Batı’yı şeytanlaştırmadan…
By Sever Isik on Kas 11, 2008 in Batı, Tarih
Cemaleddin Afgani ve Ali Şeriati takriben yüzyıl arayla ümmetin makus talihi değiştirmek için İkbal beklemeden mücadele ettikten sonra doğdukları topraklardan uzakta, Afgani göz altında, Şeraiti gözden ırakta, arkalarında yüzyıllarca yankılanacak bir “çığlık” bırakarak izzet ile dar-ı dünyadan dar-ı bekaya hicret ettiler, maaştan meada göçtüler, “hüseyni bir iş” yaparak gittiler.
Ama hala yüksek sesle konuşmaya devam ediyorlar…
19 yy. İslam dünyasının batı ile karşılaştığı ve bir kriz dönemidir. Krizin sebebi salt bir entelektüel meydan okuma değildi. Bu karşılaşmayı, ki İslam dünyası itibariyle batı ile üçüncü karşılaşma, asıl “yakıcı ve yıkıcı” kılan onun askeri, siyasi ve iktisadi boyutu idi; Bilim silahlara eşlik ederken silahlar bilime yol gösteriyordu. Kolonyalizm sonucu İslam dünyasının direnç noktaları ve kaleleri olan memalik-i İslam tek tek düşmüş, sömürgeleştirilmişti; geri kalan birkaç sultan/lık ise siyaset/denge ile saltanatlarını yaşatmanın peşinde idi.
Ümmetin uleması ise yıllardır içinde bulunduğu zihinsel donukluk ile değişimin “ne”liğini, aciliyetini ve yakıcılığını kavrayacak bir zihinsel olgunlara sahip değildi veya iktidarın peşinden gitmek kolay geliyordu.
Ortada çıplak durak bir durum söz konusu idi; İslam dünyası üzerinde tasallutu kuran bir sömürü ve tabiî ki bunun sonucu olan bir tahkir düzeni…İşte böyle bir tarihsellik içinde ortaya çıktı Afgani…Önce uyarmaya ve sömürgecilere karşı direnmeye çağırdı, hem sultanları hem Müslümanları ve de tüm doğuluları..
O, ümmeti ama özellikle “sultanları ve ulemay”ı su alan “Nuh’un gemisi”ni yeniden inşa etmeye çağırıyordu. Değişmek/ıslahat ve direnmek/devrim gerekiyordu. Aksi halde ölüm kaçınılmazdı. Afgani’nin yaptığı kıyameti haber veren “sur”u üflemekti..
Evet, Afgani bir ıslahatçı idi, çünkü; o toplum içinden çekilmiş vahyi yeniden hayata dahil/nazil olmasını istiyordu. Kur’an’ın raflardan indirilmesi ve açılması gerekiyordu. Kur’an günümüz için ne söylüyor, güncelimizde vahyin anlamı nedir? Ve peygamber bugün konuşmalı ve Kur’an’ı tefsir etmeli idi. Din bugün yeniden hayatı inşa etmeli ve yol göstermelidir. İçtihat ve tefekkür kalesi tahkim edilmeli eski parlak günlerine dönmelidir.
İslamiyet bütün modern gelişmelere açıktır. Bizzat terakkiyi emreder. Mani-i terakki değildir ve dini akideler “taklit” yerine sağlam akli deliller üzerine kurulmalıdır. İlahi mesajı örten hurafeler ortadan kaldırılmalı, “gerçek İslam” ile yüz yüze gelinmelidir. Mesajın özü; “makasıd-ı şeria” yakalanmalı ve “asrın idrakine sunulmalı”dır. Ümmet uyanmalı, silkinmeli, savaşmalıdır, kadercilik kader değildir. İnsanın kaderi elindedir. O değişimi irade etikçe kader tecelli edecektir. Tembelliğin yıkımın vebalini Allah’a yüklenmemelidir.
