Umuttan Sarhoş Olduk
By Nurhayat Kizilkan on Eyl 17, 2008 in Ermeniler, Ermenistan
Yazar: Delal Dink (Hrant Dink’in kızı)
Yazı Ermenice ve Türkçe yayımlanan haftalık Agos gazetesinin son sayısından alındı.
Biz babamı İstanbul’a gömmemiş miydik, yüz binlerle birlikte? Sonra, kavgalı olduğum Tanrı’yla konuşuyorum: Affederim seni, ama bir şartla. Bana söz ver, babamın sonuncu olduğuna dair. Bu iki halktan 1915 ve sonrasında ölenlerin sonuncusu olsun. O zaman belki öfkem de azalır sana…
Duramadım İstanbul’da. Aldım yanıma ailemden 14 yürek daha, gittim Hayasdan’a.
Sokakları dolaşırken, beklemediğim bir duyguyla karşılaşıyorum. Bundan üç yıl önce geldiğimde ne kadar da yaşlı görünmüştü şehir gözüme, ne kadar yalnız, ne kadar hüzünlü. Bu defa hiç öyle hissetmiyorum. Hayat gelmiş buraya, şehir gençleşmiş.
Bir taksiye biniyoruz, bizi anıta götürsün diye. Anıt yolunda dayanamayıp soruyorum şoföre, maçla ve Gül’ün gelişiyle ilgili ne düşünüyor diye. “En önemlisi sınırın açılması. Asıl sorunu çıkaranlar devlet yönetimi. Bıraksalar halk kendi ortak dilini bulur” diyor. Kim ki bu adam? Yüzünü görmek istiyorum. Göremiyorum…
Çıkıyorum merdivenleri, Soykırım Anıtı’na doğru. İlerleyemiyorum önce anıtın olduğu yere. Çöküyorum müzenin girişinin kenarındaki taş tümseğin üstüne, uzaktan izliyorum. Daha önce de gelmiştim buraya, üç yıl önce. Ama bu defa farklı. Niye bu kadar ağlıyorum? Niye bu kadar etkileniyorum? Biz babamı İstanbul’a gömmemiş miydik, yüz binlerle birlikte? Sonra, kavgalı olduğum Tanrı’yla konuşuyorum: Affederim seni, ama bir şartla. Bana söz ver, babamın sonuncu olduğuna dair. Bu iki halktan 1915 ve sonrasında ölenlerin sonuncusu olsun.
O zaman belki öfkem de azalır sana.
Sonra müzeye iniyoruz. Resimler içini parçalıyor insanın. Bugün interneti açarsam kaç tane benzerini görebileceğimi düşünüyorum, bugünle ilgili, şu anla ilgili… Tam da o dakikada, ne kadar çok ırkçılık yapıldığını, ne kadar çok ırkçılık kurbanı olduğunu hissediyorum ruhumda.
Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Burası sadece 1915 Soykırım Anıtı mı?
Irkçılık kurbanları
Müzeden çıkınca anıt beni çağırıyor bu kez; gitme cesaretini buluyorum.
Giderken, biri yanıma yanaşarak, geçen 24 Nisan’da yüz binlerce insanın, üzerinde ‘Malatya’ yazan duvarın önünde durup çiçekler bıraktığını anlatıyor. Sonra, anıtın göbeğine varıyorum. Kimse kalmamış görünürde. Ama yalnızlık hissi yok içimde.
Ne kadar da huzurlu. Sanki bir şey beni merkezine çekiyor. Tüm ırkçılık kurbanlarıyla nefes alıyorum o göbekteki delikten.
