Yeni Nükleer Enerji Kanunu, Hatalar, Sorunlar
By Alinti Yazar on Eyl 21, 2008 in AKP, Ekonomi, Enerji, Nükleer Enerji
Haftaya hükümetin nükleer enerji politikasına ağır eleştiriler yönelten bir makale ile başlıyoruz. Yazar Türkiye’de 1960’larda başlayan nükleer arayışların tarihçesini ve politik sorunlarını içeriden yaşamış bir uzman, kısa bir süre önce yitirdiğimiz değerli bilim adamı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre.
Nükleer enerji sağlıklı biçimde tartışamadığımız konular arasında. Ergenekon, parti kapama veya tesettür yasağı gibi bu konuda da iki takımdan birini tutmak, kampınızı seçmek zorundasınız(!) Oysa nükleer enerji bir EVET/HAYIR meselesi değil. İster bu enerjiyi risklerinden ötürü yasaklayalım istersek Fransa gibi elektriğimizin %70’ini bu yolla üretmeyi hedefleyelim sorular ve sorunlar bitmiyor.
Nükleersiz bir Türkiye dediğimiz zaman:
- 1) Sınırlarımıza yakın Bulgaristan ve Ermenistan’daki santraller sebebiyle yine de çernobil gibi bir kazadan korunmuş olmuyoruz.
- 2) Yükselen petrol-doğal fiatları ve rüzgâr, güneş, bioenerji gibi kaynakların verimsizliği Türkiye’yi bir açmaza sürüklüyor.
Yüzümüzü nükleere çevirdiğimiz zaman ise santral tipi, radyoaktif atıklar, santrallerin yönetilmesi, zenginleştirilmiş uranyumun nükleer silahlanmaya kapı açılması gibi teknik, tıbbî, politik, diplomatik ve ekonomik UZMANLIK isteyen bir çok konu gündeme geliyor.
Daha önce çevre köşesinde nükleer enerji konusunu genel hatlarıyla tartışmaya açmıştık; hatırlayacaksınız “Nükleer Enerji? Evet ama” adlı makale ile. İzleyen günlerde de “Rüzgâr nükleer enerjinin yerini tutabilir mi?” diye sormuştuk.
Özemre’nin bu makalesi ise sadece AKP’nin nükleer politikasını eleştirmekle yetinmiyor. Hem Türkiye’nin politik koşullarına hem de nükleer teknolojinın bugün dünyada geldiği noktaya ışık tutan derinlemesine bir çalışma sunuyor.
Hepinize iyi haftalar dileğiyle
MY
YENİ “NÜKLEER ENERJİ KANÛNU” TÜRKİYE’Yİ NEREYE GÖTÜRÜR?
Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre
Nükleer Santral Projesi’nin
1992 Öncesi
1. Türkiye’nin elektrik üreten bir nükleer santrale sâhip olması gerektiği fikri Atom Enerjisi Komisyonu’nun 1958 yılındaki ilk toplantılarında dahî berrak bir biçimde oluşmuş bulunmaktaydı. Fakat çeşitli sebeplerden ötürü bu yöndeki ilk çalışmalar Elektrik İşleri Etüd İdâresi (EİEİ) bünyesinde oluşturulan bir çalışma grubu tarafından ancak 1965 yılından itibâren yürütüldü.
Biri ABD’den, biri İsviçre’den, diğeri de İspanya’dan üç firmanın oluşturduğu bir konsorsiyum bu konuda EİEİ’ye danışmanlık hizmeti vererek 1969’da nihaî raporunda, nükleer enerji kökenli elektrik üretiminin ilk adımında, ve ülkenin imkân ve şartlarına daha çok uyduğu gerekçesiyle, Türkiye’nin 400 MWe’lik doğal uranyum ve basınçlı ağırsulu PHWR tipi bir reaktörle işe başlamasını tavsiye etmişti.
Ancak 1970 yılında Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) kurulduktan sonra bu proje yeterince siyasî bir destek bulamadığından kadük kalmıştır.
2. 1972’de TEK’de Nükleer Santraller Dairesi kurulmuş, 1974 yılında bir nükleer santral kurulması kararı alınmış ve yer seçimi için çalışmalar başlatılmıştır. Bu çalışmaların sonunda Silifke’nin 80 km kadar batısında, deniz kıyısında, Eceli Belediyesi’ne bağlı olan Akkuyu mevkii nükleer santral alanı olarak uygun görülmüş ve TAEK2 1976’da buraya, elindeki: 1) sismik etüt sonuçlarını, 2) zemin mekaniği araştırmalarını, 3) meteorolojik ve 4) oseanografik değerlendirme sonuçları ile 5) flora ve fauna incelemelerini göz önünde tutarak, “nükleer santral sit alanı” olarak lisans vermiştir.
Ancak sit alanıyla ilgili veri toplamaya yönelik çalışmalar 40 kadar yerli ve yabancı ilmî kuruluşun katkısıyla 1982 yılına kadar sürmüştür. Bu çalışmalardan sonra TAEK, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (IAEA) başvurarak uzman bir heyeti Türkiye’ye dâvet etmiştir. Bu heyet 1983 yılında Akkuyu’nun nükleer sit alanı olarak seçilmesinin isâbetli olduğunu tasdik eden bir raporu TAEK’e vermiştir.
1976 yılında üçü İsviçre’den ve biri de Fransa’dan 4 firmanın oluşturduğu bir konsorsiyum danışman olarak tutularak nükleer santral için çeşitli firmalardan teklif alınmıştır. Tekliflerin değerlendirilmesi sonucunda da 1977 yılında isveç kökenli ASEA-ATOM/STAL-LAVAL konsorsiyumu ile sözleşme öncesi görüşmelere başlanmıştır. Ancak 12 Eylûl 1980 askerî darbesinden sonra İsveç Hükûmeti “demokratik olmayan bir ülkeyi muhâtap almama” kararı aldığından görüşmeler kesilmiştir.
3. 1982 yılında nükleer santral için gene ihâle açılmaksızın TAEK Başkanlığı aracılığıyla Atomic Energy of Canada Limited (AECL), Siemens-Kraft Werk Union (KWU) ve General Electric (GE) firmalarından hiçbir ihâle şartnâmesine dayanmayan [yâni bu firmalara resmî bir “İhâle Şartnâmesi”ne yollama yapılarak “Tekliflerinizi bu Şartnâme’ye uygun tarzda yapacaksınız!” denilmeden] teklifler toplanmıştır. 1983’de 7405 sayılı “Nükleer Tesislere Lisans Verilmesine Dair Tüzük” yürürlüğe girmiş, 2 Kasım 1983 de kanûn kuvvetinde kararnâme ile “Nükleer Elektrik Santralleri Kurumu” (NELSAK) kurulmuşsa da hiçbir zaman kuvveden fiile çıkartılamayan bu kurum 1993 yılında 3743 sayılı yasayla kaldırılmıştır.
2 Kasım 1983 de AECL, Siemens-KWU ve GE ile, gene hiçbir ihâle şartnâmesine dayanmayan, teke tek pazarlık görüşmeleri başlamıştır. 1984’de TAEK Başkanı Prof. Nejat Aybers, Siemens’in bir kuruluşu olan KWU’nun teklif ettikleri nükleer santralin, fiyatının daha ucuz gösterilebilmesini temin etmek üzere, Alman Lisans Kurumu (GRS) tarafından lisanslanmış olan Referans Santrali‘nden çoğu da reaktörün güvenliğini ve güvenilirliğini ilgilendiren 51 noktada sapma gösterdiğini tesbit etmişti.
Sonunda IAEA’nın gözetiminde Viyana’da yapılan müzâkereler sonunda Almanlar Prof. Aybers’in tesbit ettiği 51 noktadan 43’ünde sapmış olduklarını kabûl etmek mecbûriyetinde kalmışlardı. Geri kalan 8 hususta da Prof. Nejat Aybers bunların “reaktör adası”nın (reactor island‘ın) dışındaki sapmalar olması hasebiyle TAEK tarafından pazarlık konusu edilebilir ve dolayısıyla da (iknâ edici kanıtların takdîm edilebilmesi hâlinde) kabûl edilebilir sapmalar olduğuna hükmetmişti.
30 Ağustos 1984 de pazarlık görüşmelerinde anlaşma sağlanmış ise de Hükûmet anahtar teslimi esasına göre başlattığı nükleer santral ihâlesinin temel şartını Yap-İşlet-Devret şartına dönüştürdüğünü açıklayınca KWU ile kendisine Akkuyu yerine sanal Sinop nükleer siti teklif edilmiş olan GE firmaları bu sebeplerden ötürü ihâleden çekilmişlerdir.
AECL ile 1985 yılında Yap-İşlet-Devret modeline göre bir ön anlaşma imzâlanmış olmasına rağmen: 1) bir yandan kömür santrallerinin daha elverişli olduğu hakkında Hükûmet’in bir bölümünde beliren yanlış bir kanaat dolayısıyla oluşan siyâsî irâde eksikliği, 2) diğer yandan da Kanada Hükûmeti’nin, üretilen elektriğin Devlet tarafından satın alınacağına dair istediği garantiyi Türk Hükûmeti’nin vermek istememesi dolayısıyla, Yap-İşlet-Devret modelini fazla riskli bulması sonucu 1986’da bu girişim de sonuçsuz kalmıştır.
