Türkçe Ezan, Tercüme ibadet: Kültürel bir şizofreni
By Yusuf Mehmet Bahadir on Kas 6, 2008 in Laiklik, Modernleşme
Hakim güçler zihniyeti ve ideolojisi ve bu zihniyetin endoktrine edildiği resmi kurumların tezgahından geçen nesiller; geçmişiyle, tarihiyle, kültür ve medeniyetiyle, dini ve hatta dininin orijinal diliyle sürekli kavga halindeler. Kendisini cumhuriyet çocuğu olarak da addeden bu topluluk için, geçmiş bir utanç, bir zillettir. Onlara göre İslam dini gerilememizdeki en büyük etkendir ve reforma ihtiyacı vardır.
Bu kavganın ve kültür medeniyetimizin reddine dair temel sebepler arasında; son üç yüzyılda batı karşısındaki ezikliğimiz var.
Gariptir, biz toplum olarak, “araplar sırtımızdan vurdu” masalına, araplarsa “Osmanlı bizi sömürdü” masalına inanmışlardır.
Ben bunu, İslam alemine atılmış nifak tohumu olarak değerlendiriyorum.
Her şey bir yana, kendi iç kavgamızı ve çıktığımız kabuğu beğenmemek gibi ruh halimizi, Samuel Huntington şu tespitleriyle açıklamaya çalışıyor:
“…1920 ve 1930’larda Türkiye’yi Osmanlı ve Müslüman geçmişinden uzaklaştırma adına faaliyet gösteren Kemalizm, medeniyet ithaliyle Türkiye’yi Avrupalı yapmaya kalkan bir projeydi. Huntington tıpkı benzeri diğer projeler gibi sonuç itibariyle Kemalizmin de başarısız olduğunu söyledikten sonra, bu başarısızlığın neden kaçınılmaz olduğunu şu cümlelerle açıklıyor:
Eğer Batılı olmayan toplumlar modernleşmek istiyorlarsa, bunu Batılılar gibi değil, tıpkı Japonya gibi, kendi yöntemleriyle, kendi gelenek, kurum ve değerlerini kullanarak ve geliştirerek başarmak zorundalar.
Toplumlarının kültürlerini temelden yeniden şekillendirebileceklerini düşünebilecek
denli kibirle dolu politik liderlerin başarısızlığa uğrayacak olmaları mukadderdir. Böyle liderler, batı kültürünün kimi öğelerini tanıtabilseler bile, mevcut kültürün temel
öğelerini ortadan kaldırmaya ya da sonsuza dek bastırmaya güç yetiremezler. Daha da kötüsü, Batı virüsü bir kez bir başka topluma yerleştiği an, onu oradan söküp atmak zordur. Bu virüs orada yaşamaya devam edecek olsa da, öldürücü değildir; hasta, yaşamaya devam eder, ama virüsün zararından korunamaz. Politik liderler tarih yapabilirler, ama tarihten kaçamazlar. Kararsız ülkeler ortaya çıkarırlar, Batılı toplumlar yaratamazlar. Kalıcı olan ve tabiat haline gelen kültürel bir şizofreni ile ülkelerini malul ederler. (Bediüzzaman Said Nursi, bedenimize giren bu virüsü, gizli zındıka komitaları olarak, daha somut bir şekilde addledecektir. )
Batılılaşma konusunda Türkiye bugün itibariyle (tıpkı Rusya gibi) ikiye bölünmüş
durumda.Çünkü Türkiye artık Kemalizm öncesindeki gibi olmadığı (ve olamayacağı) gibi, Batılı da değil.
Zira Türkiye, Kemalist dayatmalar sonucunda, ne Orta Doğulu ne de Batılı olmayan, iki arada bir derede, kafası karışık ve bütün bunlardan ötürü tanımsız ve kimliksiz ve kararsız bir ülke haline gelmiş durumda…“
(Daha fazla bilgi için Derinsular sitesinde yayınlanan Samuel Huntington Medeniyetler Çatışması yazı dizisine bakılabilir.)
Ancak günümüzde, batılılaşma adına kendince verilen bu kavga, artık kendini aşmış ve evrimleşmeye başlamıştır ne yazık ki.
Artık sadece kendi öz değerleri ve benlikleriyle değil, tüm batı ve tüm dünya ile kavga moduna geçilmiştir ve sürekli düşman üretme gibi paranoya bir hayat tarzı benimsenmiştir.
Bu ayrı bir konu başlığı altında incelenebilir. Fakat varılan sonuç traji komik..
Kültürel bir şizofreni ile yoğrulmuş, şizofren toplumlar olduk…
Şizofren hastalıklarımızdan biri de Türkçe ezan ve Türkçe ibadet mevzusu.
Kanaatimce bu konudaki en ciddi çalışmayı Sayın M.Enes ERGENE yapmış ve meselenin aydınlanmasına büyük katkıları olmuştur. İşte söz konusu çalışmadan kısa kısa özetler;
TÜRKÇE EZAN VE TÜRKÇE İBADET
Tanzimattan beri ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi mevzuu, gizli ve örtük bir arzu halinde ilk Türkçüler arasında yaygındı. II. Meşrutiyetle (2.Abdülhamid han’ın indirilmesinden sonra) bu arzu biraz daha açığa vurulmağa başlandı. Bilindiği gibi ilk defa Ziya Gökalp açıkca ibadetlerin türkçeleştirilmesini savundu. Ondan önce Ali Suavi gibi ateşli ihtilalciler bu meseleyi dile getirmekle birlikte daha henüz Türkçülerin zihinlerinde planlanmış ve teşekkül etmiş değildi.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ibadetlerin ve ezanın türkçeleştirilmesi mevzuu, milli bir tez şeklinde kurgulandı. Başta yalnızca ibadet dilinin türkçeleştirilmesi teziyle sınırlı olarak yürütülen programlar, sonraları giderek dinde reform faaliyetlerine dönüştü.
Oysaki bu hadise kimilerinin zihninde “Türk kafasını Arap kafasının köleliğinden kurtarmak ” gibi oldukça garip bir his ve heyecan ile belirmişti. Bir başkası meseleyi, Türk Milli Dini olarak ideolojik bir uslupla ele aldı. Bir diğeri İslamı millileştirmek şeklinde algıladı. Bir başkası Allah her dili bildiğine göre, dini sadece Arapça ile sınıflandırmanın Allah’a cehalet isnat etme manasına geldiği gibi filozofhane (!) bir tavırla anladı. Bir diğeri Kuran’ın tercüme edilemeyişini iddia edenlere karşı “Bunun anlamı; Kuran’ın manası yoktur ” (!) demektir şeklinde yorumladı….vs…vs…
Her nasıl anlaşıldı ve tatbik edildi ise de şunu ifade etmek lazımdır ki, tek parti ve milli şef dönemine kadar bilindiği şekliyle bu faaliyetler hiçbir şekilde “kanun müeyyidesi” ile yürütülmemiştir. Yine de mesele belli ölçüde milletin özgür iradesi ve toplumsal kabulune bırakılmıştır. Fakat tek parti e milli şef dönemi bilindiği gibi, bu meseleye karşı direnenlere engizisyon mahkemelerini kurmuş, her türlü cezai müeyyideye, hatta teröre dahi müracaat etmiştir. Ve Demokrat Parti gelene kadar da bir ” Devlet Terörü ” halinde cezai müeyyidelerle tatbik edilmeye çalışılmıştır.
Evet bu bir ” ulusallaştırma ” projesiydi. Ama nedense yalnızca ve şiddetle dini şeaire karşı yürütüldü. Hukukta, siyasette, bilimde, sanat ve sporda, müzik, edebiyat ve hatta şiirde, günlük yaşamın neredeyse bütün ritüellerinde yabancı kelime, kavram ve kullanımlar vardı. Ve bunların varlığı nedense Türkçüleri ve milliyetçileri bir türlü rahatsız etmiyordu ki bunlara karşı herhangi bir tedbire başvurulmuyordu. Medeni hukukumuz, ceza ve borçlar hukukumuz neredeyse bütünüyle dışarıdan ithal edilmişti. Tanzimat da Cumhuriyet de her şeye rağmen müesseseleşirken gözünü Batı’ya dikmişti. Ulusal programcılar bundan hiç rahatsızlık duymadılar. Türk’ün aklını Batı’nın tasallutundan kurtarmayı ve korumayı hiç düşünmediler. Bu kavramlar ve yabancı müesseseler kültürümüzü, beynimizi, kimliğimizi ve sosyal yapımızı yabancılaştırmıyor muydu ?
Halbuki bu sahalar ibadet diline göre bizi siyasi ve sosyo-kültürel açıdan daha fazla kuşatıyordu. İbadet dili adından da anlaşıldığı üzere daha özel bir alanla sınırlıydı. Yani doğrudan hiçbir siyasi propaganda empoze etmiyordu. Üstelik bin yıllık bizim kendi öz değerlerimizle iyiden iyiye kaynaşmış idi. Öyleyse bu dil etrafında koparılan fırtınanın anlamı ne idi ? İşin doğrusu birileri dinin özünden ve kendisinden rahatsızlık duyuyordu. Fakat bu rahatsızlığını ibadet dili üzerinde polemik ve demogoji üreterek dile getirmeye çalışmaktaydı. Açıktan ve doğrudan dine karşı tavır almaya cesaretleri olmadığından mücadele alanlarını farklı sahalara kaydırarak sürdürmek istemektedirler.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi nedense yalnızca ibadet dili üzerinde polemik yapılıyor. Bir hukuk sistemini, bir sanat anlayışını, bir spor, müzik, ya da siyasete dair ithal bir kavramı veya sistemi böylesine mübtezelce kamuoyu önünde kıyasıya tartışmaya açtıklarını hiç müşahade, hiç tanıklık ettiniz mi? bizim güreşimiz var futbol bize ait değil, ya terk edelim veya ulusal geleneklerimize uyduralım dendiğini duydunuz mu? Sporun, müziğin ve hatta şiirin dili nasıl evrenselse ibadetin dili de evrenseldir. Öyle olduğu içindir ki dini şeairden sayılmıştır.
Kuran dili etrafında sürüp giden safsatanın, aslında 1400 yıllık bir geleneği, namaz ibadetini yıkıp tahrip etmek, müminlerin arasına fitne ve iftiralar sokmak gibi ulvi gayeleri vardır (!). Ayrıca bu nevi tartışmalarla, din ve dinle ilgili mukaddesatla, diledikleri gibi oynayabilecekleri daimi bir tartışma ortamını oluşturma hedeflerinin bulunduğunu üzülerek ifade edelim.
Birileri sürekli dini ve manevi değerlerimizden viraj alma niyetinde, bunu biliyoruz. Dolayısıyla kendi ideolojilerini inşaa etmek için dini, politik ihtiraslarına alet etmekten çekinmiyorlar.
İslâmî açıdan Türkçe ibadet
Elbette Kur’an belagattan ibaret bir kitap değildir. Her ne kadar nazım ve belagat yönünden muciz ise de, hikmet ve ahkam yönüyle de mucizdir.
O cahil toplumdan, kıyamete kadar insanlığa örnek olacak bir nesil ve toplum inşa etmiştir. Ahlakı itikadı, hukuku ve insaniyetiyle eşsiz bir nesil… insani ve hukuki bir medeniyet kurmuştur. SAADET ASRI…
Kur’an insanı, toplumu ve ahlakı birden kucaklayan hukuki esaslarla gelmiştir. Ve bu hukuki dili kati surette harfi tercümeye tabi tutamazsınız. Zira hukuki dil oldukça teknik bir dildir. Bugün milletlerin ellerindeki hukuk müdevvenatını, diğer bir dile aktarırken çok defa, çok teknik olan lafız ve kavramlar asli lisanıyla korunarak aktarılırlar. Şerh ve yorumlar düşmeden, bu teknik lafız ve kavramlar, mana ve ifade kaybına uğratmadan tercüme etmek hemen hemen imkansızdır. Kur’an’da öyle teknik ve hukuki kavramlar ve lafızlar vardır ki, bazen bir lafza, bir sayfa şerh düşme ihtiyacı duyarsınız. Bu yüzden tercüme dil teknikleri ne kadar gelişirse gelişsin, Kur’an’ın sahip olduğu bilimsel, edebi, tarihi, kültürel, hukuki ve fikhi dili ve kavramları hakkıyla tercüme etmeyı mümkün bulamayacaktır.
Sadece kelime ve kavramları değil, Kur’an’ın insana tabiata, kozmik düzene, topluma, sosyal değişim vee vakıaya, tarihsel ve beşeri süreçlere, kafir, mümin ve münafık tiplemelere yaptığı literal vurguları nasıl tercüme edeceksiniz ?
Bütün bu vurgular aşkın içerikleri ve her asra hitap eden farklı manaları ile harfi bir meal ve tercüme gibi kısır bir dilde nasıl ifadesini bulacak ?
Sosyolojik ve psikolojik tipleme ve örneklemeler ile vermek istediği tarihsel ve evrensel mesajları, tarihi medeniyelere yaptığı tek kelimelik göndermeleri hangi tercüme nevinde dile getireceksiniz ?
Öyle olur ki Kur’an bazen getirdiği kısacık bir cümle ile nazil olduğu toplumda devrim meydana getirmiştir. Siz bu sosyal, beşeri ve tarihi devrimi ne tip cümleler ile ve hangi toplum modeline takdim edeceksiniz ?
Herşeyi bir kenara bırakın, sadece ” ALLAH ” lafzının cahili Arap zihniyetinde ihsas ettiği değişim ve dönüşümü hangi tercüme dilinde bir tek kelime ile hülasa edeceksiniz ?
Sade bir müslüman bile, “ALLAH” lafzını duyunca 99 ismiyle ve bilinen sıfatlarıyla O’nu zihninde idrak etmektedir. Bütün bu güzel isim ve sıfatlara sahip olan O Yüce Zat’ı mesela bir ” TANRI ” kelimesiyle izah etmeye imkan var mıdır. ? Sorular, sorular, sorular…
Evet Kur’an-ı Kerim Kainat’a, ins, cins bütün varlığa meydan okuyor !
“Yoksa “Onu kendisi uydurmuş” mu diyorlar? De ki: “Öyleyse, iddianızda tutarlı iseniz haydi onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz kim varsa hepsini de yardımınıza çağırın.”
YUNUS Süresi 38
MESELENİN DİĞER BOYUTLARI
Kaldı ki tercüme ayetlerin de hıfzedilmesi ve ezberlenmesi külfetlidir. Hatta tecrübe edenlerin de bildiği gibi, tercümesini ezberlemek, Arapça aslını ezberlemekten çok daha zor ve meşakkatlidir. O halde meseleyi polemik malzeme yapanların derdi üzüm yemek olmadığı ortadadır. Bunu herkes biliyor. basit basit meseleleri sloganlaştırıyorlar. Tartışma ortamları alabildiğince sihatsiz, bilimsel ve entelektüel zeminden ve derinlikten yoksun.
Dinde Reform !
Yani meseleyi bir reform şeklinde algılayan ve takdim edenler var. Felsefi, sosyal ve kültürel açıdan bu tartışmaları bir reform olarak değerlendirmeye imkan yok. Zira herhangi bir fikir, inanç ve ahlak sistemini reforme etmek demek, o sistemi bütün muhteva ve Entelektüel unsurlarıyla masaya yatırarak ona yeni bir elbise giydirmek ve onu ihya etmek demektir. Reform, özü bozulmuş deforme olmuş bir şeyi aslına döndürmek, düzeltmek ve ıslah etmek demektir. Halbuki Kur’an aslı bozulmadan bize kadar ulaşmıştır. Dolayısıyla bu teşebbüs bir reform değil, Kur’an’ın aslını deforme etmeye yönelik bir teşebbüstür. Yani reform meselesi öyle basit bir olgu değildir. İddia sahipleri ya reform kavramının mana ve muhtevasını bilmiyor veya buna kafaları ve Entelektüel birikimleri yetmiyor! Öyleyse buna “reform” diyemeyeceğimize göre ne diyeceğiz?Kanaatimce bu nevi girişimler her fikir ve inanç sisteminin maruz kaldığı bid’at ve modern hurafelerden öteye geçmemektir. İşinn garip tarafı, bid’atlarla kıyasıya mücadele edenlerin, modern çağın en büyük bid’atını bizzat kendileri yerleştirmek ve dayatmak istemeleridir. Bu çelişkiyi içlerinde nasıl barıdırıyorlar anlamak mümkün değil.
Tartışmanın farklı boyutlarından biri de ibadet kavramının anlamaya indirgenmesidir İddia şu : Namaz da okunan ayetler tercüme edilirse manaları anlaşılacağından daha huşulu namaz kılınmış olur ! Gerçekten de öyle mi.? O zaman araplar, diğer müslüman halklara göre daha huzurlu ve huşulu namaz kılıyorlar demektir. Bu iddianın tutar tarafı var mı sizce? Bugün milyonlarca insan namaz da manasını anlamıyor dahi olsa büyük bir huzur ve huşu hissediyor. Eğer huzur ve huşu hissedemiyorsan sorunu dilde değil, kendinde aramalısın.
Birkaç yıl önce yeni müslüman olmuş bir batılıdan dinlemiştim :
” Beş vakit namaza başlamış ve mümkün olduğunca cemaatle ifa etmeye özen gösteriyordum. Özellikle sabah akşam ve yatsı namazlarını cemaatle kılabilmek için kilometrelerce yol kat ediyordum. ” diyor. Benim bu cemaatle olan namazlara düşkünlüğümü gören eski dostlarım ve müslüman cemaat arasından bazı kimseler bana sürekli şunu soruyorlardı ; Arapça bilmiyorsun, bildiğin üç beş ayet mealinden de imamın kıraatte ne dediğini anlaman mümkün değil. Öyleyse bilmediğin ve anlamadığın bu namazlara neden bu kadar ehemmiyet veriyorsun.? Cemaate yetişeceksin diye kendini çok fazla yoruyor ve zorluyorsun. Ben de onlara dedim ki : Evet, belki Bir şey anlamıyorum. Ama içimde bu Kur’an tilavetine karşı müthiş ve dayanılmaz bir şevk hissediyorum. Bunu size nasıl anlatayım. Bir gün hanımım çocuğumuzu emziriyordu. Hem emziriyor hem de tatlı tatlı ana sıcaklığı ile ona bir şeyler mırıldanıyordu.Çocuğa baktım yüzünde öyle bilmiş, bilgince ifade vardı ki anlatamam. Sanki annesinin her söylediğini anlıyormuş gibi gözlerini ona dikmiş, kulak kabartmıştı. Bütün ruhuyla dinliyordu. Bir şey anlamıyordu belki ama dünyanın en sıcak yüreğinden dökülen incileri can kulağıyla dinliyordu. Ben kendimi çocuğuma benzettim. Çünkü anlamasam bile namazda o kıraat vasıtasıyla Rabbimle konuştuğumu hissediyorum ”
- demişti.