Bıraksalar da şuraya kıvrılıp uyusam…
Sonra yemeğe gidiyoruz hep beraber. Babamın Türkiye’den gelen gazeteci dostları, arkadaşları orada toplananlar. Utanmadan masanın başına oturuyorum, masayı en iyi noktadan doyasıya seyretmek istiyorum. Babam da bu restorana gelmiş daha önce. Restoran sahibi neredeyse eliyle yedirecek bana yemekleri. Masadakilere bakınca, babamın son yazısında yazdıkları aklıma düşüyor: “Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, tanıdık-tanımadık binlerce dostumuza olan saygımızın gereğiydi.” Ne kadar da kızgınım babama, bırakıp da gitmediği için yurtdışına. Al bak, dostların yaşıyorlar, onlar ‘Türk’, benim saf babam, bir türlü anlamadın ‘Ermeni’ olduğunu; kendini onlarla nasıl da bir tuttun, denk saydın. Ne kadar da kızgınım, bilemedin diye; Ermeni yazar çizerin, aydının, Türkiye’de yaşama hakkı yoktur diye.
Cemal Paşa’nın torunu
Ama ya bu akşam? “Hrant’a!” diye kadeh kaldırıyorlar. İlacımın son damlasını veren, Cemal Paşa’nın torunu oluyor. Burada gelenekmiş masadakilerin sırayla kalkıp konuşma yapması ve kadeh kaldırılması. Kalkıyor ayağa ve onu buraya babamın getirdiğini anlatıyor. Birbirimizin acılarına saygı duymaktan bahsediyor, gözleri yaşlı, sesi titrek. Herkesin gözlerinden yaşlar süzülüyor masada.
Dayanamıyorum, dışarı kaçıyorum restorandan, doyasıya ağlamak için. “Benim aslan babam” diyorum o akşam. Bu insanları bırakıp nereye gidilir? Elbette kalacaktı! Kızgınlığım, öfkem azalıyor bu gezide. Sanki 19 Ocak’tan beri içine kapatıldığım yüksek basınçlı kavanozun kapağı pıt diye açılıyor Yerevan’da. Yüreğim genişliyor. büyük bir nefes çekiyorum içime. Sıkışmış yüreğim genleşiyor, büyüyor… Havası mıdır acaba bu Yerevan’ın? Büyüleyici güzelliği midir acaba Hrabarag’ın? Eçmiadzin midir? Yoksa futbol mu? Yoksa, onlar yaşadıkları, ama babam öldürüldüğü için hayatlarını kıskandığım dostlarıyla, babamın bir rüyasında yaşamak üzere bir arada olmak mıdır?
Acı zamanlarda da yanımızdaydı bu insanlar, ama bu defa farklı. Geleceği Ermenilerle birlikte inşa etmek için gelmişler buraya. Umut yolculuğuna çıkmışlar babamla.
İlaç öyle bir ilaçtı ki, ertesi gün hiç uyanmadım. Bir rüyada yaşadım.
Yürüyerek maça
Bütün Yerevan’la birlikte maça yürüyerek gittim. Cumhuriyet Meydanı’ndan Hrazdan’a upuzun bir yol, bir tepeye tırmanış başladı. Akın akın. Yokuş yukarı çok yürümüşlükleri vardır Ermenistanlıların, yıllardır, her 24 Nisan’da. Vakur ve sessiz. Bu sefer vakur ve coşkulu ve sesli ve neşeli… Nasıl da keyifli herkes! Bir şölene davetliyiz sanki. Zıplayarak çıktım yokuşu, bir o yana bir bu yana koşarak. Sonra birden o bayraklar belirdi sağımda; yokuşun kenarında yol boyu dizilmiş, gencecik, hatta çocuk sayılabilecek askerlerin arasından. Sanki çocuk askerler bu manzarayı korumak için dizilmiş yokuşun kenarına. İzin alıyorum, aralarından geçip manzaraya yaklaşmak, bu anı bir fotoğraf karesinde saklamak için. Yok-mok diyor biri. “Meg hadig, inç gıllas”* diye yalvarınca dayanamıyor, gülerek “Peki” diyor. Hepsi anladı coşkumu ve gülerek izin verdiler, aralarından bir o yana bir bu yana zikzaklar çizerek yokuşu çıkmama, manzarayı içime çekmeme. Ermenistan ve Türkiye bayrakları yan yana göndere çekilmiş. ‘Baş başa’ kalmışlar. Hava ne kadar da rüzgârlı; sanki doyasıya dalgalansınlar diye birlikte, “Hasret giderin” dercesine… Biraz daha tırmanınca yokuşu, dün taşlarına çöküp babam için ağladığım Soykırım Anıtı düştü iki bayrağın arasına. Kalbim çırpınmaya başladı. Dün hıçkırıklarla ağladığım yeri, babamın mezarını, bugün gönderdeki iki bayrağın arasında görünce nasıl da coştu yüreğim. Ölümün yalnızlığı azaldı. Yalnızlık, yerini birlikteliğe bıraktı. Ölümün hüznü azaldı. Yerini umuda bıraktı, bir daha yalnız kalmama umuduna.