Bu girişimlerin başarısız olmasının başlıca sebebi nükleer santral yapımcılarıyla yapılan teke tek müzâkerelerin ciddî bir İhâle Şartnâmesi metnine dayanmamakta olmasıydı; çünkü İhâle Şartnâmesi hem teklif vereni hem de Devlet’i bağlayan, her iki tarafın da dışına çıkmaması gereken resmî bir çerçevedir. Nükleer santral yapımcılarının istekli olmalarına ve bâzılarının da Türkiye’yi bu konuda “aldatılması kolay bir ülke” olarak görmelerine rağmen işin ciddî tutulmamış oluşu onları bir mâcerâ olarak gördükleri bu ihâleden vaz geçmelerine sebep olmuştur.
Nükleer santral kurma girişimlerinin sonuçsuz kalması karşısında, 1957-1987 arasında gerek yurt içinde gerekse yurt dışında yetişmiş olan nükleer mühendis, nükleer uzman, nükleer fizikçi, nükleer teknisyen gibi yaklaşık 1000 (bin) kadar uzman potansiyelimizin bir bölümü, yavaş yavaş ya yurt dışına ya da Türkiye’de uzmanlıklarıyla ilgili olmayan başka işlere kaymışlar ve hattâ Ocak 1988’de TEK’in “Nükleer Santraller Dairesi” bile kapatılmış, bu dairenin deneyimli kadrosu da dağılmıştır.
Türkiye’nin Nükleer
Enerjiye İhtiyacı
Türkiye’nin, bir yandan resmî açıklamalara göre % 1,47 olan oldukça yüksek nüfus artışı ve diğer yandan da hızlı sanâyileşmesi dolayısıyla, enerji ihtiyâcı her yıl bir öncekine oranla, % 10 civârında artmaktadır. Bu ise her 7 yılda bir, ülkenin enerji ihtiyâcının ikiye katlanması demektir.
Türkiye’nin geleceğe yönelik enerji ihtiyâcını tahlîl eden ciddî incelemeler 1972’den beri: 1) bağımsız akademisyenler, 2) TEK, 3) Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı’nın organları, 4) Devlet Plânlama Teşkilâtı ve 5) üniversiteler tarafından yapılagelmiştir. 1972’de türünün ilki sayılabilecek bir incelemede3 Türkiye’nin XXI. yüzyılın başlarında büyük bir kurulu güç açığı bulunacağı hesaplanmış ve bu açığın kapanabilmesinin de ancak nükleer enerjiden yararlanmakla mümkün olacağı vurgulanmıştı. Bugüne kadar geçen zaman zarfında resmî makamlar tarafından yapılan benzeri değerlendirmeler 1972 târihli bu raporun sonucunu kalitatif olarak hep te’yid edegelmiştir.
Doğalgaz faktörünün devreye girmesiyle yapılan son ve iyimser değerlendirmelerde de bile kömür, doğalgaz ve hidrolik potansiyele dayanılarak yapılan talep tahminlerinde 2020 yılı için ortaya çıkan enerji açığının nükleer enerjiden yararlanarak kapatılması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu durumda 2020 yılına kadar en az 10.000 MWe’lik bir nükleer gücün tesis edilmesi gerekecektir4.
Güneş ve rüzgâr enerjisi5 ya da biyomas gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının hiçbiri bu büyüklükteki bir enerji açığını kapatmak için yeterli değildir. 2020 yılı için öngörülen bu açığın: 1) ekonomik olduğu, 2) sürekli enerji üretim güvencesi sağladığı, ve 3) diğer alternatiflere kıyasla, büyük güçlerde kurulabildiği için nükleer enerjiden yararlanarak tedrîcen kapatılması yegâne çözüm olarak gözükmektedir.
Ülkede nükleer santrallerin tesisinin, nükleer santral teknolojisinin bir bölümüne hâkim olmamızı da mümkün kılması gereklidir. Nükleer santral teknolojisine hâkim olabilmek gibi millî bir hedef ise: önce 1) bir ya da birkaç teknoloji seçimine, ve sonra da 2) bu yönde sağlam ve sürekli bir siyâsî irâdenin oluşmasına bağlıdır. Bu konu: 1) bu işten anlamayan hayalperest bürokratların tercihlerine, ve 2) özel firmaların bencil kâr hesaplarına bırakılmayacak kadar önemli ve stratejik bir konudur.
Nükleer santral teknolojisinin ya da teknolojilerinin seçimi yalnızca İşletici’nin ekonomik tercihlerine de bağlı olamaz, olmaması gerekir. Böyle bir seçimin, millî çıkarları göz önünde tutan “millî bir strateji çerçevesi içinde”, ekonomik endîşelerin yanında:
1. Millî sanayinin imkânlarını ve gitgide artan katkılarını,
2. Millî iletim ağının (enterkonnekte şebekenin): 1) kapasitesini ve stabilitesinin muhâfaza edecek, 2) voltaj ve frekans pertürbasyonlarını ise minimum tutacak niteliklere sâhip olmasını,
3. Millî ham madde kaynaklarının değerlendirilmesi imkânını,
4. Güney Kore örneğinde olduğu gibi, kısa zamanda, kendi nükleer santrallerimizi yüksek bir gerçekleştirme oranında bizzât kendimizin inşâ etmemizi sağlamaya müsait olmasını
da göz önünde tutması gerekir.
Nükleer Santrallere
Lisans Verme Felsefesi
1970-1982 yılları arasında Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu Nükleer Güvenlik Komitesi başkanı iken nükleer konularda, nükleer enerjiye geçme konusundaki başarısız 1976 ve 1982 tecrübelerindeki strateji hatâlarını analiz edip bunlardan ibret alarak, Türkiye’nin “Nükleer Santralleri Lisanslama Felsefesi“nin temellerini tesbit eden rahmetli Prof. Dr.h.c. Nejat Aybers’dir.
2690 sayılı kanûna göre TAEK ülkedeki nükleer tesislere lisans vermekle yükümlü tek yetkili kurumdur. Fakat gerçekçi olmak gerekirse, TAEK’in orijinal bir nükleer santral tasarımını sıfırdan başlayıp inceleyerek lisans vermek husûsunda, bugün için:
- Ne, meselâ Alman Lisanslama Kurumu GRS gibi, etken ve de bağımsız bir örgütü,
- Ne bu konuda uzman elemanı,
- Ne eksiksiz bir mevzuâtı,
- Ne yeterli donanımı, ve
- Ne de yeterli bilgi ve deneyim düzeyi
vardır. Bunun farkında olan Prof. Aybers Türkiye’de tesis edilmek istenen ve yapımcının ülkesindeki lisanslama otoritesinden lisans almış olan bir nükleer santralin Türkiye’ye takdîm edilmiş olduğu şekliyle:
1. Tipinin benzerinin (Referans Santrali’nin) en az beş yıllık güvenli bir işletme tecrübesine sâhip olup olmadığının,
2. Yapımcının ülkesindeki lisanslama yöntemine uyup uymadığının,
3. Bu lisanslama yönteminin komponent bazında değil de santralin tümünü kapsayıp kapsamadığının,
4. Yapımcının kendi ülkesinde lisanslanmış referans olarak gösterdiği santralin aynısını teklif edecek yerde, fiyatını düşük gösterebilmek için: farklı, daha az güvenli ve daha az güvenilir bir santral takdîm edip etmemiş olduğunun,
5. Eğer farklı bir santral takdîm edilmişse bunun lisanslanmış santralden hangi noktalarda saptığının,
6. Bu sapmaların TAEK açısından kabûl edilebilir olup olmadıklarının incelenip lisansın buna göre verilmesini prensip ittihaz etmiş; ve bu kısıtlı imkânlarını maksimum etkenlikte kullanabilmesi için de:
7. Türkiye’de kurulacak olan bir nükleer santral örneği için, yapımcının ülkesindeki lisans verme otoritesi tarafından verilmiş lisansının bulunmasını şart koşmuştur.
Nükleer santral tesisi gibi milyarlarca dolara bâliğ olan bir konuda kendi millî lisans otoritesinden lisans almamış ya da türünün tek örneği ve de en az son 5 yıl boyunca güvenli ve güvenilir bir şekilde işletilmiş olduğu kanıtlanması mümkün olmayan nükleer santral tasarımları için Türkiye’nin:
1. Yapımcıların deneme tahtası olarak kullanılmasına,
2. Sonundan emin olunmayan bir mâcerâya sürüklenmesine,
3. Durmuş-oturmuş-denenmiş bir santral yerine cevaplandırılamayan sorularla dolu müphem bir prototip tasarımıyla zaman ve üretim imkânı kaybetmesine
asla cevaz verilmemesi gerekir.
Nükleer Santral Edinmedeki Hatâlar
ve Sonunda Sağduyunun Ağır Basması
Gerek 1976 gerekse 1983 yılındaki nükleer santral kurma teşebbüslerinin başarısız olmasındaki temel hatâ bu işin Türkiye’nin menfaatleri açısından tüm şartlarının santral üreticilerine açık ve seçik olarak bildirilmemiş olması, yâni ayrıntılı ve tarafları bağlayan kesin bir şartnâmeye dayanan bir ihâle açılmamış olmasıdır6. Bu, bütün teklif verenleri: “Türkiye’nin bu işi bilmediğini, ve kolayca aldatılabileceğini zannetmelerine” rağmen “Türkiye’de bu şartlarda nükleer santral kurmanın kendileri için büyük risk taşıdığına inanmalarına” yol açmıştır. Nitekim KWU gibi ciddî olması gereken bir firma dahî, yukarıda da sözü edilmiş olduğu gibi, çıkar endîşesiyle, gerçekleri saptıran bir teklif verebilmiştir.
