Yeraltından Notlar (Dostoyevski)
By Suzan Nur Basarslan on Kas 7, 2008 in edebiyat, Kitap Sohbeti, roman, Sanat
“İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler. Heine’ye göre Rousseau ‘İtiraflar’ adlı kitabında mutlaka yalan üstüne yalan kıvırmış, üstelik bunları gururu sebebiyle bilerek, isteyerek yapmıştır. Ben de Heine’nin haklı olduğuna inanıyorum. İnsan gerçekten de bazen yalnızca gururu nedeniyle kendisini cinayete kadar uzanabilecek yalanlara bulaştırabilir. Bunun ne biçim bir gurur olduğunu da çok iyi anlıyorum. Ama Heine, itirafını topluma, başkalarına sunan bir kimseden söz ediyordu. Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim içim yazıyorum.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski. Hilmi Yavuz Üç Anlatı adlı eserinin birinci anlatısı olan Taormina adlı bölümünde Dostoyevski’nin bu cümlelerini tırnak içinde ama isim vermeden aktarır (metinlerarasılıktır ve bu, dikkatli, zeki okuyucuya bir göndermedir) şöyle der: “Böyle dedim -ve bir gün, nescafeme süt koymayı unutarak, romanıma başladım.” 1 Otobiyografik roman yazacağından bahseder okuyucuya, kendi otobiyografisinin artık roman olacağını ve otobiyografi kabul edilmeyeceğini düşündüğü için. Bu baştan, eserime yalan katacağım ve anlattıklarımın hepsine inanmayın, demenin diğer yoludur ya da otobiyografinin bir yeniden yaratma, kurgu olduğunu söylemenin değişik biçimi. Bu noktada akla gelen soru şudur, Dostoyevski’nin okuyucusuna aktardıklarından ne kadarı gerçektir? Örneğin romandaki kahramanın kendisine iki yıl önce çarpan subaydan intikam alabilmek için mektupla onu düelloya çağırması ama mektubu göndermemesi, yolda ona çarparak onurunu, gururunu kurtarmak için planlar yapması, hangi mesafeden ne miktarda çarpacağını düşünerek geceleri uykusuz kalması… ya da Simonov’un evinde karşılaştığı eski okul arkadaşlarına kendisini zorla istenmediği bir yemeğe davet ettirmesi ve orada kavga çıkarmaya çalışması ya da randevu evinde tanıştığı ve -kırılan gururunun acısını çıkartığı- Lisa?…gerçek midir? Genç Dostoyevski bunları yaşadı mı ve kırk yaşında olanı, olanın ne kadarını aktardı ya da ne kadarına yalan kattı, cevabını bilmemizse mümkün değil. Aslında bu metin geçmişe bakışla hatırat/anı, okuyucuyla içten samimi konuşma ve tartışmalarla sohbet, içindeki olaylarla otobiyografik bir roman birlikteliğinde kompleks bir anlatı özelliği taşımakta. Bu noktada anlatı, birçoklarının dediği gibi sadece bir kurgu/fiction ve kahramanı da bir kurgu-karakter; ya da André Malraux: “Her roman aslında bir otobiyografidir.”dediği gibi, gerçeğe biraz daha yaklaşan ya da gerçeği değiştiren bir otobiyografik roman mıdır sorusunun cevabı nedir? Dostoyevski’e göre cevap şöyledir:
“Bu notlar da bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim bütün istediğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözü önüne daha açık olarak sermektir. Bu tip, henüz tükenmemiş bir kuşağın temsilcisidir.”2 ve başka yerde de şunu: “…aklı başında ve namuslu bir adamın sözünü etmekten en çok hoşlanacağı konunun ne olduğunu bilir misiniz? Cevabı, kişinin bizzat kendisidir… şimdi ben de size kendimden bahsedeceğim…”(s.12)
Tam kırk yaşında yazmıştır Dostoyevski Yeraltından Notlar’ı.3 Roman kahramanın/kendisinin, kırk yaşın olgunluğundan genç kahramana bakışıdır aslında bu eser. Kırk yaşın yazar için sorgulama dönemi olması ve geçmişine bakışını tamamen değiştirmesidir bu eserin ortaya çıkış nedeni. Dostoyevski anlatısında, “tüm güzel ve yararlı şeyler kırk yaşımda bana önemli ölçüde sıkıntı verdi ama bu kırk yaşındayken oldu.”(s.31)der ve kahramanının gençlik halinin kritiğine başlar bu sözden sonra.
