlendirmenizi almayı arzu ederim.
Siyasi savrulmalardaki değerlendirmeleriniz doğru ve o konu acildir de… Haklısınız
Ne varki temel fikri çerçeve ortaya konamadan diğer konularda sistematik kavrayışlar örgüleştirilemiyor takdir edersiniz ki…