Ayrıca ortada tarafları bağlayan resmî bir şartnâme metni olmadığından, zamanın hükûmetinin, teklif veren firmalara dâvet mektubunda bulunmayan, “Yap-İşlet-Devret” gibi yapımcının kabûl etmesi mümkün olmayan şartlarla zikzaklar çizebilmesine ve emrivâki yapabilmesine de imkân vermiştir. Hâlbuki nükleer santral yapımcılığı başka, nükleer santral işleticiliği ise bambaşka konulardır.
İşte 1976 ve 1983’deki bu acemice ve tâlihsiz girişimler 1996’daki ihâlenin temelinin sıkı tutulmasının gerekliliği hakkında yeterince öğretici olmuştur. Bu ihâlenin,: 1) olabildiğince kontrollu bir biçimde cereyân etmesi de, 2) siyasetçilerin daha öncekilerde olduğu gibi ihâle yöntemine yerli yersiz müdâhale etmelerinin önüne geçilmesi de, ancak, kurumları ve şahısları bağlayıcı resmî bir ihâle şartnâmesi çerçevesinde hareket edilmesiyle mümkün olabilmiştir.
Aralık 1992’de Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Ersin Faralyalı’nın Bakanlar Kurulu’na sunduğu bir raporda, başka enerji kaynakları ihdâs edilmediği takdirde, ülkenin 2010 yılında büyük bir enerji krizin içine düşeceğine ve bunun için de mutlaka nükleer enerjiden yararlanılması gerektiğine dikkat çekilmekteydi.
Bunun üzerine 1993 başında toplanan “Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu” nükleer enerjiden elektrik üretimini ülkenin öncelikli bütün meseleleri arasında 3. sıraya koymuştur.
1995 yılında TEAŞ, nükleer santral ihâlesinin ön incelemelerini yapmak üzere danışman olarak, Güney Kore’nin Korean Atomic Energy Research Institute (KAERI) firmasıyla anlaşmıştır. 1996’da Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı’nın görevlendirdiği 3 danışman7 ile daha sonra bunlara katılan TEAŞ Nükleer Santraller Dairesinden 2 elemandan8 oluşan bir komisyon KAERI’nin tek cildlik ihâle şartnâmesi taslağını Türkiye şartlarına uyarlayıp genişleterek buna 5 cildlik9 son şeklini vermiştir. Bunun üzerine 17 Ekim 1996 târihli Resmî Gazete’de “Akkuyu Nükleer Santrali” için ihâle açılmış olduğu ilân edilmiştir.
Bu arada TBBM’nde bütçe görüşmeleri sırasında Meclis’deki bütün partilerin ülkenin nükleer enerjiden yararlanması konusunda hemfikir oldukları ve dolayısıyla siyâsî bir konsensus ve siyâsî bir irâdenin de artık oluşmuş olduğu ortaya çıkmıştır.
15 Ekim 1997 de AECL (Atomic Energy of Canada Limited), NPI (Nuclear Po-wer International/Siemens ve Framatome konsorsiyumu) ve Westinghouse (Mitsu-bishi ile birlikte) tekliflerini sunmuşlardır. Bu tekliflerin: 1) ciddîyet derecesi, 2) avantajları, 3) eksiklikleri ve 4) gizlemeye çalışılan hiyleleri 221 sayfalık analitik ve kritik bir raporda o zamanki TEAŞ Genel Müdürü Zeki Köseoğlu’nun talebi üzerine Enerji Bakanlığı Danışmanı Prof.Dr. Ahmet Bayülken ile TEAŞ Genel Müdür Danışmanı sıfatıyla tarafımdan incelenmiştir10.
Bu süreçte NPI konsorsiyumunun, teklifinde: 1) pekçok hakîkat dışı beyânda bulunduğu, 2) teklif etmiş olduğu nükleer santralin benzeri bir referans santralinin mevcûd olmadığı gibi, 3) teklifinin projelendirilme safhasının dahî tamamlanmamış olduğu, dolayısıyla 4) Almanya’da ve Fransa’da lisans alamamış olduğu, 5) İhâle Şartnâmesi’nin “anahtar teslim” şartına uymadığı, 7) bir başka olmazsa olmaz şart olan “santralin nükleer yakıtının temini”ni de üstlenmediği, 8) Şartnâme’nin bir başka olmazsa olmaz şartlarından biri olan 15 yıl geri ödemeli Eximbank te’yidli % 100 kredi getirme şartının ancak % 10 kadarını karşılayabildiği, ve bunların dışında da 9) İhâle Şartnâmesi’ne yüzlerce konuda aykırı olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu durum NPI’ın ortağı Siemens için, esefle hatırlatılması gerekir ki, bir yenilik değildi. Siemens’in, en çok 6-7 yılda tamamlanması gereken: 1) Atucha-2 nükleer santralini Arjantin’de 28 yıldır hâlâ tamamlayamamış; 2) Brezilya’daki Angra-2 nükleer santralini ise ancak 24,5 yılda tamamlayabilmiş olması dolayısıyla sâbıka dosyası kabarık ve bu olgular dolayısıyla güvenilir gözükmeyen bir yapımcıdır.
TEAŞ Yönetim Kurulu ise “Bayülken-Özemre Raporu“nda açıkça ortaya konmuş olan bütün bu aykırılıklara rağmen Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi’ni NPI’ın kazanmış olduğunu bir emrivâki ile ilân etmeye kalkışmıştır. Devlet Bakanı Hüsamettin Özkan’ın bu emrivâkiyi o sırada Pekin’de bulunmakta olan Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’e bildirmesi ve onun da müdâhalesi sonucu bu açıklama yapılamamıştır.
Eğer bu ihâle NPI’ye kazandırılmış olsaydı İhâle Şartnâmesi’ne göre 6,5 yılda hizmete girmesi gereken bu nükleer santral herhâlde, Siemens’in Arjantin ve Brezilya’daki oyalamalarında olduğu gibi, 20-25 yıldan önce bitirilemezdi; ve Türkiye’ye mâliyeti de, 3,5 milyar $ yerine, herhâlde 40 milyar $ kadar olurdu.
Prof.Dr. Ahmet Bayülken ile benim bu ihâledeki bütün bu aksaklıkları tesbit eden mezkûr 221 sayfalık “Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi Değerlendirme Komisyonları” Raporlarını, ve Muhâlefet Şerhlerini Değerlendirme Raporu başlıklı raporumuzun Genel Müdür Zeki Köseoğlu’nun ayrılmasından sonra TEAŞ İdâresi tarafından yok sayılması üzerine, durumun vahâmetini açıklayan 2 sayfalık bir takdîm yazısıyla Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a ve Başbakan Yardımcısı Bakanlar’a ilettiğimiz bu rapor üzerine,11 durumun o günkü hükûmetin birliğini sarsacağına inanan Başbakan’ın önerisine uyan Bakanlar Kurulu 25 Temmuz 2000’de, sudan zâhirî sebepler ileri sürerek, bu ihâleden vaz geçmek zorunda kalmıştır.
ETK Bakanı Hilmi Güler’in ve TAEK
Başkanı Okay Çakıroğlu’nun Açıklamaları
Gazeteci Nûriye Akman’ın Sinop’ta kurulacağı bildirilen nükleer santral hakkında Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, ve TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu ile yapmış olduğu röportajlar Zaman gazetesinde, sırasıyla 21-22 Mart 2007 ve 15-16 Nisan 2007 târihlerinde yayımlanmıştı12.
Söz konusu her iki röportajda ve Bakan Hilmi Güler’in TBMM’nin 8 Kasım 2007 tarihindeki 18. birleşiminin ilk oturumunda nükleer alandaki “Türk tipi yatırım modeli” (!?) olarak takdîm ettiği bu modele göre:
1. “Bu iş için ihâle şartnâmesi olmayacak”.
2. “İhâleye çıkılmayacak”.
3. “TAEK’in de ortaya koyacağı kriterler olacak13“.
4. “Santral kurucusu şirketler teşviklerden yararlandırılacak”.
5. “Nükleerde sınıfı geçen14 (!) yabancı teknoloji sâhibi firmalar zâten belli (!). Bu standartları Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı netleştirmiş15 (!????)”.
6. “Özel sektörden en uygun teklifleri verenler yarıştırılacak (!)16.
7. “Teklif verenler içinde santrali en az yük olan (!?), en çabuk devreye giren ve yerlilik payı en yüksek olan kabûl edilecek”.
8. “Yapımcı firmalara santral kurulduktan sonra 15 yıl elektrik alım garantisi verilecek”.
9. “Nükleer santralin kurulu gücü şirketlerimizin seçeceği teknolojiye (!??) bağlı olacak”.
10. “Türkiye’nin bir mâcerâya girmiş görüntüsü vermemesi için teknoloji seçiminde, Türkiye’nin şartlarına en uygun, en gelişmiş ve bunlar içinde en yaygın kullanılanlar bir paket hâlinde düşünülmekte17“.
11. “Seçilen teknolojinin adı verilemez; zîrâ rekabet açısından problem olur”.