Yer altı, kendine ait bir alan, bir gizil köşe, dünyayı izlediği gözetleme kulesidir ama bir fildişi kule değildir. “Vardığım sonuca göre, en iyisi hiçbir şey yapmamak! Her şeyden iyisi, bir köşeye çekilip seyirci kalmak. Onun için yaşasın yer altı!”dese de anlatının kahramanı, engel olamaz arzularına ve bir şey yapmadan duramaz, yazar ve yazdıklarını kendine ait odanın dışına, yer altını yer üstüne taşır. Daha fazlasını ister, yazmak değildir sadece istediği, herkesten, çevresinden daha iyidir, üstündür, zekidir ve istediği yerde değildir, geçim telaşı ona istediklerini yapma fırsatı vermez. Kendine ait odası vardır ama o oda kiralıktır. Kızgındır bu yüzden ona hak ettiği değeri ve saygıyı göstermeyen çevresine ve yer altı; sevgiden çok nefret, mutluluktan çok hüzün, acı doludur. Gençliğinin tüm hayalleri, hüzünleri, istekleri, hezeyanları, sorgulamaları, gitgelleri, küstahlık ve pişmanlıkları… hepsi onun gizli kalmış tarafından yer üstüne, kağıda, okurun gözüne sunulurlar -çünkü daha görkemlidirler kağıdın üstünde- tam da okuyucusuyla sohbet eder havasında ama aslında kendisine tam bir iç döküş, günah çıkartma havasında. Kendi soruları kadar okuyucunun kendisine soracağı sorulara da cevap verir. Küstahtır yeri geldiğinde, kimi yerde ise bir örümcekten daha değersiz ve var olma, varlığını ispatlama derdindedir. İkinci bölümün başına şöyle başlar Dostoyevski ve bu ifadeler ilerde Kafka’yı etkileyecek ve onun Değişim adlı (Gregor Samsa’yı anlatan) romanının esin kaynağı olacaktır:
“Değerli okurlarım, şu an siz dinlenmek isteseniz de istemeseniz de ben sizlere bir şey bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Tüm içtenliğim ve ciddiliğimle söyleyeyim, böcek olmayı bile şiddetle istedim. Ama ne yazık ki buna bile ulaşamadım.”(s.13) “Oysa orada bana bir böcek kadar bile değer vermediler.”(S. 66) “Ben, herkesten daha akıllı ve daha soylu, daha kültürlü olan ben; başkalarının karşısında ezilip büzülmekten, onların horlamaları karşısında yıkıla yıkıla, zararlı iğrenç bir böcek durumuna düşmüştüm ve bunu düşündükçe eriyor, kahroluyordum.”(s. 70)
Kendisini böyle önemserken, içine düştüğü durumlarla baş edemeyen ve kendisini istenmeyen, hor görülen, düzeyinin altında muamele edilen bir insan olarak görmek, aslında insan olarak görememek ve bir böcekten aşağı olduğunu vehmederek her şeyden ve özellikle kendisinden nefret etmek. Aslında subay Nevskiy’le yaşadığı aslında yaşamadığı ama yaşamayı çok istediği olayda bu duygunun sebebi bellidir. “Bu subaya karşı sokakta bile eşitmişiz gibi davranamadığım için kendimi yiyip bitiriyorum.”(s.70)derken, hiyerarşinin ezdiği bir egonun eşitsizliğe duyduğu hıncı dile getirir.
Aşk anlayışını tembellik ve boşluk duygusuna bağlar kahraman. “İnanır mısınız? İki kez de böyle aşık olmayı denedim ve bu yüzden olmadık acılar da çektim. Kalbimin bir köşesinde bu acıya inanmamazlık ve hem de bu acıyla alay etmek yeşerirken, yine de acı çekmeyi sürdürdüm. Üstelik sırılsıklam bir aşık gibi kıskanıyor ve kendimi kaybediyordum. Bunun tek sebebi can sıkıntısıydı. Maalesef bu bir can sıkıntısı… Tembelliğin ve bir şey yapmamanın verdiği can sıkıntısı beni eziyordu. Bunun sonucu da haylazlığa yöneliyordum. Zaten bu haylazlık, bilincin doğal ürünü olan tembellikten başka nedir ki?” (s.28)
Kahramanın kendisini akıllı ve zeki kabul etmesinin sebebi ise bir hayli ilginçtir: “Değerli okurlarım, belki de benim kendimi akıllı ve zeki sanmamın tek sebebi hayatım boyunca başladığım bir işi bitirmemiş olmamdır. Ben de herkes gibi geveze, boşboğaz, can sıkıcı birisi olayım ne çıkar! Her akıllı ve zeki insanın önce geveze olması, elbette havanda su dövmesi alnına yazılmışsa elden bir şey gelebilir mi?”(s.29)