Bir taraftan yeni müslüman olmuş bu kutlu insanın bu ince duygu ve hislerini düşünüyor. Diğer taraftan da bu duygular üzerinde polemik üretmeye ömür adamış zavallıları!
Duygu ve manadan uzak olduktan sonra namazda okuduğunu anlamış olmakla, anlamamış olmak arasında ne fark var ki ! Namazda anlamak esastır diye hiçbir yerde ve eserde bir mecburiyet söz konusu değildir. Ayrıca ibadet kavramının sırf bir anlamaya indirgenmesi, ibadet gerçeği ve kulluk psikolojisi açısından oldukça eksik bir yaklaşımdır. Oysaki namazda önemli olan namazla bütünleşmek, kimin huzurunda ve niçin durduğunun şuuru ve bilincinde olmaktır. Bu da manayı anlamakla sınırlı bir şey değildir. İbadet kavramı içinde büyük manalar barındıran bir kavramdır. İnsanın yalnızca aklına hitap etmez. Kalbini, hissini ve bütün manevi letaifini kucaklar. Onu anlamak ile sınırlandıranlar, ibadeti rasyonel bir fenomene indirgiyorlar. Diğer bir açıdan, her şeyi akıl ve teakkul çerçevesinde yoklayan pozitivist bir tavra irca ediyorlar. Bu da modern çağın en büyük hastalıklarından ve vehimlerinden biridir.Pozitivist yaklaşımlar insanları ve toplumları alabildiğince maddileştiriyor.. Şahsen ben ibadeti anlamaya indirgeyen yaklaşımlarda da böyle gizli ve sinsi bir pazarlık seziyorum.
… Bu makale ilginizi çektiyse…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.
Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 82 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
“3 tarafı deniz, 4 tarafı düşmana çevrili cennet vatan” paranoyası neden üretildi? Çağdaş ve laik Türkiye’nin evlâdı, Kavala yahut Halep’te yatan dedesinin mezarına bile pasaportla gidecekti. Eskiden vali gönderilen yerlere şimdi büyük elçi atanıyordu. Churchill’in dediği gibi “iki petrol kuyusunun etrafına sınır çizen” İngiliz, bir gecede ülkeler icad edilmişti. Ama Kemalist millî(!) eğitimin iğdiş ettiği beyinler bunu sorgulamaktan aciz. Körfez ülkeleri, Basra yolunun, İsrail, Doğu Akdeniz’in petrol tıpası olacaktı. Türkiye hem Rusya’nın güneye doğru genişlemesini engelleyecek hem de Bakü petrolünün Avrupa’ya ulaşıp fiyat kırmasına mani olacaktı. Diğer yandan Lazkiye ve Hayfa’dan dünya piyasalarına erişen Musul ve Kerkük petrolü bir gün pekâlâ Türkiye’den geçip İskenderun’a akabilirdi ve bu da Londra için büyük bir risk unsuruydu.
Kısacası, Britanya için gerçek tehdit güçlü bir ordu veya zengin devletler değil Türklerin uyanıp kim olduklarını hatırlamalarıydı. Şu halde dünya petrollerinin %60’ına çökmüş, Afika ve Asya’yı sömüren İngilizler için yapılacak tek bir şey vardı: Kullanışlı aptallar yetiştirecek bir eğitim sistemi kurmak ve bunu Türklere “millî eğitim” diye yutturmak.
Eğitimle ilgili sorunlarımız nasıl düzelir? Yahut birgün düzelir mi? Elinizdeki bu kitapta Ufuk Coşkun Kemalist eğitimin sorunlarına işaret etmekle kalmıyor, bir yandan çözümler önerirken bir yandan da millî eğitimin ideolojik, tarihi ve kültürel arka planını gözler önüne seriyor. Milat Gazetesi yazarı, bolgepostasi.com Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Coşkun’u televizyondaki tartışma programlarından ve eğitim konulu çalışmalarından tanıyorsunuz. Bizzat eğitim dünyasının sorunlarını içeriden yaşayan Coşkun aynı zamanda “Kürdüm Doğruyum Çalışkanım” ve “Yeni Sömürgecilik ve Bağımsız Sivil Toplum Kültürü” kitaplarının da yazarı. Ufuk Coşkun’un “Kemalist Eğitimin Zararları” adlı kitabını buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: 2ci sürüm, 27 Mart 2018)
Petrolün fiyatının 50$ üzerinde kalması için yılda ortalama 75.000 insanın ölmesi gerekiyor. Süveyş kanalının Mısır tarafından kamulaştırılması, petrol krizleri, 6 sün savaşı, İran-Irak savaşı, Irak’ın işgali ve Suriye… İnsan kanıyla para basan bu makine 50 senedir asker, sivil, kadın çocuk demeden insan öğütmeye devam ediyor. Nasıl? 1ci Dünya Savaşı tarihteki ilk küresel karbon savaşı oldu. Kömürle beslenen fabrikalar kömür ve petrolle işleyen makineler ürettiler ve insanın öldürme kapasitesini binlerle çarptılar. Ama makineler savaşta insanın yerini almadı. Bunun yerine daha çok insanı daha hızlı şekilde cepheye göndermek için kullanıldı. Cepheler genişledi ve muharebeler uzadı. Alman-Fransız sınırındaki zengin kömür yataklarından İslâmistan’daki petrol kuyularına uzanan savaşta insanlar karbon için öldüler, öldürdüler. Petrolcüler, kömürcüleri yendi. Endüstrileşen savaş sadece savaş makinelerinin değil üretim, sevk ve idare kapasitelerinin de savaşıydı. Elinizdeki 55 sayfalık bu e-kitap şu sorunun cevabıdır: İnsan kanıyla para basan bu makine nasıl çalışıyor? Buradan indirebilirsiniz.
Savaş Meydanda Değil Masada Kazanılır
Dünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa’nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini petrolsüz ve dövizsiz bırakıp boğabilecek bir güce sahip.(Bkz. Petro-dolar sistemi)
Komplo teorisi mi? Değil, her şey ortada: Akademisyenler, amiraller, bakanlar ve diplomatlar, doktrinlerini açık açık yazmışlar ve yazdıklarını harfiyen tatbik etmişler: Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, Zbigniew Brzezinski, Edward Luttwak, Samuel Huntington, Joseph Nye, David Peraeus, Henry Kissinger… Jeopolitiğin bu ünlü isimleri, İngilizlerin ve Amerikalıların dünyaya sürekli hükmetmesi için neler yapılması gerektiğini her ortamda açıkça ifade etmişler. Tabi bu tahakküme bir takım kılıflar uydurulmuş: Önce Hristiyanlık, sonra üstün(!) beyaz ırk ve nihayet serbest ticaretle demokrasi adına verilen bir mücadele gibi gösterilmiş. Yani sınır tanımayan Anglo-Saxon şiddetine, ideolojik meşruiyet zeminleri ihdas edilmiş. Ama değişen ideolojilere ve teknolojinin ilerlemesine rağmen 150 yıldır değişmeyen jeopolitik sabitler var. 21 harita ve 11 makaleden oluşan bu kitap, Anglo-Saxon hakimiyetini mümkün kılan şartları ve Avrasya’nın kurtuluş yollarını sorguluyor. Coğrafî engellerden ekomik savaş araçlarına ve psikolojik harbe kadar… Kitabı buradan indirebilirsiniz.
İslâm coğrafyasında sürüp giden petrol savaşları deniz yollarından ayrı düşünülebilir mi? Sudan petrolünü Çin’e taşıyan yol Yemen ve Malaka boğazından geçiyor. İran ve Arap petrolünü Avrupa’ya taşıyan yol ise Mısır’daki Süveyş kanalından. Akdenizi’in Atlantik kapısı olan Cebelitarık ve Pasifik’i Altantik’e bağlayan Panama da aynı “uygarların” kontrolünde. Bütün deniz yollarını kontrol eden bu ülkeler hem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahipler hem de dünyadaki silahların %90’ını üretip satıyorlar. Ve aynı ülkeler sürekli dünya barışı ve özgürlük için çalıştıklarını söylüyorlar! Kendisini dünyanın mâliki gibi gören bu “uygarlığın” önüne çıkan liderler öldürülüyor, ülkeler işgal ediliyor, hükümetler darbe ile, halklar ise terörle “terbiye” ediliyor. Evet… Bu konulara odaklanan Fikir Kırıntıları serisinin 4cü kitabını ilginize sunuyoruz. Konu başlıkları şöyle:
- Bazı çocuklar çikolatadan nefret eder!
- Lityum savaşları başladı!
- Savaşsızlık, barış değildir!
- Bilimsellik aklın emaresidir; bilimcilik ise akılsızlığın!
- Denizlere hâkim olanlar nasıl dünyaya hâkim oldular?
- Modern savaşlarda neden insan değersizleşiyor?
- Teröre karşı sıradan vatandaşların yapabilecekleri 3 şey
“Fikir Kırıntıları-4” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak sürekli savaşmıyorsak bunun sebebi yüksek ahlâkımız(!) değil menfaatlerimizdir. Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi? Ölmenin değil yaşamanın tesadüf olduğu savaşta asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…) Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları… Buradan indirebilirsiniz.
Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu. İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير) Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle: Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
- 9cu sürümdeki yeni kelimeler: Tarihin Sonu, Beyin Göçü, Kölelik, İnsanlık, Maske, Vermek.
- 8ci sürüme eklenen yeni terimler: Fetih, Estetizasyon, Rönesans, Amerika’nın keşfi, Çelişki, Mecazî aşk, Big Data, Nobel Barış Ödülü, Allah korkusu, İnsan Kaynakları, Gaflet, Batı, Objektif Bilgi.
- 7ci sürüme eklenen yeni terimler: Uluslararası adalet, Az gelişmiş ülke, Hoşgörü, Kabz, Büyüme, Gerçek sonrası, Realpolitik, Kaos.
- 6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
- 5ci sürüme eklenen yeni terimler: Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
- 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
- 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik? “Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın(intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir. İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”. İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeleryerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz. Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor. Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu. 15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir? Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor. Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı. Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek. Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reform konulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”. Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitapBatı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik!güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitapAktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Jean-Paul Sartre ile Kaliteli bir Ateizme Doğru
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 8 mayıs 2013)
Yokluk var mıdır? Evinizin içini dolduran boşluğu gördünüz mü hiç? Bir türlü gelmeyen şu trenin verdiği sıkıntı ya da sizi habersiz bırakan dostlarınızın sessizliği gerçek değil mi yoksa? Tutulmamış sözler, ödenmemiş borçlar… Yokluk da var aslında “var” dediğimiz şeyler kadar. Ama Yok’un varlığı sadece şuurlu insanlar için gerçektir; gelecekten, birisinden cevap bekleyenler için bir yokluktan, eksiklikten bahsedebiliriz… Artık olmayan gençlik yılları ya da henüz gelmemiş olan yaşlılık da bugünün gerçeği değil mi? Hatırlayan, ümid eden, düş kırıklığını ve gelecek korkusunu tatmış her insan için bir “yokluk” vardır, gerçektir ve bugüne dahildir.
Ateizmin ürettiği en kaliteli metinlerinden biri olan Varlık ve Hiç elinizdeki bu kitabın belkemiğini oluşturuyor. Filozof ve edebiyatçı olan Jean-Paul Sartre hiç şüphesiz Batı felsefesinin köşe taşlarından biridir. Varlık, İnsan, Özgürlük ve Ahlâk tasavvuru üzerine yazdığı eseri tanrısız bir ahlâk teorisi. “Geleneksel” dinler ile göbeğini kesmiş bir “iyi insan” arayışı içinde Sartre. Bu arayışın neticesi ateist emir ve yasaklar değil insan fıtratının önemli bir veçhesi, özgürlük şuuru:
“İnsan özgürdür ve bunun farkındadır; bu farkındalık ile, özgürlük ve sorumluluk şuuruyla yaşamaya mahkûmdur.”
Bu bağlamda Sartre gerçek bir ateist: Tanrı karşıtı değil Tanrı-SIZ. Vicdanın sesini duyma gayretinde. Görünmeyen tanrılar ile kavga etmek yerine “görünürde tanrı yok, biz insan olarak ne yapabiliriz?” diye soruyor. Buradan indirebilirsiniz.
Ey Kapitalizm! Kara Sevdam! / Charles Allen Scarboro
Ne gariptir ki Türkiye’de hemen her kesimden insanı kolaylıkla birleştirebilen bir slogan var: “Kapitalizme Hayır!”. İslâmcı, komünist, ülkücü, Kemalist… Yürüyüşler yapıyorlar. Seminerler düzenliyorlar. “Küresel sermayeye geçit yok!” . İşçilerin sömürülmesinden Afrika’daki açlığa, ortadoğudaki petrol savaşlarından dünyanın kirlenmesine kadar her taşın altından çıkan bir düşman bu. İyi ile kötü arasında bir çizgi çekmek, kötüleri “öteki tarafta” bırakmak… O kadar kolay mı?
“Ah keşke her şey o kadar basit olsaydı. Bütün kötülükleri içi kararmış birileri yapsaydı ve bütün mesele onları bulup yok etmekten ibaret olsaydı. Ne var ki İyi ile Kötü arasındaki çizgi her insanın kalbinden geçiyor. Kim kendi kalbinin bir parçasını yok etmek ister?” (Soljenitsin)
Okuyacağınız bu kitap insanların para ile, tüketim ile kurdukları ilişkiye ışık tutuyor. Charles Allen Scarboro’nun Karl Marx ve Max Weber’in fikirlerinden de isitifade ederek hazırladığı özgün bir çalışma. Scarboro İstanbul’da yaşayan bir Amerikalı. Akademik birikiminin yanı sıra kapitalizmin anavatanından gelmesi, “içimizde yaşayan bir öteki” olması bu kitaba ayrı bir lezzet katıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Şiirlerim, Öykülerim / Cemile Bayraktar
İnsan ya zevkten yazar ya dertten yazar. Ama insan bazen dertli olduğunu kendi bile bilmez, derdini ve zevkini kendi yazar ama farkında değildir, derdini de, şevkini de bazen kendi yazmamışçasına, yazdığından okur, insanın kendinde bilmediği yansımıştır yazıya, insan dertten yahut zevkten yazarken herkes kadar kendini okur. İnsan önce kendi için yazar. O vakit yazdığı aynası olur. Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
İncitmeden söylemek istersin ama söz incitir bazen. Ağlatmak istersin bazen ama söz ağlatmaz. Bazen sesini sözle duyurmak istersin ama duyulmaz. Bazen birsindir, bin olmak istersin söz yetmez. Sözün söz; kelimenin kelime olarak kaldığı anlar bazen yetmez, bazen tam aksine düşer, öyle zamanların sihri sadece şiirdir… Tahran’dan, Washington’a; Beyrut’tan, Tokyo’ya; İstanbul’dan Şam’a; Paris’ten Kazablanka’ya; Filistin’den Keşmir’e kadar uzatabilir kollarımızı şiir, tel örgülere, mayınlı topraklara, kırmızı çizgilere mahkûm etmeden beşeri, uzanır uzanabildiğince…Buradan indirebilirsiniz.
Modern Bir Put: Bilim (Tartışma)
Bilimciler herşeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşk’ı, Korku’yu, Sevinç’i hormonal “fenomenler” sanıyorlar. Hakikat’in tezahürü yok onlar için, sadece tezahür var. Sebebi? Eşya. Eşyanın sebebi? O da eşya(!) Biz buna “pozitivist iman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Konuya eğilen yazarımız Mehmet Bahadır her zamanki nazik üslubuyla “kral çıplak” dedi… Dedi ve bir işaret fişeğini daha ateşledi. Sitede en çok yorum alan yazılardan biri oldu bu makale. Fakat sadece içeriği ve yorum sayısıyla değil, yapılan yorumların kalitesiyle de öne geçti bu çalışma. 100′den fazla yorum alan ve aylar süren ilginç bir tartışmaya vesile olan makaleyi altındaki yorumlarla beraber kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Buradan indirebilirsiniz.
Liberalizm Demokrasiyi Susturunca
Halkın iradesi liberalizm ile çatışırsa ne olur? 2008’de başlayan ekonomik kriz sürmekte. Eğitim, sağlık ve güvenlik hizmetlerine ayrılan bütçeler kırpılırken batan bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca dolar harcanıyor. Alın terinin finans kurumlarına peşkeş çekilmesini istemeyenler protesto ediyor. Ama batılı devletler polis copuyla finans sektörünü savunmaktalar. Ne oldu? Bütün nüfusun binde birini bile temsil etmeyen bankacıların çıkarları geri kalan %99.99’un önüne nasıl geçti? Alıp satma, üretip tüketme özgürlüğü nasıl oldu da halkı finans sektörünün kölesi yaptı? Mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı uğruna halkın iradesi çiğnenebilir mi? Okuyacağınız kitap demokrasi ile liberalizmin savaşı üzerinedir. Buradan indirebilirsiniz.
Asimilasyon ile Şiddet Kıskacında Ulusalcı Kürtler (Kitap + Tartışma)
Etnik kökenimiz benliğimizin bir parçası, rengarenk insanlığımızın gerçek bir rengi. Ancak bu renk üzerinden yapılan bir baskı, bu renk “yüzünden” çekilen büyük bir acı sonucu diğer bütün renkler silinebiliyor. Bir başka deyişle IZDIRAPLAR ÜZERİNE YAPAY BİR KİMLİK İNŞA EDİLİYOR. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu belki de. Sadece Türk ya da sadece Kürt olmaya mahkûm edilen insanlar giderek insanlıklarını perdeliyorlar. Böylesi halklar ırkçılığa, her türlü şiddet çağrısına kucak açıyorlar. Zira duydukları kin ve nefret onları bıçak gibi bilerken bir yandan da tektipleşiyor, şeyleşiyor. Kürt aydınları kadar Türk aydınlarına da büyük iş düşüyor. İnsan olmadan “Türk” ya da “Kürt” olmanın imkânsızlığını halklarına anlatmak. Okuyacağınız bu kitap aydınların dikkatini tam da bu noktaya çekmek için hazırlandı: Asimilasyon ile şiddet kıskacı içindeki Kürt halkına… Buradan indirebilirsiniz.