12. “Ülkemizdeki şirketlerin nükleer santral işletmesi konusunda deneyimi yok. Bu itibârla çok mümkündür ki kurucu şirket, santral işletmeciliğinde deneyimli bir yabancı firmayla sözleşme yaparak bu sorunu çözebilecek“.
13. “Nükleer santralde üretilen elektriğin 15 yıl süreyle satın alma garantisi verildiği için işi alan firmanın bir an evvel işletmeye girmesi de sağlanmış olacak”.
TBMM’nin yukarıda zikredilen oturumunda Sayın Bakan: “Biz illâ bir yerden kopya mı çekeceğiz? Bu modeli biz kendimiz geliştirdik“ diyor. Hükûmetin nükleer santral kurma konusundaki prensip kararını almasından bu yana yaklaşık dört yıl geçti. Bu uzun süre içinde böyle yepyeni bir modelin hazırlanması için tecrübeli yabancı firmalardan müşavirlik hizmeti alındığına veya Türkiye’deki uzman ve akademisyenlerin bilgi ve görüşlerine kurumsal ve sistemli biçimde başvurulduğuna dair hiç bir bilgi bize intikal etmedi. Özel ihtisas gerektiren nükleer santraller konusunda kendisi de uzman olmadığına göre Sayın Bakan’ın çevresindeki bürokratların tavsiyelerine uyduğu ve fena hâlde yanıltıldığı anlaşılıyor. Dünyada bir benzeri ve başka hiç bir ülkede örneği bulunmayan, muğlâk, çapraşık ve üstüne üstlük bir sürü iç çelişkiyle mâlûl, Türkiye üzerinden haksız kazanç sağlamak isteyen bâzı nükleer santral yapımcılarından kimilerinin ağızlarının suyunu akıtacak, kimilerini de ciddiyetimiz konusunda tereddüde düşürecek olan bu model, ömürlerini nükleer enerjiye adamış olan ilim adamlarımızı ve mühendislerimizi hayretlere ve ciddî yaslara gark etmiştir.
Bu modelin mûcidi olan, kimlikleri meçhul bürokratlar18: 1) nükleer santral teknolojisinin künhünün de, 2) bu işin târihî geçmişinin de, 3) Dünyâ’da nükleer elektrik üreten 32 devletin bu konudaki temkin ve teenni dolu stratejilerinin de, 4) Türkiye’nin bundan önceki 4 teşebbüsünün ayrıntılarının da, 5) Türkiye’ye nükleer teknolojinin bir ürününü satın almanın nükleer teknolojiyi kazandırmak olmadığının da maalesef idrâkine sâhip gözükmemektedirler.
Bir de, sayın Bakan’ın yukarıda 10 numaralı beyânını göz önüne alalım.
“En gelişmiş teknoloji” Türkiye’nin şartlarına uymaz; çünkü “en gelişmiş teknoloji” en yeni yâni en az denenmiş ya da EPR ve AP-1000 tipi nükleer santral tasarımlarında olduğu gibi hiç denenmemiş, başkalarının sizi tecrübe tahtası yapmak istedikleri, en çok potansiyel riziko içermekte olan teknoloji demektir.
Santral tipi seçimi bir “Millî Strateji” meselesi olmalıdır. Hükûmet’in de, TBMM’nin de, Cumhurbaşkanı’nın da bu konuda yanlış yönlendirilmiş oldukları âşikârdır. Bu millî strateji, diğer bütün nükleer ülkelerde yapıldığı gibi, Enerji Bakanı ya da TAEK veyâ özel bir şirket tarafından değil siyasî en yüksek düzeyde ele alınarak Hükûmet tarafından belirlenmelidir.
Bu “Millî Strateji Şuuru”: 1) Bakan’ın röportajında da, 2) TAEK Başkanı’nın röportajında da, 3) 9 Kasım 2007 târih ve 5710 sayılı “Nükleer Santrallerin Kurulmasına ve İşletilmesi İle Enerji Satışına İlişkin Kanûn”da da, 4) TAEK’in bu kanûnla ilgili olarak yayımladığı 3 sayfalık ölçütlerde de ne yazık ki tamâmen nâmevcûd.
Seçilecek olan nükleer santrallerin tipi ve dayandıkları teknoloji ne olursa olsun, Bu “Millî Strateji“nin nükleer güvenlik açısından “olmazsa olmaz asgarî değişmezleri”, nükleer santralin:
1. Batı Anlamında Nükleer Güvenlik Doktrini’ne19 uygun olmasıdır,
2. Bir benzerinin kendi ülkesinde lisanslanmış ve en az 5 yıl güvenli ve güvenilir bir şekilde çalışmış olmasıdır.
3. Kurulacağı bölgedeki depremlere karşı mukavim olmasıdır20.
4. Bütün ömrü boyunca reaktörden çıkan kullanılmış yakıtların tümünü ucuz bir şekilde koruma altına alacak bir depolama donanımına sâhip olmasıdır.
İleride nükleer reaktörlerimizi kendimizin inşâ etmesi de millî bir hedefimiz olmalıdır. Bu takdirde de:
1. Kopyalanması en kolay olan,
2. Hammadde kaynaklarımızdan yararlanmamızı mümkün kılan, ve
3. Yapımcının en geniş teknoloji transferi vaad ettiği nükleer santral tipleri
hedefimiz olmalıdır.
“En gelişmiş teknoloji”nin mümessilleri en yeni yâni ya hiç denenmemiş ya da az denenmiş olacağından zâten henüz yaygınlaşmamışlardır. Dolayısıyla “en yaygın teknoloji” şartı ile “en gelişmiş teknoloji” şartı biribirlerini dışlayan şartlardır; bu iki şartı aynı anda tatmîn edemezsiniz.
Ayrıca “en yaygın teknoloji” denildiği anda da zâten santral tipi peşinen seçilmiş demektir: Dünyâ’da “en yaygın teknoloji” PWR (Pressurized Water Reactor: Basınçlı Su Reaktörü) teknolojisidir. Bu bakımdan Sayın Bakan’ın yukarıdaki 10. ve 11. beyânları çelişkilidir. Bu beyânlar tercihin PWR teknolojisi ya da onun gelişmişi ama hâlâ daha işletmede bir örneği bulunmayan EPR ya da AP-1000 teknolojisi olacağına işâret etmektedirler.
PWR teknolojisi ise: 1) nükleer yakıt elemanlarında zenginleştirilmiş uranyum kullanmak zorunda olduğundan, 2) dışarıya bağımlı olmamak düşüncesiyle, eğer bu yakıtın tedâriki için kendi uranyum zenginleştirme tesisimizi kurarsak İran’ın başına gelenlerin, hiç şüpheniz olmasın, bizim de başımıza geleceğinden, ve 3) bu tip teknolojiye sâhip olan Amerikalıların (Westinghouse) ve Fransızların (Framatome) bu nükleer santral konusunda teknoloji know-how‘ını vermeye de asla yanaşmadıklarından dolayı acabâ bu PWR teknolojisi, başlangıç için, bizim açımızdan “en uygun” olan, gözümüz kapalı almamız gereken bir teknoloji midir? Yoksa bu teknoloji [Güney Kore’nin fevkalâde isâbetli bir şekilde gerçekleştirmeyi başarmış olduğu gibi] önce millî nükleer teknolojiyi iyice oturtmanın, sonra da bu istikamette deneyim kazanıp iyice yol almanın akabinde ikinci safhada düşünülüp uygulanması gereken ve ancak bu safhada isâbetliliği ve verimliliği tartışılmaz olan bir teknoloji midir? EPR ve AP-1000 teknolojilerine gelince, henüz denenmemiş olduğu için bunların nasıl işleyecekleri ve ne kadar güvenli ve de güvenilir oldukları belli değildir; ve dolayısıyla da Türkiye için en yüksek rizikoyu haizdirler.
5710 Sayılı Kanûn
9 Kasım 2007’de kabûl edilmiş olan 5710 sayılı “Nükleer Güç Santrallarının Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanûn” incelendiğinde bunun, Türkiye’de nükleer santrallerin, 22.01.2002 günlü 4734 sayılı Kamu İhâle Kanûnu ile 15.08.2003 günlü 4964 sayılı Kamu İhâle Kanûnunda Değişiklikleri İçeren Kanûn’un kapsamı dışında tutmaya mâtuf fevkalâde problematik bir kanûn olduğu daha ilk nazarda anlaşılmaktadır. Bu kanûn muğlâklığı, giriftliği ve öngördüğü yöntem sebebiyle, meseleleri hâlletmekden çok, halli mümkün olmayacak meseleler çıkarmaya gebe gözükmektedir.
– 1. Madde‘ye nükleer santral teknolojisinin ülkeye kazandırılmasının “amaç” olduğu açık bir şekilde yazılmalıydı.
– 2. Madde‘deki “şirket” tanımı karışıklığa yol açmaktadır Bu tanım: 1) nükleer santral kurmanın, 2) nükleer kökenli elektrik enerjisi üretmenin, ve 3) nükleer kökenli elektrik enerjisi satmanın aynı bir şirketin vaz geçilmez üç fonksiyonu olduğunu imâ etmektedir ki diğer maddelerle çelişkilidir.