Afgani inkılapçıdır da. Çünkü o sadece konuşmakla ve vaaz etmekle netice alamayacağını düşünmektedir. Sömürgeciler zor/la/da olsa kovulmalıdır. O sultanların kapısını derdine derman kılmak için çalar. Bir saraydan diğerine sultanlara yaklaşır, danışır , danışmanlık yapar, ama, dalkavukluk yapmayı reddeder. Bir diyardan başka bir diyara sürülür. Pes etmez. Kendisi ile iş tutacak bir sultan aramaktan vazgeçmez.
O acil bir devrimcidir, sorunu kısa yoldan siyaset ile çözmeyi düşünmektedir. Üstadın, Talebesi Abduh gibi beklemeye tahammülü ve takati yoktur. Hemen bir devrim toplumu baştan başlayarak dönüştürmek istemektedir. Ama eğitim ve sabır ile değil, siyasetle.. çünkü mesele siyasidir siyasi yola çözülmelidir..
Yazmayı değil, konuşmayı seven Üstada hakim olan eğilim pratiği/hareketi/devrimi iken talebesi Abduh’ta eğitim/ıslah/düşüncedir. Cemaleddin Afgani’nin yatışmayan yapısı ile Abduh’un siyaseten uzaklaşarak önceliği eğitim yolu sosyal dönüşümüne vermesi ve sükuneti seven yapısı onların yolunu ayırmıştır…
Şeraiti ise, Afgani’yi ve Abduh’u kendi nefsinde cem etmişti; Abduh’un eğitimciliğini, Cemal’in devrimciliğini ve heyecanını..
II.
Şeraiti’ye göre, Afgani ve Abduh İslam toplumunun yeni “düşünsel özgürlük” önderleri olup, aynı zamanda tüm dünyadaki kültürel sömürü karşıtı hareketlerin yaratıcısı ve başlatıcısıdırlar. Afgani ve Abduh’un yaptığı iş “vurgun yemiş İslam toplumuna ruh vermek” olmuştur.
Şeraiti’ye göre Afgani’nin yöntemsel hata yapmıştır. Afgani halkı uyandırmak gerektiğini söylemiş, fakat, pratikte halk düşüncede kalmış ve sultanlara yaslanmıştır. Abduh ise ulemaya yaslandığından, neticede halkın durumunda değişim olmadığı gibi aydınlar arasında nispi bir başarı sağlandı. Çünkü, Afgani’nin ve Abduh’un yaslandıkları sultan ve ulema nihayetinde egemen sınıfın mensupları olarak onlar nihayetinde devrimci/değişimci değil, statükocu ve muhafazakardırlar. Onlar düşünce olarak ileri, devrimci ve hoşnutsuz olsalar da pratikte muhafazakar ve maslahatçıdırlar.
Sonuçta ne sultanlar/mele Afgani ile ne de ruhaniler/rahip Abduh ile hareket etmişlerdir.
Oysa yapılması gereken peygamberin yaptığı gibi “nas”a dayanmaktır. Sahip”lerden değil, sahipsizlerden başlamak gerekirdi. Şeriatiye göre, bir savaşa başlamak için özelikle genç nesle ve aydınlara umut bağlanmalıdır, çünkü, bunlar bir iman ve inanç kazanıp ortak bir hedefe yönelirlerse mucize gerçekleşir
III.
Şeraiti’nin projesi/hedefi “Öze dönüş”tür; İmanın itikadın yenilenmesi, geçmişe kaçmadan geçmişin tanınması, sömürgecilerin tanınması kovulması... İnsan önce kendi “benliğini” sonra yaşadığı toplumu ve toprakları özgür kılmalıdır. Onun içinde zindanlarını aşmalı ve “dine karşı din”i tanımalı ve ne yapılması gerektiğine karar vermelidir. Varoluş, tarih, adalet, özgürlük temelleri üzerinden evrensel bir bakış açısı ile önce kendimize sonra çevremize bakmamamız gerekir.