Etrafınızda “ben solcuyum” diyen kaç kişi var? Birgün Ya da Cumhuriyet Gazetesi, Türk Solu Dergisi okuyan? Yürüyüşlerde Marx, Lenin, Deniz Gezmiş ve Atatürk posterlerini yanyana taşıyan kişileri tanıyor musunuz? İşçi sendikalarında aktif rol oynayan dostlarınız var mı? Bu insanlar hasretle beklediğimiz sol muhalefeti kuramadılar bir türlü. Neden? Marxist ve Marxçı (Marx’a dair ama marxist olmayan) miras ile yüzleşmedi Türk solcuları. Oysa Marx anlaşılmadan hiç bir sol projenin anlaşılmasına da imkân yok. Leninist, Stalinist, Maoist… Hatta Kuzey Avrupa’nın sosyal demokrat modellerini de çözemezsiniz. Marx’ın bıraktığı yerden devam edenleri anlamak için de gerekli bu okuma; dünya soluna bugünkü şeklini veren düşünürleri anlamak için: Rosa Luxemburg, Ernst Thälmann, Georg Lukács, Max Adler, Karl Renner, Otto Bauer, Walter Benjamin, Jürgen Habermas,… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak? Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz.
İnsan’sız Sinema Olur mu? Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır. Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.
“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…”
Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası
Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen, fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.
Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Değerli yazarımız Suzan Nur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Zaman’ı düşünmek, Zaman’ı yazmak
Zaman insanın hissiyatıyla algılayamadığı, bilimsel, düşünsel, hatta psikolojik boyutları olan bir gerçeklik. Zaman yaşadığımız hayatın kendisi. Ama bu kadar önemli olan Zaman ile aramıza mesafe koymak, Zaman’ın dışına çıkıp onu keşfetmek mümkün mü?
Zaman konusundaki bu ilk kitabımızda Derin Düşünce yazarları zor bir işe girişiyorlar: Zaman’ı düşünmek ve Zaman’ı yazmak. Zaman’ın NE? olduğunu sorgulayacağımız ikinci kitaptan önce NASIL? olduğuna baktık bu ilk makalelerde. NE? ve NASIL?soruları Zaman’a bakışımızda ana ekseni oluşturuyor çünkü bilimsel yolla, deney ve gözlemle ilerleyemediğimiz anlarda düşüncenin yardımına Sanat yetişiyor. Buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu? Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk… Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970’lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir? Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına”kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır 🙂
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARIda var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar? (Tartışma)
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşkyoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin epistemolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 6 Nisan 2014)
İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.
Ermeni kimliği var oldukça 1923 model Türk kimliği bozuk bir makine gibi gıcırdamaya devam edecek. […] Neden bize bu kadar benziyorlar? Pastırması, sucuğu, yaprak dolması, müziğiyle, gelenekleri, ailelerine bağlı oluşlarıyla bir de Türk’ten daha fazla Türk mü onlar? Yoksa bu mu bizi sinir eden? […] Artık Anadolu insanının %100 safkan Türk olmadığını, tersine bütün bu etnik unsurların karışımı ve mirasçısı olduğunu idrak etme vakti gelmedi mi? Artık TEK BİR “BİZ” olduğunu, atalarımızın bir kısmının Kürt, diğer bir kısmının Rum, Gürcü, Arap, hatta ve hatta Ermeni olduğunu idrak etmemiz gerekmiyor mu? Buradan indirin.
Yahudi oldukları için mi zalimler?
İsrail bir çok bakımdan Türkiye’ye benzeyen bir ülke. Paranoyak bir ulus-devlet. “Yoktan var edilmiş bir millet” dört tarafı “düşmanla çevrili” kutsal bir vatanda yaşıyor. Terör tehlikesine karşı ülkenin güvenliği için(?) haklar ve özgürlükler çiğneniyor. Devlet eliyle düşman üretiliyor!
Gidemeyenlerin ülkesi oluyor İsrail… Kendi zulmü altında ezilen, korku içinde yaşayan, dünyasıyla beraber Ahiret’ini de kaybetmiş olan İsrailli zannederim Filistinliden bile daha zavallı bir durumda bu yüzden. Buradan indirebilirsiniz.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın”çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
İnsanlık endüstri devriminden bu yana doğayı şekillendirecek güce sahip. Ancak bu şekillendirme gücü yaşamı değil de maddî çıkarları koruyacak biçimde kullanılıyor. Fakir ülkeler, aynı ülke içinde yaşayan fakir insanlar, bitkiler ve hayvanlar “vahşi doğadan” bile daha vahşi bir kirletme özgürlüğünün(!) kurbanı oluyorlar. Gelecek asırda hep beraber keşfedeceğiz paranın yenip yenmeyeceğini. Yok ettiğimiz balıkların yerine Amerikan doları koyup koyamayacağımızı… Buradan indirebilirsiniz.
Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?
İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin.
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
“…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız. “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Nur Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
(Gözden geçirilmiş 2ci sürüm, 5 Mayıs 2016)
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmeninbedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 122 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradanindirebilirsiniz.
“Ötekilere” bakarken (Çeviriler)
“Ötekilerin” gözüyle dünyaya bakabilenler ilerliyor uygarlık yolunda. Geçmişte Bağdat’ı, Kurtuba’yı inşa eden, bugün ise Paris’i, New York’u, yaşatan “öteki” değil mi? Bugün içine kapanan ülkeler yine geriliyor. Dışa açılan, “ötekilerin”bilgisini, birikimini kendine katabilenler ilerliyor. Bu kitabın amacı da “ötekilere” küçük bir pencere açmak. “Almanlar, Amerikalılar, İranlılar, Filistinliler ve İsrailliler dünyada olup bitenlere nasıl bakıyor?” diye sormak. Çeviri metinlere adadığımız 125 sayfalık bu kitapta Ermenistan’dan tasavvufa, İran sinemasından Ateizme, Şeriat’tan Türkiye’deki Hristiyanlara uzanan çok değişik konularda çeviri metinler bulacaksınız. Buradan indirin.
Zorunlu Askerlik Gerekli mi? (Tartışma)
Zorunlu Askerlik bir çok insanımız için bir görev ama aynı zamanda bir çile. Ülkemizi savunmanın daha akıllıca bir yolu yok mu? Bu konuyu yaklaşık bir yıl boyunca tartıştık. Üç makale işaret fişeği görevi yaptı. Yüzlerce okurumuz değişik önerilerde bulundu. Kimileri “aman dokunmayın, böyle çok iyi” derken askerliğini yapmış olan arkadaşlar tecrübelerini paylaştı. Evet, belki de ilk defa bu konu gerçekten muhatabı olanlara yani Türkiye’nin vatandaşlarına soruluyor. Zorunlu askerlik gerekli mi? Bir yıllık kolektif çalışmanın ürünü olan bu 276 sayfalık kitap konuyla ilgili herkes için birinci elden bir bilgi kaynağı. Buradan indirebilirsiniz.
“Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi. Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ? “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak” Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış: “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış
Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün. Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
Türkiye’de ve Dünyada Başörtüsü Raporu-2009/2010
”Türkiye’de ve Dünyada Başörtüsü Raporu-2009/2010″ adlı bu çalışma son iki yıl süresince en çok konuşulup, tartışılan temel sorunlarından biri olarak karşımızda duran başörtüsü yasağına dönük bir dökümantasyon çalışmasıdır. Raporun ana omurgasını, iki yıllık süreçte başörtüsü eksenli yaşanan hak ihlalleri ve buna karşı sergilenen tutumların, davranışların ve tavırların kronolojik bir sırada aktarıldığı almanak tarzı bir arşivleme çalışması oluşturmaktadır. Raporun sadece yasak uygulamalarından ibaret kalmaması; soruna dair gösterilen tepkilerin, politik aktörlerin demeçlerinin ve yasak karşıtı çeşitli etkinliklerin de yer alması; konu etrafında oluşan gündemin ana hatlarıyla aktarılarak, dönemin genel fotoğrafını çerçeveleme kaygısıyladır. Böylece araştırmacılar, bugün ve ileride başörtüsü sorunu etrafında yapacakları çalışmalarda, Türkiye’de ve dünyada başörtüsü sorunu etrafında 2009 ve 2010 yıllarında yaşanan gelişmeleri, oluşan gündemi izleme imkânı bulabileceklerdir. Raporu buradan indirebilirsiniz.
-
Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin sitesindeki PDF kitaplar ve makaleler
48 Yorum
Yazan:görürkemal Tarih: Kas 6, 2008 | Reply
çok güzel bir makale olmuş tebrik ederim kardeşim çok güzel yazmşın….ibadetin türkçe olması bencede çok yanlış ALLAH KURANı indirirken haş-A düşünmedimi insanların bunu anlayıp anlyamayacağını ohalde şu kanıyı varıyoruz ki ALLAH bizden ibadette arapça istiyor….
Yazan:snowqueen Tarih: Kas 6, 2008 | Reply
ibadetin türkçe olması bencede çok yanlış ALLAH KURANı indirirken haş-A düşünmedimi insanların bunu anlayıp anlyamayacağını ohalde şu kanıyı varıyoruz ki ALLAH bizden ibadette arapça istiyor…
Birincisi Allah bir insan olmadığı için düşünme, konuşma gibi “insani” davranışlar göstermesi garip olurdu, bkz. putperestlik.
İkincisi, şekle şemale takılıp kalıyorsunuz,
dil, Arapça olmuş Eskimoca olmuş, Türkçe olmuş ne fark eder, önemli olan anlam değil mi diyeceğim, ordan yazarın alıntısı gelecek:
Onu anlamak ile sınırlandıranlar, ibadeti rasyonel bir fenomene indirgiyorlar. Diğer bir açıdan, her şeyi akıl ve teakkul çerçevesinde yoklayan pozitivist bir tavra irca ediyorlar.
Anlamak, sadece mantıklı açıklama getirmek mi oluyor?
İşte insanları, dinden imandan böyle soğuttular.
Yazan:İbrahim Ahmed Tarih: Kas 6, 2008 | Reply
“Ebedi şef”, “Türkçe ibadet” için Kuran-ı Kerim’in Türkçesinin nazım diliyle yazılması görevini Behçet Kemal Çağlar’a tevdi etmiş oda bazı sureleri çevirmiş.
Kültür bakanlığı-İsmail Cem- döneminde 1995’te bunları “”Kur’an-ı Kerim’den İlhamlar” ismiyle yayındı.
Bulun, okuyun eğleneceksiniz ve de öfkeleneceksiniz. Haşa ki bu çeviriler Kur’an-ı Mübin olsun.
Total bir iktidarın insanların imanına el atması nasıl bir çirkinlik ve çılgınlıktır..
Yazan:Elabars Tarih: Kas 7, 2008 | Reply
snowqueen’e
Kuran’ın Türkçeye tercüme edilmesi ve bu Türkçe tercümenin de Arapça orijinaline ek olarak okunulmasının tavsiye edilmesinde hiç bir Müslümanın bir sakınca göreceğini düşünmüyorum.Müslümanları rahatsız eden Türkçenin bir ibadet dili olarak dayatılmasıdır.İbadet dili olarak neden Arapça’nın kullanılması gerektiğini Sayın Ahmed Hulusi şöyle anlatmış sitesinde:
ZİKİR”den sözedildiği zaman hemen akla takılan ve sorulan bir soru da şudur:
– Niçin biz bu kelimeleri Arapça olarak söyliyelim?.. Aynı kelimelerin Türkçe karşılığını söylesek olmaz mı?..
Allâh (TANRI’dan sözediyorlar elbette), sanki Türkçe anlamaz mı ki biz Türkçe okuyamıyoruz?..
Elbette, bu sorunun cevabını da vermek böyle bir kitapta, bize düşer!.. Öyle ise, dilimiz döndüğünce, bunun da izâhını yapalım.
Bilelim ki. Sesle duyduğumuz bir kelime, yapılan işin en son safhasıdır!.. Olay beyinde, o anda içten -yani kozmik boyuttan- veya kozmik âleme ait bir varlıktan gelen; ya da dıştan -yani çevremizdeki algılamakta olduğumuz herhangi bir varlıktan- gelen bir impalsla yani bir dalga – ışınsal etki ile başlar.
Bu gelen etki neticesinde, önce beynin biomanyetiği, sonra bioelektriği ve daha sonra da bioşimik yapısı tesir alır. Bioşimik yapı aldığı tesir ile kendisindeki verileri bir araya getirdikten sonra, çıkan neticeyi tekrar bioelektrik kata dönüştürerek, ilgili sinir sistemini uyarır ve hangi organla ilgili bir durum sözkonusu ise olayı ona aktarır. Ve biz, o organdan yansıyan bir eylem olarak, sonucu algılarız!..
Yani esas olan, dışta algıladığımız ses – görüntü değil, bir üst boyutta cereyan eden dalga-bioelektrik-bioşimik üçlü sistemidir!..
Şâyet, beynin bu ana çalışma sistemini kavrayabildiysek; anlıyacağız ki, önemli olan, kelimenin harf dizilişinden oluşan lisan değil, kelimeleri meydana getiren frekans-titreşimdir!..
Evren ve içinde her boyutta varolan, tüm varlıklar orijini itibariyle kuantsal kökenli dalga varlıklardır. Ve dahi bu dalga yapıların her biri, bir anlam taşımaktadır.
Bu ışınsal kökenli varlıklar tanımına uygun olarak, salt enerji varlıklar, belli bir anlam taşıyan ve o anlama yönelik görev yapan varlıklar olarak “MELEK” kavramı ile dinde açıklanmıştır.
Nitekim, “Melek” kelimesinin aslı “melk”ten gelir ki “güç, kuvvet, enerji” anlamındadır.
İşte, evrensel manâda her titreşim – frekans bir anlam taşıdığı gibi, beyne ulaşan her kozmik ışın, frekans dahi bir anlam ihtiva eder biçim de evrende yerini alır.İnsan ise, KENDİ ÖZ GERÇEĞİNİ, “ALLAH”I TANIMAK için varedilmiş yeryüzündeki en geniş kapsamlı birimdir!..
İnsan’ın kendini bu beden sanması, Kur’ân tâbiri ile “aşağıların en aşağısında varolması”; buna karşılık özünün hükümleriyle yaşaması ise “cennet hayatı” diye tanımlanmasına yol olmuştur.. Bu yüzden insana tek bir görev düşmektedir
Devamı:http://www.ahmedbaki.com/turkce/kitaplar/dua/dua13.htm
Yazan:fazdogan Tarih: Kas 7, 2008 | Reply
Sayın yazar çok güzel bir yazı olmuş. Tebrik ederim.
Hem ibadet etmezler hem de benim nasıl ibadet edeceğime karışırlar.
Namaz kılmazlar kılanların ne okuduğuna karışırlar.
Oruç tutmazlar, tutanlara sağlığınızı bozuyorsunuz diye ahkam keserler.
Hayır, hasenat mahallelerinden geçmez Deniz Fenerine çamur atarlar.
Kurban bayramında hepsi panter emel kesilir , bu ne vahşet derler, Yılbaşında kesilen hindilere ses etmezler.
Üniversitelere mini etekle girilince özendirme vb. sözkonusu olmaz ama türbanlar girilince laiklik elden gider.
vs. vs.
Bunların neresi doğru ki ?
Yazan:MustafaMus Tarih: Kas 7, 2008 | Reply
Makaleyi okurken yüzyıla yakın süredir ülke gündemimizi işgal eden konularla birlikte, binbir cefa ve fedakarlıkla kurduğumuz onlarca büyük imparatorluğun, hanlığın, beyliğin daha sonra iç çatışmalarla gücünü yitirip, halktan koparak yıkılmasının burukluğunu bir kere daha yüreğimde hissettim.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte halkına ve kültürüne inanmış lider kadronun ve başörtülüsüyle, müslümanınıyla, işçisi, aydını, alevisi, sünnisi, kürdü ve çerkezi ile kendine inanmış bir milletin ortaya koymuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti başarısı ortadır.
Kendini elit(!) olarak niteleyen, toplumun üzerinde gören bu vesileyle de günlük yaşantıya ve inanca varacak kadar çeşitli dayatmalarda bulunan bazı grubların ve kendini yeterince ifade etmesini bilmeyen bizlerin eminim ki böyle cesur bir kalemden alacağı çok dersler vardır.
Bu anlamda ışığınızı ve yüreğinizi paylaşmanızın devamını dilerim.
Yazan:snowqueen Tarih: Kas 7, 2008 | Reply
@Elabars,
Şâyet, beynin bu ana çalışma sistemini kavrayabildiysek; anlıyacağız ki, önemli olan, kelimenin harf dizilişinden oluşan lisan değil, kelimeleri meydana getiren frekans-titreşimdir!..
Diyelim bu sistem doğru, peki kelimeleri meydana getiren harf titreşimleri, herkese özellikle ana dili Arapça olanla Türkçe olana aynı şekilde mi ulaşıyor? Coğrafi ve genetik kodların farklılığını düşünürsek frekans titreşimlerinin herkes için aynı olduğunu düşünmek doğru mu?
Size yaşadığınız coğrafya ve tarihte bir anlam ifade eden frekans, başka bir coğrafyada aynı anlamı ifade ediyor mu gerçekten?
Bugün aynı gibi geliyorsa, bunda da bir dayatma unsuru olamaz mı? “Tengri”den, “Allah”‘a geçiş sürecinin hiç dayatmasız gerçekleştiğini mi düşünüyorsunuz?
Diğer taraftan frekans titreşimlerine bakarsak,
Allah kelimesi el-ilah’tan geliyorsa, altında İslamiyet öncesinin kollektif hafızaya kazınmış titreşimleri var. Hristiyanlığın, “jesus, yesu” gibi kutsal kelimelerinin altında eski Mısır’daki güneş kelimesinin kayıntıları olması gibi.
Arapça ibadet ettiğinizde, aynı kollektif bilincin İslamiyet öncesi kodlarıyla da hala birliktesiniz.
Arapça, İslamiyetle beraber gökten nur pak inen bir dil olmadı, insanlar o dille ve benzer kelimelerle (“ekber” gibi) Kabe’deki kutları da kutsadı. Yanılıyor muyum?