Bir daha ölümün yaşanmaması umuduna.
Gelecek umuduna. Diriliş umuduna.
Stadyuma girer girmez müziği duydum; Ara Kevorkyan. Hani bazı müziklerin insanın hafızasında özel bir yeri vardır ya, işte bu muzik de benim hafızamda Ararat ile Karolin’in düğün müziği. Sonra babamı gördüm sanki. Stadyumun tam ortasında göbek atıyor. Bir oraya koşuyor, bir buraya.
Coşku…
Dayanamadım, babam öldürüldüğünden beri hiç hissetmediğim bir coşku hissettim
ve oynamaya başladım.
Göbek attık o gece biz babamla Hrazdan Stadyumu’nda karşılıklı. O günden, 19 Ocak’tan beri gözümün önüne gelen bütün görüntülerde babam yüzükoyun kaldırımda. Ayağa kalktı babam kısa süreliğine, Hrazdan Stadı’nda, 6 Eylül akşamı. katılmak için. Davet sahibi yine babam. Bir keyifli, bir keyifli. Açmış kollarını iki yana kocaman, sanki kucaklayacak herkesi, bütün stadyumu. Ararat’ın düğünündeki gibi, Agos’un 10. yıl gecesinde oynadığı gibi, gözümün içine baka baka, o sahanın göbeğinde oynadı da oynadı. Gözleri dolu dolu. Bir Ali’ye sarılıyor, bir Tuba’ya, bir Salpi’ye, bir Dikran’a, bir Gül’e, bir Sarkisyan’a. ‘Rüyası’nda buluştuk babamla Hrazdan Stadı’nda o akşam. Sarhoş olduk sırf umuttan, bir damla alkol bile almadan. Umut yolculuğunun bir durağında buluştuk.
Sonra birden iki takım sahaya çıktı ısınmak için. Türkiye takımı çıkarken hafif ıslıklar duyuldu. Ayağa fırladım, “Pari yegak, hoş geldiniz!” diye bağırmaya başladım. Hayasdan tribünlerindeydim. Önümde oturan üç kız dönüp garip garip yüzüme baktılar. Hayatımda hiç maça gitmedim. Pek futbol da bilmem öyle… Zaten ilgilenmiyorum da işin futbolla ilgili kısmıyla. O arada, karşı tribünlerde, Genç Siviller’in posteri ilişti gözüme: ‘Arda topu Sarkis’e at.’ Zaten coşmuşum, iyice coştum. Hayasdan atağa geçiyor, top kaleyi bulmuyor, oturduğum Hayasdan tribününden bir ses “Ha s.ktir” diye bağırıyor. Hayasdan atağa kalkıyor “Koş be oğlum, koş be” diye bağırıyor bir başka ses, yine Türkçe. Türkiye takımından bir futbolcu yere düşüyor; benim gözüm Hayasdanlı futbolcuda, elinden tutup kaldıracak mı acaba? “Kaldır, vertzur” diye fırlıyorum yerimden. Gooooool! Kaldırıyor, ve ben ayakta alkışlıyorum. Tribündekiler yine bana dönüyor. Sonunda, biri bana “Türk müsün?” diye soruyor, Türkçe. “Yok” diyorum, “Ermeni’yim, Türkiye’den.” Sonra tanışıyoruz etraftakilerle. Biri yıllar önce Hemşin’den gelmiş, biri Trabzonlu. Bir diğerinin akrabaları, yine yıllar önce İstanbul’dan gelmiş. Bütün konuşmalar Türkçe Hayasdan tribününde. Kim olduğumu soruyorlar sonra. Gözleri doluyor her birinin, cevabı duyunca. Sonra bir ara arka sıralardan bir su uzatılıyor. Sürekli dans ettiğimi, bağırıp çağırdığımı gören, bilmediğim biri, ihtiyacım olduğunu hissetti herhalde. Böyle kabul ediyor beni Hayasdan tribünü.