Ve birçok yazarın da değindiği 19.yy. aydınının psikolojisi, değerleri ve var olma edimlerinin keskin eleştirisi. Kitap boyunca adı olmayan ama aydın olarak betimlenen karakterin kendisini de aynı sınıfa sokarak yaptığı değerlendirmelerden bazıları şunlar:
“Değerli okuyucularım, and içerim ki, her şeyi tam anlamıyla algılamak bir hastalıktır. İnsanın günlük yaşamı için çok daha yalın bir anlama gücünün, şu kadersiz on dokuzuncu yüzyıl aydınının payına düşen anlayış gücünün yarısı, hatta dörtte biri bile yeterlidir. Hele bu insanlar yeryüzünün en duyarsız, en fırsatçı kentlerinden biri olan Petersburg’ta oturmak gibi bir felakete de uğramışlarsa daha azı bile yeter.”(s.13)
“Değerli okuyucularım, sizlerden özür dilerim, diş ağrısıyla iç içe yaşayan şu on dokuzuncu yüzyıl aydınının sızlanmalarına, inlemelerine, hastalığının ikinci, üçüncü, dördüncü gününde bir kulak verin. Artık onların inlemesi, ilk gündeki gibi, yalnızca diş ağrısından ileri gelen, kaba bir köylünün inlemesinden oldukça farklı olduğunu söyleyebilirim. Topraktan ve halkın özünden sıyrılıp uygarlıktan, Avrupa kültüründen bir şeyler kapmış bir insana yakışır biçimdeki inlemelerdir. İnlemesi gitgide çirkinleşerek, sonunda pis bir hırçınlığa dönüşür… Yanlarında çırpınıp durduğu ailesinin, yakınlarının ona hiç inanmadığını, usanç içinde bu kişinin şımarık ve yapmacıklı durumundan uzak kalarak acısını daha doğal ve yalın bir şekilde sürdürdüğünü düşündüklerini çok iyi bilmektedir. Bu algılama ve rezilliğini böyle duyumsaması, bu işten aldığı zevkin belki de en yüksek noktasıdır…”(s.24)ve ekler okuyucusuna “bu hazzın tüm içtenliğine inebilmeniz için daha gelişmeniz, üstün bir kavrama gücüne ulaşmanız gerekiyor.(s.24) Siz bunu anlamıyor ve gülüyorsunuz. Ama öyle mi? Sevindim. Şüphesiz ki şakalarımın zevksiz, karışık ve berbat olduğunun bilincindeyim. Ayrıca güvenim de yok. Ama bu benim kendime karşı saygı duymadığım için böyle. Neyse! Tam anlamıyla anlama gücüne sahip bir insan hiç kendine saygı duyabilir mi?…”(s.25)
“Çağımızın bütün aydınlarınınki gibi bende de hastalıklı bir zihin gelişimi vardı. Bu aydınların tümü de birbirinden mıymıntı, bir sürünün koyunları gibi birbirinin aynıdır. Belki de dairemizde emek verenlerin içinde yalnız ben aydın olduğum için, kendini ürkek, köle ruhlu duyumsayan tek kişi de bendim. Yalnız duyumsamak olsa yine iyi, ben gerçekten köle ruhlunun, korkağın alçağın biriyim. Çağımızda aklı başında olan her insan korkaktır, köle ruhludur ve ne yazık ki böyle olmak zorundadır.”(s.61)
“Bizler hayata olan alışkanlığı kaybettiğimiz, topallaya topallaya yürüdüğümüz için, yazdıklarım etkili olacak. Bizim hayata karşı duyduğumuz yabancılaşma, canlı hayattan tiksinecek, onun ismini bile duymak istemeyecek derecededir. Üstelik bu canlı yaşamı, bir iş gibi, bir görev gibi kabul ediyoruz ve onu kitaptan öğrenmeyi daha üstün olarak tutuyoruz.”(s.158)
Kalıplara, duvarlara karşı çıkar kahraman ve özgür düşünceye önem verir:”Sözün gelişi, sana maymundan geldiğimizi kanıtlamışlarsa, bu gerçeği yüzünü buruşturmadan kabul edeceksin. Gövdendeki tek bir yağ damlasının senin için yüz binlerce hemcinsininkinden değerli olması gerektiği; erdem, sorumluluk, safsata, boş inanç denen şeylerin hep bu sonuca göre çözümlendiği kanıtlanırsa yine olduğu gibi kabul edeceksin, çünkü matematiğin ‘iki kere iki dört eder’ kesin sonucu vardır bunlarda. Hele bir karşı durmaya kalkın; ‘Aman efendim, nasıl karşı çıkarsınız? Bu, iki kere ikinin dört etmesi kadar açıktır! Doğa size danışmaz, onun sizin isteklerinizle, yasalarının hoşunuza gidip gitmediğiyle işi yoktur. Doğayı olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla kabul etmek zorundasınız. Duvar duvardır vb. vb.’ diye bağırırlar. Aman tanrım, herhangi bir sebepten ötürü doğa yasaları ile iki kere ikinin dört ettiği hoşuma gitmiyorsa, bana ne bu yasalardan, bana ne aritmetikten? Duvarı delmeye gücüm yetmiyorsa, ‘ille deleceğim’ diye yırtınmam elbette; ama önümde yıkmaya gücümün yetmediği bir taş duvar bulunmasına da razı olamam.”(s.20-21)