Yazan:fuatogl Tarih: Kas 7, 2008 | Reply
Sahsen benim icin Turkce olmus Arapca olmus fark etmiyor. Sonucta iki durumda da bana ve benzeri durumda olanlara saygisizlik soz konusu. Hergun, gunde 5 defa, gece-sabah-aksam demeden bu inanci paylasmayan insanlara hoparlorden gurultulu bir sekilde yayin yapiliyor. Insanlara saygi gosterip once bu durumu duzeltmek gerek. Isin temelinde bu var. Ama bunu ifade edecek cesareti bulamayanlar isi dil tartismasina cevirdi bizim ulkemizde – buyuk bolumu icin bu boyle. Halbuki “ben sizin inanciniz yuzunden sabah aksam demeden ortak alanda ezan-muezzin dinlemek zorundada degilim” diye itiraz etmek, bu hakka sahip olmak kadar dogal birsey yok.
Saat diye bir icadimiz var, yada guzel bir sekilde ezan okuyabilen ozel saatler var, titresimlisi bile vardir muhtemelen. Bunlar dururken, elimizde imkan varken memleketin her noktasini hoparlor ile donatip herkese zorla inancimizi dinletmek bir saygi noktasinda cok problemli olan bir meseledir. Ozellikle sadece ekonomide liberal olmayan dini inanc sahibi arkadaslara duyurulur.
Yazan:snowqueen Tarih: Kas 7, 2008 | Reply
@fuatogl
Yok biz illa doğduğu an herkesin nüfus kartına “islam” yazıp, ilkokuldan itibaren zorunlu din dersi eğitimine tabi tutup, memleketin tamanını yüksek volümlü hoparlörlerle doldurup ardından
“bu ülkenin %99’u müslüman”lı cümleler kurarak
demokrasiye inanmaya devam edeceğiz.
Yazan:rukıye Tarih: Kas 7, 2008 | Reply
snowquen
evet ne yazık kı demokrasıye ınandırılmaya devam edecegız.Ben de bır musluman olarak okullarda adam gıbı arapca,ıngılızce egıtımı almayı,kucuk yasta kuran okuyup anlayabılmeyı cok ıstemıstım ama bu ulke laık dedıler bana.basortumle kendı ulkemde unıversıte okumayı cok ıstedım yıne bu ulke dedıler bana.dogru ya laık demokrat turkıye cumhurıyetı devletıne ınanmalıyım,nasıl laık olurda demokrat olmaz dıyemem zıra ınmalıyım…
Yazan:rukıye Tarih: Kas 7, 2008 | Reply
snowquen
kuran arapcası ıle halk dılının kullandıgı arapca aynı degıl.Arapca bılıyor olsaydınız ondakı mucızevılıgı kolaylıkla cozerdınız.kuran-ı anlamayan bırcok arap var.farscayı ogrenırken surıyelılerle aynı sınıftaydım,kuran-ı anlamıyorlardı,cok zor dıyorlardı.yanı frekans dıle baglı degıl.kaldı kı bız muslumanlar metaryalıst degılız kı bıze frekans farklılıkları ıle acıklama yapılsın bız vahye de ınanırız.
Yazan:rukıye Tarih: Kas 7, 2008 | Reply
Edebıyat dılı ıle konusma dılının farklı oldugu dıller var.Farsca ve arapca gıbı.Farscayı ılk ogrenırken edebı bır dılle ogrenıyorduk,cunku halkın aslında kendıne ozgu konusma ve anlasma dılı oldugunu bılmıyorduk.Farsca ogrenmeye basladıktan bır kac hafta sonra arkadaslarla bırlıkte dısarı cıkıp halka karısalım dedık.Otobusten ınmek ıcın sofor beye durmasını rıca edecegız arkadaslardan bırı ogrendıgımız o edebı dılle turkceden de farscaya uyarlayarak -sofor bey bız ınecegız -dıyor otobuste toplu bır kahlkaha sesı yukselıyor,herkes bıze guluyor.Tabı bız ne oldugunu anlamıs degılız henuz,sonrakı gun dıl hocalarımızdan bırıne olayı anlatıyoruz o da kahkaha atıyor.aradan bır kac ay gecıyor turkıyede fars dılı ve edebıyatı alanında doktora yapmıs bır kac ogretım gorevlısı konferans vermek ıcın ırana gelıyor katılalım dıyoruz arkadaslarla.bır de bızımkılerın farscasını gorelım,onlar konustukca bu sefer bız kahkahalara boguluyoruz.Dıl boyle bır sey ıste.Ogrenecegı dılı ulkesıne gıdıp toplumla yasamadıgı surece kımse o dılı hakıkı anlamda ogrenemıyor,ya da ınsanları kahkahalara boguyor.Bır arap ulkesıne gıdıp arapca ogrenmemıs,arap kulturuyle tanısmamıs bırının de kuran ve arapcası hakkında konusması da az kahkahalık degıl yanı…
Yazan:Elabars Tarih: Kas 8, 2008 | Reply
Snowqueen:
Diyelim bu sistem doğru, peki kelimeleri meydana getiren harf titreşimleri, herkese özellikle ana dili Arapça olanla Türkçe olana aynı şekilde mi ulaşıyor? Coğrafi ve genetik kodların farklılığını düşünürsek frekans titreşimlerinin herkes için aynı olduğunu düşünmek doğru mu?
Size yaşadığınız coğrafya ve tarihte bir anlam ifade eden frekans, başka bir coğrafyada aynı anlamı ifade ediyor mu gerçekten?
Elabars:Bizler henüz hem mana hem de kelimeleri oluşturan frekans itibariyle aynı etkiyi yaratabilecek bir kitap yazabilecek düzeyde değiliz.Arapça yazılmış Kuran’ın böyle bir özelliği var.Biz Kuran’da yazılan duaları Türkçeye çevirdiğimizde orjinalinde anlatılana benzer manalar verebiliriz kelimelere/cümlelere ama o kelimeler/cümleler Kuranın Arapça orjinalini okuduğumuzda yayılan titreşim(ler)i yayamazlar .Bu nedenle de ibadet ederken Arapça duaların orjinaline sadık kalınması gerekli
Diğer taraftan frekans titreşimlerine bakarsak,
Allah kelimesi el-ilah’tan geliyorsa, altında İslamiyet öncesinin kollektif hafızaya kazınmış titreşimleri var. Hristiyanlığın, “jesus, yesu” gibi kutsal kelimelerinin altında eski Mısır’daki güneş kelimesinin kayıntıları olması gibi.
Arapça ibadet ettiğinizde, aynı kollektif bilincin İslamiyet öncesi kodlarıyla da hala birliktesiniz.
Arapça, İslamiyetle beraber gökten nur pak inen bir dil olmadı, insanlar o dille ve benzer kelimelerle (”ekber” gibi) Kabe’deki kutları da kutsadı. Yanılıyor muyum?
Müslümanların İslam öncesi İnançlarla ortak paydalara sahip olmakla ilgili bir sorunları olduğu gibi bir şey ima ettiğiniz fikrine kapıldım.İslam’ın ilk peygamberi ilk insan ”Adem” olarak göstermesi ve Ademden son peygamber Muhammed’e kadar bütün peygambeleri Müslüman kabul etmesi sanırım takıldığınız noktayı açıklamaya yeterli olur
Yazan:snowqueen Tarih: Kas 8, 2008 | Reply
Biz Kuran’da yazılan duaları Türkçeye çevirdiğimizde orjinalinde anlatılana benzer manalar verebiliriz kelimelere/cümlelere ama o kelimeler/cümleler Kuranın Arapça orjinalini okuduğumuzda yayılan titreşim(ler)i yayamazlar .Bu nedenle de ibadet ederken Arapça duaların orjinaline sadık kalınması gerekli
Haklı olabilirsiniz fakat frekansların anlamın önüne geçmesini biraz tehlikeli bulmuyormusunuz?
Sözgelimi bu şekilde reform, ilerleme ve yeni bakış açıları getirmenin önünde büyük setler olacaktır ki, oluyor da. Reforma gerek yok demek kafayı kuma gömmek oluyor bence çünkü İslamiyet çağı gereği devrimci bir özelliğe sahipken onu
stabil bir hale getiriyorsunuz.
Müslümanların İslam öncesi İnançlarla ortak paydalara sahip olmakla ilgili bir sorunları olduğu gibi bir şey ima ettiğiniz fikrine kapıldım.İslam’ın ilk peygamberi ilk insan ”Adem” olarak göstermesi ve Ademden son peygamber Muhammed’e kadar bütün peygambeleri Müslüman kabul etmesi sanırım takıldığınız noktayı açıklamaya yeterli olur
İslam öncesi insanlar Lat, Menat ve Uzza gibi pagan tanrı ve tanrıçalara tapıyordu, onlara “ekber” diyorlardı. Siz, İslam döneminden bakarak tarihi okuma yapıyorsunuz, oysa tarih öyle yazılmadı. Aynı coğrafaya da insanlar Ea, İnanna gibi Adem ve Havva’yla kültürel olduğu halde dini hiç bir bağlantısı olmayan tanrılara
ibadet edip, aynı dili kullanıyordu. Ve evet, bence MÜslümanların bu dönemle ilgili ciddi sorunları var, yadsımak gibi.
Hristiyanlar, Rönesans döneminde pagan altyapıyla nispeten yüzleşse de, Müslümanların “cahilliye” diye niteledikleri döneme bakışları “kız çocuklarının diri diri gömülmesi” gibi belki de bir şehir efsanesinden öteye gidemiyor.
Yazan:Ömer Güngörmüş Tarih: Kas 9, 2008 | Reply
Bu uzun ve özenli yazı nedeniyle emeğinize sağlık diyorum. Türkçe ibadet konusunda fikirlerinize katılıyorum ancak Kuran’ın tercüme edilmesi ve dinde reform konularına düşüncelerinizi önyargılı ve yanlış bulduğumu söylemeliyim. Ben de Türkçe ibadeti insanlara dayatmanın yanlış olduğunu düşünüyorum ve kendim de şimdiye kadar bunu denemiş değilim. Ancak Türkçe ibadet fikrinin ardındaki mantığı anlamak için sizden fazla ve daha samimi çaba harcadığıma inanıyorum. Cumhuriyet’in, Türkçe ibadet, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi ve bunun gibi dinle ilgili icraatları dinde bir reform yapma girişimidir ve bu sizin belirttiğiniz gibi dini yıkmaya yönelik bir eylem değildir. Çünkü reform dine karşı değil dini uygulamalara karşı yapılır. Bunu bilecek kadar kültürlü olduğunuzu düşünüyorum. Dine karşı yapılan devrim olur ve bunu ancak bir peygamber yeni bir din kurarak yapabilir. Atatürkün yeni bir din kurmak gibi bir niyeti olmadığına göre, O yalnızca bir reform yapmak istemişti diyebiliriz. Bu konudaki tek örnek olan Hristiyanlık reformuna bakarsak ne demek istediğimi daha iyi anlamış oluruz. Hristiyanlık reformunu başlatan Martin Luther -ki kendisi aslında bir papazdı- Hristiyanlığın kötü bir din olduğunu yada -bizim aksimize- İncil’in bozulmuş sahte bir kitap olduğunu düşünmüyordu. O yüzden reformu dine, kitabına yada peygamberine karşı değil; Papa’ya yani dine hükmeden dünyevi bir kuruma karşı yapmıştır. Amacı Hristiyanlığı değil sadece Papa’nın sorgulanamaz otoritesini yıkmaktı. Bu nedenle İncil’in Latince’den başka bir dile çevrilmesini yasaklayan kuralları çiğnedi ve herkes anlayabilsin diye onu Almancaya çevirdi. Böylece insanlar dini metinleri kendileri anlayabilecek ve artık din adamlarına muhtaç olmayacaklardı. Tekrar İslam’a dönecek olursak kimse bu dinin kötü bir din olduğunu yada kitabının yetersiz olduğunu iddia edemez. Ancak herkesin kabul etmesi gereken birşey var ki oda son yüzyıllarda bu dinde yanlış giden birşeylerin olduğudur. Din aynı din olduğuna göre bir hata varsa bunu uygulamalarda aramak gerekir. Bu uygulamalar dinin istimar edildiği yani din adamlarının dini güvenilirliklerini dünyevi menfaatler karşılığında taraflı olarak kullandıkları durumlardır. İşte bu durumları ortadan kaldırmak için Atatürk, din adamlarının toplum üzerindeki etkisini azaltmayı amaçlayarak bunların dini kıyafetlerle dolaşmasnı kısıtlamaktan, dini metinlerin Türkçe’ye çevrilmesine kadar bir dizi yeni uygulama başlattı. Bu fikir elbette konumu sarsılabilecek olan insanları ve bunların din elden gidiyor diye kandırdığı safları kızdırabilir. Ancak biz destekleyelim yada karşı olalım bunun ardındaki mantığı anlamaya çaba göstermeliyiz. Kemalizm bir aydınlanma hareketiydi ve aydınlanmayı gerçekleştirmek için dinde reform yapmak zorundaydı. Şimdi içinde bulunduğu durumu eleştirebilir ve icraatlarının yanlış olduğunu iddia edebilirsiniz yada Kemalizme karşı olabilirsiniz. Yalnız Atatürk’ün yada İnönü’nün dini yıkmak gibi bir amacı olduğunu düşünmenin akla sığmayacağını da takdir etmelisiniz. Eğer öyle olsaydı bütün dini faaliyetleri yasaklar ve şu meşhur iddiada dendiği gibi bütün Kuran’ı Kerimleri toplatırlardı. Kuran’ı Türkçeye çevirtmek gibi işler yapmazlardı. İnansınlar yada inanmasınlar yaptıkları işler İslamı deforme etmeyi amaçlamıyordu. Özetle Türkçe ibadet konusu insanların kendi vicdanlarına bırakılmalıdır, ancak Kuran’ı Kerim mutlaka Türkçeye çevrilmeli ve insanların bunu okuyabilmeleri sağlanmalıdır. Tüm bunlardan sonra hala bu çabaları dinsizlik olarak niteleyenler yobaz olarak adlandırılabilir ve kendi menffatleri için konuştuklarından emin olunabilir.
Yazan:elif dedim Tarih: Kas 13, 2008 | Reply
Sayın Ömer Güngörmüş
Araştırmalarınızı derinleştirirseniz meselenin , sizin anlattığınız tarzda olmadığını anlamak, hiç de zor değil.
En basitinden, CHP’nin 1935 yılı parti programında laiklik ilkesi tanımına bakarsanız, nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu görebilirsiniz.
Bakınız laiklik ilkesi şöyle tanımlanıyor
“Din, bir vicdan işi olduğundan, parti, dini, dünya ve devlet işleri ile siyasada[siyasette] ayrı tutmağı, ulusumuzun çağdaş medeniyet yolunda ilerlemesi için başlıca şartlardan sayar.”
CHP’nin laiklik tanımı, ‘din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ söylemine yakın kelimeler kullanılarak yapılmış olsa da, yukarıdaki iki cümle dikkatlice okunduğunda, tamamen farklı bir tablo ortaya çıkıyor. CHP’nin tanımında sadece dinin dünya ve devlet işleri ile siyasetten ayrı tutulacağından söz ediliyor. Yani din ve devlet işlerinin ayrılması değil, tek taraflı olarak dine devlet işlerinden el çektirilmesi söz konusu. Dahası, bu durum devlet işleri ya da siyaset ile de sınırlı değil. Zira CHP’nin tanımı ‘dünya işleri’ni de kapsıyor – ki bu yaklaşım, dini, siyasal hayattan olduğu gibi sosyal hayattan da soyutlamak isteyen bir anlayışı yansıtıyor.
Ayrıca bu zihniyetin günümüze tezahürünü görmek için Sayın Mustafa Akyol’un “Türkiye’yi Dindarsızlaştırma Projesi” yazısını okumanızı tavsiye ederim. (http://www.mustafaakyol.org/arsiv/2008/03/turkiyeyi_dindarsizlastirma_projesi.php)
Omer Bey meseleye daha da vakıf olmak isterseniz ve eğer ideolojik bir kaygınız ve önyargılarınız yoksa; dönemin şartlarını ve zihniyetini anlamanız için, haddim olmayarak derin sular sitesinde yayınlanan Kemalizm ve Laiklik yazı dizilerinin tamamını okumanızı önereceğim.
Ayrıca bahsettiğiniz din istismarcılığı toplumun her kesiminde, her dönem ve her şartta zaten mevcut olacak şeylerdir. Tıpkı günümüzdeki gibi.
Bugün askerinden siyasetçisine, esnafından tüccarına kadar din istismarcılığı yapılmıyor mu?
O zaman sizin tabirinizle din alanında ve uygulamada yapılan reformlar neyi değiştirdi ve neye yaradı diye sormak en doğal hakkımız olmaz mı?
Mesela Iskilipli Atıf Hoca neden asılmıstı ? Bediüzzaman Said Nursi ömrünü neden zindanlarda geçirmiştir?
Onlarda mi din istismarcıları idi?
Elbette Kuranı Kerimin türkçe meali yapılmalı. O ayrı bir mesele. Yazının konusu da bu değil zaten. Yazar dönemin zihniyetine ve tercüme ibadete atıfta bulunuyor.
Ayrıca, dönemin şartlarında, “Kuranı Kerim türkçeye çevrilmeli ki lüzumsuz tekraratları ve ne mal olduğu (haşa!) anlaşılsın” şeklinde zuhur eden zavallı zihniyetin de var olduğunu da hatırlatmak isterim. Tabi ki bunu herkese mal etmek yanlış.
Ayrıca konumuzla ilgisi yok belki ama Atatürk istismarcılığı konusunda ne düşünüyorsunuz ? Bu istismarı da yok etmek için ne gibi düşünceleriniz ve reformlarınız var ? Yanlış anlamayın bunu samimi olarak soruyorum kardeşim.
Son olarak Atatürk’ü Martin Luthere benzeterek büyük bir tarihi hata yaptığınızı ve yanlış sonuçlar çıkardığınızı düşünüyorum.
Zira Martin Lutherin karşı olduğu Katolik kilise ve papazlık düzeninde; kilisenin yönetimler üzerinde ciddi tesirleri vardı. İşçi sınıfının gelirleri üzerinden %10 oranındabir tür öşür vergisi alan, hastaneleri ve (ilk ve orta dereceli) okulları yöneten, her türlü sansür yetkisi bulunan, Ülke topraklarının %10’dan fazlasına sahip olan Kilise, sosyal yapı içerisinde çok ciddi bir güce sahipti.