Şeraiti, bir ıslahatçı olarak dinin toplumsal hayata bir “ruh ve anlam” olarak çekilmesinden ve dinin kuru ritüellere, literallere dönüştürülmesinden muzdaripti. Topluma hurafelerden arındırılmış iman ve ateş bahşeden İslamı anlatmaya çalışıyordu. Hz. Muhammed’in, Ali’nin, Ehli Beytin, Ebuzer’in, Selman’ın İslamını… İslam, Safevi şiilerin ve muavi sünnilerin ve onların varislerinin elinden kurtarılmalı idi. Eğer İslam bu tarihsel ve kültürel paslardan arındırılırsa Müslümanlar arasında herhangi bir ihtilaf kalmayacağına inanmaktadır.
“Kutlu özgürlük çağrısı” olan din/İslam, egemen dinin “zer, zor, tezvir” teslisine/şirkine karşı çıkmayı vaaz ediyordu. İnanmak/dünya görüşü kadar, yapmak/ideoloji gerekiyordu. Çünkü bu dünyaya dahil olmayan, nas’ı görmeyen, gözlerini sadece mezar ötesine diken bir dinin/çağrının yabancılaştırıcı ve uyuşturucu olmaktan öteye anlamı olmazdı.
Şeraiti bir ıslahatçı olarak taklidin terki yolu ile “uyanıklık” ve “aydınlık” istiyordu, imanın aydınlığını… Bu nedenle o dinsel geleneği eleştiriye tabi tuttu ve İslam dünyasındaki taklitten, yeni kuşakların kendini batının kollarına bırakmasından donuklaşan, fikirsizleşen, muhafazakarlaşan ulemayı sorumlu tuttu. Çünkü onlar gerekli rehberliği yapmamışlar, sorunlara çözüm üretememişler ve Malik Bin Nebi’nin dili ile söylersek toplumu sömürüye hazır hale getirmişlerdir.
Şeraiti için asıl olan ıslahın, dini düşüncenin yeniden yapılanmasının bir devrim/dönüşüm ile neticelenmesi idi. Zira O iman ve amelin birlikteliğine inanıyordu. Soyut bir fikir onun için herhangi bir gerçekliğe sahip olamazdı. Fikir eylem içinde gerçekleşir. O İslam ki tevhid dinidir. Tevhid ise salt soyut bir hakikat değil, somut bir gerçekliktir. Din dünyaya müdahil olmalı, onu çözümlemeli, anlamlandırmalı ve değiştirmelidir. Çünkü akide, soyut bir bilgiler yığını değildir ve sosyoloji de akideden ayrı düşünülemez. Akide daima tarihin kalbindedir, dışında değil.. Öyleyse ne yapmalı? Nasıl yapmalı?
Şeraiti, İslami akidenin özü olan tevhidin toplumsal bir yorumunu yapmanın peşindeydi. Yani tüm “nas”ın bir olduğu, “şirk dini”nin görüntüsü ve gölgesi olacak herhangi bir ayrımın olmadığı, tüm Allahın kullarının bir olduğu bir toplumsal hayat inşa etmek istiyordu ve bunun için Şeraiti göre aydınlar, imanın özündeki değişimci, tevhidi mesajı açığa çıkarmalı ve gençlik başta olmak üzere halka gidilmelidir.
O, dünyayı/bedeni dinin/ruhun üzerine inşa etmek istiyordu. Onun için dini kavramları sosyolojik alize tabi tutarak “dünyevileştirdi”. Amacı, bakışları mezardan dünyaya çevirmekti. Cehennem ateşinden önce dünyadaki yangını, yanı başımızdaki zulmü görmek gerekiyordu.
Din yaşama dokunmalıydı.