Ve kahramanın, yazma ve yazdıklarını okutma isteğinin kendince açıklamaları:
“Ama bütün bunları yayınlatarak, ayrıca sizlere okutacağımı düşünüyorsanız eğer, aklınıza şaşarım doğrusu. Sonra sizlere ‘Sayın baylar, değerli okuyucularım!’diye niçin hitap ettiğimi de bilmiyorum. Yazmaya başlamak istediğim itiraflar ne yayımlanabilir ne de başkaları tarafından okunabilir. Ya da şöyle söyleyebilirim, ben kendimde bunu yapacak cesareti bulamıyorum, ayrıca buna gerek de duymuyorum. Yalnız içimde şaşılacak bir istek var, bu isteğe boyun eğmeye karar verdim.”(s.54-55)
“Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim için yazıyorum. Okuyucularıma niçin mi sesleniyorum? Bunun daha kolay olduğunu düşündüğüm için böyle yazıyorum.”(s.55)
“Bu yazıları yazmamdaki asıl hedefim nedir? Yazmamın sebebi okuyucular değilse, anılarımı kağıda dökmemin bir anlamı var mı? Beynimde de tutabilirdim. Kağıt üzerinde görkemli duruyor. Öylece etkisi artmış olarak kendi kişiliğim hakkında daha ciddi olarak karar verebileceğim ve anlatımımın keskinliği de artacak, belki de içimdekileri kağıda dökmekle rahatlayacağım… anı yazmak da bir çeşit iş değil midir? Çalışmanın insanı iyi ve namuslu yapacağını söylerler. İyi, hiç olmazsa bu da bir şans.”(s.56-57)
“Notlar’ımı burada bitirsem mi? Zaten bunları yazmakla da yanlışlık yaptım, diye düşünüyorum. Bunları yazarken de utançla dolmaktan kendimi kurtaramıyordum. Belki de benimkisi, edebi bir yapıt yazmak değil de suçlarımın bedelini ödemek oldu…(s.158) Fakat bu çelişkiler içindeki hastanın Notlar’ı burada bitmiyor. O dayanamadığı için yazmayı sürdürmüştü. Fakat zannediyorum ki biz burada bir yolunu bulup durmalıyız artık…”(s.160)
Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da bir anti-karakter yaratır ve kendi ifadesiyle, bir kahramanın karşıtı ne varsa, özellikle bir araya getirir. Bu kahramana; 19.yy. aydınını, aşkı, sistemlerin vaat ettiği iyileşme ve kötülüğün ortadan kalkacağı… gibi söylemleri, uygarlık nedir’i, akıl-istek ayrımını, insanlık tarihini, irade nedir’i, insanın yapmak-yıkmak eğilimini, insanın arayışını, öz yaşam öyküsünün yazılıp yazılamayacağını, yazma isteğini, kendine olan nefretini, duygularındaki tutarsızlıkları, Rus-Alman ve Fransız romantiklerinin ayrımını, okuduğu kitapların kişiliğine etkisini, hiyerarşinin bireyde yol açtığı ezik egoyu, hayallerini ve hayallerindeki olmak istediği kahraman karakterini, çocukluk ve gençlik anılarının içindeki sevgisizliği ve nefreti körüklediğini, evlilik hakkındaki görüşlerini, kadın, aile, kadın bedeninin aşkla yükseleceğini ve satılık kadın bedeninin kadını nasıl aşağıladığını ve bu kadınların insanlar tarafından nasıl kullanıldığını, insan nedir’i sorgulatır ve tüm bu sorgulamalarda zıtlıklarla dolu olan ve hayata karşı yabancılaşma yaşayan asosyal bireyi, özellikle de aydın -hatta daha özelde Rus aydını- üzerinden ele alır. Orhan Pamuk, Yeraltından Notlar için anlatının arka kapağında şu tespitlerde bulunur: “Bugün insan anlayışımızda, kendi kokumuz, pisliğimiz, yenilgilerimiz ve acılarımızı sahiplenip sevebilmek ve aşağılanmanın zevklerinde bir mantık olduğunu kabul etmek varsa bu görüşün başlangıcı Yeraltından Notlar’dadır. Modern edebiyatta pek çok yeniliğin, Dostoyevski’nin Avrupa düşüncesine yatkınlığıyla ona duyduğu öfke, Avrupalı olmak ile Avrupa’ya karşı çıkmak arasında hissettiği kahredici gerginlikten çıktığını hatırlatmak gene de rahatlatıcı… Bir yandan Rusya’da işlerin Batılılaşma ile yürütülebileceğini bilmesi, öte yandan da Batılılaşmacı, materyalist ve mağrur Rus aydınlarına duyduğu öfke, ya da Dostoyevski’nin bilgisi ile öfkesi arasındaki gerginlik Yeraltından Notlar’ın tuhaflığı, değişikliği ve özgünlüğünü çıkardı ortaya.”