Islamda böyle bir ruhban sınıfı olmadığı gibi, söz konusu imam ya da hocaların ve hatta halifelerin bile böylesi yetki ve güçlerle donatıldığı, tarih boyunca görülmemistir ve hatta halifeler hal olabilir, öldürülebilirdi de.
Ömer Bey görüşlerinize saygılıyım, lakin güneşe gözlerini kapayan sadece kendine gece yapar.
Tekrar Saygılarımla.
Yazan:Ömer Güngörmüş Tarih: Kas 14, 2008 | Reply
Elif Dedim rumuzlu okuyucuya:
Cevabi yorumunuzu okuduktan sonra anlaşmazlığın bilip-bilmemekten değil, olaylara tamamen farklı açılardan bakmaktan kaynaklandığına inandım. Bu durum ortak bir noktada buluşmayı imkansız hale getiriyor. Ancak bunun önemi yok. Ben sadece birkaç noktayı dile getireceğim. CHP’nin programında yer alan laiklik yorumunun sizi rahatsız ettiğini görüyorum, elbette kendinize göre haklısınız. Ben bu programda yer alan görüşleri az çok bildiğime inanıyorum ve ne yazık ki sizin kadar rahatsız edici bulmuyorum. Sizin devlet ve din işlerinin tamamen birbirinden ayrılmasından yana olduğunuz anlaşılıyor. Ancak bu durum Türkiye şartlarında devletin dini serbest bırakması olur ki -takdir edersiniz- bu da beni rahatsız eder. Devletin dini serbest bırakması yalnızca dini örgütlenmelerin siyasi ve ekonomik niyetlerden uzaklaşması ile mümkün olabilir. Bu da bizi devletin toplumu dindarsızlaştırmasına yada insanları dinsizleştirmesine getiriyor. Öncelikle böyle bir durumun söz konusu olamayacağına inandığımı belirtmek isterim. Benim görüşümce adı geçen politika dinin bireyselleştirilmesi olarak adlandırılırsa daha iyi olur. Devlet dinsel örgütlenmeleri, haklı yada haksız olarak kendisine karşı bir tehdit şeklinde algılıyor ve bunların var olmasını istemiyor. İnsanların dini bireysel olarak yaşamalarını, herhangi bir dini liderin sömürüsüne yada suistimaline maruz kalacak şekilde ona bağlı kalmamasını sağlamayı amaçlıyor. Bunun haklı yada haksızlığı tartışılabilir ki bence haklıdır. Bunlar sağlandıktan sonra devlet te dinden elini çekebilir. Böylece sizin de taleplerinizden en azından biri gerçekleşmiş olur.
Önerdiğiniz kaynakları en kısa zamanda okumayı ümit ediyorum. Yalnız bu tarz durumlar da düşünmenin, kim olursa olsun başka birinin düşünceleriyle kendimizi donatmaktan daha sağlıklı olduğuna inanırım.
Din istismarı her zaman devam edecekse devlet buna karşı mücedele etmeyi sürdürecektir. Ta ki insanlar bu sömürüye maruz kalmamayı yani dini duygularına kimsenim karışmasına izin vermemeyi öğrenene kadar. Günümüzde bu hala devam ediyorsa bunlar gerçekleşmemiş demektir. Sorunuzun cevabı budur. İskilipli Atıf ve Said Nursi dini istismar eden insanlarmıydı bunu ben söyleyemem çünkü kendilerini yeterince tanıyor değilim. Siz de söyleyemezsiniz çünkü bu insanlara karşı tarafsız bir yaklaşım gösteremeyeceğiniz anlaşılıyor. Ancak bir açıklama bekliyorsanız bu insanların o dönemin yöneticilerine tam da bahsettiğimiz gibi göründüğünü söyleyebilirim. En azından Atatürk’ün kişisel nedenlerle bu insanlara bu şekilde davrandığı şeklinde bir iddiaya inanmadığınızı umarım.
Atatürkün istismarcılığı konusuna gelince, burada biraz durmak istiyorum. Tabi burada söyleyeceklerim kendi görüşlerimdir. O yüzden üzerinizde, sizin iddianızın benim üzerimde bıraktığından daha fazla bir etki bırakmayabilir. Benim için din istismarı demek dini söylemlerle insanları kullanmak demektir. Siz neye dayanarak bunu iddia ediyorsunuz tahmin etmek güç ama bence böyle bir durum yoktur. Atatürk, kişisel karizması ve umut veren geçmişiyle insanları etrafında toplamış ve yönlendirmiştir. Bu durumda adını andığınız şahıslar O’na kıyasla din istismarı yapmış insanlardır. Eğer Atatürk’ün kullandığı dini söylemlerden yada pozlardan bahsediyorsanız bunu, dini bağnazlığın, bu derece yaygın olduğu bir toplumda doğacak kadar talihsiz bir adam olmasına bağlayabiliriz. Bu bağnazlık, kendi yurttaşlarının ona yendiği milletlerden daha fazla yada daha üzücü bir antipati duymalarına neden olmuştur. Bu konudaki reform fikirlerim, bundan sonra milletin kaderini eline alacak insanların böyle bir eyleme muhtaç olmayacakları bir toplum yaratmaktır. Bunun içinde temel hedef dinsel bağnazlığın yok edilmesidir diye düşünüyorum.
Atatürk ve Martin Luther ilişkisine gelince, eğer “tarihi” bir yanlış anlaşılmaya neden oldumsa affola. Ortada bir hata varsa da bunun “tarihi bir hata” değil “tarihsel bir hata” olduğunu düşünüyorum. Ancak orada da belirtiştim, Hristiyanlık reformu dışında aklıma gelen başka bir örnek olmadığı için Kemalist hareketle arasında bir ilişki kurulmuştur. Daha yakın bir örnek olsaydı şüphesiz onu kullanırdım. Bunun yanında Atatürk’ü Martin Luther’e benzetmiş değilim sadece iki hareketi birbirine benzettim.
Elbette Hristiyanlık ve İslamiyet farklı koşullara sahiptir. Ancak bu İslamiyetin içinde bir takım reform gerektiren uygulamaların var olduğu gerçeğini değiştirmez. Anlaşılan teknik ayrıntılara verdiğiniz önem bunu kabüllenmenize engel olmuş.
Son olarak aşırı ışığın insanı kör edebileceğini de unutmayın!
Yazan:elif dedim Tarih: Kas 15, 2008 | Reply
Ömer Bey
Resmen jakoben, otoriter ve diktatoryal devleti savunuyorsunuz.
Tipik bir CHP zihniyeti.
Muasır medeniyetlere ulaşmanın yolu buradan mı geçiyor sizce?
Sanırım tarikatların ve diğer dini cemaatlerin “gerici yuvası” olduğu, rejimi tehdit ettiği gibi klişelerden bahsediyorsunuz. Bu konuda yine Mustafa Akyolun düsüncelerine % 100 katılıyorum.
” Öncelikle temel vatandaşlık bilgisi şudur ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları nasıl isterlerse öyle yaşayabilirler. İsteyen tümüyle seküler bir yaşam sürüp koyu bir ateist olabileceği gibi, isteyen de istediği dozda dindar olabilir.
Hatta dindarlık bir yana, göğsünü gere gere “gerici” de olabilir. Modern çağın kötü olduğunu düşünüp daha önceki devirlere özlem duyabilir, mutluluğunu ve kurtuluşunu geçmişteki gibi yaşamakta arayabilir. Asırlar öncesinin kıyafetlerini tercih edip, modern bilimi ve teknolojiyi reddedebilir. Liberal, sosyalist, milliyetçi veya feminist olmak nasıl bir özgürlükse, “gerici” olmak da bir özgürlüktür.
Zaten dünyanın tüm özgür toplumlarında alabildiğine özgür “gericiler” vardır. ABD’de, Avrupa’da veya İsrail’de modern teknolojiyi reddeden, yüzlerce yıl öncesinin yaşam biçimini aynen koruyan cemaatler bulunur. Kimse de bunları görünce “irticaya karşı savaş” yeminleri etmez.
Böyle yeminlerin edildiği ve “gericiliğin” suç sayıldığı ülkeler, Kuzey Kore, sabık SSCB, Kızıl Khmer Kamboçyası gibi ideolojik diktatörlüklerdir.
Ancak “gericilik” özgür toplumlar için gerçekten de bir sorun ve hatta bir tehdit haline gelebilir. Bu, “gericiler”in kendi yaşam biçimlerini başkalarına dayatmaya kalkmaları durumudur.
Böyle bir despotizme eğilim gösterdiklerinde, kabul edilebilir çizgiyi aşmış olurlar. Elbette aynı çizgi, “gericiler”e kendi yaşam biçimlerini dayatmaya kalkan “ilericiler” için de geçerlidir. Özgür bir toplumda her türlü felsefe serbesttir; kabul edilemez olan tek şey despotizmdir.
Bir de içine kapalı dini cemaatlerde (hepsi icin degil)sıkça ortaya çıkan bir “dini sömürü” sorunu vardır. Kaygilarinizi anliyorum.
Bu cemaatlerden bazılarının liderleri, çok güçlü bir motivasyon kaynağı olan dini ilahi amaçlarından saptırıp kendi çıkarları için kullanmakta, müridlerinden her türlü menfaati sağlamaktadırlar. Bu da, “özgürlük” kapsamına girse bile, toplumsal sorumluluk açısından sürmesini istemeyeceğimiz kötü bir modeldir.
İşte Cumhuriyet’in ilk yıllarında tarikatların kapatılması ve yasaklanması,bu gibi düşüncelere dayanıyordu
Oysa 80 yıl sonraki tablo bize açıkça gösteriyor ki bu uygulama başarılı olamadı. Tarikatlar hala var. Hem de güçlü bir biçimde. Var olmaya da devam edecekler, çünkü bireysel ve toplumsal bir ihtiyacı karşılıyorlar.
Din, insanlığın ayrılmaz bir parçası ve dindarlık sadece bireysel değil aynı zamanda cemaatsel bir tecrübe. (Modernleşme ile birlikte dinin ortadan kalkacağı tezinin — ki genç Cumhuriyet biraz bundan etkilenmişti — tamamen yanlış olduğu ise artık Batılı sosyal bilimcilerin ezici çoğunluğu tarafından kabul ediliyor.)
Ancak tarikatların yasaklanmasının hiç bir etkisi olmadığını söylemek yanlış olur. Oldu, ama ne yazık ki olumsuz yönde: Baskı, tarikatları yer altına iterek onları dondurdu. Kendilerini gizlemek zorunda kalan bu cemaatler zaten kendi içine kapalı olan yapılarını daha da kemikleştirdiler. Dış dünyadan izole oldular. Sosyolog Şerif Mardin’in ifadesiyle “gettolaştılar.” Böyle bir ortamda hem kendilerini geliştiremediler, hem de dini sömürü için ideal bir yapı ortaya çıktı.
Oysa tarikatlar legal olsalar daha açık ve şeffaf bir yapıda gelişebilirlerdi. Bugün bu hala mümkün. Düşünün, ülkemizde kapısında adı yazan, ilkeleri, kuralları, çalışma sistemi, finans kaynakları açıkça ortada olan tarikatlar olsa, her şey çok daha iyi olur. İsteyen beğendiğine katılır. Katılanlar neye katıldıklarını bilir. Kendilerini devletin yumruğu ve toplumun baskısı altında hissetmeyecekleri, “istenmeyen vatandaş” duygusuna kapılmayacakları için de topluma daha kolay entegre olurlar. “Gettolaşma”dan sıyrılır, toplumun tümüne yönelik hayırseverlik faaliyetlerine girişebilirler.
“Muasır medeniyet”te bu işler böyle yürüyor. ABD, “tarikatların” ve diğer dini örgütlenmelerin açtığı okullar, Kitab-ı Mukaddes kursları, hastaneler, aş evleri ile dolu…
“Muasır medeniyet”e yürüme iddiasında isek, bizim de artık vatandaşlarımızın tepesine binmekten vazgeçmemiz gerekiyor. Başka her şeyde olduğu gibi tarikatlar konusunda da Türkiye’nin yasaklamaya değil, özgürleştirmeye ihtiyacı var.
Ama bakalım “ilericiler” bunu anlayabilecek mi”(MA)
Buna siz karar veremezsiniz, ben karar veremem…
Buna hikmetinden sual olunmaz, herseyi goren, bilen ve en dogrusunu yapan putsal devlet mi karar verir ?
Lütfen önce bu insanları bir araştırın tanıyın, (nitekim tanımadığınızı söylediniz) daha sonra hüküm veriniz.
Ayrıca benim tarafsız bir yaklaşım gösteremeyeceğimi nasıl anladınız? Ortada bir zulüm varsa ki var, zulüme nasıl taraf olabilirim…?
Ulkemizdeki Iskilipli Atif Hocalara ve Bediuzzamana ve daha nicelerine yapılan, zulum ve kıyım gerçekleriyle yüzleşmeye cesaretiniz var mı?
Atatürk istismarı konusuna gelince,
Atatürkün kurtuluş savaşı esnasında tüm milleti (kürdü, türkü, lazı, çerkezi… )Islam çatısı altında toplaması ve dini söylemleri doğru harekettir. Kastım o değildi.
Atatürkçülük adına siyasi rant sağlayan, çıkar ve menfaat peşinde koşan, adam vurup, yolsuzluk yaoip her türlü kötü yola başvuran, milletin huzur ve istikrarını bozan ve bunları da yaparken Atatürkçülük zırhını giyen, Atatürk istismarcılarından bahsediyorum. Baksanıza Kemalizm adına terör örgütü (ergenekon)bile kurdular, millete kan ağlatıyorlar.
Şimdi sorumu tekrarlıyorum
Atatürk istismarcılığı konusunda ne düşünüyorsunuz ? Bu istismarı da yok etmek için ne gibi düşünceleriniz ve reformlarınız var ?
Size katılıyorum evet reforma ihtiyaç vardır o da yukarda bahsettiğim üzere ;
“Muasır medeniyet”e yürüme iddiasında isek, devletin artık vatandaşlarımızın tepesine binmekten vazgeçmesi gerekiyor. Başka her şeyde olduğu gibi tarikatlar ve cemaatler konusunda da Türkiye’nin yasaklamaya değil, özgürleştirmeye ihtiyacı var. Evet özgürlük reformuna ihtiyacımız var.
Neden? Düşüncelerinizin ve aklınızın şaşmaz ve hikmetinden sual olunmaz doğrular ürettiğine mi inanırsınız?
Gelişmeye ve değişmeye açık değil misiniz?
Bu sizi 1930 larda çakılı bırakmıyor mu ?
Dünya değişiminin farkında mısınız ?
Son olarak; kör olacağım korkusuyla, kendinizi karanlıklara gark etmeye hakkınız yok.
NOT : Ömer Bey lütfen bana kızmayın. Ayrı fikirlerde de olsak ben bu sohbetten hoşlandım. Sizi de sevdim. Toplum olarak karşılıklı empatiye çok ihtiyacımız var.
Sağlıcakla kalın saygılarımla…
Yazan:bedr Tarih: Kas 16, 2008 | Reply
dini bütün biri sayılamam pek ama ben türkçe ezan a şiddetle karşıyım. ezan Arapça orijinaldir ve orijinal kalmalıdır bence. ezan dinlemeyi çok seviyorum. türkçesini dinleyemem. ibadeti ise isteyen istediği gibi yapsın kimseyi ilgilendirmez. Allah ile kendisi arasında bir şeydir.
Yazan:Ömer Güngörmüş Tarih: Kas 19, 2008 | Reply
Hiç istemediğim halde yorumlar karşılıklı atışmaya dönüşmeye başladı ama madem bu tarz konuşmaları seviyorsunuz devam edelim.
Elimizde devlet ve din var. Kimilerine göre insanları baskı altında tutan en büyük iki mekanizma… Diktatoryal, jakoben ve otoriter devleti savunmanın kötü olduğunu düşünüyorsanız, dini savunmayı da öyle görmelisiniz. Birinin kontrol edilemez olduğunu düşünüyorsanız diğerini kontrol edebileceğinize nasıl güveniyorsunuz.
Mustafa Akyol’a sonuna kadar katılıyorum; isteyen dozunu kaçırmadıkça “gerici” olabilir. O zaman dozunu kaçırmadıkça otoriter devleti de savunabilir. Bu yüzden başlangıçta icra ettiğiniz yaftalamalar, kötü şeyler değil diye kendimi avutabilirim sanırım. Medeniyet yarışına derinden bağlı olduğunuzu takdir ediyorum. Ancak “muasır medeniyete” ulaşmak konusunda benimle birlikte yaftaladığınız insanlara hesap sorma hakkınız yoktur. Çünkü o sözleri belirgin bir alayla ağzınıza aldığınız belli oluyor. Sahibine yada bugün kü bayraktarlarına karşı…
Anlamadığım bir nokta var ki; dinde reform dendiği zaman Hristiyanlığın ve İslamiyetin farklı dinamiklerinden söz edilir de “gericilikte” özgürlükten dem vurulurken bu farklı dinamikler birden yok olur. Ama şurası da vardır ki o her zaman mükemmel batı demokrasileri bile gericiliği abartanlara müdahale ederler. Örneğin Hristiyanlığın bir tarikatı incil ayetlerinin tedavi için yeterli olduğundan hareketle doktora gitmeyi yasaklamakta ve insanların basit hastalıklar yüzünden ölümüne sebep olmaktadır. Doğal olarak da devlet bunlara izin vermemektedir. Tabi bu örnek size çok sıradışı gelmiş olabilir, ama hem gericiliğin kontrolü zaruretini göstermesi bakımından hem de batı demokrasileri mitinize yardımcı olması bakımından bence yerindedir.
Tarikatların halen varolması sizin de belirtmiş olduğunuz gibi rejimin bu konuda başarısız olduğu anlamına gelebilir. Ancak tarikatların serbest bırakıldığında neden olduğu olumsuzlukları gören bir rejim başarı yada başarısızlık esasına göre mi hareket eder yoksa gerekliliklere göre mi? Daha önce de söylediğim gibi tarikatlar ekonomik ve siyasal olarak değilde gerçekten dinsel etkinlik göstermeye başladıklarında rejimin hala onlara karşı olumsuz tutumu devam ederse bende sizinle birlikte buna karşı çıkarım. Ama niteliği değişmediği müddetçe yer altında da olsa yer üstünde de tarikatlar insanı sömürmeye devam edecektir. Tamamen serbest oldukları Osmanlı döneminde her zaman olumlu işlevler yerine getirselerdi kim onları kaldırma gereği duyardı.