‘Onlar Türk mü?’
Türkiye tribününün yanındaki tribünde oturan, Kanadalı bir diaspora Ermenisi soruyor bana “Türkiye’ye ayrılan tribününün yanında oturuyorduk. Orada maçı izleyenlerin ellerinde çiçek vardı, onlar Türk mü gerçekten?” “Türk tabii” diyorum. Garip bir ışık beliriyor yüzünde, “Bravo!” diyor. Üzülüyorum onun için. Belli ki, bugüne kadar, günlük hayatında Türklerle tanışma, yakınlaşma fırsatı olmamış…
Ne kadar ‘dikkatli’ oynuyor iki takımın da futbolcuları. Sanki birbirlerini incitmemek icin ayrı bir çaba harcıyorlar. Bir ara, bir Ermenistan ve bir Türkiye oyuncusu, top için mücadele ederken omuz omuza bir pozisyona düşüyorlar. İkisi iki taraftan ittiriyor, ama bir türlü biri diğerinin dengesini bozamıyor, bozmuyor. Öylece kalıyorlar birkaç saniye, yan yana, omuz omuza. “Böyle de maç mı seyredilir?” demeyin. İtiraf ediyorum, böyle şeylere bakmaktan asıl golleri kaçırdım ben. Hayasdan golleri yiyor, bizim tribün biraz sessizleşiyor, ve maçın bitiş müziği çalıyor. Bakıyorum, futbolcular tokalaşacak mı diye. Goooool! Sarılıp öpüşüyorlar. Öndeki üç kız kalkıp dans ediyor, 0-2’lik skora rağmen. Belli ki onlar da maçın sonucunda değiller artık. Anladılar bir şölende olduklarını. Maç çıkışı, yokuş aşağı yürüyüşe geçiyoruz bu sefer. Hiçbir taşkınlık yok yine. Hatta, hâlâ şarkılar söyleniyor, bağırılıyor: “Hayasdan! Hayasdan!”
Önümde yürüyen birinin tişörtünün arkasındaki yazı ilişiyor gözüme: “I won’t forget – I won’t forgive.”** Peki ya ben? Unutacak mıyım? Affedecek miyim? Hastalığım tekrar nükseder mi? İyi olmak pek kolay değil bu ülkelerde. Belli olmaz devletin çıkarının bugün yarın ne getireceği, kimin acı çekeceği, ezileceği… Pek kolay değil, babanın asıl katillerinin bulunmadığı, bulunmak istenmediği bir devletin vatandaşı olarak yaşamak!.. Üstelik, bütün bu acıları, salt belli bir ırktan olduğun için yaşıyorsan… Kolay değil, babanın katilinin, senin güvenliğin için var olması gereken polis ve askerle zafer fotoğrafı çektirdiği Türkiye bayrağına karşı aidiyet hissetmek… Tekrar tokat yemeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Oldum olası sevmemişimdir zaten bayrak denen şeyi, hangi ülkeye ait olursa olsun. Ama içim ısındı o gün, hem Türkiye hem Ermenistan bayraklarına. Büyüdü ikisi de gözümde. Belki de bayrakları tek başlarına sevmiyorum ben, yüceliği anlatmak için kullanıldıklarında. Ama başka bir duygu veriyor, yan yana, kardeşlik için göndere çekildiklerinde. Hastalık tekrar nükseder mi bilmem, ama en önemlisi, ben reçeteyi buldum bu 5-6 Eylül Ermenistan gezisinde. Tek reçetem, ‘babamın rüyalarında’ yaşamak.