Hayatına baktığımızda, gençken liberal özgürlükçüdür Dostoyevski. Sibirya sürgünü, sara hastalığı ile o, sürgün dönüşünde geleneklerine bağlı, dini ve kiliseyi el üstünde tutan, sağcı hatta ulusalcı bir kimliğin sahibidir. Genç Dostoyevski, kırk yaşından fazla yaşamak bence ayıp bir şeydir derken hem de, 100 yaşına dek yaşamış ve dünya edebiyatına Suç ve Ceza, Kumarbaz, Ebedi Koca, Budala, Ecinniler, Delikanlı, Karamozov Kardeşler, Ölüler Evinden Anılar, Beyaz Geceler… gibi başyapıtlar kazandırmıştır. Tüm bu yapıtlar için ne söylenebilir? Hermann Hesse, bir denemesinde Dostoyevski için: “Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşama baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içersinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değişmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.”4 der, aslında bu sözler, Dostoyevski’nin roman dünyasının özeti gibidir ve Dostoyevski okuyucusu iseniz onun kahramanlarından birinin bir özelliği mutlaka sizi size anlatıyordur hem de hiç taviz vermeden ve ölçülü olmak kaygısına düşüp de gerçeği gizlemeden, çarpıtmadan.
Yazarın, “…sizlerin yarı yolda bıraktığınız şeyleri, sonuna kadar götürdüm yalnızca. Ayrıca siz korkaklığınıza ölçülü davranmak adını veriyor ve böylece kendinizi aldatıyor ve avutuyorsunuz.”(s.159) dediği gibi, kendini kandırmaktan çok kendini çözmek isteyen okuyucunun yazarıdır Dostoyevski ve her okurun bir yer altı vardır yer üstüne çıkmayı bekleyen…
[1] Hilmi Yavuz, Üç Anlatı, Can Yayınları, İstanbul, 1995, s.45.
[2] Dostoyevski, ”Yeraltından Notlar”, İletişim Yay., İst. 2004, s., 15, (Çev. Mehmet Özgül)
[3] Dostoyevsky, Yeraltından Notlar, Akvaryum Yayınevi, İstanbul, 2005.(Çev.Zeynep Güleç)
[4] Ethem Baran, Kafka’nın Böceğinden Yer Altından Notlar’a, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi,Şubat 2003, Yıl 3, Sayı 36.
.
… E-kitap okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
12 Yorum
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 9, 2008 | Reply
Merak ettiğim nokta şu,Dostoyevski Yeraltından Notlar’ı kaleme alırken acaba diğer kitaplarından birini yazar gibi mi yola çıktı,yoksa gerçekten kendisiyle başbaşa kaldığı anılarını mı kitaplaştırdı?Ben ikinci ihtimalin daha yüksek olduğuna inanıyorum.Araya serpiştirilen olaylar bir kenara bırakılırsa,birisiyle konuşur gibi yer üstüne çıkmayı bekleyen itirafların sökün ettiği görülür.Adeta buna ihtiyaç duyar gibidir.Kendi kendisiyle konuşmaya duyulan bir ihtiyaçtır bu.Nedenleri ise çok daha karmaşıktır.Belki kendisinin değimiyle yazıya döküldüğünde veya kağıt üzerinde çok daha görkemli durduklarındandır.Ama hepsi bu kadar değil.İnsan ruhunun derinliklerinde varolan meşguliyetin verdiği ızdırabı dindirme arzusudur…Biraz teselli ve biraz avuntudur…Yalnızlığın ve tarif edilemeyen boşluk duygusunun giderilmesidir.Ve daha pek çok şeydir.Yani insan denen varlığın derinlerden yüzeye çıkmayı bekleyen kara kutunun tamamıdır.
****
Elinize ve yüreğinize sağlık Suzan Hanım.Deneme tanında harika bir yazı olmuş.
Saygı ve selamlar.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 9, 2008 | Reply
Bu arada eklemeyi unuttuğum bir nokta var.Yazınızı okuduktan sonra Yeraltından Notlar’ı bir kez daha okuma gereği duydum.Bunu hep yapıyorum.Ne zaman usta bir eleştirmen daha önce okuduğum bir kitap hakkında bir şeyler yazsa tekrar okumaya koyulurum.Belki de yapıtın içeriğinden çok daha fazlasını kattıklarındandır.Ve bunun yaralarını da görüyorum,zira aynı kitap daha bir yenilenmiş ve zenginleşmişçesine bambaşka bir yapıta dönüşüyor.
Yazan:suzannur Tarih: Kas 10, 2008 | Reply
Aziz Bey,
Öncelikle merhaba yeniden görüşebilmenin mutluluğu içindeyim, uzundur yoktunuz ve sizin yorumlarınızı özledim. Açıkçası adınızı yorumlar bölümünde görünce)diğer yazılardaki) hemen tıkladım ve yazdıklarınızı okudum. Ufuk açıcı bir insansınız.
Dostoyevsky’ye gelince, okurken kimi yerlerde aynı duyguları yaşadığımı ve kendi yer altımın itirafı olsaydı acaba bu kadar tutarlı (tutarsızlıklarıyla tutarlılığının kanıtıdır, yer altı karmaşık ve komplekstir çünkü) olabilir miyim diye düşündüm. Ben de Yeraltından Notlar’ı bir eleştiri yazısından yola çıkarak okudum. Genel kitap takibim budur, kitap ekleri ve yorumlar ben de o kitaba dair merak oluşturur.