– 3. Madde’nin 3. bendinde yer alan: “Bu kanuna göre yapılacak nükleer güç santralleri için yarışmaya katılacaklarda aranacak şartlar…” ibâresinde sözü edilen sübjektif “yarışma” teriminin “kesin, dakîk, açık, seçik” bir tanımı yapılmış değildir; yâni bu terim hukukî bir terim gibi kabûl edilemez.
– Aynı maddenin 5. bendinde Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun en uygun bulunan nükleer santral teklifine bir “lisans” verilmesinden söz ediliyor. Ama bu lisansın hangi amaçla ve hangi iş için verileceği belirtilmiyor. Bu lisans: 1) Nükleer santralin sit alanı lisansı mıdır? 2) Yapımcı şirketin inşaat için gerekli olan malzemeleri ithâl lisansı mıdır? 3) Yapımcı şirketin ithâl edeceği malzemenin gümrük resminden muaf olacağı lisansı mıdır? 4) İnşaata başlama lisansı mıdır? 5) Kanûn’da inşaatın nasıl ve kim tarafından: A. İnşaat açısından, ve B. Nükleer açıdan denetleneceği açıklanmamış olduğundan, acabâ yapımcının bu denetimden muaf tutulacağının (!) lisansı mıdır? 6) Reaktöre yakıt yükleme lisansı mıdır? 7) Sıcak testlere başlama lisansı mıdır? 8) Reaktörün tam güçte çalışması lisansı mıdır? 9) Santralin üreteceği elektriğin üretimi ve satışı ile ilgili bir lisans mıdır? Ve ilh…
– 4. Madde’nin 2. fıkrasında “Sözleşme yapmayı talep etmeyen şirketler”den kasıt nedir? Metinde kesinlik yoktur; dolayısıyla indî yorumlara açıktır. Kezâ sözleşme yapmayı talep etmeyen şirketlerin nasıl bir yasal sürece tâbi tutulacağı da belirsiz bırakılmıştır.
– 5. Madde’nin 3. fıkrası: A. 1) radyoaktiviteden arındırma, 2) sökülen parçaların geçici depolanması ve 3) son depolama vb… gibi söküm sonrası faaliyetlerden kimin sorumlu olacağını açıklamamaktadır; B. URAH’yı ve İÇH’yı kimlerin oluşturacağı da belirsiz bırakılmıştır. C. Kabûl işlemlerinin kimlerin sorumluluğunda olduğu ve masrafları kimin karşılayacağı ve bu işlemlerin nasıl yapılacağına da hiç değinilmemektedir.
– 5. Madde’nin 4. fıkrası “Şirket … Ayrıca santralin faaliyeti süresince oluşacak atıkların taşınması, depolanması ve/veyâ bertaraf edilmesi ile ilgili her türlü finansal mâliyetlerin ve santralin işletme süresi sonunda işletmeden çıkarma masraflarının karşılanması için oluşturulacak hesapların her birine 0,15 cent/kWh (ABD Doları cinsinden) katkı payı ödemekle yükümlüdür” demektedir. Bu isâbetsiz bir hükümdür. ABD doları gibi sâbit bir değeri olmayan para birimi yerine IMF ve Dünyâ Bankası’nın kullandıkları “SDR” yâni Special Drawing Right (Özel Çekim Hakkı) biriminin kullanılması ya da enflâsyon oranına endeksli YTL kullanılması Türkiye’nin çıkarınadır.
– Kanûn nükleer santralin gerek inşaat, gerek nükleer parçalar için Kalite Temini ve Kalite Kontrolü‘nün nasıl yapılacağını; ve gerek inşaat gerek nükleer açıdan denetiminden kimlerin sorumlu olacağından hiç söz etmemektedir.
– Kullanılmış nükleer yakıtların oluşturduğu nükleer atık meselesinin çözümü ise bu atıklara hangi gözle bakıldığına bağlıdır. Kullanılmış yakıt elemanlarında oluşan plutonyum izotoplarını değerlendirmek isterseniz çözüm yolu başka; bunları “nükleer çöp” olarak kabûl ederseniz çözüm yolu bambaşkadır. Bu plutonyum, bu hâliyle satıp para kazanmak veyâ MOX tipi nükleer yakıt üretmek sûretiyle değerlendirilebilir. Teknolojik düzeyimiz MOX tipi yakıt üretmemize izin vermemektedir. Kullanılmış nükleer yakıtların içindeki plutonyumu satmanın ise mahzuru çoktur. Önce bu plutonyumun geri kazanılması için kullanılmış yakıtların Dünyâ’daki birkaç plutonyum geri kazanım tesisine taşınması gerekir. Bu ise hem çevre, hem uluslararası politika açısından çok rizikoludur. Fransa’daki bir nükleer santralin kullanılmış yakıtlarının birkaç yüz kilometre uzaklıkta Almanya’daki böyle bir tesise taşınması bile aylarca protestolara, boykotlara, grevlere, yolların kesilmesine ve şiddet eylemlerine sebep olmaktadır. Türkiye’deki kullanılmış yakıtın Avrupa’daki bir plutonyum geri kazanım tesisine kara yoluyla gönderilmesi en az 5 ülkeden geçen bir güzergâh gerektirir. Bu kadar rizikolu bir operasyona, ilgili ülkelerin hiçbiri izin vermez. Bu sebeplerden ötürü Türkiye, santrallerinden çıkan kullanılmış nükleer yakıtlarında birikmiş olan plutonyumu kullanımı mümkün olmayan nükleer çöp olarak kabûl etmek zorundadır. En rahatlatıcı ve de en insanî çözüm de budur.
Yüksek radyoaktiviteye sâhip olan nükleer çöp çevreye zarar vermeyecek şekilde kontrol altına alınabilir. Bunun basit ya da sofistike usûlleri vardır. En sofistike olanı: kullanılmış yakıt elemanlarını vitrifiye ettikten yâni sıvılaştırılmış cam içine hapsettikten sonra, paslanmaz çelik kaplar içinde toprağın suyun erişmediği derinliğinde, tercihen bir granit katmanında ya da terk edilmiş bir kayatuzu ocağında kurulan depolarda muhâfaza etmektir. Bu çok pahalı bir yöntemdir. Dünyâ’da bu tipten, deneysel amaçla kullanılan, yalnız birkaç küçük örnek vardır. Genellikle bu gibi yüksek radyoaktiviteli atıklar aynı hazırlık sürecinden sonra toprağın üstünde depolanmaktadır.
Son Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi şartnâmesinde, reaktörü koruyan koruma kabuğunun içinde, nükleer santralin ömrü olan 40 yıl boyunca çıkacak kullanılmış yakıt elemanlarını barındıracak büyüklükte bir özel soğutma havuzunun bulunması öngörülmüştü. Amaç, nükleer santral ömrünü doldurup da koruyucu kabuğun içindekilerin demonte edilmesi gerekenleri demonte edildikten sonra, bu havuzda biriktirilmiş olan kullanılmış yakıtların koruma kabuğunun oluşturduğu bir çeşit lâhitte (sarkofaj‘da) sonsuzadek hapsedilmesiyle çevreye radyasyon yayılmasının önüne geçmekti. Görüldüğü gibi bu, hem güvenli hem de fazladan bir masraf gerektirmeyen ucuz bir yöntemdir.
Bununla beraber söz konusu kanûnun 5. ve 7. maddelerinde, bu en masrafsız yöntem tercih edilecek yerde, fevkalâde pahalı bir başka yöntemi kanûn maddesi yapmaktaki kasıtın ne olduğu anlaşılmamaktadır. Türkiye, Hollanda gibi ufak bir ülke değildir ki yer kazanmak endîşesiyle bir nükleer santralin tümüyle sökülmesini gerektirsin.
– Kanûn’un 3. maddesi 5. fıkrasında: “…ilgili şirketle TETAŞ21 arasında, santralin işletmeye girmesinden itibâren onbeş yılı aşmayan enerji satışını düzenleyen sözleşme imzâlanır“, ve 5. maddesi 3. fıkrasında da: “Şirket, TAEK’in yayınlayacağı ölçütler çerçevesinde yakıt temininden ve işletme döneminin sonunda santralin devreden çıkarılması ve sökümünden sorumludur” ve kezâ 7 Madde’nin 2. fıkrasında da “Sözleşme sürelerinin sonunda nükleer güç santralinin sökülmesi zorunludur” denilmektedir.
Bundan anlaşılan nedir? Genel Muhasebe Kanûnu ile Devlet İhâle Kanûnu hükümlerine ve Sayıştay’ın denetimine tâbi olmayan bir şirket olan TETAŞ ile İlgili şirket arasında onbeş yılı aşmayan bir dönem için sözleşme imzalanacak ve bu işletme döneminin sonunda da şirket hem santrali devreden çıkaracak ve hem de santrali sökecek (!?). Bu mümkün olmadığına göre Şirket, sözleşmesi bittikten sonra reaktörün kalan ömrü olan çeyrek asır (25 yıl) boyunca yakıt teminine devam edecek ve 40 yıl sonra da sökmek için geri gelecek demektir. Bu orijinal “Türk tipi nükleer yatırım modeli (!?)”ni oluşturan meçhul bürokratlar, henüz nükleer mühendislik tahsilini bitirmemiş genç öğrencilerimize danışma zahmetine katlansalardı, uygulaması imkânsız böyle bir madde gözden kaçmazdı. Oysa, kabul edilen yasal çerçeve içinde 40 yıllık ömrü olan bir nükleer santralin en çok 15 yıl sonunda çöpe atılması [bu Kanûn maddesi aracılığıyla vaz geçilmesi ancak başka bir kanûnla mümkün olan] bir gereklilik olmuyor mu? Kanûnla tescil edilmiş ve yayınlanmış olan böyle bir nükleer mukavele şartı hiç kuşkusuz bir Dünyâ İlki’dir ve de bir “kara mizah” örneğidir.