İskilipli Atıf ve Said Nursi ile ilgili sorduğunuz sorulara verdiğim cevapta yöneticiler bunu düşünmüştür dedim. “Buna siz karar veremezsiniz, ben karar veremem… Buna hikmetinden sual olunmaz, herseyi goren, bilen ve en dogrusunu yapan putsal devlet karar verir” demedim. Belki Türkiye’de çiğnenen haklar konusu açılınca hemen durumu adı geçenlere indirgeyen zihniyetten gına gelmiştir, çok soğuk bir cevap vermişimdir. Zulme taraf olmak istemediğinizi söylediğinize göre bu insanların gerçekten kusursuz ve lekesiz bir çevreyi temsil ettiğine inanıyor olmalısınız. Takip eden paragraflar da gittikçe sertleşen tavrınız olaya taassup derecesinde bir tek taraflılıkla baktığınızı gösteriyor. “Ulkemizdeki Iskilipli Atif Hocalara ve Bediuzzamana ve daha nicelerine yapılan, zulum ve kıyım gerçekleriyle yüzleşmeye cesaretiniz var mı?” Gördüğünüz üzere yüzleşiyoruz bu “zulüm ve kıyım” gerçekleriyle… Gerçi ortada bir suç varmı? Varsa suçlusu kim? Bu soruları sağlıklı bir biçimde değerlendirdiğinizi düşünmüyorum ama yine de yüzleşiyorum.
Atatürk istismarcılığı konusunda hakkınızı teslim etmeliyim. Yanlış anlaşılma için özür dilerim. Ama takdir edersiniz ki ilk bakışta öyle bir mana çıkabiliyor… Geciken cevabıma gelirsek; öncelikle bu konuda haklı olduğunuzu kabul etmek gerekiyor. Maalesef toplumumuzda belli bir meşruluğa sahip her değer gibi o da sömürülüyor. Bu konuda da çözüm bu tarz değerlerin mülkiyetinin belli bir grubun elinden alınması olacaktır. Varın nasıl olacağını da siz bulun.
Dinde reform konusunda gösterdiğiniz yüksek(!) anlayış ve asgari(!) taraflılık karşısında sebatınıza duyduğum hayranlığı dile getirmek isterim. Son bölümde sorduğunuz sorulara cevabım şu olabilir. Düşüncelerime ve aklıma sizin söylediğiniz kadar aşırı bir güven duymamakla beraber diğer görüşlerin de bizim gibi etten kemikten, yanılabilir insanlar tarafından geliştirildiğini hep aklımda tutarım. Ancak sizin derin bir tevazuyla dış görüşleri kabul etmeye hazır olmanızı da takdir etmiyor değilim. Tabi burada daha çok kendi damak tadınıza uygun fikirleri tabanca şarjörü doldurur gibi hafızanıza doldurduğunuzu da görüyorum. Bu sizi gelişmeye ve değişmeye son derece açık hale getiriyor. Tabi belli bir yönde. Bu yönünüzün sizi 1930’lardan daha ileri bir seviyeye taşıdığına inanmaya devam edebilirsiniz ama asla onun karakterine ulaşamayacağınızı görmek acı verici.
Kör olunca karanlık daimi oluyor, gözleri kapayınca geçici…
Yazan:Ömer Güngörmüş Tarih: Kas 19, 2008 | Reply
Bu arada ergenekon tesbitiniz gözümden kaçmış. Batıda demokrasi hareketlerinin yükselmesiyle birlikte yaygınlaşan en önemli adalet anlayışlarından biri suçu ispatlanmadıkça insanları suçsuz kabul etmektir. Ancak siz dava sonuçlanmadan hükmünüzü vermişsiniz. Demokrasi, insan hakları ve adalet konularındaki samimiyetinizi gerçekten çok güzel yansıtmış bu durum! Gerçi şimdi de ergenekoncu dersiniz bana ama ne yapayım? Tutamadım kendimi
Yazan:elif dedim Tarih: Kas 20, 2008 | Reply
Sevgili Ömer Bey
Bu muhabbete, nefsani duygularım karışmasın diyerek bir son vermek istiyordum.
Fakat bazı mevzulara açıklık getirmek ve kaygılarınızı gidermek için, tekrar cevap göndermeyi, kendime bir görev bildim. En azından vebal altında kalmamak için.
Bunu kesinlikle karşılıklı atışma olarak algılamayınız lütfen.
Dinin kendisi bir tekliftir, bir öğüttür. Nasıl birilerine dikte ettirilebilir ya da baskıcı unsur olarak kullanılabilir ki.
İsteyen kabul eder, istemeyen etmez. Dinin özünde zaten özgürlük vardır.
Dini; dikte, baskıcı ve otoriter görmek, dinin ruhuyla bağdaşmaz.
Isteyen istediği dozda dindar ya da gerici olabilir. Özgür bir toplumda her türlü felsefe serbesttir; kabul edilemez olan tek şey despotizmdir. Yani kendi yasam tarzını başkalarına dayatmaya kalkmak kabul edilemez bir durumdur. Ana tema buydu. Kusura bakmayın ama ya okuduklarınızı anlamıyorsunuz ya da bilinçli olarak meseleyi saptırıyorsunuz. Her okuduğunuzu bu şekilde anlıyor ve değerlendiriyorsanız sizinle çok işimiz var.
Örneğiniz için teşekkür ederim ve beni şaşırtmadığını da söyleyeyim. Despotizm söz konusu ise devlet buna mudahale eder. Yani başkalarını inanç uğruna, zorla ölüme mahkum ediyorsanız devlet buna müdahale eder ve etmelidir de. Bu gericiliğin kontrol edilmesi gibi bir zarureti getirmez . Despotizmin kontrolü diyelim buna.
Korkularınızı ve kaygılarınızı anlamaya çalışıyorum. Sanırım burada sıyasal İslam kaygılarınız var. Radikal Siyasal Islamcı Örgütler, Islamdan ziyade siyasi bir ideoloji olan ‘devrimcilikle’ ilgililer.
O devrimi İslam adına yapmak istiyorlar kuşkusuz, ama ‘İslam’ deyince anladıkları yüz milyonlarca dindar Müslüman’ın 1400 yıldır anladığından çok farklı.
Ancak Radikal İslamcılar bunu yaparken aslında İslam (ve dolayısıyla Allah) adına kendi fikirlerini empoze etmiş oluyorlar. Çünkü Kuran’da ekonomi, siyaset ve toplum alanlarını tarif eden detaylı sistemler yok. Sadece bazı temel ilkeler var. Örneğin siyasi alanda yöneticilerin adil olması, yönetilenlerin de onlara uyması emrediliyor. Yöneticinin nasıl başa geleceği, ‘devlet’in olup olmayacağı, olursa nasıl işleyeceği anlatılmıyor. Her çağın ve toplumun yapısına göre değişebilecek olan bu gibi ‘insani’ meseleler, son derece hikmetli bir biçimde, ilahi mesajın içinde yer almıyor. Dolayısıyla ‘İslami yönetim biçimi’ inşa etmeye kalkanlar, aslında kaynağı ilahi değil de insani olan sistemler kurguluyorlar. Tüm hayatı baştan kurmaya kalktıkları için de, inşa ettikleri sistemler totaliter ve despot oluyor.
Tüm bu eleştiriler üzerine bazı okurlar ‘Evet, evet, din zaten siyasete hiç karışmamalı, vicdanlarda yaşamalı’ diyebilirler. Ama hayır, Türkiye’de çok yaygın olan bu klişe de yanlış…
Yanlış, çünkü bir dinin hayatın hangi yönlerini düzenleyeceği konusunda o dinin kendi kaynakları ve inananları dışında kimsenin karar verme yetkisi yok. İslam ise hayatın pek çok yönüne dair -kalıplaşmış sistemler değilse de- bazı temel ilkeler bildiren bir din.
İslam hukuku profesörü Hayrettin Karaman, şöyle diyor; (Hayrettin Karaman Hocamin Siyasal Islam yazilarini mutlaka okuyun)
“Siyasi İslam terkibi yanlıştır… İslam’ın siyasetle, ekonomi ile ilgili emir ve yasakları da vardır… Müslüman olarak Allah’a teslim olan kişi pazarlık yapmadan, dinin kurallarını bölmeden -elinden geldiğince- hayatının bütününde ona teslim olur”
Kısacası mesele Müslümanların siyasete de Müslümanca bakıp bakmamaları gerektiği değil. Tabii ki öyle bakacaklar… Mesele, bu bakışın ‘bir topluluğa olan kinden’ (radikalizmden) arındırılması ve modern durumu göz önüne alan yeni yorumlara açık olması.(Herşeyin doğrusunu Allah bilir)
Görüyorsunuz ya Ömer Bey,
Aslında dinimizden bile bihaberiz (Bunu genel olarak söylüyorum)
Toplu bir eğitim seferberliği şart gibi görünüyor. Türkiye yetmez, dünya çapında.
Bu bağlamda dünyanın dört bir tarafına kurulmuş türk okulları, Islama zarar veren El Kaide, Hizb-ut Tahrir gibi radikal islamcıların panzehiridir diye düşünüyorum. (Türk okulları hususunda yeni bir polemik yapmayın lütfen sadece düşüncelerimi yazdım)
Daha reel bir çözüm sunayım mı size, Ideolojisiz bir devlete sahip olmak desem. (Islam ideolojisi de dahil, ne Kemalizm ne de baksa bir …izm, hiçbir ideolojisi olmayan bir devlet nasıl olur ?)
Eğer öyle olsaydı, müslümanları hiç eleştirmez, katı bir tavır sergilerdim. En önemlisi derin düsünce sitesini takip bile etmezdim.
Öncelikle özeleştirimizi de acımasız bir şekilde yapmalıyız. (Yukarıda bunu ben yaptım) Ayağa kalkışımız ancak bu şekilde olacak. Derindüşünce sitesi ve Sn. Mehmet Yılmaz, Sn Mustafa Akyol bunu en güzel biçimde yapıyor.
Yüzleşmeye devam edin Ömer Bey. Allah doğruları ve gerçekleri bulmanıza yardımcı olsun. (Olaylara ideolojik yaklaşmayın lütfen, en azından insan merkezli yaklaşın)
Lütfen daha somut verilerle ve bilgilerle konuşun. Bildiğiniz bir şey varsa paylaşın ki, biz fakirler de sayenizde aydınlanmış olsun. Bu yaklaşımız bile, bahsi geçen kıyım ve zülüm noktasında nasıl bir yüzleşme yapacağınıza dair, derin şüpheler uyandırmaktadır.
Uslubum sert olabilir, maksadım hesap sormak değildi.Maksadımız gerçekleri ortaya dökmektir. Bundan sonra yapılacak hatalara set çekmektir. Sürçi lisan ettiysek affola.
Fakat sizin de müslümanlara leke ve çamur atmaya hakkınız yok. Yazdıklarınızı analiz ederseniz bu sonuç çok rahat çıkar.
Tabii kör olacağım kaygısıyla gözleriniz kapalı gezerseniz, bu da gözünüzden kacar. 🙂
Yaptığım yorumda, hiçbir isim kullanmadığım halde ve kimseyi töhmet altında bırakacak bir ifade kullanmadığım halde, yine de bu yaklaşımınız hoşuma gitti. (Yine de mahkeme sonucunu bekleyin derim)
Keşke aynı hassasiyeti “Bu insanların (İskilipli Atıf Hoca ve Said Nursi) o dönemin yöneticilerine tam da bahsettiğimiz gibi (din istismarcısı olarak) göründüğünü söyleyebilirim ” derken de gösterebilseydiniz.
Zira Onlarin din istismarcıları olduğuna dair, hiçbir mahkeme tutanakları yoktur.Bırakın tutanağı böylesi bir suçlamayı da bulamazsınız.
Bu guzel sohbet için teşekkur ederim. (Sanki tek taraflı empati yaptım gibime geliyor ama neyse…)
Göz kapaklarınızı biraz aralayabildiysem ne mutlu bana.
saygilarimla
Yazan:elif dedim Tarih: Kas 20, 2008 | Reply
Ömer Bey
Bu muhabbete, nefsani duygularım karışmasın diyerek bir son vermek istiyordum.
Fakat bazı mevzulara açıklık getirmek ve kaygılarınızı gidermek için, tekrar cevap göndermeyi, kendime bir görev bildim. En azından vebal altında kalmamak için.
Bunu kesinlikle karşılıklı atışma olarak algılamayınız lütfen.
Dinin kendisi bir tekliftir, bir öğüttür. Nasıl birilerine dikte ettirilebilir ya da baskıcı unsur olarak kullanılabilir ki.
İsteyen kabul eder, istemeyen etmez. Dinin özünde zaten özgürlük vardır. Dini; dikte, baskıcı ve otoriter görmek, dinin ruhuyla bağdaşmaz.
Isteyen istediği dozda dindar ya da gerici olabilir. Özgür bir toplumda her türlü felsefe serbesttir; kabul edilemez olan tek şey despotizmdir. Yani kendi yasam tarzını başkalarına dayatmaya kalkmak kabul edilemez bir durumdur. Ana tema buydu. Kusura bakmayın ama ya okuduklarınızı anlamıyorsunuz ya da bilinçli olarak meseleyi saptırıyorsunuz. Her okuduğunuzu bu şekilde anlıyor ve değerlendiriyorsanız sizinle çok işimiz var.
Örneğiniz için teşekkür ederim ve beni şaşırtmadığını da söyleyeyim. Despotizm söz konusu ise devlet buna mudahale eder. Yani başkalarını inanç uğruna, zorla ölüme mahkum ediyorsanız devlet buna müdahale eder ve etmelidir de. Bu gericiliğin kontrol edilmesi gibi bir zarureti getirmez . Despotizmin kontrolü diyelim buna.
Korkularınızı ve kaygılarınızı anlamaya çalışıyorum. Sanırım burada sıyasal İslam kaygılarınız var. Radikal Siyasal Islamcı Örgütler, Islamdan ziyade siyasi bir ideoloji olan ‘devrimcilikle’ ilgililer.
O devrimi İslam adına yapmak istiyorlar kuşkusuz, ama ‘İslam’ deyince anladıkları yüz milyonlarca dindar Müslüman’ın 1400 yıldır anladığından çok farklı.
Ancak Radikal İslamcılar bunu yaparken aslında İslam (ve dolayısıyla Allah) adına kendi fikirlerini empoze etmiş oluyorlar. Çünkü Kuran’da ekonomi, siyaset ve toplum alanlarını tarif eden detaylı sistemler yok. Sadece bazı temel ilkeler var. Örneğin siyasi alanda yöneticilerin adil olması, yönetilenlerin de onlara uyması emrediliyor. Yöneticinin nasıl başa geleceği, ‘devlet’in olup olmayacağı, olursa nasıl işleyeceği anlatılmıyor. Her çağın ve toplumun yapısına göre değişebilecek olan bu gibi ‘insani’ meseleler, son derece hikmetli bir biçimde, ilahi mesajın içinde yer almıyor. Dolayısıyla ‘İslami yönetim biçimi’ inşa etmeye kalkanlar, aslında kaynağı ilahi değil de insani olan sistemler kurguluyorlar. Tüm hayatı baştan kurmaya kalktıkları için de, inşa ettikleri sistemler totaliter ve despot oluyor. (Radikal islamcıların, tam da yaptıkları budur. Aslında İslam adına yaptıkları şeyin, Islamla alakası da yoktur. Illaki bir şeylerin yıkılması gerekmiyor fakat su mevzu da atlanmamalı ki, müslümanlar da mevcut düzen icinde, inançları dogrultusunda ekonomi ve siyasette söz sahibi ve talep sahibi olabilirler.)
Tüm bu eleştiriler üzerine bazı okurlar ‘Evet, evet, din zaten siyasete hiç karışmamalı, vicdanlarda yaşamalı’ diyebilirler. Ama hayır, Türkiye’de çok yaygın olan bu klişe de yanlış…
Yanlış, çünkü bir dinin hayatın hangi yönlerini düzenleyeceği konusunda o dinin kendi kaynakları ve inananları dışında kimsenin karar verme yetkisi yok. İslam ise hayatın pek çok yönüne dair -kalıplaşmış sistemler değilse de- bazı temel ilkeler bildiren bir din.
İslam hukuku profesörü Hayrettin Karaman, şöyle diyor; (Hayrettin Karaman Hocamın Ve Siyasal Islam yazılarını ve Mustafa Akyolun dindar olmayan islamcılık yazısını mutlaka okuyun. Bu mevzular ince oldugu için lütfen anlamaya çalışınız)
“Siyasi İslam terkibi yanlıştır… İslam’ın siyasetle, ekonomi ile ilgili emir ve yasakları da vardır… Müslüman olarak Allah’a teslim olan kişi pazarlık yapmadan, dinin kurallarını bölmeden -elinden geldiğince- hayatının bütününde ona teslim olur”
Kısacası mesele Müslümanların siyasete de Müslümanca bakıp bakmamaları gerektiği değil. Tabii ki öyle bakacaklar… Mesele, bu bakışın ‘bir topluluğa olan kinden’ (radikalizmden) arındırılması ve modern durumu ve mevcut sartlari da göz önüne alan yeni yorumlara açık olması.(Herşeyin doğrusunu Allah bilir)
Görüyorsunuz ya Ömer Bey,
Aslında dinimizden bile bihaberiz (Bunu genel olarak söylüyorum)
Toplu bir eğitim seferberliği şart gibi görünüyor. Türkiye yetmez, dünya çapında.
Bu bağlamda dünyanın dört bir tarafına kurulmuş türk okulları, Islama zarar veren El Kaide, Hizb-ut Tahrir gibi radikal islamcıların panzehiridir diye düşünüyorum. Dinimizin bizden ne istediğini dahi bilmiyoruz. Meselenin koku cahilliğe dayaniyor. (Türk okulları hususunda yeni bir polemik yapmayın lütfen sadece düşüncelerimi yazdım)
Daha reel bir çözüm sunayım mı size, Ideolojisiz bir devlete sahip olmak desem. (Islam ideolojisi de dahil, ne Kemalizm ne de baksa bir …izm, hiçbir ideolojisi olmayan bir devlet nasıl olur ?)
Eğer öyle olsaydı, müslümanları hiç eleştirmez, katı bir tavır sergilerdim. En önemlisi derin düsünce sitesini takip bile etmezdim.