Eleştirilerinize tamamen katılıyorum, bana da Dosto’nun yer altı gibi geliyor bunlar ama ne kadar emin olabiliriz, sanırım hiçbir zaman. Eğer 19.yy. Rus aydınını eleştirmek görevi de üstlenmeseydi bu anlatı anlatının kahramanının tamamen Dosto olduğu fikrini uyandırırdı ben de, ama ilginç olan şu ki, eserdeki kahraman da kendisini o aydınların içinde kabuleder. Kendini eleştirmek için yaratılan bir anti karakteri kullanmak. Bu gerçekten ilginç. Kahraman kendisi ise de, değilde de, her iki açıdan da bence mutlaka okunması gereken bir eser.
Hangimiz kendi yer altını gerçekten bu kadar net algılayabilir ve ölçüsüzce onu dillendirerek yer üstüne çıkartabilir?
Saygıyla.
Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 10, 2008 | Reply
İlginiz ve nezaketiniz için teşekürler.Ayrıca sizinle tekrar yorumlaşabilmekten mutluluk verici.Sadece yorumlarınızı değil birbirinden güzel yazılarınızı da dört gözle beklediğimi belirtmek isterim.Zira yazılarınız,soluduğum siyasi havaya taze oksijen katıyor…Kısa bir süreliğine olsa bile hayatın çok daha farklı ve güzel anlamlarını keşfetmeme vesile oluyor.Kısacası hayata bakış açım,duygu ve düşünce iklimim çehre değiştiriyor.Bu,gerçekten güzel bir duygu.Görüşlerimiz farklı olsa da sizinle beraber Mehmet Yılmaz,Haki Demir,Suat Demren,TT,Çuvaldız ve daha ismini sayamadığım bir güzel insan ordusunun oluşu evet benim için mutluluk ve kıvanç verici.Sadece aydınlanmakla kalmıyorum,fakat daha önemlisi bu güzel insanların varlığı bana yalnız olmadığımı hissetiriyor,ufkumu açıyor.İyi ki varsınız diyorum ve hepinizi en içten saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.
Yazan:Burcu Atav Tarih: Mar 9, 2009 | Reply
Hermann Hesse demiş ya ” artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış..”cümlesinde, işte galiba bir kitabı artık böyle duygulardan arınarak okuduğumuzda o kitapta gerçekten kendimizi bulabiliyoruz. acaba bu kitabı okuyan kaç kişi satır aralarına sıkışmış “kendi”ni görebilmiş ve acının işte o haz veren tadını alabilmiştir? insan bazen işte o algılama sınırının üst katlarına çıktığında ve kelimelerin duygularını, derin düşüncelerini hissettirmede ne kadar yetersiz kaldığını farkettiğinde yer altına sığınmaktan başka çare bulamıyor. Sanırım Dostoyevski de kendinden başka konuşabileceği bir kimseyi bulamadığından yada dediği gibi sadece kendine tamamen dürüst olabildiği için bu kadar açık ve korkusuzca dile getirmiş içinde kopan fırtınaları. Yer altı.. sanırım hepimizin bir yer altı olmalı yada zaten bizde var olan yer altını bu kadar özgürce yer üstüne çıkarabilmeliyiz..
Belki pek çok kişiye göre düşünce bakımından daha çok yol katetmem gerekir ama ben kendimi bu konuda oldukça şanslı görüyorum. Ayrıca edebiyat öğrencisi olmaktan da gurur duyuyorum.
Burcu Atav
Çankaya Ü. İngiliz Dili ve Edebiyatı (4.sınıf)
Yazan:Fikri TUĞ Tarih: Şub 13, 2010 | Reply
oncelıkle herkese saygı ve selamlarımı yolluyorum. bu eser hakkında pek cok sey okudum ama hala cozemedıgım seyler var. daha dogrusu anlamlandıramadıgım sorular var. yazar bu eserde yeraltı derken aceba bılınc altından mı bahsedıyor? oraya hapsettıgı seylerden, gecelerı ruyalarına gıren seylerden, onu rahatsız eden seylerden ya da gercekten bunların tamammını saklıyor da bazılarını mı bıze gosterıyor? bence son soyledım. hepımız oyle degılmıyızdır? hep bır seylerı saklarız daha sonra gun yuzune cıkarırız ama daıma sakladımız gun yuzune cıkarmadımız seyler vardır hayatta. zaten oyle olması gerekmez mı? elbette gerekı. ınsan yeraltından notlar gonderebılır ama yeraltınada notlar goturmelıdır dıye dusunuyorum ve ınanıyorum kı yazar bu kadar samımı deıl cunku onun da yer altına bırseyler goturdugune ınanıyorum. saygılarımla.