Şeraiti hem kendi kuşağı için hem de bugün hala imanın, aşkın, felsefenin, irfanın, şiirin ve eleştirel düşüncenin kıvılcımını tutuşturan bir müzmin muhaliftir. Öyle bir muhalif ki konuşmalarında Ali, Ebuzer, Selma, Hüseyin, İkbal, Afgani, ismi ile Marx’ın, Sartre’in, Fanon’un, Weber’in, Carrel’in isimleri yan yana gelmektedir. Batı sömürüsüne karşı çıkmakta fakat onu şeytanlaştırmamaktadır. Batının sömürü stratejilerinin maskesini indirirken Massignon’a hakkını teslim etmektedir.
Kendi kuşağına yeni bir perspektif, yeni bir iman bilinci kazandıran gençliğin coşkulu öğretmeni Şeraiti, bugün dahi gençliğe sahip olduklarını hatırlatarak, tanıtarak ve yorumlayarak özgüven aşılamaya devem etmektedir
IV.
Afgani ve Şeraiti inkılapçı idiler, ama bir demagog değil; ıslahatçı idiler, ama sadece ucuz tebliğci değil. Onlar taklit karşıtı idiler ama batıyı tümden/külliyen tahkir edici değildiler.
“Olan olmuş”a ve “ne olacaksa olsun”a karşı çıktıklarından onların temel sorunu sorusu “ne yapmalı” ve “nasıl yapmalı” sorusu idi. Bu soru iman ve sorumluluk ve özgürlük bağışlayan, tüm boyun eğişleri reddeden bir düşüncenin eşiği idi.
İnsanın kaderi değiştirebileceklerine iman etmişlerdi. Bunun yolu da “kendilerinde olanı değiştirmekten” ve irade etmekten geçiyordu. Fakat “irade sahibi olmak” için özgür olmak, özgür olmak için de bilinçli olmak gerekiyordu. Afgani ve Şeraiti insanın sorumluluğunu iptal eden kaderciliğe karşı çıkarlar. Aksisi özgürlüğün, sorumluluğun inkârı olacaktı ve kölelik ile sonuçlanacaktı.
Afgani, küfrün tasallutu ile karşılaşan İslam dünyası maruz kaldığı sömürü vurgunundan kurtuluşun ve birlik özleminin sembolü ve kavim üstü/kavimsiz kavgacısıdır. Onun yaşamı İslamın/ümmetin birliğine duyulan özlemini somut ifadesi ve bizzat mücadelesidir.
Şeraiti’yi Afgani’ye bağlayan tema İslami uyanış ve antiemperyalistliktir. Şeraiti, ıslahatçı ve inkılapçı olarak aynı ‘acıyı/çağrıyı’ omuzlamıştır. Onun çağrısı ‘özümüze dönmek’ ve onurlu bir yaşam sürmek için omuzları üzerinde bir baş taşıma mücadelesidir.
Her iki üstadında acelesi vardır, acil bir devrimci/değişimcidirler, ümmetin isyan etmesini ve sömürücüleri alaşağı etmesini ve kaderlerine hükmetmelerini isterler. Durum ihmale gelecek gibi değildir, behemehal harekete geçmek sömürünün ve sömürgecinin maskesini indirmek ve tahtından etmek gerekmektedir. Afgani bir umut için kıtaları dolaşmakta, bir sultan bir millet aramakta, Şeraiti ise zamandan tasarruf için hızlı konuşmakta, koşuşturmakta ve bir mucizeyi gerçekleştirecek bir geçlik ve halkı eğitmektedir.
4 Yorum
Yazan:haki demir Tarih: Kas 11, 2008 | Reply
Aziz dostum…
Yazının geneli için bir değerlendirme yapmak isterdim ama önemine binaen bir noktanın üzerinde durmak istiyorum.
Bazı konular turnusol kağıdı gibidir. Kader bahsi İslam’ın anlaşılıp anlaşılmadığı noktasında tayin edici bir mahiyete sahiptir. Zira en zor bahislerdendir. Hatta en zor bahistir.
KADER, İnsanın idrak melekelerinin hiçbirinin anlama iktidarında olmadığı bir bahistir. Üstündeki sır perdesi aralanmamıştır. Perdenin önüne kadar varmak kabil olmuş ve orada takınılan tavır, İslam’ın anlaşılıp anlaşılmadığı noktasında ipuçlarını vermiştir.