– Bu Kanûn, kurulan ve ilk İşletici’sine en çok 15 yıl işletme hakkı verilmiş olan nükleer santralin bu 15 yıldan sonraki âkibeti hakkında en ufak bir ipucu vermemektedir: 1) Bu süre sonunda İşletici’nin zilyedliği sona erecek midir? Yoksa santral, İşletici’nin mülkiyetinde kalacak ama İşletici’nin artık işletme hakkı olmayacak mıdır? 2) Bu, temdid edilebilir bir hak mıdır? 3) Yoksa bu işletme hakkı İşletici’nin bir başkasına devir edebileceği bir hak mıdır? 4) Bu süre sonunda işletme hakkı başka bir firmaya mı ve kimin tarafından verilecektir? 5) Yoksa bu süre sonunda santralin mülkiyeti ETKB’ye mi intikal edecek ve bundan sonra artık İşletici ETKB mi olacaktır?
Bu kanûnun, hem kanûn tekniği açısından hem içeriğinin muğlâklığı ve giriftliği açısından ve hem de mesele halledecek yerde, çözümü büyük sıkıntılara yol açma potansiyeline sâhip meseleler vaz etmesi açısından nükleer mühendisler tarafından tasvib edilmesi mümkün değildir.
TAEK’in Nükleer Santral ve
Nükleer Yakıt Temini Ölçütleri
TAEK nükleer santral ile ilgili ölçütlerini 9 madde ve nükleer yakıt temini ile ilgili ölçütlerini de 5 madde hâlinde yayınlamış bulunmaktadır.
A. Nükleer santral ile ilgili ölçütler göz önüne alındığında:
– 1. ölçütteki “Nükleer güç santrali güncel ve kanıtlanmış teknolojik yenilikleri kapsamalıdır” cümlesi çelişkilidir. Bu kanûnu hazırlamış olanların, nükleer mühendis olmadıklarından, her güncel yeniliğin Türkiye’ye uymayacağından haberleri yok. Ayrıca, “kanıtlanmış” sözcüğü ile ne kastedilmektedir? Bu “kanıtlanmış olma”nın objektif ölçütü nedir, belli değil!
Kezâ bu maddedeki “ciddî kazâ”nın içeriği de muğlâktır. Bunun doğrusu: “Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın nükleer santrallerdeki kazâ sınıflandırmasına göre [ciddî yâni ingilizce: serious değil] ağır (ingilizce: severe) kazâ“dır.
1997 yılında TAEK tarafından hazırlanıp da nükleer santral teklifi verecek firmalara uymaları taleb edilmiş olan “codes, standarts and regulations” listesinden hiç söz edilmemesi de büyük eksikliktir. Bunlar önem sırasına göre United States Nuclear Regulatory Committee’nin (US NRC’nin), IAEA’nın, yapımcı ülkenin ve son olarak da Türkiye’nin ilgili mevzûatı idi.
– 2. Lisanslama ölçütünde: “… Önerilen santrala örnek teşkil edebilecek, hâlen işletilmekte ve aynı teknolojinin en son örneği olan lisanslı bir santral referans olarak gösterilecektir. Önerilen santralin henüz işletmeye geçmiş bir örneğinin olmaması durumunda, aynı teknolojinin bir düzenleyici kurum tarafından nükleer güvenlik değerlendirmesi sonucunda onaylanmış veyâ kurulması uygun görülmüş bir örneği referans olarak gösterilecektir…” denilmekte, ama 3. ölçütün b) açıklamasına ise: “Ülkemizde kurulacak nükleer güç santrallerinin sınanmış ve güvenilirliğini kanıtlamış reaktör tiplerinden seçilmesi amaçlanmıştır” diye bir not düşülmektedir.
Henüz işletmeye geçmemiş bir reaktör: 1) hem sınanmış, ve 2) hem de güvenirliliği kanıtlanmış nasıl olur? TAEK’in 19 Aralık 2007 târihli “Nükleer Santral Kurup İşletecek Şirketlerin Karşılaması Gereken TAEK Ölçütleri” başlıklı bu çelişkili açıklamasının altında, hayrettir ki, TAEK’in 3 Daire Başkanı ile 2 Başkan Yardımcısı’nın imzâları bulunuyor.
Teklif edilen sanral tipinin benzerinin (Referans Santrali’nin) en az beş yıllık güvenli bir işletme tecrübesine sâhip olması bundan önceki nükleer santral ihâlelerinde olmazsa olmaz bir şart olarak vaz edilmiş bu ilkeden ETKB ile TAEK acabâ hangi pratik sebeplerle vaz geçmişlerdir?
– Santralin ömrünü en az 40 yıl olarak belirleyen 4. ölçüt, bunları hazırlayanların nükleer mühendislik kavramlarından ne kadar uzak olduklarının bir başka belgesidir. Bu ölçütün doğrusu: “Nükleer santralin hizmet vereceği süre ortalama % 85 yük faktörü ile en az 40 yıl olmalıdır” şeklindedir.
– Bunlardan 5. ölçüt (!?): “Değerlendirmeye alınacak santral tipleri teknolojik olarak sınanmış olacaktır” demekte ama sınanmışlığın ölçütünü vermemektedir. Bu, sübjektif dayatmalara açık bulunan büyük bir eksikliktir.
– 6. ölçüt: “Yakıt teknolojisi sınanmış olacaktır. Doğal uranyum ve zenginleştirilmiş uranyum kullanan reaktörler değerlendirmeye alınacaktır. Yakıt üretiminin ülke içinde yapılması tercih nedenidir” demektedir. Bu ölçütün son cümlesi anlamsızdır. Özel Sektör’ün sâhibi olacağı ve kendisine bunu işletmek için 15 yıldan fazla bir süre tanınmayan bir nükleer santral için Özel Sektör bir de nükleer yakıt fabrikası mı kuracaktır?
– “Yerli katkı payına yönelik plân ve program önerilmesi gerekmektedir. Plân ve programda, en az % 60 yerli katkı payına ulaşılacak süreç gösterilmelidir” şeklindeki 7. ölçüt tamâmen anlamsızdır. Santral İşletici’sinin bu işi sâhiplenmesine müsaade edilen maksimum sınır 15 yıldır. İşinde bir süreklilik yoktur ki % 60’lık bir yerli katkı payına ulaşılacak süreci göstersin. Üstelik aynı tipten ikinci bir nükleer santralin gene onun tarafından kurulacağına dair de ne bir garanti ve ne de bir gereklilik vardır.
Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi esnâsında, 1999 yılında, Prof.Dr. Ahmet Bayülken ile benim yaptığımız inceleme: kurulacak ilk santralin tipine ve yapımcısının müsaadesine bağlı olarak inşaat ile ilgili en çok % 24,4 kadarlık bir kısmının yerli olarak yapılabileceğini ortaya koymuştu.
ETKB’nın ve TAEK’in böyle bir kanûnun yalnızca mâlî yönleriyele bir mikdar ilgiliymiş gibi görünüp de ülke açısından hayatî önemi olan nükleer teknoloji transferi hakkında sessiz kalmaları bir nükleer mühendis olarak beni hem şaşırtmış ve hem de bu kurumların bugünkü durumları hakkında da düş kırıklığına uğratmış olduğunu itiraf etmeliyim.
– Bu ölçütlerde göz önüne hiç alınmamış olan ama nükleer santralin emniyetle işletilmesiyle ilgili önemli bir husus daha var: Nükleer santrali işletecek olan operatörlere ve süpervizörlere verilmesi gerekli olan hem simülâtör ve hem de iş başında eğitim. Bunu kim garanti edecek? Bu teknisyenler işlerinin ehli olarak yetiştirilmeli ve bu, sıkı garanti altına alınmalıdır. Nükleer santral işletmek üç tekerlekli bisiklet sürmeye benzemez.
– “Nükleer Santralların Kurulması ve İşletilmesi ile İlgili Enerji Satışına İlişkin Kanûn”a, bu kanûnun adıyla da içeriğiyle de hiçbir ilgisi olmayan “Yerli Kömür Yakıtlı Santralların Teşviki” başlığıyla 2. Geçici Madde olarak eklenmiş olan maddenin, kanûn sistematiği açısından, bir başka kanûnun konusu olması gerekirdi. Bu maddenin bu kanûnla uzaktan, yakından hiçbir ilgisi yoktur.
B. Nükleer santral ile ilgili yakıt temini ölçütleri göz önüne alındığında ise:
– 1. ölçüt: “Santral için ilk kalp yüklemesi için gerekli olan mikdarın dışında en az iki kalp yüklemesi için gerekli yakıt santralin tedârik listesine dâhil edilecektir” demektir. Bu ifâde açık ve seçik bir anlamı yoktur. İlk yüklemeden sonra reaktör kalbinin her yıl üçte biri yenileneceğine göre bu madde altı yıllık bir yakıt teminini mi yoksa yalnızca iki yeni yüklemeyi mi şart koşuyor. Bu belli değil. Ayrıca kanûn ve ölçütler CANDU tipi bir reaktörü dışarlamadığına göre ve bu reaktörde de yakıt yüklemesi sürekli olacağından bu ölçüt anlamsızlaşmaktadır.