Öncelikle özeleştirimizi de acımasız bir şekilde yapmalıyız. (Yukarıda bunu ben yaptım) Ayağa kalkışımız ancak bu şekilde olacak. Derindüşünce sitesi ve Sn. Mehmet Yılmaz, Sn Mustafa Akyol bunu en güzel biçimde yapıyor.
Yüzleşmeye devam edin Ömer Bey. Allah doğruları ve gerçekleri bulmanıza yardımcı olsun. (Olaylara ideolojik yaklaşmayın lütfen, en azından insan merkezli yaklaşın)
Lütfen daha somut verilerle ve bilgilerle konuşun. Bildiğiniz bir şey varsa paylaşın ki, biz fakirler de sayenizde aydınlanmış olsun. Bu yaklaşımız bile, bahsi geçen kıyım ve zülüm noktasında nasıl bir yüzleşme yapacağınıza dair, derin şüpheler uyandırmaktadır. Cok samimiyetsiz ve onyargili aciklamalar bunlar.
Uslubum sert olabilir, maksadım hesap sormak değildi.Maksadımız gerçekleri ortaya dökmektir. Bundan sonra yapılacak hatalara set çekmektir. Sürçi lisan ettiysek affola.
Fakat sizin de müslümanlara leke ve çamur atmaya hakkınız yok. Yazdıklarınızı analiz ederseniz bu sonuç çok rahat çıkar.
Tabii kör olacağım kaygısıyla gözleriniz kapalı gezerseniz, bu da gözünüzden kacar. 🙂
Yaptığım yorumda, hiçbir isim kullanmadığım halde ve kimseyi töhmet altında bırakacak bir ifade kullanmadığım halde, yine de bu yaklaşımınız hoşuma gitti.
Keşke aynı hassasiyeti “Bu insanların (İskilipli Atıf Hoca ve Said Nursi) o dönemin yöneticilerine tam da bahsettiğimiz gibi (din istismarcısı olarak) göründüğünü söyleyebilirim ” derken de gösterebilseydiniz.
Zira Onların din istismarcıları olduğuna dair, hiçbir mahkeme tutanakları yoktur. Bırakın tutanağı böylesi bir suçlamayı da bulamazsınız.
(Ergenekon davasi hakkinda zaman herseyin ilaci, mahkeme sonucunu bekleyin diyorum)
Bu güzel sohbet için teşekkür ederim. (Sanki tek taraflı empati yaptım gibime geliyor ama neyse…)
Göz kapaklarınızı biraz aralayabildiysem ne mutlu bana.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 20, 2008 | Reply
Din konusunda belirli bir bilgi ve kültürel altyapıya sahip olamadığımdan dini konularda görüş beyan etmeyi pek doğru bulmuyorum.Fakat konunun bireysel özgürlükleri ve bireyin kendi olabilme hakkını yakından ilgilendirdiğinden ancak bu yönüyle kendime bir söz hakkı tanıyabilirim.
Bu bağlamda kişinin inançlarında ve inancı tamamlayan her türlü ibadet ve ritüel biçimlerinde özgür olması gerektiğini düşünüyorum.
Dolayısıyla aidiyet kapsamına girebilecek her türlü ifade biçiminin,”doğru”luğu veya kabul edilebilir genel”yarar”ları dikkate alınmaksızın sadece doğuştan sahip olunan bir hak olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum.Daha açık bir deyimle bu tür haklar nitelik ve vasfına göre bir değerlendirme veya kıyaslamaya gidilmeksizin bireyin özgür seçimine bırakılmalıdır.Nasıl ki bir dilin özgürce konuşulabilmesinin ölçütü hangi dil grubuna girdiği,dilin yapısı,kelime hazinesi vs.gibi niteliklere bağlanamıyacaksa aynı durum din ve inanç için de geçerlidir.Tabii inanç kadar inançsızlık için de.Hiçkimse benim dinim ötekinden daha iyi veya doğrudur diye diğer din ve inançları/ inançsızlıkları baskı altına almaya ve doğru bildiği inancı diğerine dayatma hakkına sahip olmamalıdır.Ayrıca diğerinin bu talebini yanı inancında özgür olmasını da “doğru”veya “yarar”lı gibi koşullara bağlayamaz.Bu tamamen bireyin özgür iradesine bırakılması gereken bir şey;dilerse hiçbir dine inanmamada da özgür olabilmeli,dilerse bir taş parçasına,bir ağaç dalına da inanabilmeli ve bunu istediği dilde,istediği biçimde yerine getirme hakkına sahip olmalı.
Bunun dışına çıkıldığı anda din inanç olmaktan çıkarak bir yönlendirme,farklı amaçları güden bir tahakküm aracına dönüşür.
Bu bağlamda ibadet dilinin değiştirilmeye çalışılması bizatihi ibadet özgürlüğüne bir müdahaledir diye düşünüyorum.
Yazan:ismail Tarih: Oca 13, 2009 | Reply
Yahu Allah Araplar´a islâmi iyice insanliktan ciktiklari icin gönderdi, kültürsüzlük, vahsilik kol geziyordu aralarinda. Arapca´dan baska dilde de gönderilmesi beklenemezdi. Arap halkina bir süre yarari da oldu.
Fakat simdi gördügümüz gibi veya gitseniz oralara daha yakindan göreceginiz gibi Arap kardeslerimiz artik petrole, piramitlere, paraya tapiyorlar, dindas-fakir Bangledes´li, Hintli kardeslerini de kendi kullari (köleleri) yapiyorlar ve hepsine tabirí caizse cehennemi bu dünyada yasatiyorlar, günahsiz müslümanlara eziyet edenleri kardesleri belliyorlar (bakiniz yüzlerine bakmadiklari Irakli, Filistinli müslümanlarin yaninda o cok begendiginiz dili konusan kardesleriniz ABD´li, ingiltere´li politikacilari kocaman kucakliyorlar). O seyhlerin zenginliklerine bakiniz, kac ac insanin karninin doyacagi paralarla yaptiklari israfa bakiniz, onlari yermek icin Arapca ögreniniz, parlak olduklari zamanda yarattiklari ilim kitaplarini tadinda okumak icin Arapca ögreniniz.
Müslümanlik dil, din, irk ayirmadigi gibi, sizin ibadet dilinize de karismaz!.. Dinimizi politikaya alet etmeyin, edenlere de alet olmayin!…
Yazan:blue Tarih: Oca 13, 2009 | Reply
Milliyet Yazarı Güneri Civaoğlu, Ataürk’ün namaz surelerini o dönemlerde ibadetin Türkçeleştirilmesi çerçevesinde namaz surelerini nasıl şiirsel bir dille türkçeleştirttiğini yazdı.
Civaoğluna göre, Ataürk, Behçet Kemal Çağlar’a sureleri şiirsel bir dille türkçeleştirme görevi verdi. Çağlar da bu istek üzerine namaz surelerini şiire çevirdi.
İşte Cıvaoğlu’nun yazısından o bölüm ve o sureler…
Bilinçli ibadet
Anlayarak, bilinçli ibadet de Atatürk’ün İslama yaklaşımının özüdür.
Kuran-ı Kerim’in Türkçe mealini İslama ilk kazandıran Atatürk’tür.
Ancak… Tercüme, kuru bir bilimsel ifade tarzıdır.
Beyinleri aydınlatır ama yüreği ısıtmaz.
Oysa ibadet, yürekten olmalıdır.
İşte o nedenle “Türkçe ibadet” için Behçet Kemal Çağlar’a Kuran-ı Kerim’in Türkçe mealinin nazım diliyle yazılması görevini verdi.
Çağlar’ın çalışmalarıyla bal damlaları gibi lezzetli, yürekleri sımsıcak yapan sureler kazanıldı.
Bazılarını sunuyorum…
İHLAS Suresi:
Söyle ki gündüz gece
Tanrı tek Tanrı yüce
O doğmaz ve doğurmaz
Kimse O’na denk olamaz…
ALAK Suresi :
Candan seslen, Rabbin yanında hazır
Temiz tut gönlünü koy secdeye baş.
MAUN Suresi:
Yazık gösteriş için namaz kılana
Yoksula yardımdan uzak kalana
Öksüzü hor görüp azarlayana
Ödünç vermeyi de ayıp sayana
Onun nasibi yok imandan yana.
LEYL Suresi:
Bir kul ki yardım sever, bir kul ki hakkı tanır,
Yüreği bu sayede arınır, aydınlanır.
Karşılık beklemeden iyilik yapar her sabah.
İşte böyle kulundan razıdır elbet Allah.
FATİHA:
Hamd, evrenler sahibi yüce Allah içindir.
Allah ki acıyandır, koruyandır, sevendir;
Günü gelince ancak
O’dur hesap soracak.
Tek sana tapar, senden medet umanlarız biz…
Beyni aydınlatan, kalbi ısıtan, Allah’a daha da yakınlaştıran bu “Türkçe ibadet” çalışması, Atatürk’ün ölümü nedeniyle yarım kaldı ama bazı “beyefendiler” (yazının başlarına bakınız) tarafından onu İslama karşıymış gibi göstermek tezgâhlarını çökertiyor.”
Güneri Cıvaoğlu / Milliyet
Yazan:blue Tarih: Oca 13, 2009 | Reply
Yukarıdaki alıntıyı birkaç genel yanlışı düzeltmek amacıyla aldım:
1. Kur’an’ın ilk Türkçe meali Atatürk zamanında yapılmamıştır. Türklerin müslüman olmasıyla başlamıştır. Bilinen en eski çoğaltılmış nüsha Türk-İslam eserleri müzesinde görülebilir, 1333 yılına aittir.
2. Kur’an’ın şiir şekilde meali de Atatürk’ün icadı değildir; piyasada zaten vardır. Farsçası, İngilizcesi, İtalyancası bile vardır, isteyen kitapçıdan temin edebilir.
3. Türkçe ibadet etmeye engel herhangi bir yasak yoktur. Zaten, bu aşkla Türkçe ibadeti savunan arkadaşlarımızın dediği gibi ibadet kul ile Allah arasında bir şeydir. Dolayısıyla Güneri Civaoğlu’nun hangi dilde ibadet ettiği kendisini ilgilendirir. Ama aynı özgürlüğü ne yazık ki tek parti diktası müslüman vatandaşlarına vermemiştir. Onun yerine jandarma dipçiği vermeyi yeğlemiştir. Ama zorla güzellik olmamış ve halk, devlete üstün gelmiştir. Filmin sonu böyle olmaya mahkumdur, hep böyle olmuştur.
4. Atatürk dini bütün bir müslüman değildir. Ne olduğu kimseyi ilgilendirmez ama yıllardır onu Zenbilli Ali Efendi gibi göstermek de bile bile adam kandırmaktır. Atatürk’ün, Kur’an’ı hiç de iyi niyetle tercüme etmediğini kendi ifadelerinden biliyoruz. Ayrıca Kur’an ile ilgili “Arab’ın yaveleri…” ve “gökten indirildiği söylenen kitap…” gibi tabirleri dini eğiliminin müslümanlık olmadığını ortaya koymaktadır. Mustafa filmini izleyenler bu sözleri hatırlayacaktır. Zaten bunu Civaoğlu da biliyor ama hala aşkla şevkle neden bu Türkçe ibadetin peşinde koşturuluyor anlamak güç.
Ayrıca “bal damlaları gibi lezzetli”… dizeler de çok berbat olmuş, çocuk şiiri gibi. Behçet Kemal’den alışık olduğumuz bir üslup. Kendisini seçmekteki sebep Atatürk mevlidi olsa gerek, gerçi pek “Türkçe” sayılmaz ama sadeleştirilip 10 Kasım’larda okunabilir:
Vallahi öyle… Hangi yana göz baksa, Atatürk…
Yazan:ahmet ok Tarih: Oca 16, 2009 | Reply
öncelikle yazı için ellerinize sağlık diyorum.
insan gerçekten şaşırıyor. beethoven, mosart vb. sessiz müzük eserlerinin (yani türkçeye çeviremediğimiz. kelime anlamları olmayan) eserlerin faydalarını kabul ediyorlar ama kuranı türkçeye çevirmek gerekir diyorlar,
zamane gençliğinin bir çoğu hiç anlamını bilmeden ingilizce şarkılar dinliyorlar, hatta rock dinleyenler kafalarını sallayarak kendilerinden geçiyorlar hatta erovizyon yarışmasına türkiye ingilizce şarkı ile katılıyor. kul yapısı olan ürünlerde bile türkçeye çevrildiğinde orjinalliğini yitirdiğini, türkçe olmadan da zevk alınabildiğini anlıyorlar ama Allahın kelamını türkçeye çevirmeye kalkışıyorlar.
ama zannedersem bu insanlar bir kari den hiç kuranı kerim dinlememişler.
kuranı kerimi hakkıyla okuyan birinden kuranıkerim dinleyen insanın(ama insan) böyle birşeydemesine ihtimal vermiyorum.
saygı ve muhabbetle…
Yazan:Mehmet D. Tarih: Oca 21, 2009 | Reply
Sayın yazar, böylesine önemli ve çok tartışılan bir konuda yazı yazdığınız be fikirlerinizi paylaştığınız için tebrik ederim. Güzel ve bilgilendirici bir yazı. Kimseyi birşeylere inanması için zorlamıyor. Bu yönüyle detakdir edici. Yazılarınızın devamını bekliyoruz.
Yazan:ender güçlü Tarih: Oca 21, 2009 | Reply
”Kendisini cumhuriyet çocuğu olarak da addeden bu topluluk için, geçmiş bir utanç, bir zillettir. Onlara göre İslam dini gerilememizdeki en büyük etkendir ve reforma ihtiyacı vardır.”
Kimse kusura bakmasın bu hastalıklı bir fikirdir.Yaşadığı toplumu koyun sürüsü zanneden,dinini,örfünü,adetini bilmeyen komşusunu bile tanımayan aşağılayıcı bir yargıdır.Yazarın tanımıyla ben cumhuriyet çocuğuyum. ama ne ben ne de tanıdığım benim gibi düşünen hiç kimse bu hezeyanları ruhumuzda hissetmedik.bu topraklarda yaşayan insanların dinle hiçbir dönem sıkıntısı olmamıştır.Geçmişte de bugünde Sayın yazar gibi dini tekeline almaya çalışan haşa din adına ahkam kesenlerle sıkıntı olmuştur.Girişteki bu cümlenin muhattabı tanımınızla ”topluluklar”falan değil doğrudan kendinizsiniz.
Yazan:ender güçlü Tarih: Oca 21, 2009 | Reply
Unutmadan,İsteyen istediği dille ibadetini yapar size ne.Yüce ALLAH’ın huzurunda benim hesabımı sizmi vereceksiniz.Kendi adınıza kaygılanın.
Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Oca 30, 2009 | Reply
Sayin Ender Guclu
Sanirim yaziyi bastan sona okumadiniz ya da sanirim biz farkli ulkelerde yasiyoruz.
Siz de ve cevreniz de, sizin tabirinizle hastalikli fikirler olmayabilir ama soyle cevrenize genis gozluklerle bakarsaniz, sayilari belki az ama bulunduklari konum itibariyla etkin ve siyasi olarak guclu insanlarin, hem de halka ragmen hastalikli fikirlerini dayattigini gorursunuz.
Ulkedeki; kurulusundan beri suregelen oligarsik yapiyi gormezden gelemezsiniz. Kendisine Fransiz ya da Sovyet modeli laikciligi referans almis, laikci zihniyetlerin nasil calistigini, bu dayatmaci zihniyetleri iyi bilirim.
Bir baska mevzuu; tabii ki kimsenin ibadet sekline ve diline karisacak degilim ama, HAKIKATleri ve ulkede yasanmis gerceklerin perde arkasini anlatmama musaade edin.
Bir de, dini tekele almak gibi uzucu bir iddianiz var.
Dini ya da baska bir seyi insanlar neden tekeline almak ister? Kendi zihniyetini baskalarina dayatmak icin oyle degil mi Ender Bey?
-Peki dinin ozunde dayatma var midir ?
-Bu is bir gonul isi degil midir ?
-Dayatmayla muslumanlik olmaz, oyle degil mi ?
-Dinin kendisi bir ogut, bir nasihat, bir teklif degil midir? Yani din dayatmaya karsi degil midir ?
-Son sorum bu yazinin neresinde bir dayatma gordunuz?
saygilarimla…
Yazan:hidayet Tarih: Eki 12, 2009 | Reply
kemalizm: herşeyi BEN bilirim ulan depreşmeyin..ezan türkçe okunacaksa türkçe okunacak..imamlar da hutbede papyon kravat takacak-zatisungur sihirbaz şapkası geçirecek kafasına..sultanahmet kubbesini yıkıp içerdeki tablolara bol ışık getireceğiz..ayasofya da bundan sonra müzedir annadın mı-hadi getirin rakımı..
Yazan:rasim özkan Tarih: Ara 4, 2009 | Reply
Yobazlik din maskesi altinda insanlari araplastirma cabasi icersinde,Din sömürücüsü bir iktidarin ülkede demokrasi adi altinda baslatmis oldugu yikim,araplara sokulma,Atatürke dil uzatma ve karalama imkanlarini getirmis.artik tüm radikal gücler Cumhuriyetle hesaplasma gayretine girmistir.Hedefte Atatürk ve Laiklik vardir.Türkce Kuran Türkce ezan olmaz diyedayatanlarmi müslümandir yoksa ana dilinde ibadet edenlermi müslümandir.Allahin emretmediklerini Allaha mal edenlerin müslüman olmadiklarini Allah Kuraninda zaten bildiriyor.Islami din olmaktan cikarip hurafecilige dönüstüren Emevi ve Abbasi zihniyeti hala devam etmektedir.Imami Azama yapilanlar ile Kuran Türkce okunmaz demenin hicbir farki yoktur.Yobaz yobazdir
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ara 4, 2009 | Reply
Arapça Kur’an okumadığı için tutuklanan kimse duymadım. Dayatma denilen şey, 1930’dan sonra 30 yıl boyunca Arapça ezanın “kanunla” yasaklanması, okuyanın tevkif edilmesi, Arapça Kur’an öğretimi yapanların cürm-ü meşhud halinde yakalanması, Arapça Kur’an nüshalarına el konulması, jandarma tarafından yakılması filan gibi şeyler ise dayatma olmuyor tabi.