Kelam ilminde ve itikadi mezheplerin inşasında en çok münakaşası yapılan bahsin kader olduğu vakadır. Sır perdesinin aralanmamasına rağmen tartışmanın bu merkezde yoğunlaşması, birçok meselenin ipuçlarının bu kapıda bulunmasındandır. İslami anlayışta “SIR İDRAKİ” dediğimiz üstün idrak tavrı, tam da bu ve benzer meselelerde kendini göstermektedir. SIR İDRAKİ kelami, edebi, fikri ve akli idrak mahiyetinde değildir. SIR İDRAKİ, iman ile aklın her ikisinden pay taşıyan bir terkiptir. Öyle bir terkip ki, kelamın bittiği yerde “kelimesiz düşünebilenlerin” yola devam edebileceği bir ruhi süreçtir.
Bütün bunları şu cümleden mülhem olarak yazmak durumunda kaldım.
“İnsanın kaderi değiştirebileceklerine iman etmişlerdi.”
Üstadım, kaderi aklın faaliyet alanı içine çekenler helak olmuşlardır. Müslüman fikir adamlarının kader ile kavga etmelerini anlamamışımdır. Bazıları KADERİYYECİLİĞE savrulurken diğer bazıları bunun zıddına savrulmuşlar ve insan, “fiilinin yaratıcısıdır” noktasına kadar gitmişlerdir. Her ikisi de aynı derecede yanlıştır. Bunun doğrusu nedir diye sorarsan, cevabı yok…
Kader konusunu iman bahislerinden çıkarıp illa tefekkür faaliyetinin içine almak gerektiğinde söylenebilecek olan şudur. KADER MAZİDE SABİTTİR AMA ATİDE MEÇHUL… Öyleyse işine bak… Yani mesuliyetin ne ise onu yap…
Üstadım endişem şu: İman ile idrak bahislerinin birbirine karıştırılması İSLAM’IN İMHASIDIR. Bu iki kategoriyi birbirinden tefrik edebilmek ve hangi meselenin ne kadarının idrake ve hangi noktadan sonrasının imana konu olduğunu tayin edebilmek İSLAMIN TEMEL ANLAYIŞINI KUŞANMAKTIR.
Bazı bahislerin hem imana hem de idrake mevzu olduğu vakadır ve bu bahislerde de sınırı doğru tespit etmek şarttır.
Geçmişte bu problem çok derin ve ağır yaşanmıştır. Mutezile bu problemin kaynaklarından biri olmuştur. Afgani ve Abduh unda o anlayışın çağdaş takipçileri olduğu vakadır.
Şunu anlamakta zorlandığımı itiraf edeyim. Geçtiğimiz birkaç asırdır İslam coğrafyasında dehşetengiz bir ataletin olduğu doğrudur da, bunun sebebini hemen kader anlayışında aramak neyin nesidir? Yanlış kader anlayışının atalet üreteceği doğrudur da ataletin sayısız sebebinin de olduğu vakadır. Konuyu hemen kadar meselesine getiren insanların fikir derinliği ile ilgili tereddütlerim var. Oysa akıl zafiyeti bile yalnız başına geçen birkaç yıllık ataleti açıklamaya kafi değil midir? Aklın fonksiyonlarını kafi derecede anlamamış olmak, birkaç asırlık geri kalmışlığı açıklamak için kafi bir sebeptir. Akıl misalinde olduğu gibi birçok sebebin varlığından bahsedilebilecekken en kestirmeden kader bahsine savrulanların fazlasıyla “ucuz bir tavır” sergilediklerini düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi…
Bu yorumu okurken, “yahu dostum, kocaman yazıda birkaç cümlelik bir ifadeye bu kadar takılıyorsun ya, pes…” diye düşünüyor musun? Ama konunun ehemmiyetini bilirsin sen… Zira “müslüman müslümanın imanının teminatıdır”. Değil mi?