Yazan:burcu atav Tarih: Ağu 10, 2011 | Reply
Merhaba.. Aradan geçen iki yıla rağmen tesadüfen yine burada buldum kendimi.Ben de bahsedilen yer altını iç dünyamız olarak yorumlamıştım.Bana göre kitapta aşikar bir yeraltı tanımı yok. Kim nasıl bir dünya kuruyorsa işte asıl yer orası. Sanki bu noktada da arayışı bırakmak gerekiyor. Güzelliği de burada olsa gerek. Teşekkürler.
Yazan:dexter26 Tarih: Ağu 27, 2011 | Reply
Hermann Hesse, bir denemesinde Dostoyevski için: “Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşama baktığımızda, o vahşi ve güzel acımasızlığı içersinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir. Böyle bir durumda artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değişmenine bakışlarımızı dikip kalırız. Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını kavrarız.”4
ben öyle bir zamanda okudum ki bu kitabı intihara teşebbüs edecek kadar ileri gittim sonrasında, bu kitap yazıldığı gibi kara kutudur, bu kutuyu açmak size yarardan çok zarar da getirebilir, gerçi zarar yarardan daha yararlı da olabilir bilemeyiz, depresyonda okumak hissedemeyeceğiniz kadar büyük acılar yaşamanıza neden olabilir, acıdan zevk almak ne acınasıdır, bana acıdan başka bir şey vermedi dostoyevski…
Yazan:suzanur Tarih: Ağu 27, 2011 | Reply
sayın dexter, Dostoyevsky Ezilenler adlı eserinde insanın gönül acılarının yarasını deşmekten zevk alan bir tabiatı olduğunu söyler. Sanırım doğru bir tespit bu. Onun eserlerinin en önemli özelliği insana dair hallerin enfes gözlemi ve bunun gün yüzüne çıöarılışıdır. Her hali didikler ve insana gizlediğini aşikar eder. Ancak her eserin bir okunma zamanı vardır. Sizinki belki yanlış bir zamana denk geldi. Bu durumu atlattıınız ümidindeyim. Nice okumalarda buluşmak üzere.
Yazan:sencayto Tarih: Kas 15, 2011 | Reply
Yeraltından Notlar / Dostoyevski
Ben hasta bir adamım… Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. Tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte, şimdiye dek tedavi olmadığım gibi, bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum. Üstelik boş inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar. (Oldukça iyi bir öğrenim gördüm, boş inançlara inanmamam gerekirdi, ama inanıyorum işte.) Hayır, hayır, salt hıncımdan dolayı tedavi olmak istemiyorum. Siz bunu anlayamazsınız. Ama ne ziyanı var,ben anlıyorum ya! Bu huysuzluğumla kime kötülük edeceğimi açıklamak elimde değil, bunu ben de bilmiyorum; bildiğim birşey varsa, o da tedaviden kaçmakla hekimlere bir “zarar veremeyeceğim”, olsa olsa bütün zararı kendimin çekeceğidir.Yine de hıncımdan tedavi olmuyorum! Karaciğerim ağrıyormuş, varsın daha beter ağrısın!
Epeydir böyle yaşıyorum, belki yirmi yıldır. Şimdi kırkımdayım. Eskiden çalışırdım, şimdi görevi bıraktım. Ters bir memurdum. Kabaydım, kabalığımdan zevk alırdım. Rüşvet yemediğime göre, demek oluyor ki kendimde, kaba olma hakkını görüyor, bununla kendimi ödüllendiriyordum. (Kötü bir nükte,ama olsun, karalamayacağım. Yazarken güzel olacağını sanmıştım, şimdi bakıyorum da çirkin bir böbürlenmeden öteye geçememişim. Böyle olduğunu bile bile karalamayacağım işte!).Masama gelenlerin işini, dişlerimi gıcırdata gıcırdata yapar,birinin kırıldığını görsem, bundan büyük bir zevk alırdım.Hemen hemen her zaman da gücenen biri çıkardı. Çoğunluklakorkak kimseler olurlardı. Ricacı milleti değil mi?.. Yalnızca kendini bilmez bir subaydan nefret ederdim. Bir türlü yola gelmek bilmez, kılıcını şakırdatarak, karşımda iğrenç bir gururla dikilirdi. Kılıcı yüzünden bu adamla tam bir, bir buçuk yıl savaştım. Sonunda da yendim onu. Kılıcını şakırdatmaktan vazgeçti. Hoş, bu olay gençliğimde olmuş bir şey.
Ama sevgili okuyucularım, asıl hıncımın nereden geldiğini biliyor musunuz? Durumumun püf noktası, bütün rezilliği de burada ya… Benim asıl kızdığım şey, en sinirli anlarımda bile içimde bir öfke ya da hıncın bulunmaması, bütün cartcurtları yalnızca gönlümü hoş tutmak için yapmamdı.Öfkeden ağzım köpürmüşken biri biraz gönlümü alsa ya da önüme bir bardak çay sürse hemen yelkenleri suya indirirdim. Bununla da kalmaz, ona karşı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime kızar, utancımdan birkaç ay uykularımdan olurdum. Yaratılışım böyleydi işte.