Alternatif bir gelecek
6 Eylül 1955’e alternatif bir ‘6 Eylül’ yazıldı Hrazdan’da o gece, 6 Eylül 2008’de. Ne 6 Eylül 1955’i ortadan kaldırdı, ne de yaşanan diğer acıları. Ne güzel de göndere çekildi iki bayrak yan yana, Soykırım Anıtı’nın iki yanına, bir fotoğrafta da olsa. Ne soykırım ortadan kalktı, ne soykırım inkârı, ne de babam geri geldi. Değiştiremedi geçmişi. Ama alternatif bir geleceğin kapısını araladı.
Hadi birlikte ittirelim o kapıyı. Hadi be, gelin birlikte kaldıralım şu adamı o kaldırımdan, sonsuza kadar. Nasıl birazcık kalkıp geldiyse Hrazdan Stadı’na göbek atmaya, coşmaya, gelin, öyle bir şeyler yapalım ki, hiç yatmamak üzere kalksın o kaldırımdan. Bırakmayalım orada kanamaya devam etsin. O orada yattıkça ve kanadıkça acıyor, acıtıyor… Gelin, bırakalım, geçsin sınır kapısından, bir o yana bir bu yana. Kedi-köpek koştursun sınırda, hayalindeki gibi. Hadi be, Ermeni’siyle, Türk’üyle… Hadi, tutun babamın bi ucundan. Uzatın elinizi. Merak etmeyin, zaten o nazlanmaz, hele sizi hiç kırmaz, bir dediğinizi iki etmez, hemen kalkar, sizinle birlikte sınır kapısında gidip göbek atmaya. Yeter ki bir el verin.
* Bir tane, n’olur.
** Unutmayacağım – affetmeyeceğim
4 Yorum
Yazan:Danny Tarih: Eyl 17, 2008 | Reply
İçin burkula burkula okudum.Aklıma nereden geldiyse
“Bir küçücük aslancık varmış” şarkısı geldi ta 30 sene evvelden.O şarkıyı hiç sevmezdim.Babası ölen zavallı aslancık…köyünden kovulan yetim aslancık…Ermeni meselesi için bir şey söylemek istemiyorum.Hala “I won’t forget – I won’t forgive.”diyenlerle nasıl en azından asgari bir sulha varacağımıza yan yana yaşayabileceğimize aklı kesmiyor.
Nasıl çözülecek bu düğüm?
Yazan:suzannur Tarih: Eyl 17, 2008 | Reply
Delal’e mektup;
Yüreğime çöreklenen duygunun izin verdiğince yazacağım sana ve kaybına kaybına dair hislerimi. Ne kadar üzüldüğümü anlatmaya çalışmayacağım, kaldırımda yatan bedeni kaldırmak için saf tutmadıkça; ve ümide sarılma hemen diyeceğim, yalan yok, yıpratacaklar seni, yeniden üzecekler ve yeniden yeniden bedenleri öylesi güçsüz yere yığacaklar…
Hiçbir şey yapamamanın verdiği hüznü yaşayacağım, hele babanın ardından yaşadıklarınızı düşündükçe ve size yaşatılanlara tanıklık etmişken gazeteler (ruhsuz, haber olsun diye, daha çok okunsun diye…) ve bunlara tanıklık ederken ben…
Sadece bir Ermeni öldü birileri için, hatta belki Ermenilerin bir kısmı için de sadece bir Ermeni öldü. Ölen babandı oysa… Ölen Hrant Dink’ti… Ölen bu toprağın insanıydı… Ölen insandı… Kör oldun şairin dediği gibi, senden yürümeni istediler görebiliyormuşsun gibi. Gözlerini damlalar kapatmıştı, oysa onların istediği sadece kan’dı…
Tüm bu yozlaşmışlıklara her gün bir yenisi eklenirken ve ailece siz acınızı ümide bağlamak için böylesi uğraşırken, sizi öteleyen insanların nefret fışkıran sözlerinden dolayı utanıp utanıp kahrolmak neyi telafi eder? Eder mi?! Acını anladığım için(ki aslında bire bir asla anlayamayacağımı da bilirken), sadece bunun için insanlar tarafından marjinal bulunacağım, komik, traji-komik…
Sakın güvenme ve erken ümit etme ki yıkılmayasın…
Ama unutma da, “İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir, diyor Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık’ta; aynı toprakların insanıyız, bırak sana Ermeni, bana Türk desinler, birine Kürt, diğerine Çerkez desinler… Hep diyecekler…
Ama unutma, aynı toprakların insanıyız. Bu toprağın insanı babalarımız…
Ve yüreğin için, kocaman yüreğin için, hâlâ ümid eden yüreğin için, hangi söz duygularımı anlatabilir?