Bırakın da millet istediği dilde ibadetini yapsın. Vatandaş ezanını Arapça okumak istiyor. Sen çık istersen Swhami dilinde oku. İslam’da afaroz müessesesi mi var. “Türkçe ezan okunacak camimize yardım” diye para topla cami yaptır; özel hoca tuttur namazlarını Türkçe kıldırsın. Bu Türkçe ezan, Türkçe Kur’an yaygarası çıkaranlara bakıyorsun ya namaz kılmıyorlar, kılanları da Arapça kılıyor. Böyle samimiyetsiz, iki yüzlü konuşup duruyorlar sadece…
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ara 4, 2009 | Reply
Yaşar Nuri hoca da, İmam Azam’ın Farsça fatiha cevazının hürmetine kırk yıl sonra Ebu Hanife hayranı oldu ya. Şimdi millet İmam Azam’a yapılanlar filan diye ortaya çıkmaya başladı. Hani Temel gidip Yahudi’ye bir şaplak atmış. “İsa’yı çarmıha germeye utanmıyor musunuz ulan!” demiş de, Yahudi “o 2000 yıl önceydi demişler”. Temel de cevap vermiş “ben yeni duydum”…
Bizimkiler de o misal. Türkçeciler şimdi İmam Azamcı olmaya karar verdiler. Riyakarlık diz boyu.
Yazan:eg Tarih: Ara 4, 2009 | Reply
ekrem bey’in söylediklerine ek olarak şunu söyleyeyim: kur’an’ın türkçesi olmaz. türkçe tercümesi olur. ve türkçe kur’an tercümesi artık kur’an olarak adlandırılamaz. eser-tercüme arasındaki ilişkinin hiçbir şekilde birebir ilişki olmayacağı gerçeği sadece edebi eserler için değil, makaleler için dahi teslim edilirken, kutsal bir metin için bu gerçeğin gözardı edilmesi (üstelik bilim bilim diye diye bizi bilimden soğutan bilimcilerce)gerçekten trajikomik bir durum arz etmiyorsa şayet kötü niyetli bir durum arzediyor!
Yazan:İlhami Tarih: Ara 4, 2009 | Reply
İbadetin bana göre bir dili yoktur.İbadette neden o makama durduğunun idraki önemlidir ve şunu da belirmeden geçemeyeceğim Kuranda şu an pratiğini gördüğümüz şekilde bir ibadette yoktur.İbadet emekle değer üretmek ve bunu yaparken Tanrı tarafından izlendiği bilincini yitirmemektir.Bir örnek vereyim;Tevbe kavramı..çoğunluğun üstünkörü anladığı tevbe kavramının, halis tevbe ile uzak yakın alakası yoktur şöyle ki,tevbe bir azim gerektirir emek gerektirir irade gerektirir çaba ve sabır gerektirir..zaman makinasındaymışcasına ”ben tevbe ettim,bitti”yi ne akıl ne mantık nede İslam kabul etmez..ederse ne olur?ederse,ciddiyetsiz cıvık salaş müslümanlar,hatalarında ısrar etmeye devam ederler..esasen Kuranın tek kelimesi değişmemiş olsada ne yazık içine doğulmuş olan toplumun dogmaları,kişilerin zihinlerine o batı virüsünden keder derecede daha yerleşmektedir..bunun sonucunda Kitapla tanışıklığı MECBUREN 2.plana kalan kişi,kitabı 1.plandaki değerlerle tartma çabasına giriyor..İslam adına son zamanlardaki düşünme eylemlerinin hiçbirini değersiz göremem,hoş o ibadet olmasa da, onun hakkında ökse dogmalardan kurtuluş çabalarını desteklemişimdir bunun adı kimi yerde anadilde ibadet kimi yerde türkçe ezan olsa da..
Yazan:MB Tarih: Ara 4, 2009 | Reply
Gerçekten haklısınız Ekrem Abi.
Aslında yazıda bundan da bahsedecektim. Ancak konuyu dağıtırım diye es geçtim. Yeri gelmişken birkaç kelam edeyim.
İmamı Azam’ın Farsça ibadetle ilgili, esasa ait olmayan ikincil derecedeki fetvasını işgüzarlık olsun diye durup dururken verdiğini düşünmüyorum. İlgili fetvanın, Emevi siyasal iktidarının, dini siyasal ihtiraslarına alet etmeye çalıştığı bir dönemde ortaya çıkması oldukça manidar. Öyleki bu fetva Emevilerin ırkçı politikaları karşısında ezilen yeni İslam’a girmiş bulunan Acem kitlelere bir nefes aldırdığını düşünüyorum. Yoksa İmamı Azam’ın kendisinden yüzyıllar sonra gelecek olan reform polemikçilerine medyatik malzeme olsun diye fetva vermemiştir.
Kaldı ki, bu fetva sınırsız ve sonsuz da değildir. Bu fetva ile, İslam’a yeni katılmış Acem topluluğuna, Arapça öğreninceye kadar, tercüme ibadet yapabileceklerine cevaz verilmiştir.
Bir diğer husus; İmam-ı Azam’ın dillerde dolaşan fetvası bizzat Hanefi mezhebinde dahi amel edilen bir fetva olmamış, ve tatbik safhasına konmamıştır. Bu fetvayı rivayet eden kaynaklar, imamın bu görüşünden döndüğünü de rivayet etmektedir.
Bir enteresan tespit de şu ki; Türkçe ibadet meselesinin en ateşli aktörleri nedense, dinle alakası olmayan beynamazların olması oldukça manidar. (Bir kısmını tenzih ederim).
Yorumlara bakarsanız ne yobazlığım kalmış ne de gericiliğim. Dini tekelim altına almak gibi suçlamalara da maruz kaldım maalesef.
Milletin ne namazına ne niyazına karışmak ne de kendi doğrularımı dayatmak gibi bir lüksüm olamaz. Meseleyi siyasi boyutlarıyla ele aldım sadece. Bir de Arapça Kur’anın ve ibadetin güzelliğinden bahsettim. Hepsi bu…
Kimseye bir şey dayattığımı düşünmüyorum.
Yazan:kemalist.. Tarih: Oca 8, 2010 | Reply
kemalizme dil uzatıp onun din düsmanlığı yasptığını söylemeye calısan dini felsefeye indirgemeye calıstığını anlatan yada kemalizmden onu anlayan yobaz zihniyete sadece iki şey söylemek istiyorum. begenmediğiniz kemalist düsünce dısında yani kemal atatürk dısında devlet eliyle bir kuran cevirisi yapıldı m? ama siz ceviriye karsısınız o zaman sunu sormak istiyorum. alkollüyseniz ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklasmayın ayetinden anladığınız nedir? gerci arapca yazmadım ama emin olun kuranda böyle bi ayet war.hani siz yobazlar tarafından söylenen alkol kırk gün vücuttan cıkmaz yalanı ve o arada namaz kılınmaz oruc tutulmaz yalanı kimin yeni bir din olusturdugunu da kısaca gösteriyor. tanrı! ne diyor. ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklasmayınız.. bu arada allah sözcüğü ne kadar eski ve anlamlıysa TANRI sözcüğü de o kadar eski ve anlamlıdır. tanrı sözü teng ri den gelir öz türkce dir ve tek güc mutlak güç hakim güç anlamında kullanılır. kısa bi özet daha bakın bakalım allah kelimesi kuranla mı girmiş arapcaya yoksa kurandan önce putlar icinde kullanılıyormuymus. ne severmişiniz arap şalvarı giymeyi. türküm ibadeti türkce yaparım cünkü kuranın ilk emri oku dur. okudugunu anlamadığın sürece okumus sayılmazsın… maksatınız insanların kuranı öğrenmemesini saglamak. bakara suresini uzun diye okumazsınız ama türkcesini bilseydiniz emin olun benim gibi her saniye okur ve dinlerdiniz..islam sizin gibi dincilerin yüzünden acı cekiyor.insanlara ulasamıyor.. hiçbir şey bilmiyorsanız imam hanifiyi okuyun.. muaviyeyi değil..
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Oca 11, 2010 | Reply
kemalist bey,
Bazı ezberlerinizi bozalım:
1. Devlet eliyle Kur’an çevirisi yapılıyorsa ve bu devlet laik bir devlet olduğunu söylüyorsa ortada bir çelişki var demektir. Atatürk’ün Türkçe ibadet konusundaki arzusunu ve çevirilerin bu amaçla yapıldığını biliyoruz. Mehmet Akif Ersoy de Mısır’da yazdığı nazım halindeki Kur’an mealini Türkçe ibadet için kullanacağı endişesiyle yaktırmıştır. Ayrıca, 12.yüzyıldan beri Kur’an mealleri (hatta İncil, Tevrat ve Zebur mealleri) bollukla yazılmaktadır. Hatta nazım halinde mealler de bulunmaktadır. Yani, “millet okusun öğrensin, maksat dine hizmet” filan şeklindeki ezber doğru değildir.
2. Alkollüyken namaza yaklaşmayın değildir o ayet. Sarhoşken namaza yaklaşmayın şeklindedir. Geçerli bir ayettir. Namaz kılıyorsanız ya sarhoş olmamalı, veya kendinizi bilene kadar namazı ertelemelisiniz.
3. Allah sözcüğü “el-ilah” anlamındadır ve tek Tanrı’yı ifade eder. Arap Hristiyanlar da Tanrılarından Allah diye bahsederler. Tanrı ise, evet Türkçe’dir ve Gök Tanrısı anlamındadır. Şaman inancına ait animizmi de içeren bir tanımlamadır. Allah sözcüğü hiçbir zaman bir put adı olarak filan kullanılmamıştır. Her zaman, İbrahim’i dinlerin açıkladığı kainatın “tek ilahı” anlamında kullanılmıştır.
4. Türkçe ibadet etmek isteyen eder. Kimse sizi zorluyor değil. İsterseniz amuda kalkıp namaz kılın. Ama bırakın da insanlar istediği gibi, istediği dille ibadet etsinler. Din, samimiyetle ilgilidir. Yaşanınca anlaşılır, anlaşılınca yaşanmaz. Anlamak, sadece Türkçesini okumakla ilişkili bir şey değildir.
5. İmam hanifi değil, İmam Hanife’dir. Bakara suresi, en çok okunan surelerdendir. Türkçe Kur’an meali okuyanlar daha çok Kur’an okumamaktadır. Böyle bir korelasyon yok.
İslam, herkese ulaşması gereken bir ideoloji değildir. O zaten herkese ulaşmıştır. Mesele onun mesajını kabul edip teslim olmak veya olmamaktır. Teslim (=müslüman) olan, diğer müslümanları ötekileştirmez, dinci diye lakaplar takmaz. Herkes vahye muhataptır ve insan sayısı kadar farklı Kur’an yorumu vardır. Siz, diğer insanları aşağılayıncaya kadar kendinize bakın, her saniye Türkçe çeviri okumaya devam edin. Bizlere güzel örnek olun.
Yazan:yaman Tarih: Mar 18, 2010 | Reply
IMDAAT CEVAP YAZIN!!!
Kovulmus taslanmis seytanin serrinden Allaha siginirim adiyla Allahin rahman ve rahim
selamin aleykum,
sukur hamdulillah en azindan kafa yordugunuz husus bos degil ama ilmi kucumsemeyin anlamayi kucumsemeyin lutfen. Ki Kuran bastan sona ilim ilim yine ilim diyor bana ilimle cvp verin diyor. O (kuran)alemlere ogut diyor! Anlamini bilmeden okuyuslara son verin diyor! Hala aklinizi calistirmayacakmisiniz diyor! Biz o kurani senin diline kolaylastirdik ki okuyup ogut alabilsinler diyor(yani Allah katindaki anakitapta bulunan arapca olmayan kuran anlasilmasi icin arapcaya kolaylastiriliyor)! Kuran: Biz onu baska dilde indirseydik ayetleri ayrintili kilinmali degilmiydi(anlamiyoruz) diyeceklerdi diyor! Kuran Diyor ki ”Ne, Araba(turke, almana, ingilize) yabanci dil mi”? Ornek Allah anlasinlar diye araplarin kendi dilinde indiriyor kurani baska dilde indirip araplardan o dilde okunmasini ogrenilmesini istemiyor. Dikkat ederseniz Allah Ilah ve benzeri sifatlar diger kutsal kitaplardada tercumesiz mevcut, yani gerek yok! Ayriyetten surelerde arapca olmasina ragmen sifatlarin manalarina aciklik getiriliyor yani hersey eksiksiz dusunulmus! ornek Ahad: hic kimse onun dengi ve benzeri olamamistir olamaz Ahad/ornek Samed: Allahtir Samed ne dogurmustur O ne dogrulmustur! Araba bile anlamasi icin sifatlarda dahi kelimelere manalara aciklama getiriyor ise ve anlamini bilmeden okuyuslara son verin diyor ise sizler neyi tartisiyorsunuz anlamis degilim?! Kuran butun tartismalariniza cvp veriyor ama okuyusu ibadeti arapca yaparsaniz kiyamete kadar surer tartisma (Kuran: insanoglu tartismaya cok yatkin diyor!) tartisma daha surecek de ve nihayet Allah bize tartistigimiz seyler hakkinda aramizda kiyamet gunu hukmedecek! Ilim esittir kuran: ilim sahibi olmayan bu dunyada hic kimseyle yarisamaz!! Allaha emanet olun ve Allah ilminizi artirsin insallah..
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Mar 19, 2010 | Reply
yaman bey,
Bakın size Türkçe ibadetin neden yanlış olacağını sizin sözlerinizden örnekle vereyim:
Lem yelid velem yu’led bütün meallerde “doğurmamış, doğrulmamıştır” diye geçer. Bu tercüme yanlıştır. Yelid ve yuled müzekker sigasıdır. Ne oğul olmuştur, ne de baba demektir. Hristiyanlığın baba-oğul doktrinine bir cevaptır. Gördüğünüz gibi her gün okuduğumuz bir surenin bile meali, hemen bütün kitaplarda yanlış veriliyor. Demek ki Kur’an okumakla meal okumak aynı şeyler değil. Yaratıcının kelamı olduğunu kabul edeceksiniz. Sonra bu ayetlerin anlamını meali yazan adamın anlayışıyla kısıtlayacaksınız. Bu doğru değil.
Kimseye Türkçesini okumayın demiyoruz. Zaten bunu yapmıyorsa hepten yanlış içinde demektir. Dediğimiz şu: Kur’an, mealde yazılandan ibaret değildir. Kur’an ibadette indirildiği şekilde Arapça okunmalıdır. Sonra tabi ki okuduğunun anlamını öğreneceksin. Bunu yasaklayan mı var? Bu coğrafyada 800 yıldır Kur’an’ın Türkçe meali okunuyor zaten.
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 25, 2010 | Reply
Atatürk’ün Kur’an’ı Türkçeleştirmesinin gayesini kendi ağzından dinleyelim:
Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Haz 27, 2011 | Reply
İlgimi çeken videolar oldu. Ve paylaşmak istedim.
1932-1950 Yıllarında Türkiyede 18 Yıl Okunan Türkçe Ezan ve Mustafa Armağan’ın konuyla ilgili eleştirileri :
Ben yorum yapmıyacağım. Yorum sevgili okurlara ait olsun…
Yazan:elif Tarih: Haz 27, 2011 | Reply
Sonuna kadar izlemeye tahammül edemedim ama bunu dinleyenler sanırım yazının ne demek istediğini daha iyi anlayacaklardır. Ve gerçekten de, Arapça haricindeki ezan; şarkıdır, türküdür ve hatta kuru gürültüdür…
Yazan:MY Tarih: Haz 28, 2011 | Reply
Soguk bir dus gibi, ne yazik ki mesele çözülmüs degil,
Islam düsmanliginin devlet eliyle yapildigi, ezanin, Kur’an’in, namaz kilmanin, tesettürün engellendigi Müslüman(?) ülkeler var oldukça “ötekilere” çamur atma cüretini gösteremiyorum.
Yazan:Tuğrul Paşa Tarih: Haz 28, 2011 | Reply
Aslında Tanzimat’tan bu yana gelen bir süreçti bu vb dile getirilen uygulamalar.Ancak ne varki,Cumhuriyet’in ilanından sonra bu devrimler gayet tabiki zirve yaptı.Zamana yayılma süreci bitmişti ve radikal olarak kesin bir sonuç alınmalıydı.Belki travma yaşatacak kadar kanlı bir süreç oldu lakin istedikleri sonucu aldıklarını sanmıyorum emperyal batının…
İlk başta bu bu toprakları 30 sene gibi kısa bir sürede “Dinsizleştirme” yada Din değiştirip Hristiyan yapma gibi uçuk bir plan vardı lakin acı bedelde ödemiş olsa bu millet (büyük çoğunluğu diyelim) dinini değiştirmedi Allah’a şükür.İstiklal savaşından sonra Kırılmış,telef edilmiş Cumhuriyetin nüfusu 13 milyon idi.Bu nüfusun büyük çoğunluğu da Yaşlı ve dul kadın ile yetimlerden müteşekkil yorgun bir nüfustan oluştuğu için devrim’lerde (yada başka bir adlandırma yapılıyor ise) haliyle daha kesin sonuc alınacağı tahmin edilmekteydi.Çünkü 8/9 cephede savaşmış olan Türkiye’nin genç ve verimli nüfusu savaşlarda epey zayi edilmişti…
Şimdi bu malum devrimler yapılırken İnönü’yü günah keçisi ilan edip Mustafa Kemal’i bir kenara ayırmamızın tarihi gerçeklerle bağdaşmayacağı kanısındayım. İnönü ne yaptıysa Mustafa Kemal’in bilgisi ve emir telakkisi çerçevesinde yapmıştır.Lozan’da en ufak detayları dahi telgrafla Mustafa Kemal’e danışarak yaptığı da bilinen bir hakikattir…
İstiklal Savaşı’ndan tutun inkılaplara, devrimlere, Lozan’a ve İstiklal mahkemelerine kadar İnönü, Mustafa Kemal’in sağ kolu vazifesini icra etmiştir.Mustafa Kemal emreylemiş, İnönü uygulamıştır.Bizler ısrarla amiri bırakıp, memuru sorumlu tutamayız.Amir’de Mustafa Kemal olduğuna göre…?
Ancak şuda var;Bu topraklarda batılılaşma adına yapılan yenilikler yada devrimler Cumhuriyet döneminden önceki zamana dayanmaktadır.Kaldıki ben asıl finalin 1790’dan itibaren başladığını düşünüyorum.Bencesi budur yani…