Akkuyu Nükleer Santrali İhâle Şartnâmesi’nin V. cildinde bu konuyu, yanlış anlaşılmaya mahal vermeksizin, aşağıdaki ifadelerle dercetmiştik:
“The Nuclear Fuel and Raw Material supply bidding comprises the following : 1. Supply of fuel (and Heavy Water, if any) for the initial inventory including a number of spare Fuel Assemblies; 2. Two subsequent reloads, together consisting of up to 2/3 (two-thirds) of Nuclear Core (PWR and BWR), Supply of two complete nuclear core, makeup heavy water corresponding to two years operation (PHWR)…..”22
– 5. ölçüt ise: “Santrala temin edilecek yakıt, santral üreticisinin belirlediği ve lisanslama sürecinde düzenleyici kurum tarafından onaylanan niteliklerde ve lisans koşullarına uygun olacaktır. Yakıt teknolojisi sınanmış olacaktır” diye içi boş bir beyândan ibârettir. Burada, “lisans koşulları” nelerdir? Bu da açıklanmamıştır. Ayrıca bir 5 yıl boyunca güvenli bir biçimde çalışmış bir Referans Santrali de gösterildiğinden bu santraldeki nükleer yakıttan farklı bir yakıt teknolojisi teklif etmek Referans Santrali’nden majör bir sapma olacağından bu zâten kabûl edilemez ve yapımcı da bunun böyle olduğunu bilir.
Gözlemler ve Sonuçlar
9 Kasım 2007 târih ve 5710 sayılı “Nükleer Santrallerin Kurulmasına ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanûn”u ve TAEK’in bu kanûnla ilgili olarak yayımladığı 3 sayfalık ölçütleri hazırlamış olan meçhul bürokratların: 1) nükleer mühendislikden de, 2) nükleer santrallerin târihinden de, 3) Türkiye’nin bu konudaki girişimlerinin ayrıntılarından da, 4) bu girişimlerde yapılmış olan hatâlardan da, 5) en son 1998-2000 Akkuyu İhâlesi’nde işin Devlet’in yararına, nihâyet, nasıl rasyonel ve de sıkı tutulmuş olduğundan da, 6) bu son ihâlenin safhalarından da, 7) bu son ihâlede teklif verenlerin bir bölümünün olduğu kadar ETKB bürokratlarının yasa dışı girişimlerinden de ve ilh… haberi olmayan, yasal bir metni açık ve de seçik bir biçimde efrâdını câmî, ağyârını mânî ve de iltibâsa yol açmayacak biçimde kaleme almakdan âciz ve de Türkçe özürlüsü kimseler olduğu derhâl göze batmaktadır.
Bu kanûnun, içeriğinin ne türlü sıkıntılara gebe olduğu fark edilmeden ve fark ettirilmeden kabûl edilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Zararın neresinden dönülse kârdır! Bu kanûn, mesele halletmekden ziyâde halli mümkün olmayacak bir sürü meseleye gebedir. Bundan dolayı, başvurma yetkisine sâhip kimseler ve makamlar tarafından Anayasa Mahkemesi’nde bu kanûnun tümünün iptâli için dâvâ açılmasının gerekli ve de isâbetli olacağını hem kamuoyuna ve hem de yetkililere, ömrünün son 50 yılını Türkiye’mizin nükleer teknolojiye terfi etmesi idealine vakfetmiş en kıdemli hoca sıfatıyla ve vicdânî huzur ve kanaat-i kâmileyle beyân etmek istiyorum.
* * *
[1] Yazarın sâdece nükleer konularla ilgili müktesebâtı ve faaliyetleri şöyledir: Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü [INSTN] “Atom Mühendisliği” dalı 1958 yılı mezunu ve Türkiye’nin ilk Atom Mühendisi; İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsü’nde lisans dersi “Nötronların Difüzyon Teorisi” (1960-1963) ve lisansüstü dersi “Case Metodu” hocası (1975); Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi’nde [ÇNAEM] Araştırıcı (1962-1965); Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde lisansüstü dersi “Nötronların Transport Teorisi” hocası (1964-1965); İstanbul Teknik Üniversitesi Nükleer Enerji Enstitüsü lisansüstü dersleri “Reaktör Teorisi” ve “Nükleer Fizik” hocası (1962-1973); ÇNAEM Müdürü (1969-1973); Türkiye Atom Enerjisi Teşkilâtı İlmî İstişâre Heyeti Üyesi (1966-1969); Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu Üyesi (1969-1973, 1982-1984, 1985-1987); NATO Bilim Komitesi’nde Türkiye Temsilcisi (1972-1974); Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı (1985-1987); Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı [IAEA] Genel Kurulu’nda Türkiye Temsilcisi (1985-1987); OECD Nükleer Enerji Ajansı Yönetim Kurulu’nda ve CERN Konseyi’nde Türkiye Temsilcisi (1985-1987); Türkiye’nin 1968-1970, 1982-1986 ve 1995-2000 yıllarındaki nükleer santral kurma teşebbüslerinde görevli; Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Danışmanı ve Nükleer Santral Proje Koordinatörü (1995-1997); Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi’nde TEAŞ Genel Müdürü Danışmanı (1998-2000); nükleer enerjinin çeşitli vecheleri hakkında: 1) 7 te’lif, 4 tercüme kitap ile 2) onlarca rapor ve 3) yüzlerce makalenin yazarı, ve 4) 4 master tezi ile 5) 4 doktora tezinin yönetmeni.
[2] O zamanki adıyla: Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu Genel Sekreterlik Teşkilâtı.
[3] Prof. Nejat Aybers, Prof.Dr. Sadık Kakaç ve Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre: Atom Enerjisi Komisyonunun III., IV. ve V. Plân Dönemlerindeki Faaliyet Ve Yatırımları İçin Makroplân, ÇNAEM Raporu No. 87, 1972.
[4] Bk. : Türkiye Elektrik Üretim İletim A.Ş. Araştırma Plânlama ve Koordinasyon Daire Başkanlığı Üretim Plânlama ve Koordinasyon Müdürlüğü, Orta ve Uzun Dönem Elektrik Enerjisi Üretim Plânlama Çalışması 1997-2020, Ankara 1997.
[5] Rüzgâr enerjisini hem abartmamak ve hem de ihmâl etmemek gerekir. Durumu aydınlatmak üzere bir mukayese yapmak isâbetli olacaktır. Bugün elektrik üreten rüzgâr türbinlerinin en yaygın tipinin: 1) rotoru yerden 40-50 metre kadar yüksekte, 2) palet çapı 43 metre, ve 3) nominal kurulu gücü de 600 kWe (0,6 MWe) civârındadır. Böyle bir türbinin verimi ise optimal rüzgâr şartlarında % 20 civârındadır. Yâni bu türbinin, pervânelerinin optimal rüzgâr hızı’nda döndüğü varsayılacak olursa, kurulu gücü yalnızca: 600 kWe ´ 0,20 = 120 kWe gibi sürekli bir etkenliğe sâhip olacaktır. Türkiye’nin sâhillerinin uzunluğu 8333 km’dir. Sâhillerimizin her kilometresine bu türden bir rüzgâr türbini kurulmuş olsa en iyi verim şartı altında bu 8333 rüzgâr türbininin etken kurulu gücü, ancak: 8333 × 0,60 MWe × 0,20 = 1000 MWe, yâni hemen hemen tek bir nükleer santralin etken kurulu gücü kadar olacaktı. Bu kabil bir projenin ilk safhada iki önemli hendikapı vardır: 1) Yaklaşık olarak: bir rüzgâr türbininin ömrü 20 yıl, hâlbuki bir nükleer santralin ömrü 40 yıldır. 2) Bu vüs’atte bir projenin mâliyeti 5 milyar € civârındadır; oysa, aynı etken kurulu güce sâhip Batı Anlamında Nükleer Güvenlik Doktrini’ne uygun bir nükleer santrali 2,1 milyar €’ya tesis etmek mümkündür.
[6] Meselâ KWU’ya hazır “Akkuyu Nükleer Siti” teklif edilmişken, General Electric’e henüz hiçbir etüdü yapılmamış, ve yapıldığı zaman da nükleer sit vasfını belki de haiz olamayacağı anlaşılmış olacak olan Sinop’da bir yer teklif edilmiştir.
[7] (Merhum) Prof.Dr.h.c. Nejat Aybers, Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre ve Prof.Dr. Ahmet Bayülken.
[8] Nevzat Şahin ve E. Lütfi Sarıcı.
[9] Bu hacım artışı dahî bu ihâlenin, ne kadar kılı kırk yararcasına ciddî tutulmuş olduğunun bir göstergesidir.