Yukarıda ters bir memur olduğumu söyledim ya, yalan! Hırsımdan öyle söyledim. İş sahiplerine de, subaya da caka satardım;gerçekte hiçbir zaman ters biri olamamışımdır. Her an içime bunun tam karşıtı bir sürü duygunun dolduğunu hissederdim. Bu duygular içimde kıpır kıpır eder dururlardı. Bunların yaşamım boyunca böyle kaynaştıklarını, dışarı taşmak için fırsat kolladıklarını bilirdim, ama bırakmazdım, bile bile bırakmazdım. Utancımdan yerin dibine girecek durumlara mı düşmedim, beni çarpıntılar mı tutmadı bu yüzden: bıktım,canımdan bezdim! Bunları yazarken sanki bir şeylere pişman olmuşum, sizden özür diliyormuşum gibi bir halim mi var beyler?.. Kalıbımı basarım, öyle düşünüyorsunuzdur. Bununla birlikte sizin ne düşündüğünüz vız gelir bana…
Benim nasıl bir adam olduğum da belli değil: Ne ters bir adamım, ne uysal; ne alçağım, ne onurlu, ne kahramanım, ne de korkak… Kendi köşeme çekilmişim; zeki insanların önemli bir iş tutamayacakları, tutanlarınsa aptal oldukları gibi kin dolu, hoş bir avuntuyla günlerimi doldurup gidiyorum. Evet efendim, 19. yüzyıl insanı en başta iradesiz olmalıdır, böyle olmak onun boynunun borcudur; iş beceren, iradeli adam aptal,dar kafalıdır. İşte benim kırk yıllık yaşamımda vardığım sonuç! Kırk yaşındayım artık; şaka değil, kırk yıllık koca bir ömür, yaşlılığın ta kendisi! Kırkından fazla yaşamak ayıptır,aşağılıktır, ahlaksızlıktır. Kim yaşar kırkından fazla? Haydi,bana açıkça, elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin! İsterseniz size ben açıklayayım: Aptallar, namussuzlar yaşarlar kırkından sonra. Bütün ihtiyarların, o ak saçlı, güzel kokular sürünmüş saygıdeğer ihtiyarların yüzüne karşı söylerim bunu! Hatta çıkar, sokaklarda haykırırım! Buna hakkım var, çünkü kendim de altmış yaşına kadar yaşayacağım! Üstelik yetmişimi, seksenimi bulacağım! Öf! İzin verin, biraz soluk alayım!..
Beyler, sizi güldürmek istediğimi sanıyorsunuzdur belki de.İşte bunda da yanıldınız. Ben sizin düşündüğünüz ya da düşünebileceğiniz gibi şakacı bir adam değilim; ama bütün bu gevezeliklerime sinirlenerek (sinirlendiğinizi epeydir hissediyorum), benim ne biçim bir adam olduğumu sormak istiyorsanız yanıt vereyim: Küçük bir memurdum. Yalnız karnımı doyurmak için (yalnız bunun için) çalıştım; geçen yıl uzak akrabalarımdan biri bana altı bin ruble miras bırakınca hemen istifamı bastım ve oturduğum şu köşeye yerleştim. Eskiden de burada otururdum, ama şimdi iyice yerleştim. Kentin kıyısında kötü mü kötü bir oda burası. Hizmetçim, ahmaklık derecesinde hırçın, yaşlı bir köylü karısı; ondan pis bir kokunun yayılması da her şeye tuz biber ekiyor. Petersburg ikliminin sağlığıma zararı dokunmaya başladığını, ufacık gelirimle başkentte yaşamamın güç olacağını söylüyorlar. Bu deneyimli,akıllı, evet efendimci öğütçülerden daha iyi bilirim ben neyapacağımı. Yine de burada, Petersburg’da oturacağım, buradanbir yere adım atmam! Niçin mi gitmek istemiyorum? Hiç…
Gitmişim ya da gitmemişim, ne fark eder?
Aklı başında bir adamın sözünü etmekten en çok zevk alacağı konu nedir, bilir misiniz?
Yanıt: Yine kendisi…
Öyleyse ben de kendimden söz edeyim biraz…
-alıntı-
Dostoyevski’nin biyografisi için tıklayınız. (Fyodor Mikhailoviç Dostoyevski)
Yazan:guti Tarih: Şub 13, 2012 | Reply
çok güzel
Yazan:Gamze Bayram Tarih: Tem 25, 2014 | Reply
Merhabalar 🙂 Yer Altından Notlari yeni bitirdim internette yorumları okurken bu sayfayı keşfettiğim için cok mutluyum. Kitaplar hakkındaki yorumlar ve elestiriler hepimize farklı şeyler katacaktir. Herkes aynı kitabi okur ama kitap herkesin uzerinde farklı etkiler yaratır. Bu sayfayı takip edeceğim 🙂