Ben yapamazdım yaptıklarını, ben yazamazdım yazdıklarını…
Babanın rüyalarını yaşatmaya devam et… devam edebileceğin sürece…
Yazan:uveys Tarih: Eyl 18, 2008 | Reply
Sn.Delal Dink..
Bir baska platformda yorumcu arkadaslar degisik sekillerde erdemligin tarifini yapmaya calismislardi…Lakin boylesine uzucu 70-75 milyon insanin tanik oldugu bir olaya butun acisini bastirip cesaretiyle hale bu ulke adina bu denli pozitif dusunup, bakabilen bu topraklarin insanidir. Bizden biridir. Bunun lamacimisi yoktur. Aksini inkar eden kendini yorumlamaya calissin. insan katagorisinden Uzak bir kimlik arayisina girsin.
Dusunuyorumda..! Babami cok seviyorum..
Fakat kendimi biran oyle bir portrenin icerisinde canlandirdim. Sanirim bizlere ornek teskil edecek olan ,sabir ornegini sanirim ben gosteremezdim. Erdem sahibi olmak erdemlilik boyle bisey olsa gerek.
Bu ulkenin insanindan, kardesinden nacizane ozurumu kabul ederseniz sevinirim…..
Yazan:sinarit Tarih: Eki 26, 2008 | Reply
çoook hassas bi konu çok.ne yalan söyliyim göz yaşlarıyla okudum. canı burda kanı ermenistanda babasının katliyle canı yanan bi kızın olanı biteni anlama ve yorumlama safiyeti.ama yazılarını veya acılarını veya anılarını yazma fırsatları asla olmayacak asala kurbanı onlarca elçilik görevlisi çoçuklarınıda unutmamak lazım.düşmanlıktan kim kazanmışki ermeniler ve türkler kazansın.her iki tarfında canlar yakan gerçek hikayeleri var.ama insaf sahipleri takdir ederlerki bir millet 600 sene durupta hiç bir millete uygulamadıkları soykırım denen vahşeti milleti sadıka dedikleri bir unsura uygulasınlar… mümkün değildir.kimin kimi biçdiği çok belli aslında.sonrada kibarca aynı çatı altında birdaha gönül hoşluğuyla yaşanamıyacağı anlaşıldığı için bir zorunlu göç hadisesi yaşanmıştır ne yazık ki.ama bize has alicenaplıkla gelin unutalım bütün olanları.ama lütfen bizi kasaplıkla suçlamayın.suçlasanızda kabule zorlamayın.çok haysiyet kırıcı çünki.biz ne his yoksunu sırtlan kümesiyiz nede gösterdikleri vahşetle bir avrupalıyız.bizde islamdan önce yazık kelimesi vardı.kaldıki islamla şereflendirildikten sonra varsyılan vahşetin müsebbibi olalım.el insaf.bir türk gitsinde sıkıysa ermenistanda türklük şuuru ve vasfıyla gazetecilik yapsın mümkünmü.ama burda hırantın canına kastedenler ve bu işin tezgahtarları en ağır şekilde cezalandırısın.ve birdaha asla tekrarı olmasın.ama bize nolur piskopat katiller yaftasını yapıştırmayın ki gerçekten sizinde bizimde ihtiyacımız olan o eskive köklü dostluğu tekrardaninşa edelim.saygılerımla