Yazan:uveys Tarih: Kas 12, 2008 | Reply
Allahin herseyi biliyor olmasi kulli irade olarak tarif edilmektedir. Cuzi irade ise sinirli insanlara yoneliktir. Sinirli olmasinin sebebide, allah hickimseye kaldirabileceginden fazla yuk yuklemez. Allahin yuceligi, buyuklugu burdan anlasilabilir. Fakat insanin kendi kaderini tayin etmesi, yol vermesi kendi elinde olan biseydir. Fakat verecegi kararlari Rabbinin onceden bilmesi kulli iradesi geregidir. Hakki abi hakli…Allah kimsenin kaderine etki etmez. Cunku; ona dusunebilmesi dogruyu-yanlisi sentez edebilmesi icin irade vermistir. Aksi halde bazilari cok basit paronoyalarla allahin adaletsiz davrandigina hukum getirebiliyor.
saygilar…
Yazan:Editör Tarih: Şub 27, 2009 | Reply
selam ile…
aceba bu yazı hangi siteden alındı…
kaynak belirtmeden neden yayınlanıyor..
benim bildiğim bu yazı sitemiz http://www.aliseriati.com için yazılmıştı…
ilginize ve bilginize..
———
DERİN DÜŞÜNCE EDİTÖRÜNÜN NOTU:
MAKALENİN YAZARI SEVER IŞIK, DERİN DÜŞÜNCE YAZARIDIR. YAZILAR YAZARININ MÜLKİYETİNDEDİR. AYNI YAZIYI BİR BAŞKA SİTEDE YA DA PLATFORMDA YAYIMLAMAK YAZARLARIMIZIN İNİSİYATİFİNDEDİR.
SAYGILAR.
Yazan:Dursunali Tarih: Nis 22, 2017 | Reply
Afgani, Şeriati ve Abduh hepsi sıradan bir insandırlar. Söz konusu tarihî şahsiyetler hakkında, olumlu, olumsuz değerlendirmeler yapılmıştır. Hayatta olanların imanında, dine karşı samimiyetinde asla şüphe etmemek gerektir. Fakat her Müslüman gibi, onun da bazen nefsine mağlup olması mümkündür. Şahıslar hakkında konuşmak ve bir değerlendirme yapmakta fazla isabet olmayabilir, yanlış anlaşılabilir. Söz konusu isimlerin hepsi Müslümandır. Her Müslüman gibi, onların da sevapları, hataları vardır. Elbette soruda geçen isimler de birer insandır ve bazı hataları olabilir. İslâm düşmanlarıyla işbirliği yapıp yapmadığına Ehl-i sünnete aykırı düşüncelere, faaliyetlere sahip olanlara dikkat etmek gerekiyor. Amerikalı Profesör Yazar Nikki Keddie Cemaleddin Efgani/Siyasi Hayatı adlı kitabında Afgani hakkında Kendisini Afgan olarak göstermişti, ama İranlıydı; sünnî olarak tanıtmıştı ama şiiydi. Müslüman bir aktivistti, panislamistti, fakat aynı zamanda mason locasına üye olmuştu, Ondokuzuncu asın ikinci yarısından günümüze gelinceye kadar modern siyasi-islami hareketlerde tesiri görülen Cemaleddin Efgani kimdi? Amerikalı profesör Nikke Keddie, uzun yıllar boyunca arşivlerde, kütüphanelerde yaptığı araştırmalarıyla bu ünlü, fakat ünlü olduğu esarlı şahsiyetin politik biyografisini gün ışığına çıkartıyor. Tartışmaların, tarafgirliklerin, lehte veya aleyhte duygusal hükümlerin üzerinde ilmi ve objektif bir araştırma.. Afgani, Abduhu daha yakında tanımak isterseniz Dr. Muhammed Hüseyin’in Modernizmin İslam Dünyasına Girişi kitabını okuyabilirsiniz.