[10] Ayrıntılar için Bk.: 1) Ahmet Bayülken ve Ahmed Yüksel Özemre, “Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi Değerlendirme Komisyonları” Raporlarını, ve Muhâlefet Şerhlerini Değerlendirme Raporu, Ankara 1999. Bu 221 sayfalık rapor www.ozemre.com sitesinin E-Raporlar bölümünden okunabilir, indirilebilir. Kezâ: 2) Ahmed Yüksel Özemre, Ah Şu Atomdan Neler Çektim!.., s. 135-348, Pınar Yayınları, İstanbul 2002; 2)
[11] Bu Bakanlar Kurulu toplantısında Kurul’a o gün ilk kez katılmış olan ANAP Başkanı’nın ihâleye katılan 3 firmaya da, hiçbir yasal dayanağı olmadığı hâlde, otuzar milyon dolar tazminat (!) ödenmesini teklif etmiş olması da Basın’da alaylara ve sert tenkitlere yol açmıştı. Meselâ, Bk.: 1) Cüneyt Ülsever, Hürriyet gazetesi 29 Temmuz 2000, 2) Aydınlık dergisi, 31 Ocak 2001 s. 5, 2) Meral Tamer, Milliyet gazetesi 2 Temmuz 2004.
[12] Bu röportajlara dayanarak Bakan’a ve TAEK Başkanı’na yazmış olduğum 23 Mart 2007 ve 20 Nisan 2007 târihli tenkidî “Açık Mektup”larım www.ozemre.com sitesinde bulunmaktadır.
[13] TAEK daha sonra bu kriterleri, toplam 3 sayfa bile tutmayan bir hacımda: “TAEK’in Nükleer Santral İle İlgili Ölçütleri” adı altında 9 kalem ve “TAEK’in Nükleer Santral İle İlgili Yakıt Temini Ölçütleri” adı altında da 5 kalem olarak açıkladı. Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi’nde “İhâle Şartnâmesi’nde derc edilmiş olan ölçütler ise tam 5 cildlik bir hacım tutmaktaydı. Sizce hangi tutum Türkiye’nin çıkarlarına uygundur? Nükleer santral yapımcılarını 5 cild hacmındaki bir şartnâmeyle sıkı sıkıya bağlamak mı, yoksa bürokratların da hoşgörüsüyle bunlara her türlü katakulliyi yapmalarına imkân verebilecek nitelikte gözüken 3 sayfalık minimalist (!) bir müsvedde mi?
[14] Nükleer enerjide “sınıf” nedir ve “sınıfı geçen” ne demektir? Anlayan varsa beri gelsin!
[15] Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın nükleer santral seçimi ya da üreticileri hakkında vaz ve icbar etmiş olduğu hiçbir standart yoktur.
[16] Yarışdan kasıt nedir? Kim yarıştıracak? Enerji Bakanlığı mı, TAEK mi, yoksa nükleer santrali kuracak olan firma mı? Yarışmanın kriterleri neler olacak?
[17] Bu üç şart da millî menfaat ve Türkiye’ye nükleer teknolojiyi kazandırmak açısından ne öncelikli ve ne de rasyonel şartlardır. Meselâ bir nükleer santral pekalâ çabuk devreye girebilir ama yerlilik payı hiç de yüksek olmayabilir; ve bunun tersi de vârid olabilir. Bu üç şartın aynı zamanda tatmin edilebilmesi asla mümkün değildir.
[18] Türkiye’de uzmanlık alanı nükleer mühendislik olan hiç kimse bu “orijinal model çalışması”ndan haberdar edilmemiştir.
[19] 1957 yılında İskoçya’da bulunan ve daha çok askerî amaçlara hizmet eden grafit-gaz soğutmalı Windscale Nükleer Santrali’nde vuku bulan nükleer kazâdan ve etrafa radyasyon yayılmasından sonra geliştirilmiş ve 1965’den sonra uygulanmaya başlanmış olan Batı Anlamında Nükleer Güvenlik Doktrini’ne göre nükleer santrallerde, en azından: 1) reaktörün ve kullanılmış yakıt deposunun bulunduğu bölüm, bir nükleer kazâda radyasyonun dışarı sızmasının önüne geçecek olan 1 ilâ 1,5 metre kalınlığında koruyucu betonarme bir “güvenlik kabı” içine alınır, ve 2) bir Loose of Coolant Accident, yâni reaktör kalbinde soğutucu akışkanın kaybı kazâsında soğutucunun tekrar sisteme geri dönüp de soğutma işlemine katkıda bulunabilmesi için soğutucunun içinden aktığı borular iki ya da üç adet “eş eksenli boru sistemi” olarak tesis edilir. Bu tedbirler nükleer santralin mâliyetini % 40 oranında arttırmaktadır. 1979 yılında Chicago/ABD’deki “Three Miles Island” nükleer santral kazâsında nükleer santral personeli derhâl koruyucu kabuk alanını terk edip bunun kapısını ve her türlü giriş ve çıkış noktalarını kapatıp mühürleyerek, kazâdan yayılan muazzam radyasyonu bu koruyucu güvenlik kabının oluşturduğu sarkofaj içine hapsetmek sûretyle radyasyonun etrafa yayılmasını önlemiştir. Bu kazâda kimse ölümcül doz almamış, ölüm ya da radyasyon hastalığı vuku bulmamıştır. Rus yapımı santraller Batı Anlamında Nükleer Güvenlik Doktrini’ne göre inşâ edilmemektedirler. Çernobil kazâsında nükleer santral tek tuğla bir yapının içinde bulunmaktaydı. Türkiye’nin nükleer santral kurma teşebbüslerinin hepsinde de teklif edilecek olan nükleer santrallerin mutlaka Batı Anlamında Nükleer Güvenlik Doktrini’ne göre tasarımlanmış olması olmazsa olmaz bir şart olarak taleb edilmiştir.
[20] Türkiye’de kaydedilen en şiddetli depremler, Richter Ölçeği’ne göre, 7,8 şiddetindedir [1939 Erzincan]. Akkuyu Nükleer Santral Siti civârında kaydedilmiş en yüksek şiddette deprem ise 6,8 şiddetindedir. Burada kurulacak santral 8 şiddetindeki bir depreme dayanıklı olacaktı. [Not: Richter ölçeğine göre her 1 birimlik şiddet artışı 10 misli bir tahrib edici güce tekabül etmektedir.]
[21] TETAŞ: Türkiye Elektrik Ticâret ve Taahhüt Anonim Şirketi.
[22] Nükleer yakıt ve hammadde tedâriki teklifi: 1. Birkaç yedek yakıt demetini de ihtivâ edecek şekilde ilk yükleme için yakıt (ve gerekirse ağır su) tedârikini; 2) Beraberce nükleer kalbin 2/3’ünü oluşturacak iki ardışık yüklemeyi (PWR ve BWR); PHWR için de iki yıllık işletmeye tekabül eden iki nükleer kalp ve eksilen ağır su ikmalini ….. içermektedir.
4 Yorum
Yazan:Levent Cetin Tarih: Eyl 22, 2008 | Reply
Turkiye’nin en onemli yeralti kaynaklarindan biri komurdur. Dogru teknoloji ile yakilan bir komur, petrolden daha zararli degildir cevreye. Bir ulkenin kendi sahibi oldugu enerji kaynaklarindan faydalanmasi kadar olagan bir durum olamaz.
Yazan:Murat Aygen Tarih: Eki 25, 2008 | Reply
Bu nükleer santral kurulması mevzuu 68 Kuşağı’nı mahv-u nabut edebilmeleri için demokratların çok dikkatle kullanmaları gereken bir silahtır: Ahmet Arif bu kuşağın hissiyatına “Atom güllerinin katmer açtığı, Şairlerin, bilginlerin dünyalarında (yani G8 kastediliyor), Kalmışım bir başıma” dizeleriyle fevkalade güzel “terceman” olmuştur. Bu 68 Kuşağı’nın “bir Boğaz köprüsünü bile kendi imkanlarımızla yapmaktan aciziz” diye yakındığı sabittir. Yukarıdaki dizeleri de “bir nükleer deneme yapmaktan aciziz” diye okumak gerekir. Binaenaleyh bugün “nükleer santrale hayır” diyenler 68 Kuşağı’nın nasyonal-sosyalist eğilimlere sahip olduğunu da itiraf etmek zorundadırlar.
Yazan:yucel Tarih: Eki 25, 2008 | Reply
Türkiyenin nükleer enerjide geç kaldığı görüşündeyim acilen kanuni düzenlemeler yapılmalı entemiz enerji olan nükleer enerji santraları ülkemizde kurulmalıdır,fakat nükleer’de en yeni kuşak teknoloji kullanılmalı Rusya gibi ülkelerin teknolojisi eski ve geridir.Ülkemizin bu alanda ilerlemesini istemeyen güçler her nedense bazı STK’ları ülkemizde bu amaçla kullanmışlardır.Sinopta STK’ların nükler enerji karşıtı toplantısı halktan destek görmemiş halk Ülkemizin acılen statejik bir enerji olan Atom enerjisi programını desteklemektedir
Yazan:Murat Aygen Tarih: Eki 26, 2008 | Reply
Sayın yucel, 68 Kuşağı’nın nasyonal-sosyalist olduğunu tescil ettirmek nükleer santralden bile daha önemli değil mi? Yukarıdaki yorumumu kağıda basıp Ankara Yüksel Caddesi’nde faaliyet gösteren Greenpeace’ci gençlere 2 saat kadar önce verdim ve kendilerine “sizin teşkilat 68 Kuşağı’nın nasyonal-sosyalist olduğunu tarih kitaplarına yazdıracak güce kuvvete fazlası ile sahiptir, bunu yapmadığınız sürece ben nükleer santrallere ‘inadına evet’ diyeceğim” dedim. Biraz pazarlıkçı, biraz politik ol yaw.. Sevgiler, saygılar . .